Yrd. Doç. Dr. Fikret SARICAOĞLU
Onsekizinci yüzyılda aralıklarla süren Osmanlı-Rus savaşlarının hareket noktasını ve Osmanlı Devleti’nin dış politikasının değişmeyen ve öncelikli gündeminini Kırım oluşturmaktadır. 1768’de açılan Rusya seferinin başarısız gelişmeleri ve ardından gelen bozgunun Sadrıâzam Muhsin-zâde Mehmed Paşa’nın karargâhına kadar yaklaşması sonucunda,[1] Osmanlı temsilcilerinin 4 gün öncesinden imzaladıkları 12 Cumâdelûlâ 1188/21 Temmuz 1174 tarihli,[2] 28 esas 2 geçici maddelik Küçük Kaynarca Barış Andlaşması imzalanmıştır.[3] Rusya Devleti’ni andlaşma masasına sürükleyen gelişmelerden biri de Çariçe Katerina’nın öldüğü bilinen eski kocası III. Petro olduğu iddiasıyla Batı Sibirya’da ortaya çıkan Pugaçev’in isyanı idi.[4] Türkçe, Rusca ve İtalyanca düzenlenmiş olan andlaşmanın[5] hemen sonrasında özellikle iki konu hakkında tartışmalar devam etti. Bunlar Kırım hanlığının durumuyla ilgili şartlar ve Ruslar’ın ortodoks tebaanın himayesini üstlendiği şeklinde gerçekte olmayan ve bu ülkenin abartarak kullanmak istediği maddelerdi.[6] Rusya’nın yenilenen talepleriye birlikte andlaşmanın bu şekildeki yorumundan kaynaklanan genel bir yanlış anlayışın uzun süre etkisini gösterdiği anlaşılmaktadır.
Küçük Kaynarca Barış Andlaşması Osmanlı müelliflerine göre “bir müddet istirahat olunmaklık”, “vakte münâsib sükût eylemek” düşünceleriyle,[7] çok daha açık bir ifadeyle “gayri çâre yoğidi”[8] denilerek imza edilmiş ve özellikle Kırım’la ilgili kabullenilmeyen maddelerinin uygulanmaması yahut değiştirilmesine, olmazsa sürüncemede bırakılmasına yönelik geleneğe uygun politikalar izlenmiştir. Andlaşma görüşmelerinin seyrini izleyen ve sonucunu kestiren Sultan I. Abdülhamid ise andlaşmanın yaklaşık bir ay öncesinde savaşın açılmasına sebep olanları bedduâlarla anmaktaydı.[9] Bu arada Avusturya’ya “dokuz kazâlık arâzi”[10] olarak tarif edilen Boğdan’daki Bukovina bölgesi, sadrıâzamın mühürlediği 7 Rebîülevvel 1189/8 Mayıs 1775 tarihli bir senedle terk olunmuştu. Buradaki sınırlar konusundaki görüşmeler, muhaddid tayinleri ve tahdîdnâmelerin imzalanması 15 Cumâdelûlâ 1195/9 Mayıs 1781’e kadar devam etmişti.[11]
Küçük Kaynarca kararlarının uygulanmasında Osmanlı Devleti’nin oluşturduğu bu siyaset ve Rusya Çarlığı’nin yeni istekleri farklı yorumların bulunduğu bir çok konunun tekrar görüşülmesine yol açmıştır. Kırım hanlığının yeni statüsü, Özi nehri boğazındaki kalelerin teslimleri, esirler, ticarî imtiyazlar ve özellikle deniz taşımacılığı ile çeşitli yerlerde açılması düşünülen konsolosluklar başlıca görüşme konularıydı.[12] Sürdürülen müzakereler Fransız Elçiliği’nin önde olduğu girişimlerin ardından 3 Rebîülevvel 1193/21 Mart 1779’da Aynalıkavak Tenkıhnâmesi’nin imzalanması ile sonuçlandı. Küçük Kaynarca Barış Andlaşması’nın ilavesi olan Aynalıkavak’da iki önemli karar taraflarca kabul edilmişti: Bunlar kısaca, Kırım Hanlığı’nın “istiklâl ve serbestiyyet” üzere olduğu ve dolayısıyla Rusya tarafından buraya taşınan Şâhin Giray’ın hanlığının kabûlü ile hanların “takdîs”inin “cenâb-ı hılâfet- penâhî” olan Osmanlı padişahlarınca yapılacak olmasının daha kesin şekilde tesbiti idi.[13] Bu sırada Tatar hanlarına gönderilecek “misâl-i takdîs-iştimâlin” örnek metinleri hazırlanmış ve bunlar görüşmeleri yürüten Rusya ortaelçisine onaylattırılmıştı.[14] Rusya ile özellikle Kılburun sınırı konusunda görüşmeler sürdürüldü.[15] 23 Muharrem 1197/29 Aralık 1782’de süregelen tartışma konularından Eflâk-Boğdân’ın cizye ve benzeri durumunu belirleyen bir sened de Avusturya temsilcisinin katıldığı görüşmeler sonucunda Rusya elçisine verilmişti.[16] Bir çeşit oldu-bittiyle görünüşte bağımsız bir devlet statüsü kazanan Kırım Hanlığı ve buraya getirilen Şâhin Giray’ın durumu[17] ile konsolosluk meseleleri yine tartışma konusu olmaya devam etti. Ancak andlaşmayı fesheden taraf olmak için gerekli hazırlıkların bulunmaması dolayısıyla padişahın diliyle “şurût-ı ahidnâmeye muğâyir hareketden ictinâb gerekdir” düşüncesi uygulamaya geçirilmişti.[18]
Dış politikadaki tavırlar için yararlanılan kanallar aracılığıyla Avusturya, Fransa ve Rusya arasında bir ittifak arayışının gündemde olduğu, Avusturya imparatorunun Paris ve Petersburg seyahatleri ve benzeri gelişmeler İstanbul’da dikkatli bir şekilde izlenmekteydi.[19] II. Katerina’nın kurguladığı ve Mohilev buluşmasıyla dile getirdiği “Grek Projesi”nin,[20] adının ve içeriğinin daha sonra Prusyalılar tarafından duyurulmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin kaderine yönelik hedefi uzak ve önemi büyük girişimlerden biri başlatılmış oluyordu. Doğu sorununun bir anlamda içinin doldurulması bu yıllarla birlikte ilerliyecektir. Rusya’nın Küçük Kaynarca’ya Osmanlı Devleti’ni zorlamasından itibaren geliştirdiği politika, karşı tarafın ekonomik ve askerî açıdan zâfiyet içinde bulunmasına dayanmakta ve işlemekteydi. Sonuçta Rusya, fiilen kontrol altında bulundurduğu Kırım topraklarını 8 Nisan 1783’de işgal etti ve ilhak kararını Karasu beyannâmesiyle duyurdu.[21] Osmanlılar’ın karşı beyannâmesi ise itirazın daha yüksek sesle yapılacağına dâir kelimeler ihtiva etmekteydi.[22]
Padişahı ve İstanbul halkını asıl sarsıcı gelişmeler bu gelişmenin bir senedle kabul edilmesine dair istekle yaşandı. Konunun götürüldüğü elçilikler savaş ilânından kaçınılmasını tavsiye etmekteydiler.[23] Hükümdarın gizlilik içinde gerçekleştirilmesini tekrarladığı meşveretler ve mükâlemeler birbirini izledi.[24] Abdülhamid, Aynalıkavak’da 4 saat süren bir görüşmeyi gizli bir yerden dinlemekte, hissettiği “kelâl” üzerine de soluğu Eyüp’de ve Kaşgârî Şeyhi Îsâ Efendi’nin tekkesinde almaktaydı.[25] Senedin verilmesine dair son büyük meşveret tamamlandığında Abdülhamid, geriye dönük ağır ifadeler kullanarak bunu kabul etti: “Asr-ı Mustafa Hânî’de bu seferin nakz-ı ahdine sebep olup Dünyâ’dan gidenler azâb-ı kabrden necât bulmasunlar ve rûz-ı cezâda dahi şefâ’atden dûr ve cehennem azâbıyla muhalledü’n-fi’n-nâr olsunlar. Devlet-i Osmâniyye’ye tamâm hıyânet eylediler. Gayri hemen bileyim deyü su’âl eyledim. Bi’l-ittifak karâr[-] ı vech üzre nizâm verilmeden gayri lâ-ılâc. Hemen Allâhu te’âlâ hazretleri encâm-ı kârı hayr eyleye, âmîn. Bundan müşkîl iş olur mu”.[26]
Padişahın kaleminde ifadesini bulan bu duygular ve “devlete kuvvet ve nizâm, askere râbıta verildikde” bunun telâfi edileceğine dâir düşüncelerle,[27] 15 Safer 1198/8 Ocak 1784’te Kırım senedi olarak anılan ve Kırım, Kuban ve Taman’daki fiilî durumu Osmanlı Devleti’nin kabul ettiğini belirten üç maddelik tasdîknâme Rusya elçisine teslim edildi.[28] Belgenin mübâdelesi öngörülen tarihlerde gerçekleştirildi.[29] Reîsülküttâb Süleyman Feyzî’nin dile getirdiği, Kırımlılar’a göç edebilmeleri için “bir ay kadar” mühlet tanınması ve bunun senede yazılması teklifi Rusya elçisi tarafından kabul görmemişti. Bütün bu gelişmeleri izleyen Avusturya ise Bosna’daki sınır ihtilaflarını gündeme getirmişti.[30] Kırım’ın Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden çıkmasının ardından gelen yıllar, Batılı devletler için de Doğu Sorununun başlaması anlamını taşımaktadır.[31]
Kırım’ın bu şekilde kaybı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Bunda müslüman “ahâlî” ile yerleşik bir toprağın terki kadar katliama ulaştığı duyulan uygulamalar ve büyük sıkıntılarla gelişen göçler rol oynamaktaydı. Kırım ve Taman’dan göç eden halk öncelikle imarında Ferah Ali Paşa önemli gayretinin olduğu Soğucak’ta iskan edilmişlerdir.[32] Rusya’nın ilhakından sonra Kırımlılar’dan ne kadar nüfusun göç ettiğine dair çelişkili bilgiler bulunmaktadır. Bu konu üzerinde incelemeleri olan Alan Fisher bir yazısında bu işgalden yüzyılın sonuna 80.000 Kırımlı’nın bölgeden ayrılmış olabileceğini, diğer bir araştırmasında ise 150.000 ile 170.000 arası bir nüfusun göçtüğü ifade etmektedir.[33] Yakın zamanda yapılan ayrıntılı bir çalışmada ise Türkiye’ye geçen müslümanların sayısının dönem itibarıyle 200.000’e yakın olduğu sonucuna ulaşılmıştır.[34]
Göç eden Kırımlılar’ın miktarının oldukça yüksek bulunduğunu gösteren son iki rakam pâyitahttaki halkın yüksek sesle memnuniyetsizliklerini belirtmelerinin anlaşılır sebebiydi. “Ehven-i şerrin” tercih olunduğunun belirtilerek sefer hazırlıklarının tamamlanmasına hızla yönelindiği duyurulması,[35] bu istenmeyen durum için padişah gibi Sadrıâzam Halil Hamîd Paşa’yı da bir nebze rahatlacak formülün gündeme getirilişi olarak yorumlanabilir. Bundan sonra Kırım’la ilgili önemli gelişme Şâhin Giray’ın ustalıkla yapılan manevralarla Osmanlı topraklarına getirtilmesi ve idâmı oldu. Abdülhamid Kırım’ın kaybından birinci derecede sorumlu tuttuğu Şâhin Giray’ın ilticâ isteğinin kabul edilerek “şimdilik” kaydıyla güler yüzle davranılmasını, oyalanmasına meydan verilmeden bir an önce hareket ettirilmesini ve nihayet Rodos’a ulaştırıldığında idâmının geciktirilmemesini yazmaktaydı. Padişah için bu gelişme Kırım’ın yeniden fethi için hayırlı bir işâret olacaktı. 1787 Ağustos ayının ikinci haftası başlarında gerçekleştirilen bu emirden sonra sultan, onun muhallefâtının Darbhâne’ye teslimine, devletin şânına “halel” getireceği fikriyle karşı çıkmıştı.[36]
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Küçük Kaynarca, Aynalıkavak ve ticaret andlaşmalarının uygulumasıyla ilgili olarak zaman zaman kesilen mükâleme trafiği, esaslı bir ilerleme olmadan sürmekteydi. Sefer ilânının hemen öncesindeki son görüşmeler on bir maddelik bir gündeme sahipti. Bunlar Rusya’ya Osmanlı Devleti’nin “dostluğu derkâr mıdır” şeklinde özetlenebilecek soruları, Özi tuzu, Kuban ve civarında meydana gelen sınır ihlâlleri, masdâriyye, rüsûm-ı mîzân, duhân ve benzeri vergiler, Eflâk ve Boğdan voyvodalarının tayinleri, İstanbul’dan Karadeniz’e açılacak gemilerin durumu, Cezâyirliler’in elindeki Rus gemisi, Varna konsolosluğu, Tiflis hanlığı ve Gürcü esirler başlıklarından oluşmaktaydı.[37] Mükâlemeler ve sonrasında meşveretler değişik yerlerde tekrarlanmaktaydı.
İngiltere ve Prusya elçileriyle görüşmelerde bulunan, Rusya’ya harp ilânı için hazırlık ve destek arayışlarını sürdüren ve padişahın da buna teşvik ettiği Sadrıâzam Yusuf Paşa için seferin açılması kaçınılmaz hale geldiği anlaşılmaktadır. Nihayet alınan fetvâ sonrasında,[38] çarşı ve pazarda “sefer olacak imiş sadâları” duyulmuş ve 2 Zilkade 1201/16 Ağustos 1787 tarihli Bâb-ı Âsafî’deki meşverete çağırılan Rusya elçisine bu karar, görünüşte yapılan kısa bir görüşme ardından bildirilmişti.[39] Avusturya’nın Rusya ile ittifakı bilinmekte ve bu devlet yanında savaş ilân edebileceği gazete çevirilerinin yakın takibiyle beklenmekteydi.[40] Ancak şaşırtıcı olan Avusturya elçisinin bu kararı, sefer tuğlarının Bâb-ı Âsafî’ye dikildiği 2 Cumâdelûlâ 1202/9 Şubat 1788 gününde, beklenenden çok daha erken bir tarihte bildirmiş olmasıydı. Her iki devletin süregelen tavırlarıyla ilgili olarak Osmanlı Devleti’nin düşünceleri padişahın özellikle neşrini istediği beyannâme ile duyurulmuştu.[41]
Küçük Kaynarca Barış andlaşmasının üçüncü maddesiyle Kırımlılar’ın “umûr-ı dîniyye ve mezhebiyyeleri”nin “halîfetü’l-muvahhidîn” olan padişaha bırakılması,[42] Osmanlı Devleti’nin gelecekte izleyeceği dış politikanın izlerini taşımaktadır. Bu yeni politika halifeliğin bir siyasî otorite olarak görülmesi ve kullanılmaya başlanması olarak özetlenebilir. Aynı andlaşmada sözü edilen Kırımlılar’ın “serbestiyyet” içinde hareket edeceklerine dâir sözler özgürlük anlamına gelmekle birlikte,[43] Osmanlılar gibi genelde Kırımlılar’ın da benimsemedikleri bir siyasî gelişmenin ilk adımını oluşturuyordu.
Abdülhamid dönemi halifeliğin bu yönde kullanıma kavuşmasının ilk kıvılcımlarına sahne olmakla birlikte, mutlak anlamda halifeliğin ön plâna çıkarılmasından veya II. Abdülhamid devrinde izlendiği öne sürüldüğü gibi İslâm birliği düşüncelerinden farklıdır. Birinci Abdülhamid’in kişiliğinde ilk kez yapılan bu girişimler Rusya ile sürdürülen savaşlar dolayısıyla bir dayanışma arayışı olarak gerçekleşmiştir. Bu bakımdan dindaşlarını arayan/hatırlayan halifeden daha çok maddî destek, harbe katılma ve dua bekleyen bir padişah söz konusudur. Devletin diğer müslüman topluluklarla ilk kez temasa geçmesi, Abdülhamid’in şahsiyetine bağlı olarak sürdürdüğü ısrarlı yardımlaşma arayışlarının sonucu olarak görünmektedir. Aynalıkavak tenkıhnâmesiyle daha kesin şekilde ona verilen “takdîs-i şer’î” hakkı,[44] yalnızca Kırım’ın geri alınması için bir araç olabileceği değerlendirmesiyle ilgi görmüştür.
Fas Hâkimi ile elçiler teâti edilerek geliştirilen münasebetler bu anlayışı yansıtmaktadır. Önceki yıllarda İstanbul’a gelişleri pek farkedilmeyen Fas Hâkimi Sîdî Muhammed (Osmanlı belgelerinde Mehmed bin Abdullâh)’ın elçilerine,[45] ilgi gösterilmeye başlanması kesinlik kazanan sefer düşüncesiyle ve girilen mâlî krizle birlikte gelişmiştir. İlk gelen elçilik heyetinin nâmesinde padişahın adı “hılâfet”, “hâdimü’l-haremeyni’ş-şerîfeyn” ve hatta “es-Seyyid” kelimeleriyle birlikte anılmaktaydı. Fas’a giden elçi Seyyid İsmail mâlî taleplerin önde olduğu ancak pek başarılı sonuçlanmayan görüşmeler yaptı.[46] Elçiler aracılığıyla özde ulaştırılan mesajlar, Rusya’ya harb ilânında Faslılar’ın yapabilecekleri yardımlar ile onların Cezâyir ve Tunuslular’la olan meselelerinde Osmanlılar’ı müdâhil görme isteklerini ihtiva etmekteydi. Seyyid İsmail’in ziyaretine karşılık olan İstanbul’a gelen Ebü’l- Kasım ez-Zeyyânî (Abdülkasım Zeyânî) 28 Şevvâl 1200/24 Ağustos 1786’da kabul edildiğinde yakın bir ilgiyle karşılandı.[47] Elçi halîfe olarak büyük bir hürmetle dizlerini öptüğü Abdülhamid’in her yerde hissedilen otoritesinden ve kabülde gördüğü ihtişamdan etkilendiğini seyahatnâmesinde yazmaktadır.[48] Ebü’l-Kasım daha sonra, 1792’den itibâren Osmanlı ülkelerinde seyahate başladığında bir misyonu yoktu ve bu gezilerini anlattığı eserinde onu şaşırtan birçok olay yer alırken Osmanlılar’ın dînî çoğulculuğuna, otoritelerin pragmatik tavırlarına, diplomasi ve esneklik ile kendi zaaflarını giderdiklerine dâir yorum ve bilgiler yer almaktaydı.[49]
Dönem içinde Fas’a giden ikinci Osmanlı elçisi Ahmed Azmî hem güherçile hem borç para temini için görüşmeler yapmakla görevli idi. Onun takrîrine göre Fas hâkimi, Cezayirliler’le olan meselelerini çözebilirlerse, “cihâd” için para yardımında bulunmayı taahhüd ediyordu.[50] Padişah “cihâda himmet ve imdâd eylemek gerekir” sözleriyle nakdî yardım için talebini tekrarlarken, Cezâyirliler’le olan meselelerinde taraflara “nasîhat” olunmasını kaleme alıyordu.[51] Ahmed Azmî’nin İstanbul’a dönüşünde bir İspanyol gemisiyle birlikte geldikleri yeni Fas elçisi beklenen yardımı taşıyordu ve 29 Receb 1202/5 Mayıs 1788’de yine yakın bir ilgiyle padişah tarafından kabul edildi.[52] Fas elçilerinin bir görevi Malta’daki müslüman esirler için fidye parası getirerek onlarla andlaşma yapılabilmesi için İstanbul’a bu meblağı bırakmaktı.[53] Vekayi’nüvîs Vâsıf’ın İspanya elçiliğinde öncekiler gibi Cebelitârık Boğazı’ndan Rus gemilerinin geçirilmemesini temine yönelik bir görevi bulunmaktaydı.[54]
Faslılar kadar Avrupalılar’ın da sürekli şikayetine konu olan Cezayirliler’in gazî olduğuna dâir kabullerin padişah tarafından da paylaşıldığı anlaşılmaktadır.[55] Bazı Avusturya tüccarına âit gemileri elinde bulunduran Cezayirliler’e karşı hareket geçmesi için tekrarlanan talepler üzerine Osmanlı Devleti, bu ülke ile andlaşmaları halinde mühimmatın karşılanacağı sözünü vermiş ve bir “barış” sağlanmıştı.[56] Cezâyir, Tunus ve Trablus ocaklarının Avusturya tüccar gemilerine saldırmayacaklarına dâir Avusturya’ya verilen mühürlü ve imzalı sened 9 Ramazan 1197/8 Ağustos 1783 tarihlidir.[57] Amerika Birleşik Devletleri de Fas, Cezayir, Tunus ve Trablus ile korsanlığa karşı andlaşma yapabilmek için muhtelif girişimlerde bulunmuş, Fas Sultanı ile 28 Haziran 1786’da bir andlaşma imzalayabilmelerine rağmen, diğer adı geçen ocaklarla bir barış yapılması bu dönemde mümkün olamamıştı.[58] Seferin açılmasıyla birlikte Cezâyir-i garb’dan beş, Tunus ve Trablus ocaklarından üçer geminin donanımlı olarak “farîza-i cihâd” için donanmaya katılması ve söz konusu ocakların Akdeniz’de karşılaşılacak Rus ve Avusturya tüccar gemilerine karşı “Tiriyeste ve Alkorenya sularında korsanlığa çıkmaları” beklenmekteydi.[59]
Küçük Kaynarca Andlaşması’nın ardından gelen yıllardaki Hindistan’ın güneydoğusundan gelen elçilik heyetleri dikkat çekmektedir. Bengal’deki Melibar Hâkimi Ali Raca’nın elçisi aracılığıyla ve daha sonra Hâkime Bibî Sultan’ın tahrîrâtla İngilizler’e karşı yardım isteklerini ihtiva eden mesajları, uzak mesafe görüldüğünden üstüne düşülmemiş ve Bağdâd-Basra valisine havale olunmuştu.[60] Hindistan hakkında daha sonra sadrıâzam olan Yağlıkçı-zâde Mehmed Emîn’in 1749’da İstanbul’a dönerek kaleme aldığı notların bilinen tek nüshasındaki istinsah tarihinin, 19 Rebîülevvel 1199/30 Ocak 1785 olması[61] söz konusu yıllarda bölgeye ilginin bir işareti olarak değerlendirilebilir.
Deken/Maysor Sultanı Feth Ali Tipu’nun elçilerinin İstanbul’a gelişi Rusya seferinin açılımasının hemen öncesindedir. Elçiler Seyyid Ali Gulâm, Şah Nurullâh ve Lutf Ali, 29 Zilkade 1200/23 Eylül 1786’da Üsküdar’a varmalarından itibaren büyük bir merakla karşılanmış ve izlenmişti.[62] Basra’nın kendilerine kiralanması olarak özetlenebilecek bir takım talepleri olan ve beraberlerinde getirdikleri askerlerin ateşli silahlarla yaptıkları gösterileri tebdîl-i kıyâfetle padişahın da izlediği[63] elçinin, halkın ağzındaki sözlere göre esas olarak üzerinde durduğu mesele, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile niçin baş edemediği ve “ta lîm-i ceng”e dâir tekliflerdi.[64] Devlet idârecileri ise Hind elçilerinin uzak mesafeden gelmelerine rağmen yanlarında “ba’zı sanâyı’-i harbiyye i’mâline kadir adamlar” getirmeleri “zımnen” kuvvetlerini îmâ etmek olarak yorumlamış ve padişahın da isteği ile “şân-ı Devlet-i Aliyye’yi izhâr içün” Kâğıdhâne’de elçilere verilecek zıyâfetle birlikte belli başlı bütün askerî personelin bulunup “hüner”lerini sergileyeceği bir gösteri/tatbîkat plânlanmıştı.[65] Elçinin getirdiği ve kendisine sunulan nâmenin Türkçe çevirisinde padişah “halîfe-i rû-yı zemîn” olarak anılmaktaydı.[66] Bölgenin ve daha geniş olarak Güney-doğu Asya’daki müslüman ülkelerin yenileşme girişimlerinde Osmanlı hükümdarının model alınması gerektiğine dâir atıfların, Cava saray çevresinde dile getirilen padişahların saygınlığına ve takdirine yönelik göndermelerin I. Abdülhamid’den itibaren mevcut olması,[67] konjonktürel bakımdan öze yönelik tehditlerin arttığı ve buna karşı mücadelelerin hızlandığı bir dönemin dayanışma ve çözüm arayışlarını gösterirken hem hilâfet merkezi İstanbul’un bakışını hem de onu izleyen ülkelerin konumunu ortaya koymaktadır.
Hicaz bölgesinde Mehmed b. Abdülvehhâb’ın 1191/1777’den itibâren başlayan hareketleri karşısında padişah bunun “bir hoşca tahkOk” edilmesini Cidde valisinden beklemekteydi.[68] Mekke Emîri Şerîf Surûr bin Mesâit’in buna karşılık olarak aldığı tedbirler, 9 Safer 1195/4 Şubat 1781’de İstanbul’da öğrenilmiş olan Medîne’yi kontrol altına alma harekâtı ve genel olarak onun hac yolunu emniyete kavuşturma girişimleri desteklemekteydi.[69] Birinci Abdülhamid’in tahta çıkışın bildirmek için Maskat ve Umman Hâkimi’ne yazılan nâme gönderilmemişti. İran’la savaş dolayısıyla temasa geçilen Hâkim İmam Ahmed bin Said padişah olan “halîfe-i ehl-i îmân”ın “cihâd” dâvetine katılacağını bildiriyor, Basra’nın tekrar fethinden şüphe etmediklerini yazıyordu. İran’la savaşın sona ermesinden yaklaşık iki yıl sonra Umman Hâkimi’ne yazılan nâme-i humâyûnun gönderilmesinden vaz geçilmiş karşıtlılık gözönüne alınarak sadrıâzamın mektûb-ı âlîsi yola çıkarılmıştı.[70]
Padişahın muhtemel savaş karşısında Kafkasya’daki müslüman topluluklardan doğrudan yardım istenmesine dâir düşünceleri Küçük Kaynarca andlaşmasının hemen sonrasındadır. Buhara hanına, hanlık berâtıyla birlikte birtakım kitaplar, asker ve mühimmât gönderilerek, Avusturya’nın Rusya yanında harbe girmesi durumunda onun da “hücûma” geçip geçmeyeceğinin öğrenilmesini, Rusya’dan habersiz yapılacak bu “gece gündüz” görüşülmesini Abdülhamid kaleme alıyordu. 1195/1780-1781 tarihli bu plânlar,[71] 30 Mayıs 1780’de II. Katerina ve II. Jozef’in Mohilev’deki buluşmalarıyla ortaya çıkan ve yaz aylarında teyidi alınan Grek Projesi’nin[72] karşılığı olarak düşünülebilir.
Rusya tarafından elde edilen Tiflis Beyi’nden sonra diğer hanların aynı nüfûz altına girmemeleri ve Osmanlı Devleti’yle müşterek hareket etmelerinin sağlanmasına yönelik bir politikanın ilk kez etraflı olarak uygulamaya geçildiği anlaşılmaktadır. Karar verildiğinde öncelikle Buhara Hanı’na berât ve hediyyeler gönderildi, hanın temsilcilerine hac izni harcırâhlarıyla birlikte temin edildi.[73] Padişah harbin ilânını izleyen günlerde gizli nâmelerle Buhara Hanı’ndan “yetmiş seksen bin” askerle sefere katılmasının istenmesini sadrıâzama teklif etmekteydi.[74] Alemdâr Mehmed Ağa’nın 1787’de Buhara’ya elçi olarak gönderilişi de bu desteği temine yönelikti. Kâbil’e kadar giden Mehmed Ağa 1791’de döndüğünde Abdülhamid’i bulamamakla birlikte,[75] Osmanlı Devleti’nin Kaynarca’dan sonra karşı karşıya kaldığı meseleleri bu coğrafya da ilk kez duyurmuş ve resmî olarak münasebete girişmişti. Azerbaycan ve Kafkas hanlarının Osmanlı Devleti ile birlikte harbe iştirak etmelerinin temini için geliştirilen çalışmalar “ittihâd-ı İslâm”[76] kelimesini/siyasetini de ortaya çıkartmış bulunuyordu.
Tiflis hâkiminin Rusya’nın yanında yer almasını İstanbul’dan öncesi ve sonrasıyla yakından izlenmekte,[77] bu ülkenin hanları kendi yanına çekmek için yaptığı girişimler dolayısıyla işbirliğinin daha geniş çerçevede ele alınması padişah tarafından “Dağıstân tarafını ve Lezgi kavmini ve hânân-ı İslâm taraflarını (kola, kavle) almak iktizâsınca elzemdir” şeklindeki sözlerle dile getirilmekteydi.[78] Bu düşüncelerle 1 Receb 1199/10 Mayıs 1785’de gelen Dağıstan elçisi Tây Ahmed Han’a, 20 Safer 1200/23 Aralık 1785’de gelen Âzerbaycân Hanı’nın elçisine, tuğ, hediye ve tâyinatlarla özel ilgi gösterilmekte ve diğer hanlara da teşrîfât, atıyye ve emr-i âlişânlar çıkarılmaktaydı.[79] Rusya seferi kararlaştırılıp ilân edilmeden önce “Buhâra tarafına” gizlice nâmelerin gönderilmesi vaktinin geldiği Abdülhamid tarafından tekrar hatırlatılmaktaydı.[80] Bölgedeki kavimlerin kalplerinin kazanılması, “mutayyeb olduğu vechile” cevaplar verilmesi, Çıldır valisi Süleyman Paşa aracılığıyla Avâr hâkimi, Şuşi ve Karabağ hânı ile Derbend hakiminden aralarındaki geçimsizlikleri kaldırarak Tiflis üzerine yürümelerinin istenmesi padişahın görüşleri arasındadır.[81] Sefer sırasında buradaki hanlıklara nâmeler gönderilmeye devam edilmiş, evâil-i Cumâdelûlâ 1202/8-17 Şubat 1788 tarihinde bu şekilde temasa geçilen hanların sayısı on dokuzu bulmuştu.[82]
Öte yandan Bağdad, Basra gibi körfez bölgesinde olduğu gibi Kafkaslar’da da Osmanlı Devleti ile İran arasında nüfûz çatışmasına yönelik gelişmeler bulunmaktaydı.[83] Sünbül-zâde Vehbî’nin[84] İran elçiliğinden sonra münasebetler rutin olarak sürdürüldü. İran’ın Basra’yı işgâli üzerine harp ilân edilerek İran seraskerliğine önce Bağdâd valisi Abdullâh Paşa getirilmişti. Ancak Bağdad’da sağlanamayan otorite dolayısıyla Basra’nın işgalden kurtarılmasına yönelik doğrudan bir harekâta girişilemedi. Zend Kerîm Han ile II. Katerine arasında Osmanlı Devleti’ne yönelik andlaşma, İran hâkiminin 13 Safer 1193/2 Mart 1779’daki ölümüyle uygulanamadığı gibi Basra da tekrar Osmanlı idaresine katılmış ve savaş durumu sona ermişti.[85] İran’ın Bağdad ve Basra’ya, bir yönüyle de hac güzergâhına yönelik şikayet yollu talepleri dönem boyunca sürmüştür.[86]
Ferâh Ali Paşa’nın 1781’de Soğucak muhafızı tayin edilmesiyle birlikte başlayan diğer bir gelişme başta Çerkezler olmak üzere buradaki bazı grupların müslüman olmalarıdır. Osmanlı Devleti’nin Kırım’ın üzerindeki Rusya baskısını hissetmesi dolayısıyla önem verdiği bir faaliyet olarak göze çarpan bu durum demografik yapının değişimine de yol açmıştır. Bir takım imar ve inşâ faaliyetleri ile buralardaki toplulukların güvenini kazanan Ali Paşa, Sadrıâzam Halil Hamîd Paşa gibi padişahın da takdirle izlediği bir isimdir.[87] Aynı bölgede İmâm Mansûr’un ortaya çıkışı padişahın “helecân” duyduğu bir başka gelişmedir. Onun hakkında İstanbul’a ulaşan müteferrik bilgiler karşısında Abdülhamid “fi’l-hakîka bir mübârek zât mıdır” şeklinde sorular kaleme almıştı.[88] Padişahın asıl merakı onun bir hadîs-i şerîfde adı geçen Mansûr olup olmadığıydı ve bunu şeyhülislâm, meşâyih ve başkalarının araştırmalarını istemişti.[89] Aliyyü’l-kari gibi hadis kitaplarına bakılarak verilen cevap, adı geçen Mansûr’un bu olmadığı şeklindedir.[90]
İmam Mansûr’un Ruslar karşısında zaferler kazandığına dair İstanbul’a gelen haberler padişah kadar halk tarafından da memnuniyetle takip edilmekteydi.[91] Onun hakkında sağlam bilgiler elde etmek amacıyla başta Soğucak Başbuğluğu aracılığıyla olmak üzere bazı girişimler gerçekleştirildi ve İstanbul’a öncesi ve sonrasıyla birbirine mutâbık olmayan değişik tahrîr, takrîr, beyânnâme ve mektûblar ulaştı.[92] Mansûr’un gelen arapça mektubunun,[93] 1 Şaban 1199/9 Haziran 1785 tarihli çevirisinde kısaca, asıl isminin Hacı Osman olduğu, din adına “kâfirler”le çarpıştığı yazılıydı.[94] İmam Mansûr hareketine İstanbul’un Rusya ile olan barışın tehlikeye gireceği ve Çerkezler’i Osmanlı Devleti’nin itaatinden alıkoyacağı düşünceleriyle olumlu yaklaşmadığına dair tekrarlanan ifadeler Abdülhamid’in bu bölgede arzuladığı işbirliği girişimleriyle uyuşmamaktadır.
Dış ülkelerdeki gelişmelerin öğrenilmesinde Osmanlı Devleti’nin haber kaynaklarının Avrupa devletlerine göre oldukça yetersiz olduğu bilinmektedir. Dâimî elçilikler kurulmadan önceki dönemlere âit başlıca dış istihbarat kanalları arasında, sınırlardaki beylerbeyilerin, Eflâk-Boğdan voyvodalarının tahrîrleri, İstanbul’daki yabancı elçiliklerin takrîrleri, esirlerden alınan bilgiler ile komşu ülkelerin “derûnuna” gönderilen casusların mektubları bulunmaktadır. Sefâretle gidip gelen devlet adamlarının takrîrleri de aynı amaçlara yönelikti. Bu dönemde bunlara Batı’daki gazetelerden yapılan çevirilerle ortaya çıkan “gazete evrâkı hulâsaları” ilave olunmuştu.
Dış ülkelerde Osmanlı Devleti’nin ilgilendiren en önemli olumsuz gelişme, Avusturya İmparatoru II. Joseph ile Rusya çariçesi II. Katerina’nın Mohilev’de buluşmalarıyla ortaya çıkan “Grek Projesi” idi. Devlet ileri gelenlerini rahatsız eden bu buluşma etrafa yayılan plânlar öncelikle Prusya kanalıyla öğrenilmekteydi.[95] Dış gelişmelerden özellikle Rusya-Avusturya ittifakının kazandığı boyuttan haberli olan Osmanlı Devleti için de işbirliği yapılacak ülkeler arayışı da kaçınılmaz oldu.[96] İspanya elçisi Bouligny’nin görünüşte İspanyol esirleri satın almak için geldiği İstanbul’daki gizlediği ancak bilinen görevi, Osmanlı Devleti ile bir dostluk andlaşması yapmaya çalışırken Cezayirliler’i de bağlayacak bir ferman için de uğraşmaktı. Bu kabul edilmediğinden görüşmeler kesilmiş, harbin ilânında durum değiştiğinden Osmanlı Devleti onların İspanya ile barış yapmaları için bir ferman çıkartmaya razı olmuştu.[97] Uzun görüşmeler sonucunda 7 Şevvâl 1196/14 Eylül 1782’de Sadrıâzam Yeğen Mehmed Paşa ile İspanya elçisinin imzaladıkları tarafsızlık ve ticâret ahidnâmeleri bu ülke ile yapılan ilk andlaşmalardı.[98] Müzakereler sırasında reîsülküttâb Cebelitârık/Sebte Boğazı’nın muhtemel bir düşman donanmasına kapatılmasını teklif etmekle birlikte bu kabul görmemişti. Beş maddelik tarafsızlık andlaşmasına göre Osmanlı Devleti Fas ve Yemen dışındaki İslâm ülkelerinden biriyle İspanya’nın muharebesi durumunda açık veya gizli olarak yardımda bulunmayacak, İspanya aynı tutumu Fransa ve Sicilyateyn haricindeki devletler için sergileyecekti. Diğer maddeler Garb Ocakları’yla ilişkiler, Malta ve Ceneviz korsanlarının Osmanlı sularından uzaklaştırılması ve esirlerin değişimine dâirdi. Andlaşma ertesinde İspanya bütün İslâm esîrlerini padişaha hediye ettiğini, kara barutu talebinin gizli tutulmasını elçisi aracılığıyla bildirmişti.[99] Bu ülkeden gelen barut ise “yanmadığı ve işe yaramadığı görüldüğünden” satın alınmamıştı.[100] Asıl İspanya’nın üzerinde durduğu Cezayir beylerbeyisi üzerinde İstanbul’un nüfûzunu kullanmasına ve Cezayirliler’le harblerinin bitirilmesine dâir girişimleri pratikte bir sonuç sağlamadı. Cezayir dayısı Mehmed Paşa, İstanbul’dan gelen bu konudaki bütün istekleri çeşitli mazeretlerle geri çevirmiş, Cezayir limanlarını bombalamasına rağmen geri çekilmek zorunda bırakılan İspanya, doğrudan beylerbeyi ile temasa geçmiş ve ancak 16 Haziran 1785’de bir barış andlaşması imzalayabilmişti.[101]
Prusya Devleti Avusturya ve Rusya’ya karşı korumanın en güvenli yolu olarak ittifaka girişilmesinin lâyiha ile teklif edildiği bir konumda idi.[102] Abdülhamid bu düşünceyi “Prusya yeni kraldır, nihânî celb tarîkıne teşebbüs olunsa bir nef’ olur mu” sözüyle desteklemekte, “dostâne mu’âmele” edilmesini hatırlatmakta ve Cezâyirli Hasan Paşa’nın Dîvânhâne’sinde gerçekleşen görüşmeleri ayrı bir odadan izlemekteydi.[103] Padişahın ilk beklentilerinden biri “Hotin ve sâ’ir hudûd taraflarına zahîreye imdâd eder” şeklinde olan Prusya ile ittifak görüşmeleri uzun süre devam etti ve onun vefatından sonra 31 Ocak 1790’da imzalanabildi.[104]
Diğer bir ittifak girişimi İsveç Devleti ile başlatıldı. Padişah bu düşünceyi “tarafımıza celb olmakda nef’-i azîm” şeklinde yorumlarken, elçileriyle yapılan müzakerelerde İsveç’in buna katılmak için ileri sürdüğü para yardımı şartı hakkında da yazılar kaleme aldı. Toplam 25.000 kese akçe olmak üzere her yıl için 8.000 kese akçe üzerinden açılan görüşmeleri izleyen Abdülhamid 19 Cumâdelâhıre 1203/17 Mart 1789’da “şimdilik benim cevâbım bin kese mevcûd… bu sene iki bin verelim… ba’de’l- musâlaha be-her sene sekiz bin kese isteyecek midir” sorusunu kaymakam paşaya yöneltmekteydi.
Yine padişah “iki kat sefer olmasa”, “sekiz bin değil bir sekiz bin dahi mümkün” olduğunu belirtiyordu.[105] Padişah bu konuda en son, 26 Cumâdelâhıre 1203/24 Mart 1789 tarihli ve vefâtından 14 gün öncesine âit hatt-ı humâyûnunda, İsveç’in 25.000 kese akçeden aşağı inmemesi ve bunun sadrıâzama yazılacağı beyanları karşısında 2.000 kesenin verilip verilmediği sorusunu “Allâh Kerîm’dir” cümlesiyle bitirmekteydi. İsveç’le ittifâk andlaşması, 20.000 kese akçe üzerinden ve her yıl 2.000 kese akçe şartıyla 18 Şevvâl 1203/12 Temmuz 1789’da imzalandığında tahtda III. Selim bulunmaktaydı.
Öte yandan 16 Ağustos 1787’de ilân edilen savaşın hemen akabinde Prusya’nın öncülük ettiği barışı temine yönelik çalışmalar gündeme geldi. Prusya bu mesâisini bir süre, kralın sonradan haberdar edildiği Başbakan Hertzberg’in fantazilerle dolu bir plânını uygulama imkânı arayarak geçirdi.[106] Daha sonra Prusya’nın bu yöndeki adımları Osmanlı Devleti’nin kendilerinin ve İngiltere’nin haberi olmadan Rusya ile barışa yanaşılmayacağım taahhüd edecek bir sened alınmasına yönelik oldu. Fransa, İngiltere ve İspanya’nın aynı yöndeki teklifleri üzerine aracılık için tercih edilecek ülkenin belirlenmesine amacıyla meşveret de yapılmaktaydı. Prusya ile yapılan uzun görüşmeler, aracılığın mecbûrî veya ihtiyârî şekillerinden ikincisine doğru bir karara dönüşmesi beklenirken, en son 16 Şubat 1203’de bu ülke elçisinin orduya gelebileceğini ihtivâ eden bir dâvet mektubuyla sonuçlandı.[107] İngiltere de elçileri Ainslie’nin başarılı temaslarına güvenerek ve onun ifadeleri doğrultusunda sultanın aracılık için İngiltere’yi kabüle hazır hale geldiğine inanmaktaydı.[108]
Padişahın cephesinden barışı temine yönelik gelişmeler daha temkinli ve olumsuz bir beklentiyle izlenmektedir. Kendisi 29 Muharrem 1202/10 Kasım 1787’de Rusya ile “bir fâsid barış”un söz konusu olabileceğinden dolayı endişede idi.[109] Fransızlar’ın Avusturya’dan haberli olarak Eflâk voyvodasıyla yaptıkları “tavassut”a dâir görüşmelerin “gayet mektûm” tutulmasını 13 Zilkade 1202/15 Ağustos 1788’de hatırlatmaktaydı.[110] II. Joseph’in ilk kez 7 Kasım 1788’de dile getirdiği barış arayışlarına katılmanın gerekliliği hakkındaki düşünceleri dolayısıyla[111] ve ortaya çıkan gelişmelerle daha çok muhtemel görünen bu ülke ile barış yapılması Abdülhamid’in gönülsüz olarak istediği bir durumdur. 22 Rebîülevvel 1203/21 Aralık 1788 tarihli bir hatt-ı humâyûnunda bu devletin gözünün Bosna’da olduğunu “üç kıt a kal’am gitdi. Halâsları dahi kat’î matlûbumdur” cümlesiyle birlikte tekrar hatırlatırken, “Nemçelüye seferi biz etmedik kendisi etdi. Şân-ı Devlet-i Aliyye’ye barış ister ise düşman bir kalur idi” şeklinde düşünmekteydi.[112] Bir başka beyaz üzerine hatt-ı humâyûn onun barış hakkındaki son görüşlerini ihtiva etmektedir. Askerin sefer mevsimi dolayısıyla hareket içinde olduğu bir sırada getirilen tekliflerin bir “hîle”yi, askere “fütûr” vermeyi, nihayet zaman kazanmayı amaçlıyor ise devletin buna “i timâd” etmeyeceğini, Rusya ile de “bu hâl üzre” barış yapılamıyacağını belirten Abdülhamid, görüşmeler için açık kapı bırakılan Avusturya’yı büyük bir kızgınlıkla anmaktaydı.[113]
III. Selim’in 7 Nisan 1789’daki cülûsundan sonra canlandırılan savaşla birlikte bu konudaki görüşmeler sürdü. Prusya ile yapılan ittifakın bir sonucu olarak Yergöğü mütarekesinden sonra baskı altında tutulan Avusturya ile eski statükonun korunmasını karara bağlayan barış andlaşması 4 Ağustos 1791’de Ziştovi’de imzalandı. Rusya ile 9 Ocak 1792’de kararlaştırılan Yaş Barış Andlaşması çok daha olumsuz şartları taşımaktaydı.[114]
Yrd. Doç. Dr. Fikret SARICAOĞLU
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 545-553