Prof. Dr. Dariusz KOLODZİEJEZK
Osmanlı İmparatorluğu, Lehistan diplomasisinin Orta Çağlardan beri ilişki kurmak zorunda olduğu ilk Hıristiyan olmayan komşu değildi. Lehistan’ın kuzeydoğu komşusu olan Litvanya, 1386’da hükümdarı Hıristiyanlığı kabul edinceye kadar, Avrupa’da varolan son tek Tanrılı dine mensup olmayan devlet olmuştur. Az bir zaman önce de toprakları kuzeyden Lehistan’a sınır olan tek Tanrılı dine mensup olmayan Prusyalılar[1] ya Töton Şövalyeleri tarafından soykırıma uğramışlar ya da zorla dinleri değiştirilmiştir. Ancak, 13. yy.’da Moğol-Tatar istilacıları Güney Ruthenya’yı (bugünkü Ukrayna) fethettiklerinde, doğuda bir başka dinsiz topluluk ortaya çıkmıştır. Batu Kağan’ın ardından gelen Berke Kağan İslamiyet’i kabul ettikten sonra, Altınordu Lehistan ile doğrudan diplomatik ilişkiler içine giren ilk Müslüman devlet haline gelmiştir.
Hıristiyan olmayan çeşitli komşularla (Ortodoks Ruthenyalılar hariç) ilişki kurma gerekliliği Lehistan diplomasisini “ihanetlere” karşı Roma’daki Papalığın savunduğundan çok daha fazla dikkatli bir politika uygulamaya zorlamıştır. Somut politik meselelerin ele alınışında, “Haçlı Ruhu” yerine pragmatizmin çarpıcı örnekleri bulunabilir. Hıristiyan olmayan Litvanyalılar ile olan uyuşmazlık, Litvanya’nın büyük dükü Jagiello’nun Hıristiyanlığı kabul etmesi karşılığında Lehistan tahtına seçilmesi ile nihayet çözülmüştür. Jagiello, bir Hıristiyan ismi olan Ladislaus ismini almıştır ve yaklaşık elli yıl iktidarda kalmıştır. (1386-1434) Jagiello, Lehistan’ın en güçlü krallarından birisi ve 1572’ye kadar iktidarda kalan Jagiellonian Hanedanı’nın kurucusu olmuştur.
Artık Hıristiyan olmasına rağmen Jagiello, Moskova’ya karşı Altınordu ile aralarındaki daha önceki ittifakı bozmamıştır. Lehistan arşivlerinde, 1393’te Toktamış Kağan tarafından Jagiello’ya gönderilmiş orijinal bir yarlık bulunur. Bu yarlık’ın içeriğinden de, bu iki hükümdar arasındaki mektuplaşma ve işbirliğinin çok daha önceden başladığı anlaşılır.[2]
Toktamış’ın tahttan inişinin ardından, Toktamış’ın taraftarları Lehistan-Litvanya’ya sığınmış ve “Lipkas”[3] olarak bilinen soylu imtiyazlarını kabul etmişlerdir. Müslüman Tatarlar, Töton düzeninin yıkılmasına yardımcı olmak için Grunwald/Tannenberg Savaşı’nda (1410) Lehistan-Litvanya ordularına yardım etmişlerdir. Hiç şüphesiz Alman Şövalyeleri Batı Avrupa’ya yönelik propagandalarında Lehistan kralına gölge düşürmüşlerdir. Birçok kitapçıkta Lehistan-Litvanya; hükümdarı putperestlerin, Müslümanların ve Yahudilerin desteğini alan gizli dinsiz, yarı-barbar bir ülke olarak sunulmuştur.
1414-1418 yılları arasında düzenlenen İstikrar Konseyi, Töton düzeninin papazları ve hukukçuları ile Lehistan arasındaki politik bir mücadeleye şahit olmuştur. Lehistan’ın resmi tutumu, İtalyan üniversitelerinden mezun olan ve daha sonra Cracow Üniversitesi rektörü olan Dr. Powel Wlodkowic tarafından geliştirilmiştir. Wlodkowic, Töton şövalyelerinin toprakları üzerindeki hiçbir yasal hakkını kabul etmemiş ve onların bu hakları vahşet ve ihanet yoluyla elde ettiklerini iddia etmiştir. Wlodkowic’e göre, Hıristiyan hükümdarlarının hainlerin yaşadığı araziler üzerinde hiçbir hakları yoktu çünkü daha sonrakiler bu arazilere Tanrı’nın izniyle sahip olmuşlardı. Sadece misyonerlik faaliyetleri ve barış yanlısı görüşmeler takdire değer addedilmiştir. Ancak dinsizlerin cehaletlerini sürdürme ısrarı Hıristiyanlara onları öldürme veya soyma hakkını vermemiştir. Anlaşmalar dinsizlerin hükümdarlarına saygı gösterilmesiyle sonuçlanmıştır. Hıristiyanların arasında barış içinde yaşayan dinsizlerin canları ve malları da taciz edilmemiştir.[4]
Wlodkowic, sonradan Kızılderililerin savunucusu olan İspanyol Francisco De Victoria ve denizlerin özgürlüğünün savunucusu olan Alman Huig De Groat (Grotius) tarafından geliştirilen Milletlerin Uluslararası Hukuku’nun (ius gentium) önde gelen habercileri arasındadır. Wlodkowic tarafından açıkça belirtilen politik teori, pragmatizm ve hoşgörü uygulamasını yansıtmış ve Lehistan’ın o zamanki yerli ve yabancı politikasına egemen olmuştur. Sonuç olarak bu teori, yeni Müslüman komşularla yani Osmanlılarla olan ilişkilerde de uygulanmıştır.
Belki de tesadüfi olarak, Osmanlı-Lehistan ilişkilerinin başlangıcı, İstikrar Konseyi ile aynı zamana rastlamaktadır. Jan Dlugosz tarafından yazılan Ortaçağ tarihi, 1414’te Macaristan Kralı Sigismund’un Lehistan kralından Osmanlılara karşı askeri destek istediğini belirtmektedir. Ancak Jagiello askeri destek yerine arabuluculuk teklif etmiş ve Edirne’ye iki elçi göndermiştir. Elçileri oldukça sıcak karşılayan Sultan I. Mehmet, Macarlar ile ateşkes imzalamayı kabul etmiştir.[5] Böylelikle zaten doğu diplomasisinde deneyimli olan Lehistan kralının bu arabuluculuğu karşılıklı politik ilişkiler dönemini açmıştır.
Daha sonraki yıllarda Lehistan, Kilise’nin yaptığı Osmanlı karşıtı Haçlı seferi çağrılarına kayıtsız kalmıştır. Sigismund’dan sonraki Kral III. Ladislaus (Jagiello’nun oğlu) Macaristan Krallığı’na seçildiğinde, Lehistan soyluları onun savaş planlarını desteklemeyi reddetmişlerdir. Her ne kadar birçok Leh gönüllü Ladislaus’un 1443-1444’teki askeri harekatlarına katılsa da, resmi olarak Lehistan, Osmanlı-Macaristan çatışmasından uzak durmuştur. II. Murat ile yapılan “Segedin Antlaşması”nın[6] krallık tarafından ihlali katı bir şekilde eleştirilmiştir. Bazılarına göre, Ladislaus’un ölümüyle sonuçlanan feci Varna savaşı, bu yalan yere edilen yemin için ilahi bir cezalandırma olmuştur.
Aslında ne 15. yüzyılda, ne de daha sonraki dönemde Lehistan’daki dini propaganda Bab-ı Ali ile yaşanacak askeri bir çatışmayı harekete geçirecek kadar etkili olmamıştır. Yine de, rahipler sınıfının bazı seçkin üyeleri güçlü Müslüman komşuya karşı tedbirli bir politika izlenmesini savunmuşlardır.
Dört yüzyıllık bir komşuluk süresince, çok fazla sayıda olmamakla beraber, sonunda bir savaş çıktığında bu savaşın sebepleri; jeopolitik, iç güvenlik ve ticari menfaat gibi “ideolojik olmayan” terimlerle kolayca açıklanabilmiştir. Yine de her iki taraf da, yurtiçi ve yurtdışında sırasıyla Hıristiyan ve Müslüman birliğinin gerçekleşmesini zorlayarak, çatışmayı tamamen dini çerçeveler dahilinde sunmaya çalışmışlardır.
Osmanlı ilerleyişi Macarlar tarafından kontrol edildiği için, Lehistan’ın güvenliği doğrudan etkilenmemiştir. İstanbul’un düşüşü bile Cracow’da hiçbir kuvvetli tepkiye sebep olmamıştır. Bu duyarsızlık, 1454-1466 yıllarında Baltık Denizi’ne girmek için Töton Düzeni’ne karşı yapılan savaşla açıklanabilir. Ancak 1456’da hayra alamet olmayan bir olay meydana gelmiştir. Teorik olarak hâlâ Lehistan Vasal’ı olan Boğdan prensi, Osmanlı egemenliğini kabul etmiştir. 1475 yılında Kefe Osmanlılar tarafından fethedilmiştir ve 1484’te Boğdan’ın Kili limanları ile Akkirman, padişah tarafından egemenlik altına alınmıştır. Böylece Lehistan’ın Karadeniz’deki çıkarları ciddi şekilde tehlikeye girmiştir.
Savaşın geçici olarak ertelenmesine ve ilk barış araçlarının bile karşılıklı olarak 1489 ve 1494 yıllarında beati edilmesine rağmen sürtüşmeli iddialar, 1497 yılındaki ilk başlıca askeri çarpışma ile sonuçlanmıştır.[7] Feci bir askeri harekatın ardından, Lehistan orduları Boğdan’dan çekilmiştir. Osmanlı’nın Karadeniz üzerindeki kontrolünün tartışmasız kabul edilmesi karşılığında yeni bir barış ortamına ulaşılmıştır.
16. yüzyılın, Osmanlı-Lehistan ilişkilerinin tarihindeki en sakin dönem olduğu kanıtlanmıştır. Lehistan, Macaristan’ı kendi kaderiyle baş başa bırakarak ve bütün Osmanlı karşıtı birliklere katılmayı istikrarlı bir şekilde reddederek bu barışın bedelini ödemiştir. Karşılık olarak Cracow, Habsburglara karşı politik destek ve Lehistan vatandaşları için çeşitli ticari avantajlar elde etmiştir. Padişah da, Kırım Tatarlarını kontrol etmekle meşgul olmuş ve onların soylu düşmanlara (özellikle Moskova) karşı yaptıkları saldırıları yönlendirmiştir.
Lehistan’ı 1506’dan 1548’e kadar yöneten yaşlı kral Sigismund’un politikası, hem imparatordan hem de papadan bağımsız olmuştur. Kral 1525 yılında Prusya’daki Lutheran Prensliği’ni tanımıştır ve bu tanıma dini savaşlar döneminde, Katolik ve Protestan iki devlet arasında eşi görülmemiş bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır.
Kral, Osmanlı himayesi altındaki John Zapolya’yı destekleyerek, Macaristan’daki Habsburg karşıtı politikanın öncülüğünü de yapmıştır.
Süreleri bir yıldan beş yıla kadar değişen birçok geçici mütarekenin ardından, 1533 yılında Osmanlı-Lehistan barışı padişah Muhteşem Süleyman’ın ömrünün sonuna kadar uzatılmıştır. Böylece Lehistan kralı, Osmanlı diplomasisinde ayrıcalıklı bir konum elde etmiştir. Cracow ve İstanbul arasındaki dostane ilişkiler, 16. yüzyıl boyunca Orta-Doğu Avrupa’da devam eden politik bir dengenin temelini oluşturmuştur.
Osmanlı, vergi vermeyen Hıristiyan komşusu ile “ebedi barışı” kabul ederek, kâfirlere yönelik politikayı kapsayan İslam prensipleri ile gözle görülür bir şekilde çelişmiştir. Bu, 1536’nın meşhur Fransız-Osmanlı ittifakından yaklaşık üç yıl önce gerçekleşmiştir.[8]
Osmanlıların, İslam hukukunun en esnek ve hoşgörülü ekolü olan Hanefi mezhebini kabul ettikleri iyi bilinmektedir. Ancak, belirli bazı konularda diğer ekollerin; özellikle de Şafi mezhebinin önerdiği çözümlere başvurmuşlardır. Uluslararası hukuk konusundaki en büyük Hanefi uzman olan ve 805 yılında ölen Muhammed eş-Şeybani (bazen “İslam’ın Hugo Grotius’u” olarak adlandırılır), en büyük Şafi alimleri El-Mevardi (ölüm 1058) ve El-Kalkasandi (ölüm 1418), daha yakın zamanlarda yaşamış ve çalışmışlardır, böylece onların yasal fikirleri de güncel politik sorunlara[9] daha çok uygunluk gösterebilmiştir. Hanefi alimler dünyayı Daru’l-İslam (“İslam sahası”) ve Daru’l Harb (“savaş sahası”) olarak iki temel kategoriye ayırırken; Şafiler, bunlara ek olarak daha ortada bir alan olan ve Daru’l-ahd (“anlaşma sahası”) olarak da adlandırılan Daru’l-Sulh’u (“barış sahası”) tanımışlardır. Bu terim, hükümdar tarafından yeminli ayrıcalıkları (“ahdname”) kabul edilen ve Müslümanlarla barış içinde yaşamaya devam eden gayrimüslimlerin yerleştikleri toprakları kapsamaktadır. Memluk vezirin katibi olan El-Kalkasandi, vergi ödemeyi kabul etmedikleri takdirde gayrimüslimler ile olan barışın on yılı aşmayacağını bildirmiştir.[10] İslam kaynaklarında bu vergiye “cizye” veya “haraç” denilmektedir.
1533’ten beri Lehistan kralları ne “cizye” ne de “haraç” ödememelerine rağmen her on yılda bir Bab-ı Ali ile barış antlaşmalarını yenileme zorunlulukları olmamıştır.
Ancak öyle görünüyor ki, Osmanlı alimleri İslam kanunlarının zorunlu kıldığı bir vergi olarak Lehlerin Kırım’a gönderdikleri yıllık ödemeleri işleme tabi tutarak, vaziyeti idare eden bir yol bulmuşlardır. Lehistan’da resmi olarak hana sunulan gönüllü ödenek veya hediye sayılan bu ödemeler; İslam kaynaklarında “adet”, “vergi” ya da sadece “haraç” olarak gösterilmektedir. Bu ödemelere dair ayrı bir madde, 1553’ten 1678’e kadar yapılan her Osmanlı-Lehistan antlaşmasına girmiştir.[11]
Hemen hemen aynı ilişkiler, Sigismund ve Süleyman’ın oğulları, yani Kral Sigismund August (1548-1572) ve Sultan II. Selim (1566-1574) zamanında da devam etmiştir. 1569’da Osmanlılar Astrahan’ı yeniden fethetmek için Moskova’ya karşı askeri bir harekata hazırlandıklarında, Lehistan elçisi de gözlemci olarak katılması için davet edilmiştir. İnebahtı savaşının arifesinde Lehistan kralı, tamamen stratejik bir madde olan kalayın büyük miktarlarda Osmanlılara satılmasını sağlamıştır.
Sigismund August’un ölümüyle Jagiellonian Hanedanı sona ermiştir. 1572’den beri Lehistan kralları asiller sınıfının tamamı tarafından seçilmiştir. Osmanlı diplomasisi, Habsburg karşıtı adayların seçilmesini temin ederek ilk üç seçimde anahtar bir rol oynamıştır.[12]
Henry De Valais’in (1573-1574) kısa süren iktidarının ardından, Transilvanya palatini ve Osmanlı vasalı Stephan Bathory, Bab-ı Ali’nin büyük desteği ile Lehistan tahtına seçilmiştir. Bathory’nin iktidarının ilk yılları boyunca, yenilen rakipleri Habsburglar ve kilise diplomasisi, Bathory’yi Lehistan’ın uluslararası alanda dışlanmasına sebep olan bir Osmanlı kuklası olarak göstermek istemiştir.
Dışlanmadan korkan Bathory Avrupa diplomasisi ile meşgul olmuştur. Onun desteği ve arabuluculuğu, Kraliçe I. Elizabeth ve Sultan III. Murat arasındaki doğrudan diplomatik ilişkilerin açılmasında önemli olmuştur. 1578’de İngiliz Elçisi William Harborne, görevini Habsburglardan gizlemek için, Hamburg, Lehistan ve Boğdan üzerinden İstanbul’a gelmiştir.[13]
Bathory’nin ölümünün ardından 1587’de, İsveç Kralı III. John’un oğlu ve son Lehistan Kralı Sigismund August’un yeğeni olan Sigismund vasal seçilmiştir. Osmanlılar Lehistan tahtında bir Habsburg görmek istemediği için Bab-ı Ali tarafından öncelikle Sigismund Vasa’nın adaylığı desteklenmiştir. Ancak yeni kralın koyu Katolik ve Habsburg yanlısı tutumundan dolayı, Osmanlı- Lehistan ilişkileri kısa bir süre sonra kötüleşmiştir.
Boğdan üzerindeki Lehistan-Osmanlı savaşından yaklaşık bir asır sonra, Tuna sahasındaki uluslararası çatışma bir kez daha canlanmıştır. 1593 yılında büyük Osmanlı-Lehistan Savaşı başlamıştır. 1594’te Eflak derebeyi Cesur Michael (Mihai Viteazul), Transilvanya ve Boğdan’ın desteğini alarak Osmanlılara karşı başkaldırmıştır. Karşılık olarak, prensliği daimi bir Osmanlı eyaleti yapmak üzere Osmanlı-Kırım Tatar orduları Boğdan’a girmiştir. Lehistan, Boğdan tahtına yeni bir derebeyi olarak Jeremy (Ieremia) Movila’yı yerleştirerek karşılık vermiştir. Movila’nın konumu, Lehistan büyük Ataman’ın yönettiği askeri bir sefer tarafından korunmuştur. İki ordu, 1595’in Ekim ayında Tutora’da (Cecora) karşılaşmıştır. Yaklaşan Osmanlı-Habsburg karşılaşması açısından, Osmanlı-Lehistan ilişkilerindeki gerginliğin yatışması Bab-ı Ali için önem kazanmıştır.
Böylece, Movila’nın Boğdan tahtının sahibi olduğunu teyid eden yeni bir anlaşma yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda, Padişah açıkça Lehistan kralını imparatora karşı savaşa davet etmiş ve Habsburgların sahip olduğu üç Macar kalesinin (Kassau, Hurszt ve Munkács)[14] fethedilmesi için cesaretlendirmiştir.
Bu teklif nazikçe reddedilirken, Boğdan’daki çelişkili çıkarlara rağmen Osmanlı-Lehistan ilişkileri bir süre daha barış içinde sürmüştür. Ancak az bir süre sonra yeni ve önemli bir etken ilişkilerin bozulmasına sebep olmuştur.
Dnyeper’e yerleşen ve Lehistan kralına sözde bağlı olan Ukraynalı Kozaklar, Osmanlı’nın Karadeniz şehirlerine büyük ekonomik kayıplara neden olan sürekli baskınlar düzenlemişlerdir. Kozakların Osmanlı’ya yaptıkları saldırılar, Kırım Tatarlarının Lehistan’a yaptıkları saldırılardan daha zararsız olmamıştır. Osmanlı-Lehistan ilişkilerindeki krizlere neden olan Kozak baskınları, özellikle 17. yüzyılın başlarında birçok kere gerçekleşmiştir.
Kozak problemi ve çakışan çıkarlarla birlikte, Kral Sigismund Vasa’nın başlattığı Habsburglarla yaşanan yakınlaşma iki devlet arasındaki gerginliği artırmıştır. Kralın şartsız rızasıyla Leh paralı askerler Gábor Bethlen’in Macar asilerine karşı imparator için savaşmışlardır.
1617’de Bab-ı Ali bir uyarı işareti olarak, Bosna Valisi İskender Paşa’yı Lehistan sınırına göndermiştir. İki ordu Dinyester’de karşılaştıklarında, müzakereler sayesinde barış yeniden sağlanmıştır. Lehler, Kozakları ortadan kaldırmayı ve Karadeniz’deki baskınları durdurmayı, Lehistan’ın ileri gelenlerinin Boğdan ve Eflak’taki özel baskınlarını önlemeyi ve Boğdan ve Transilvanya’daki Habsburg yanlısı liderlere verilen yardımı reddetmeyi kabul etmişlerdir. Karşılık olarak, Kral’ın Han’a yıllık ödemeler göndermesi sağlandığında, Tatarların Lehistan’a yaptıkları baskınlar durdurulmuştur.
Kısa bir süre içinde, Kozaklar Karadeniz’deki faaliyetlerine yeniden başlamışlardır. 1619’da Leh paralı askerlerin hedef değiştirmeleri, Osmanlı himayesi altındaki Gábor Bethlen’i Viyana Kuşatmasını kaldırmaya zorlamıştır. Dahası, Boğdanlı Derebeyi Casper Gratiani (Grazziani) Bab-ı Ali’ye karşı başkaldırmış ve Lehistan’ın desteğini istemiştir. Bu kez savaş kaçınılmaz olmuştur.
1620’de Ataman Stanislaw Zolkiewski yönetimindeki Lehistan ordusu, Gratiani’yi desteklemek için Boğdan’a girmiştir. İskender Paşa’nın egemen güçleri tarafından Tutora’daki öncü Lehistan askeri kampında etrafı sarılan Lehler, geri çekilişleri esnasında bozguna uğratılmıştır. Birçok soylu ve askerin esir alındığı savaşta Zolkiewski öldürülmüştür.
1620’deki Lehistan-Osmanlı Savaşı, Habsburg-Osmanlı ilişkilerini ve Avrupa’daki Protestan- Katolik karşılaşmasını da etkilemiştir. Osmanlı desteğinden mahrum kalan Gábor Bethlen, 8 Kasım 1620’de yapılan Ak Dağ (Bila Hora) Savaşı’nda Protestan güçlerine katılamamıştır. Bir Lehistan tarihçisine göre, Ak Dağ Savaşı’ndaki Katolik zaferi Tutora Savaşı ile mümkün kılınmıştır.[15]
Bir sonraki yıl Sultan II. Osman komutasındaki bütün Osmanlı ordusu, Lehistan’a karşı askeri harekata girişmiştir. Osmanlı ordularına Tatarlar yardım ederken, Lehistan-Litvanya ordusuna da Kozaklar katılmıştır. Hıristiyanlar, Hoten yakınlarında kurulan kuvvetlendirilmiş kampta Osmanlı saldırılarına karşı bir ay boyunca direnmişlerdir. En sonunda 1617’deki eski maddelere uyulması gerekliliğini sağlayan bir anlaşmaya varılmıştır. Osmanlılar Sultan’a bir vergi (pişkeş) ödenmesinde ısrar etmişler ancak Lehistan’da bu istek asla kabul edilmemiştir.[16]
1621’deki askeri harekat, Osmanlı propagandasında büyük bir askeri başarı olarak gösterilse de II. Osman’ın tahttan indirilmesine ve onun reform planlarının fiyaskoyla sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur. Daha sonraki yıllar, iki tarafın da ne Kozakların ne de Tatarların baskınlarını kontrol edemediğini kanıtlamıştır. Ufak çaplı sınır çatışmaları devam etmiş ancak genel barış, 1623, 1634 ve 1640’daki “ahdnamelerde” korunmuş ve onaylamıştır. 1648 ile 1667 arasındaki yıllar, Lehistan- Litvanya Uluslar Topluluğu’nu kıvrandıran en ciddi politik krizi belirtmektedir.
1648’de başlayan büyük Kozak isyanı sonucunda, birçok güneydoğu eyaleti isyancıların kontrolü altına girmiştir. 1654’te Rusya doğudan Lehistan-Litvanyası’nı istila etmiştir ve 1655’te de İsveç orduları ülkenin kuzeyine ayak basmıştır. Osmanlılar, Avrupa’daki Habsburg karşıtı güç olan Protestan İsveç’e baştan iltimas göstermişlerse de kendi vasalları Transilvanya Prensi George Rakoczi İsveç müttefiki olup Bab-ı Ali’ye karşı ayaklanınca fikirlerini değiştirmişlerdir. 1656’da Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, Lehistan’ı düşmanlarına karşı desteklemeye karar vermiştir. Açıkça Batı Avrupa’daki politik boşluktan korkan Köprülü Mehmed Paşa, Lehistan-Kırım askeri ittifakını gerçekleştirmiş ve O/akiv valisine Lehistan ordularına yardım etmesini emretmiştir. Lehistan’ın kurtarılmasına rağmen savaşın bitirilmesi bir on yıl daha sürmüştür. Ciddi şekilde güçsüzleşen uluslar topluluğu, 1667’deki antlaşmaya göre doğudaki eyaletlerini Rusya’ya bırakmıştır.
Köprülü Mehmed Paşa’nın Lehistan yanlısı politikası oğlu Fazıl Ahmed tarafından sürdürülmemiştir. Belli ki Lehistan-Rusya yakınlaşmasından ve yeni kral Michal Korybut Wisniowiecki’nin (1669-1673) Habsburg yanlısı politikasından korkan Köprülü, Lehistan’a karşı yapılan bir başka Kozak isyanını desteklemeye karar vermiştir.
1672’de Sadrazam Köprülü Ahmet Paşa’nın yönettiği büyük Osmanlı ordusu, Podolya’nın anahtar kalesi olan Kamieniec Podolski (Kamaniçe)’yi fethetmiştir. Buczacz Antlaşması’na göre, Podolya sürekli bir Osmanlı eyaleti olmuştur, Kozak Ukrayna Osmanlı korumasını kabul etmiştir ve Lehistan kralı Bab-ı Ali’ye yıllık bir vergi (pişkeş) göndermekle görevlendirilmiştir.
Lehistan kralının rütbesini Osmanlı vasalı seviyesine indiren antlaşma, Diet tarafından uygun görülmemiş ve yeniden savaş çıkmıştır. 1673’de Büyük Ataman Jan Sobieski Hoten’de Osmanlı ordusunu bozguna uğratmıştır. Bu zafer Sobieski’ye Lehistan tacını kazandırmıştır. Bir üç yıllık harekatın ardından 1676’da nuravno’da bir başka ateşkes anlaşmasına varılmıştır. Bu anlaşma 1678 imparatorluk “ahdnamesi” tarafından onaylanmıştır. Lehistan vergiden kurtulmuştur ancak Podolya ve Ukrayna Osmanlı’nın elinde kalmıştır.
Sobieski, politik kariyerine bir Fransız sempatizanı ve bir Habsburg düşmanı olarak başlamasına rağmen, iktidarının ilk yılları ona sürekli hayal kırıklıkları getirmiştir.
Fransızların, İsveç, Lehistan ve Türkiye’yi içeren, Batı Avrupa’daki Habsburg karşıtı koalisyon planları, Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın Lehistan ile yapılan müzakerelerdeki sert tutumuyla bozulmuştur. Ancak bununla beraber Lehistan-Osmanlı barışı nihayet sonuçlanmıştır ve sonuçları ümit kırıcı olmuştur. Lehistan’daki başlıca düşünce, Podolya ve Ukrayna Osmanlı’nın elinde kaldıkça hiçbir hanedan planını desteklememek yönündeydi.
Bu koşullar Sobieski’nin politikasında radikal bir değişikliğe sebep olmuştur. Sobieski 1683 baharında Habsburglarla Osmanlı karşıtı bir antlaşma imzalamıştır ve bu antlaşma kısa bir zaman sonra Viyana’nın kurtarılması ile sonuçlanmıştır.
1683’teki müttefik zaferinin ve Kutsal Birliğin oluşturulmasının Avrupa güç dengesi ile ilgisi vardır. Habsburg İmparatorluğu, Lehistan-Litvanya ve Rusya gibi Orta Doğu Avrupa’daki başlıca ülke güçlerinin oluşturduğu, Venedik donanmasının yardım ettiği, Papa’nın finansal ve ideolojik destek sağladığı ittifak tam anlamıyla Osmanlı devlet adamlarının daima engel olmaya çalıştığı bir kabus olmuştur. “Osmanlı’nın yaklaşık üç asırdır gayet başarılı olan dış politikası ne olmuştur da İkinci Viyana Kuşatması arifesinde başarısızlığa uğramıştır?” diye sorulmalıdır.
Kara Mustafa Paşa’nın şahsiyeti üzerine kendi doğum yeri olan Merzifon yakınlarda düzenlenmiş olan sempozyum esnasında birçok tartışmacı onu dindar ve emin bir Müslüman olarak tanımlamaya çalışmıştır.[17] Tartışmalı da olsa böyle bir imaj belki de yukarıdaki soruyu cevaplandırmamıza yardımcı olabilecektir. Bütün Hıristiyanlara tek bir kafir millet (millet-i vahide) gibi davranarak, Kara Mustafa Paşa kendisinden öncekilerin izlediği kurnaz politikayı sürdürmeye zahmet etmemiştir. Onun zamanında Bab-ı Ali’ye gelen Avusturya, Fransa, Lehistan, Rusya, Venedik, Alman veya Ragusalı elçilere, benzer bir aşağılayıcı tavırla davranılmıştır. Sonuç olarak, tehlike içine giren Avrupalı hükümdarların birbirleri ile işbirliği yapmaları daha önce hiç olmadığı kadar kolay olmuştur.
Kara Mustafa Paşa’nın politikasının verimli ve kurnaz olduğu tek alan dahi paradoksal bir biçimde düşmanlarının birleşmesi ile sonuçlanabilirdi. Dini muhalifleri (sırasıyla Protestan Macarlar, Ortodoks Rumlar ve Ortodoks Ukraynalılar) Viyana, Venedik ve Varşova’daki Katolik hükümdarlara karşı destekleyen Kara Mustafa Paşa, Katolik Avrupa’yı bölerek dahili engellerin kaldırılmasına yardımcı olmuştur. Viyana kapılarına kadar Osmanlı ordularına eşlik eden ünlü Müslüman vaiz Şeyh Vani Mehmed Efendi, yeni bir Hıristiyan mücadelesi için ideoloji sağlayan Katolik padre Marco d’Aviano’nun şahsında yenilmesi güç bir rakip bulmuştur.[18]
Büyük savaşı bitiren Karlofça Antlaşması, bütün öfkeli tarafların tartıştığı ayrı belgeleri içermektedir. Antlaşmanın “Lehistan bölümü” Podolya ve Ukrayna’nın tekrar Lehistan’ya verilmesini sağlamıştır. Dahası, Bab-ı Ali, sultana yapılan yıllık ödemelerin kaldırılmasını nihayet kabul etmiş ve böylece vergi vermeyen Hıristiyan komşu ile sürekli barışın sağlanabileceğini resmen bildirmiştir. Bu geçmiş uygulamanın, İslam’ın Cihad öğretisi ile ilgili amaçları olmuştur. Viorel Panaite’ye göre, 17. yüzyılın sonu Osmanlı’nın cihad kavramındaki dönüm noktasını belirtmektedir. “Saldırgan Cihad” ideolojisinden “savunma ağırlıklı Cihad” ideolojisine geçilmiştir.[19]
1683-1699 yıllarındaki savaş felaketleri ve birçok eyaletin kaybedilmesi Osmanlı’nın yabancı politikasının yeniden yönlendirilmesi ile sonuçlanmıştır. Kutsal Birlik ile yapılan savaşta ve onu izleyen müzakerelerde Bab-ı Ali, Hıristiyan Avrupa’daki dahili bölünmeleri amaçlayan geleneksel politikasını kaldığı yerden devam ettirmeye çalışmıştır. Bu, Osmanlı’nın Lehistan politikasını da ilgilendirmiştir. 18. yüzyılda Osmanlılar sürekli olarak, Rus çarının bütün isteklerine karşı Lehistan’ın egemenliğini savunmuşlardır.
Osmanlıların, Rus ordularının Lehistan’dan çekilmesi doğrultusundaki isteği ile başlayan ve kötü bir şöhrete sahip olan “Leh Seferi” (Lehistan Savaşı) esnasında bu politika doruk noktasına ulaşmıştır. Savaş bir felaketle sona ermiştir-Lehistan’ın ilk bölünüşü (1772) ve onur kırıcı Küçük Kaynarca Antlaşması (1774).
Ruslara karşı savaşan Leh isyancılar daha önce verdikleri sözlere rağmen Osmanlılara hiçbir esaslı yardım sağlayamamışlardır. Lehistan iç karışıklık ve ilgisizlik tarafından felce uğratılmıştır. Diğer taraftan, açıkça Osmanlı ordusu tek başına Rusları yenememiştir.
1775 yılında Osmanlı büyükelçisi Abdülkerim Paşa katibi Nahifi Mehmed Efendi ile birlikte yeni antlaşmayı teyid etme göreviyle Rusya’ya gönderilmiştir. Osmanlı elçileri Lehistan-Litvanya Uluslar Birliği’nin doğu eyaletlerinden geçerken, “her kasabada ve şehirde Rus birliklerinin olduğunu fark etmiştir. Rus birlikleri yerleştikleri yerlerde demişlerdir ki:
‘Bizler misafiriz. Bu bölge bizim selahiyetimiz altında değildir.’ Yine de, suçluların tutuklanması ve hapsedilmesi, polisin görevleri ve çeşitli bölgelerdeki devriyeler ile savunma ve koruma gibi egemenlik alanına giren işler Ruslar’ın elinde olmuştur.”[20]
Lehistan-Litvanya Uluslar Topluluğu’ndaki politik hayatın en son dramatik canlanışı, 1787-1792 Osmanlı-Rusya Savaşı ile aynı zamana rastlamıştır. Lehistan Meclisi modern bir anayasayı[21] onaylamış ve Rusya’yla olan kopukluğu çözmüştür. Prusya, Lehistan ve Osmanlı’yı içeren üçlü bir askeri ittifak hazırlanması için Berlin ve İstanbul’a elçiler gönderilmiştir. 1790’da İstanbul’da Fransızca ve Türkçe olarak bir Osmanlı-Lehistan Antlaşması taslağı hazırlanmıştır. Antlaşmanın dili batı formüllerinden oldukça etkilenerek, geleneksel Osmanlı belgelerindeki dilden büyük ölçüde farklılık göstermiştir. Padişahın dini görevleri ve İslam monarşisinin evrensel yayılmasına atıfta bulunmak yerine değişik bir modern terim, yani “Avrupa Dengesi” (Avrupa mevasinesi) kullanılmıştır.
Antlaşmayı sağlayan sebeplerin açıklanmasıyla her iki taraf da; “birbiri ardına gelen olaylar yüzünden Avrupa dengesi üzerine yüklenen zararın ne kadar büyük olduğunun bilinmesi gerektiği ve Rusların Devlet-i Alîye’nin ve Lehistan Cumhuriyeti’nin bazı topraklarına girmeleri ve kontrol altına almalarıyla başlayan ölçüsüz yükselişlerinin Devlet-i Alî’ye’ye ve Lehistan Cumhuriyeti’ne verdiği zararın ne kadar büyük olduğu” konusunda fikir birliğine varmıştır.[22]
1790’da görüşülen taslak hiçbir zaman onaylanmamıştır. Kısa bir zaman sonra Osmanlı-Rus savaşı bitmiştir ve 1793, 1795 yıllarındaki ikinci ve üçüncü bölünmeler sonucunda Lehistan-Litvanya uluslar topluluğunun varlığı sona ermiştir.
Yine de, bir Lehistan-Osmanlı tarihçisi için iki taraf arasında görüşülen son diplomatik unsur olan bu belge büyük bir geçerliliğe sahiptir. Sadece diline ve yapısına bakılırsa bu belgenin kendisinden önceki “geleneksel” belgelerle hiçbir ortak yanı yoktur. Ancak Avrupa dengesi fikrine dair ne Osmanlı ne de Lehistan diplomasisinde bir yenilik olmuştur. Nadiren açıkça vurgulanmasına rağmen bu fikir 15. yüzyıldan beri iki ülke arasındaki karşılıklı ilişkileri etkilemiş gibi görünmektedir. Bu, Lehistan diplomasisinin Kutsal Birliğe girerken Macaristan veya Avusturya komutası altında olmasıyla pek ilgilenmeyişini anlamamıza yardım edebilir ve Osmanlıların 17. yüzyılın ortalarında ve 18. yüzyılda Lehistan egemenliğini neden savunduklarını açıklayabilir.
Yaygın görüşlerin aksine, karşılıklı savaşlar Osmanlı-Lehistan tarihinde belirgin biçimde kısa bir bölüm oluşturmaktadır. Sadece II. Osman ve IV. Mehmet Osmanlı’nın Lehistan seferlerine şahsen kumanda etmişlerdir. Bu seferlerin, Habsburg yanlısı krallar III. Sigismund ve Michal Korybut Wi|niowiecki’nin iktidarlarına denk gelmesi tesadüf değildir. 1621 ve 1672 deki seferler Osmanlı’nın “denge politikası” ile açıklanabilirken, II. Viyana Kuşatması’na sebep olan olaylar bu kuraldan sapmanın en önemli örneğidir.
Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Sultan Süleyman’ın Avusturyalı komşuları ile yürüttüğü uzlaştırıcı politikadan ayrılınca Lehistan Avusturya’nın yanında yer almaya karar vermiştir. Habsburgların gizemli düşmanı Jan Sobieski bir Hıristiyan kahramanı haline gelmiştir ve Macar seferine damgasını vurmuştur. Bir kez değişmiş olan güç dengesi, İstanbul ve Varşova’nın çabalarına rağmen asla yeniden sağlanamamıştır. Kısa bir zaman sonra Ruslar önce Lehistan’ı daha sonra da Osmanlı’yı tehdit etmeye başlarken, Habsburglar Balkanlar’a hakim olabilmişlerdir.
Prof. Dr. Dariusz KOLODZİEJEZK
Varşova Üniversitesi / Polanya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 679-685