100. Yılında Balkan Bozgunu ve Geciken Uyanış
Darbelerle yüzleşmeye başlayan Türkiye’de 2012-13, Balkan Harbinin yüzüncü yılı. Kendi işini yapmayan bir siyasetin, silahlı gücün, vatana ne tür bir felaket getireceğinin yakın tarihten en acı örneği Balkan Harbi. Demek ki Balkanları ve üzerinde asırlardır yaşayan Evlad-ı Fatihan’ı terk etmek zorunda kalışımızın üzerinden, farkında olmadan bir asır geçmiş bulunuyor.
Aslında bu harp, dört eski il ve ilçemizle savaştır. Nüfusları ve yüzölçümleri toplamı yönünden çok küçük durumda olan bu dört yeni kopma devletçiğe karşı, kırk gün içinde yenilip, beş asrı aşkın bir süredir vatan edindiğimiz Rumeli’mize veda edeceğimizi başlarda kimse kabul edemezdi. Zengin varlıklı Rumeli topraklarından Anadolu’ya, “tek döşeğini sırtlamış, pekmez güğümünü kucaklamış, Trakya çamuru içinde ağlamayı bile unutmuş göçmen kafilelerinin” akacağına kim inanabilirdi?
Artık, tarihin doğru anlaşılması için, sosyal tarihçiliğin devreye sokulma devri gelmiştir. Hep silahı kullanan ele, bileğe bakılmaktadır. Artık, silahı kullanan kafa ve yüreğe bakma devridir. Kafa ve yüreklerde birlik, yani değerler ikliminde buluşma, olmazları oldurur bir güç patlamasını doğurmaktadır. O moral gücü bulamayanlar, asker sayısı, silah gücü yönünden üstün bile olsalar yenilmektedirler. İşte bunlara tipik örneklerden birisi Balkan faciasıdır. Osmanlı Devleti, savaştığı dünkü halkı/çömezi olan devletçiklerden, toplamda asker, silah, malzeme yönünden üstündür. Benzer bir örnekle, Türkiye Selçuklu ordusu da Kösedağ’da, Moğol ordusundan üstündü. İki harbin ortak yönü, rezil bir yenilgi benzerliğidir. Ve nedeni yeterince sorgulanmamaktadır?
Yakın tarihimizin, üzerinde doğru değerlendirmelerin, en az yapıldığı olaylardan biri, Balkan Muharebeleridir. Hatta bu muharebeler, harp demeye bin şahit getirilmesi gereken bir yenilgi, çekiliş, sefalet örneğidir. Genel Türk tarihi içinde de rezalette denklik yönünden, kıyaslanabilecek iki harpten ikincisidir.. Birincisi olan 1243 Kösedağ Savaşı’nın, 669 yıl sonra tekrarı durumundadır. İki savaşı benzer kılan yön, askerî yenilgi, gerilik, kaybedilen vatan toprağının çokluğu, esaret, katliamlar gibi tabii sonuçlar değildir. Zaten bizi yanıltan da bu tür sonuçlara odaklanarak, yenilgiyi getiren ana nedenleri anlamamakta inat edişimizdir.
Hâlbuki Ankara Savaşı, yenilgi yönünden bunlardan hiç de geri kalan bir muharebe değildir. Devlet başkanı bile esir alındığı için daha da ağır görülmelidir. Ama ondan, on bir yıl sonra, yenilginin zafere yol açtığı anlaşılmıştır. Ama ne Kösedağ ne Balkan, acıları büyütmekten, katliamları artırmaktan, kayıpları çoğaltmaktan öteye bir yarar getirmemiştir. Balkanlar, sayıları milyonları aşan göç dalgalarının ki, toplam beş milyonu aşan insan kaybımızın kaynağı durumundadır. Kösedağ’dan sonra şair Kasım’ın deyişiyle Anadolu’da, toprağın karnı, üstünden daha huzurludur. Henüz İslâmla tanışma şerefine erememiş Moğol sürülerinin, Bizans ve Haçlı irtibatlı tahribatı, yüz binlerce Müslüman Türk’ün ölümüne, yerinden yurdundan edilmesine, hâkimiyet altında kalanların da zelil bir hayatı yaşamasına sebep olmuştur. Ordusundan yüzlerce kilometre gerideki Selçuklu hükümdarının hayatındaki, aşağılık durum, yenilginin ruh cephesini hatırlatır mahiyettedir.
Kültür ve millî şuurunu, içeriden ve dışarıdan hançerletmemenin, yeniden dirilişin kaynağı olmasına, Japonya veya Almanya, dışarıdan bir örnek olarak verilebilir. 1914-1918 ve 1939-1945’lerde yani iki cihan harbinde de yenilen Almanya’nın kısa süre sonra Avrupa’nın en güçlü devleti haline gelebilmesinin gerisinde, kültür ve millî şuurunu kaybetmemiş olması vardır. İki atom bombası ile mağlubiyet ve işgalin en ezicilerinden birini yaşayan Japonya’nın, sadece Uzak Doğu’nun değil dünyanın sayılı devletlerinden birisi haline gelmesinin izahında da aynı unsurların bulunduğunu görmek kehanet değildir.
Bizde yedi asır ara ile meydana gelen iki savaşın, ortak değerlendirme gereği, her ikisinin de öncelikle mağlubiyeti, kafa ve yürekte yaşamasıdır.
Çünkü Türk ordusunun görevi, Türk Milletinin hedefi, öncelikle ne olursa olsun galip gelmek değildir. “Velâ galibe illallah”ın ne demek olduğunu bilen bir millet olarak, onların temel hedefi, cihan hâkimiyetine yürürken, Kızıl Elma’ya ulaşmaya giderken önlerinde yürüttükleri ideal, İlâ-yı Kelimetullah’tır. Bu yüzden onlar, mağlup da olsalar, galiptirler. Ölseler şehittirler. Bedenlerinden parçalar koparak, budanarak sağ kalsalar, Gazidirler. Şehit ölümsüz, Gazi “nâ-mağluptur”. Onlar, ölümü öldürdükten sonra yola çıkmış er oğlu erlerdir. Yeryüzüne huzuru, insanlığa adaleti getirmek, zulmün her türlüsünü fisebilillah ortan kaldırmakla görevlidirler. İyiliğin önünü açmak, mutlu yaşamanın engellerini, ortadan kaldırmakla yükümlüdürler. Hatta bu yönden, insanları Müslüman etmek gibi bir görevleri de yoktur. İnanmak isteyen, incelemek isteyen insanların, önlerindeki engelleri kaldırarak gönülleri fethetmek, inanç değiştirmeyi, inanç benimsemeyi gönül işi düzeyinde tutmak daha asil bir tavırdır. Onun için zulme, adaletsizliğe düşman, insanı ezen, insanlara baskı uygulayan sistemlere hasımdırlar. Bu yüzden de cihan devleti kurmaları, yeryüzünde büyümeleri kolay, hızlı olur.
Başarının gerisindeki ruh iklimine dikkat çekmenin, hayati önemi bulunmaktadır. Bu ruh yüksekliği, insan davranışlarını yücelten ruh asaletinin unutulduğu dönemlerde ise; yenilgi, sadece yenilgi değil çözülüş, çöküş, yıkılış olmuştur. Özellikle şu kısa kıyas denemesindeki sosyal değişim, ruhî dönüşümün görülmesi gerekmektedir.
Değilse, Ermeni Patriğinin, kendi dindaşı olan Bizans’a karşı savaşan Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a dua eden tavrını nasıl değerlendirebiliriz. Zulmeden, kendisi gibi inanmayanları cezalandıran Bizans’a karşı, Anadolu’ya gelen Selçuklular, yerli halk tarafından kurtarıcı olarak görülmüşlerdir. Bu durum Balkanlar’da da gerçekleşmiştir.
Değerler çatışması temelinde ele almış olmalı ki, İngiliz düşünür A. Toynbee’ye göre Çanakkale, Avrupa’nın; Viyana kuşatmasına bir cevabıdır: “Batı, Osmanlının Viyana kuşatmasına ancak 232 sene sonra (1915-1683) cevap vermeye cesaret edebilmiştir”. Toynbee gibi düşünmeye devam edilirse, Balkan Harbi, Kosova’nın, Varna’nın, Niğbolu’nun, Sırpsındığı’nın bir rövanşıdır. İstanbul ve Anadolu’nun işgali, Malazgirt’in Miryokefalon’un karşılığıdır. Slobadan Miloseviç, Sırpları topladığı Kosova Meydanında bu düşüncede olduğunu asırlar sonra sergilemiştir.
Tarih şuurunun böylesinin karşılığı gelişmezse, daha çok saldırılar görülecektir. 93 Harbi anlaşılmadığı için Balkan gelmiş, Balkan anlaşılmadığı için Dünya Harbi ve ardından, işgaller üzerine dün Rumeli’ye yanarken, Anadolu işgale uğramıştır.
Balkan Harbi üzerinde, bu vatanın çocuğu olan herkesin durması gereklidir. Fakat Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurum olarak, iki defa daha fazla değerlendirmesi gerekmektedir. Ordu da bu durumun farkında olmalı ki, Balkan Harbi ile ilgili birçok resmi yayın yapmış bulunmaktadır. Balkan Harbi’nin özellikle Harp Akademileri Komutanlığı tarafından da değerlendiriliyor ve askerî okullarda üzerinde duruluyor olması önemlidir. Bir Akademi Komutanının, Balkan Harbinden Günümüze Bakış adlı kurum yayını eserin, ön sözünde ifade ettikleri önemlidir: “Bu savaşların incelenmesiyle çıkarılacak stratejik ve taktik sonuçlar ve alınacak dersler, askeri personelin yetiştirilmesinde, halkın millî güvenlik kavramı bakımından bilinçlendirilmesinde ve devletin bölge ile ilgili millî politikalar üretmesinde yararlar sağlayacaktır. Geçmişte cereyan eden savaşların başarı ve başarısızlık nedenlerinin incelenerek ortaya çıkarılması, komutanlara ışık tutacak ve gelecekteki muhtemel bir harbe hazırlıkta ve muharebelerin kazanılmasına yardımcı olacaktır.” (Esenyel, 1995). Bu cümleler, kuru bilgiden öteye geçebilmiş midir?
Balkan Harbinden sonra halk atasözü haline gelen “bundan sonra Camiye, kışlaya, mektebe politikayı sokmamak” düşüncesi, ne kadar gerçekleştirilebildi? Sorgulamanın mutlaka yapılması gerekmektedir. Kendi işini doğru ve hakkıyla yapmayan kurumların, vatanseverlik duyguları içinde, vatana ve devlete korkunç zararlar verebileceğini bize Balkan Harbi’nin hâlâ öğretemediğini burada üzüntü ile vurgulamak durumundayız. Bilim, bilimsel düşünce üretmeyen üniversitelerin, kıyafet peşinde koşması, palyaçoları bile güldürecek bir abes olarak tarihe geçmiştir. Bütünleşme, yürekleri Yüce Yaratıcı önünde birleştirme yeri olan ibadethanelerin, halkın sadece kendini ölüme yakın hisseden kesiminin, bir kısmına hitap eder hale gelmesi de aynı vahametin devam ettiğini bir başka yönden vurgulamaktadır. Ya ordu? Her on yıla bir siyasi darbe sığdırabilen kurum derekesine düşürülmüştür. Halk desteğini almada sıkıntı çeken siyasetçilerin, dış güçlerin, ülke yönetimini en etkin kontrol altına alma yöntemi, askeri kullanmak tarzında öne çıkmıştır. Darbe planları yapmayı içselleştiren bir kafa yapısı, ürperticidir. Uçağına atlayarak, siyasi kurumların üstünde bir tutumla, bir dış devletle ordu ihalelerini görüşüp verebilen asker tipi, korkunçtur. Balkan çamurlarına bata-çıka Anadolu’ya sığınan hicran yarası vatan evlatlarının, Anadolu’dan sonra hangi sığınağı kalmıştır? Cihan devletini yerle bir eden kafa yapısının, hâlâ yaşıyor olması utanç vericidir. En iyi politikanın, artık kendi işini en iyi yapmak olduğunun kafalara kazınması gerekmektedir. Her kurum, kendi işini iyi yaptığı zaman, aslında gerçek siyasetini de gütmüş olacaktır. Onun için Balkan Harbi’ni öğrenme, içimizi titreterek, ruhumuzu azap içinde bırakarak da olsa zorunludur. Yüz yıl geçmesine rağmen, yeterli derslerin çıkarılabildiğini söylemek zordur. Öyle bir felâketten ders çıkartamıyor ve yanlışları devam ettiriyorsak, daha büyük azapları üstümüze çekmeye razıyız demektir.200
Doç. Dr. Caner ARABACI
Doç.Dr., S.Ü. İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi. carabaci@selcuk.edu.tr