Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Yeni Türk Devleti ve Misâk-i Millî

0 16.869

Doç. Dr. Mesut AYDIN

Mazisi insanlık tarihi kadar eskilere giden Türk Milleti, daima bağımsız yaşamış bir millettir. Tarihi süreç içinde, birbirinin devamı olarak bilinen birçok devlet kurmuş ve tarihin seyrine de etkide bulunmuştur.

Türk Milleti için devlet, “ebed-müddet”dir. Hun, Göktürk, Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nin bu tarihi süreç içinde yer almaları, bir rastlantıdan ibaret değildi. Bilâkis, büyük tarihî olayların doğal ve zorunlu bir sonucu ortaya çıkmışlardı. Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti altıyüz yılı aşkın bir süre, dünya tarihine damgasını vurmuş ve her siyasî varlık gibi O da ömrünü tamamlayarak tarih olmuştu.

Osmanlı Devleti’nin çökmesi ile yeni bir tarihî an yaşanıyordu. İçinde bulunulan şartlar ne kadar ağır olursa olsun, Türk Milleti, yeni bir devlet kuracak gücü henüz kaybetmemişti. Bunu gerçekleştirmenin tam zamanı idi! Aynı zamanda bu Türk Milleti için millî bir zorunluluktu. Çünkü, bağımsız yaşayabilmesi için hukukî ve siyasî kimliğini muhafaza etmesi gerekiyordu. Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa’nın İstiklâl Mücâdelesi için tarih sahnesine atılışı ve Türk Milletinin alın yazısını değiştirmesi de bir rastlantı değildi. “Büyük devletler büyük milletler tarafından kurulur. Büyük adamları da büyük milletler yetiştirir…” düşüncesinden hareketle mevcut tarihî şartlar, Mustafa Kemal ATATÜRK gibi üstün vasıflara sahip bir lider de yetiştirmişti.[1]

Mustafa Kemal Atatürk, harikulade seziş kabiliyeti ve üstün meziyetleriyle Türk Milletinin neleri isteyip, istemediğini, hangi ihtiyaçlar içinde kıvrandığını, özlemini çektiği hususları çok iyi bilen ve tespit edebilen bir liderdi. Samsun’a ayak basar basmaz uygulanması gereken politikayı şu şekilde açıklamıştı.[2] “.Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. O halde ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi? Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!.” Bu kararı gerçekleştirebilmenin yegâne dayanağı da Türk Milletiydi. Türk ata yurduna ve Türk Milletinin istiklâline saldıranlar kim olursa olsun, milletçe silaha sarılıp onlarla çarpışmak, gerekiyordu.

Atatürk’ün düşüncesine göre; bir süre “millî bir sır” gibi sakladığı milli esaslara dayalı yeni bir Türk devletinin gerçekleşmesini safhalara ayırmak, olaylardan ve olayların akışından yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak basamak hedefe ulaşmak şarttı. Çetin bir mücadeleden sonra hedefe ulaşıldı da Bir taraftan işgale ve işgalcilere karşı Anadolu’nun değişik yerlerinde parıldayan “Çoban ateşleri”ni[3] bir araya getirirken diğer taraftan da yeri ve zamanı geldiğinde Türk insanını yeni düşünceler ve kurumlar ile tanıştırıyordu..

Milli Mücadele Dönemi ve yeni kurulan Türk devletinin “Amentü”sü diyebileceğimiz Misâk-ı Millî, Mustafa Kemal’in (ATATÜRK) Anadolu’ya geçişi ve Amasya Tamimi’nin[4] bütün memlekete ilanından kısa bir süre sonra toplanan Erzurum Kongresi’nde (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) şekillenmeye başlamıştı.

Erzurum Kongresi, Vilâyât-ı Şarkiyye Müdâfaâ-i Hukûk-ı Milliye Cemiyeti’nin Erzurum şubesince tertiplenmiş ve bu kongreye Van, Bitlis, Diyarbekir, Elaziz, Sivas, Erzurum ve Vilayât-ı Sitte’nin dışında kalan Trabzon Vilâyetinin katılımı öngörülmüştü.[5]

Ermeni Sansaryan Mektebi’nde hazırlanan bir salonda gerçekleştirilen Erzurum Kongresi’nin açılış töreni, “23 Temmuz (10 Temmuz) Meşrutiyet Bayramı” gününe denk getirilmiş[6] ve önemli kararların altına imza atılmıştır.[7]

Muhteva bakımından mahalli bir görüntü çizse de millî bir bütünlülük arzeden Erzurum Kongresi kararları Sivas Kongresi ve Misâk-ı Millî metninin hazırlanmasında esin kaynağı olmuş ve yeni Türk Devleti’nin en önemli düsturlarının belirlenmesinde temel teşkil etmiştir. Zira kongre kararlarının özünde Doğu Anadolu Bölgesi’nin geleceği ile ilgili hükümler söz konusuysa da tüzükte belirtildiği gibi, “Trabzon vilâyeti ve Canik sancağı ile Vilâyat-ı Şarkıye namını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Mamuret’i-laziz, Van, Bitlis ve bu meyandaki Elviye-i Müstakile hiçbir sebep ve bahane ile yekdiğerinden ayrılmak imkânı tasavvur edilemiyen, bir küll olup saadet ve felâkete iştirak-i tâmmı kabul ve mukarreratı hakkında ayni maksadı hedef ittihaz ederler.” denilmiş, ikinci maddede ise “Osmanlı Vatanı’nın tamamiyet ve istiklâli milliyemizin temini”nden bahsedilerek, bölünmezlik düşüncesi bölgesellikten çıkartılmış, bütün bir Osmanlı memleketini kapsayacak şekilde yaygınlık kazandırılmıştır. Yine, “her türlü işgal ve müdahale, Rumluk, Ermenilik teşkili ve gayesine matuf telâkki edileceğinden müttehiden müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir.” ilkesi, Misâk-ı Millî’nin dayandığı başlıca unsuru ifade etmektedir. Bunu bütünleştiren bir başka nokta da “Kuvây-ı Milliyeyi âmil ve irâde-i Milliye’yi hakim kılmak esastır” şeklinde kongre kararları arasında yer almış kayıtlardır. Misâk-ı Millînin önemli unsurlarından biri olarak karşımıza çıkan ve tüzükte belirtilen “Ancak Rum ve Ermenilerin bizzat veya bi’l-vasıta hafî ve celî her ne şekil ve surette olursa olsun, hâkimiyet-i Osmaniye ve hukuk-ı İslâmiyeyi ve mevcudiyet-i milliyemizi muhil bir vaziyet almalarına kat’iyyen müsaade edilmeyecektir.” düşüncesi de Erzurum Kongresi’nden itibaren yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Özellikle, beyannamenin üçüncü maddesinde işaret edilen “Hâkimiyet-i siyasiye ve müvazene-i içtimaiyeyi muhil olacak surette anasır-ı hıristiyaniyeye yeni bir takım imtiyazlar itası kabul edilmeyecektir.” kararı bu noktada birbiriyle bütünlük oluşturan önemli olgulardı.

4-11 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi[8] ise Misâk-ı Millî’nin hemen tamamıyla belirlendiği bir sürecin başlangıcı olmuştur. Erzurum Kongresi’nde kabul edilen kararlar, bir anlamda Sivas’ta tescil edilmiş, onaylanmıştır. Amasya Tamimi’nde işaret edilen “Milletin hâl ve vaz’ını der-piş etmek ve sadâ-yı hukukunu cihâna işitdirmek için her türlü tesir ve murakabeden azâde”[9] millî bir heyet (Heyet-i Temsiliye) ise Sivas’ta faaliyetine başlayarak, oluşturulan millî politikayı yönlendirmiştir. Heyet-i Temsiliye’nin göreve başlamasından hemen sonra İstanbul hükümeti ile münasebetlerin kesilmesi, Damat Ferid Paşa hükümetinin düşürülmesi ve “Millî İrâde”nin etkinliğinin sağlanması gibi faaliyetler dikkate değer gelişmelerdir.

Zirâ İstanbul hükümeti ile ilişkilerin kesilmesi girişimi karşısında 20 gün dayanabilen Damat Ferid Paşa hükümeti istifa etmiş ve yerine Anadolu ile ilişkileri sürdürebilecek daha “ılımlı” bir hükümet kurulmuştu. Ali Rıza Paşa hükümeti, Padişah Vahdeddin’in “irâdesi”nde de yer aldığı gibi süratle seçimlerin yapılması ve meclisin açılması yönünde faaliyetlerine başlamıştı. Diğer taraftan da Anadolu ile ilişkileri güçlendirmenin çarelerini aramaya başlamıştı. Anadolu-İstanbul arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi hiç değilse bir “uzlaşma” ortamının yaratılması maksadıyla uzun görüşmeler gerçekleştirilmiştir.[10] Sonuçta, Ali Rıza Paşa’nın önerisi doğrultusunda Heyet-i Temsiliye ile Amasya’da bir görüşme tasarlanmıştı.

20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal Paşa ile Rauf ve Bekir Sami Beyler hazır bulunmuşlardı. İstanbul hükümetini de “teftiş” bahanesiyle Anadolu’ya gönderilen Bahriye Nazırı Salih Paşa temsil etmişti. Görüşmelerde, önemli meseleler halledilmiş, ikisi gizli olmak üzere beş protokol hazırlanmıştı.[11] Amasya Mülâkâtı olarak değer kazanan bu toplantının en önemli sonucu Heyet-i Temsiliye ve Anadolu’nun İstanbul tarafından resmen tanınmasıydı. Ayrıca, Sivas Kongre kararları İstanbul hükümeti tarafından benimseniyor ve kısa süre içinde de seçimlerin yapılmasında görüş birliği sağlanıyordu.

* * *

9 Ekim 1919’da yayınlanan “Meb’uslar Seçimine Mahsus Kararnâme” gereği, son Osmanlı seçimleri olarak da kabul ettiğimiz 1919 Osmanlı seçimlerinin yapılması kararlaştırılmıştı.[12] Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’tan Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919 tarihine kadar seçimlerin tamamlandığı ve Müdâfaâ-i Hukukçu adayların “ezici üstünlüğü” ile sonuçlandığı[13] görülmüştü. Artık, milletvekillerinin, Sivas Komutanlar Toplantısı’ndan[14] sonra kararlaştırıldığı gibi “toplanma merkezi” olarak belirlenen[15] Ankara’ya gelmeleri gerekiyordu. Fakat, bazı bölgelerden seçilen milletvekillerinden aldığı telgraflar, daha yolun başında bazı müşkilatla karşılaşacağına işaret ediyordu. Söz konusu telgraflarda, seçilen milletvekillerinin doğrudan doğruya Darü’l-hilâfe (İstanbul)’ye gitmeleri tavsiye edilmekteydi. “Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım” imzasıyla kimi milletvekillerine gönderilen telgrafların amacı, daha başlangıçta Mustafa Kemal’i devre dışı bırakmaktı.[16] Fakat, oyun kısa sürede bozulmaya çalışılmış ve seçilen milletvekillerine, “Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal” imzasıyla yayınlanan tamimde “Ankara’yı teşrifleri” teferruatıyla izah edilmiştir.[17]

Çeşitli imkansızlıkların da etkisiyle Ankara’da geniş bir katılım gerçekleşmemişti. Tek tek veya küçük gruplar halinde gelen milletvekillerine Mebusan Meclisinin açılmasıyla birlikte yapılacak ilk işin “kuvvetli bir grub” kurmak olduğu tavsiye edilmişti.[18] Çeşitli seçim bölgelerinden Ankara’ya gelen milletvekilleri yapılan görüşmelerden sonra İstanbul’a hareket etmiş ve meclisin açılışına katılmışlardı.

Meclis-i Meb’usân, 12 Ocak 1920 tarihinde Fındıklı Sarayı’nda, mahsus binasında faaliyete başlamıştı. Meclisin küşâdı, beklenilen sayının çok altında, 72 milletvekilinin katılımıyla gerçekleştirilmişti. Padişah Vahdeddin rahatsızlığı nedeniyle Meclis-i Mebusan’a gelmemiş, yapması gereken açış konuşmasının metni Hafız İbrahim Paşa tarafından getirilerek Damat Şerif Paşa tarafından okunmuştu.[19] Padişah adına okunan açış nutkunu, İstanbul milletvekili Kamil Efendi’nin duası izlemişti. Bilahare, Sadrazam Ali Rıza Paşa, anayasanın 46. maddesi gereğince yemin merasimini yaptırmıştı.[20]

Meclis-i Meb’usân’ın ikinci oturumu, 22 Ocak 1920 tarihinde gerçekleştirilmiş ve meclisin açılışı vesilesiyle Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın “tebrik telgrafı” okunmuştu. Bu arada Mustafa Kemal’in Meclis Başkanlığı’na getirilmesi maksadıyla Rauf (ORBAY) Bey’in yaptığı kulis faaliyeti bir sonuç vermemişti. Ayrıca, Müdafaa-i Hukuk Grubunun da mecliste kurulamaması, Mustafa Kemal’i oldukça sarsmıştı.[21] Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da milletvekilleriyle yaptığı görüşmelerde, kurulmasını istediği “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu” yerine “Felâh-ı Vatan” adıyla bir grup kurulmuştur.[22] Mecliste kurulan bu grubun “Felâh-ı Vatan Grubu” olarak adlandırılmasında etken olan düşünce ise Goloğlu tarafından şu şekilde ifade edilmişti.[23] “… Fakat grubun adı Mustafa Kemal Paşa’nın dediği ve istediği gibi (Müdâfaâ-i Hukuk Cemiyeti Grubu) olmamış, Padişah’ın Meclisi açış konuşmasındaki ‘bundan ötürü, her türlü ayrılma ve bölünmeden kaçınılarak bütün milli istek ve çabaların (felâhı vatan) noktasında birleştirilmesi gereklidir’ sözünün etkisiyle olacak, (Felâhı Vatan Grubu) olmuştu.”

Müdâfaâ-i Hukuk Grubu adıyla kurulmamış olsa da oluşturulan yeni grubun meclisteki rutin işlerin dışındaki en önemli mesaisi, hiç şüphesiz ki, Misâk-ı Millî üzerine yaptığı çalışmalar olmuştur. Gruba dahil milletvekilleri, meclisin resmi oturumlarında ve gayr-ı resmî toplantılarında Misâk-ı Millî programını şekillendirmişlerdir.

* * *

Yukarıda kısaca değinilen kongre kararlarından kaynaklandığını ifade ettiğimiz Misâk-ı Millî ilkelerinin nerede, kimler tarafından oluşturulduğu ve son şekline nasıl getirildiği konusunda oldukça değişik bilgiler mevcuttur. Bu konudaki ilk bilgiler, Misâk-ı Millî taslağının Sivas Komutanlar Toplantısı’nda alınan kararlar doğrultusunda Ankara’da gerçekleştirilen toplantılarda hazırlandığıdır. Toplantılara katılanlar ise İstanbul’da açıklanacak olan Meclis-i Meb’usân seçimlerini kazanan milletvekilleridir. Atatürk “.Efendiler, milletin amâl ve maksadını da kısa bir programa esas olacak surette toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misâk-ı Millî unvanı verilen bu programın ilk müsveddeleri de bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul meclisinde bu esaslar, hakikâten toplu bir suretde tahrir ve tespit olunmuştur.” şeklindeki bilgilerle konuya ışık tutmaktadır. Ali Fuad Cebesoy,[24] İsmet İnönü[25] ve Mazhar Müfit Kansu’nun[26] da ifade ettiği gibi Ankara’da hazırlanan ve Hey’et-i Temsiliye üyelerinin hepsine de imzalatılan Misâk-ı Millî metni, Büyük Millet Meclisi’nde de Trabzon Milletvekili olan Hüsrev Sami (GEREDE) Bey tarafından İstanbul’a götürülmüştür.[27] Hüsrev Bey’in Ankara’dan getirdiği metni, Mebusan Meclisi’nin 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda okuduğu, Hamdullah Subhi (TANRIÖVER) Bey tarafından da teyid edilmektedir.[28]

Rauf Bey de İstanbul’a gittikten sonra Mebusan Meclisi’ndeki milletvekillerinin bir ahd-i millî etrafında tartıştıklarını ve metin üzerinde uzlaşma sağlayabilmek maksadıyla bir komisyon kurulduğunu ifade etmektedir[29]: “.Geldiğimiz günden beri bir Ahd-ı Millî toplantısı karşısında bulunduk. Buradaki mebuslar bütün milletin müştereken Maraş havâlisine dair Meclise gelen telgrafları bile umumî hey’ette okumağa müsait değildir. Çünkü henüz grup resmen yoktur. Riyaset Divanı seçimi yapılmamıştır.

Vaziyet böyle olduğu gibi bizim esaslara sülûke akl-ı kalil olsun bu kısmın muhalif çıkacaklarını hissettikleri için millî meclisin umumî Hey’etinin kabul edebileceği esasları kaleme alıp bunu imzalayarak bir mukavele “pakt” şekline sokmuşlardır. Umumî hey’etin toplantısında bizim formülü teklif ederek işi yeniden encümene havale suretiyle ve bizim de iştirâkimizle arzumuz dahilinde bir formül yaptık.” Rauf Orbay, Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta bir ahd-i millî içtimaından bahsetmekte fakat birbirinden farklı metinler üzerinde tartıştıklarına dair bir malumât vermemektedir. Tartışılan metin büyük olasılıkla Hüsrev Bey’in getirdiği bu metin olmalıdır.

Burada akılları karıştıran açıklamalardan biri de Hüseyin Kâzım Bey’in vermiş olduğu bilgilerdir. O, Misâk-ı Millî esaslarını teklif edenin ve müsveddesini hazırlayanın kendisi olduğunu ifade etmektedir.[30]

Yusuf Kemal (TENGİRŞENK) Bey, Rıza (NUR) Bey, Rauf Bey, Mazhar Müfit (KANSU) Bey, Abdülaziz Mecdi Efendi (Meclis ikinci başkan vekili) ve diğer zevatdan müteşekkil on kişilik bir komisyon çalışması sonucunda ahd-i millî (Misâk-ı Millî) Metni’nin hazırlandığı, hatıra sahipleri tarafından da teyid edilmektedir. Yusuf Kemal Bey, komisyon çalışmalarıyla ilgili olarak: “.Seçim yapıldı. Kastamonu’dan milletvekili seçildim. Meclis açıldı. Çalışmaya başladık. Yaptığımız işlerin en önemlisi, esas Sivas Kongresi’nde görüşülmüş olan Misâk-ı Millîyi yapmak oldu. Misâk-ı Millî’yi hazırlayan encümende ben de çalıştım. Misak’ın başlangıcı ve maddeleri baştan aşağıya “İstiklal!. İstiklal!.” diye haykırmaktadır. Bu öteden beri hariçten, içerden maruz kaldıkları kötü muamelelere karşı artık isyan bayrağını açmış, her şeyin kaybolduğunu görerek şaha kalkmış olan Türk yiğitlerinin icabında canlarını vererek kazanmaya ahdettikleri bir dava idi. Misak’ın özellikle altıncı maddesi tam ve iyi bir idare kurabilmek, iktisaden ilerleyebilmek için tam istiklal ve hürriyetin esas olduğunu ilan ediyordu. Avrupa da tahsillerini tamamlayıp gelen gençler, müstakil yaşamanın ne kadar tatlı olduğunu tatmış oldukları için bu lüzumu diğer arkadaşlarından daha ziyade hissediyorlardı..” demek suretiyle komisyon çalışmalarıyla ilgili bilgiler vermektedir.[31] Yine, Komisyon üyelerinden Mazhar Müfit Bey de çalışmalarla ilgili olarak şu bilgiyi vermektedir:[32] “. Yalnız milletin amal ve makasıdını bir programa esas olacak surette bir şekil, bir tarz-ı idare olan ve Misâk-ı Millî dediğimiz bir programın ilk hatları ve esası kaleme alınmış ve İstanbul meclisinde bu esaslar toplu bir surette tespit olunmuştur.”

Rıza Nur Bey ise komisyon çalışmalarında ele alınan konuların teferuatıyla ilgili bilgi vererek bir tartışmaya da zemin hazırlamıştır. Rıza Nur; “.Bir encümen teşekkül etti. Misâk-ı Millî’yi yaptı. Rauf ve Mecdi, Suriye’yi de millî hududa dahil etmek istediler. Ben şiddetle itiraz ettim. ‘Bunlar Türk değil bırakın! Bize belâ olmaktan başka şeyleri yok’ dedim. Onlar hala Müslümanlık zihniyetinde idiler. Uğraşa uğraşa vazgeçirttim.” demek suretiyle I. maddedeki sınır hattının “haricinde” tabirini çıkarttırdığını ifade etmektedir.[33]

Bazı Meclis-i Meb’usân üyeleri, Misâk-ı Millî taslağını kendilerinin şekillendirdiğini veya kendi görüşlerine uygun bir şekilde düzenlediklerini öne sürmüşlerdir. Kimilerince de Misâk-ı Millî’nin Mebusan Meclisi’nde oluşturulan bir komisyonda şekillendirildiğinden bahsedilir.

Bu farklı açıklamaların nedeni de Misâk-ı Millî metninin, Mebusan Meclisi’nin açık ya da gizli oturumlarında değil de grup niteliğindeki özel toplantılarda görüşülerek belirlenmesidir. Bir başka ifade ile tartışmaların gizli tutulması ve toplantılar ile ilgili tutanak tutulmaması çeşitli anlatımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yine, imzalanan orijinal metnin elde bulunmaması da bu tür tartışmalara farklı bir boyut kazandırmaktadır.[34]

22 Ocak 1920 tarihli toplantıda görüşülmeye ve tartışılmaya başlanan Misâk-ı Millî metni, Osmanlı Mebusan Meclisi’nde 28 Ocak 1920 günlü oturumda gündem dışı okunarak milletvekilleri tarafından kabul edildikten sonra imzalanmıştır.[35]

Mecliste Felâh-ı Vatan Grubu’nun kurulması hükümetin güvenoyu olmasından sonra Meclis-i Meb’usânın 17 Şubat 1920 tarihli oturumunda Misâk-ı Millî’nin kabulü gerçekleştirildi. “Ariza-i Cevâbiye” görüşmelerinin yapıldığı ikinci celsenin başında gündem dışı söz alan Edirne Milletvekili M. Şeref Bey’in Misâk-ı Millî ile ilgili takriri oylanarak bir itiraza karşı milletvekilleri tarafından kabul edilmiştir. M. Şeref Bey tarafından yapılan bir sunuşun hemen ardından Misâk-ı Millî kararları okunmuştu.[36] M. Şeref Bey konuşmasını bitirirken:

“Efendiler. Beyler. Arkadaşlar. Millî Misâkımız’ın ittifâkla kabulünü memlekete, millete, bütün dünyaya ilanını teklif ediyorum.” metni, meclisin kabulüne sunuyor ve o anı da şu şekilde tasvir ediyordu:[37] “Kim vatanın hürriyet ve istiklâline, kim böyle bir saadete Türk Milleti’ni layık görmüyor, o anda reddi imkansız açıklıkla ortaya çıkıverdi: Bir kısım meb’uslar, ayakta, hatta gözyaşları içinde alkışlarken, bir kısmı açıkça karşı çıkmıyor ama susuyordu. Yerime dönerken alkışlar bitmemişti.”

Şeref Bey’in konuşmasını bitirmesinin ardından Meclis başkanlığına vekalet eden Hüseyin Kâzım, Misâk-ı Millîyi meclisin oyuna sunmuş ve milletvekillerinin “oybirliği ile” sesleri arasında kabul edilmiştir. Bitiş konuşmasını da Sinop Milletvekili Rıza Nur yapmıştır. Rıza Nur konuşmasında, Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un belirlediği ilkelere atıfta bulunmuş ve “o halde bunları söyleyenlerin sözlerini tutmaları gerektiğini, söz tutmanın namuslu insanlar için çok önemli olduğunu, bu sözlerin kişilikleriyle ilgisi kadar resmî bağlantı değeri de taşıdığını anlattı ve bu sözlerin tutulacağı kanaatini…” belirterek, konunun Wilson prensipleriyle de yakından ilgisini ortaya koymuştur.[38]

Misâk-ı Millî metni “Ahd-i Milli Esasları” başlığıyla Meclis matbaasında tek sayfa çoğaltılarak dağıtımı yapılmış, gazetelerde yayımlanarak kamuoyunun bilgisi sağlanmaya çalışılmıştır. Ayrıca, metin Fransızca’ya tercüme edilerek 24 Şubat’ta da Avrupa parlamentolarına iletilmiştir.

Dönemin İstanbul basınında neşredilen Misâk-ı Millî, gazetelerin öteden beri savundukları düşünceler doğrultusunda değerlendirmelerle birlikte hitap ettikleri çevrelere iletilmişlerdi. Bu meyânda millî mücâdeleyi destekler mahiyette başlıklar atıp, değerlendirmeler yapanlar olduğu gibi aleyhte hatta metni ve ruhunu küçük gören, aşağılyıcı bir üslupla kaleme alınan yazılar da neşredilmiştir.[39]

Misâk-ı Millî muhtevâsı, başlangıç kısmını müteakib altı madde halinde belirlenmiştir. Bunlar:

“Zîrde vazü’l-imzâ Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân a’zâları istiklâl-i devlet ve istikbâl-i millînin, haklı ve devamlı bir sulhe na’iliyet için ihtiyâr edebileceği fedâkârlığın hadd-i a’zâmını mutazammın olan esâsat-ı âtiyeye tamamî-i ri’âyetin mümkünü’t-te’min olduğunu ve esâsât-ı mezkûre haricinde payidâr bir Osmanlı saltanat ve cem’iyetinin devam-ı vücûdu, gayr-ı mümkün bulunduğunu kabul ve tasdik eylemişlerdir.

  • Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran Arâb ekseriyetiyle meskûn olup 30 Teşrin-i evvel 1918 tarihli Mütarekenin hin-i akidinde muhasım orduların işgali altında kalan aksamının mukadderatı, ahalisinin serbestçe beyân edecekleri ârâya tevfikân tayin edilmek lazım geleceğinden mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde dinen, ırkan, emelen müttehit ve yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedâkarlık hissiyatiyle meşhûn ve hukuk-ı ırkiye ve içtimâiyeleriyle şerâit-i muhitiyelerine tamamiyle riâyetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın hey’et-i mecmuâsı hakikaten veya hükmen hiçbir sebeble tefrik kabul etmez bir külldür.
  • Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda ârâ-yı âmmeleriyle ana vatana iltihak etmiş olan elviye-i selâse için lede’l-icâb tekrar serbestçe ârâ-yı âmmeye mürâcaât edilmesini kabul ederiz.
  • Türkiye sulhüne talik edilen Garbi Trakya vaziyet-i hukukiyesinin tespiti de sekenesinin kemal-i hürriyetiyle beyân edecekleri ârâya tebaan vâki olmalıdır.
  • Makarr-ı Hilâfet-i İslâmiye ve pâyitaht-ı Saltanat-ı Seniye ve merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masûn olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartiyle Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticaret ve münâkâlâtı âleme küşadı hakkında bizimle sair bilûmum alâkadar devletlerin müttefikân verecekleri karar muteberdir.
  • Düvel-i İtilâfiye ile muhasımları ve bazı müşârikleri arasında tekarrür eden esâsât-ı ahdiye dairesinde ekalliyetler hukuku-memâlik-i mütecâviredeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan istifade etmeleri emniyesiyle-tarafımızdan teyit ve temin edilecektir.
  • Millî ve iktisadî inkişafatımız daire-i imkâna girmek ve daha asri bir idare-i muntazama şeklinde tedvir-i umûra muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de temin-i esbâb-ı inkişafatımızda istiklâl ve serbesti-i tâmme mazhar olmamız üssü’l-esâs-ı hayat ve bekâmızdır. Bu sebeple siyasî, adlî, malî ve sâire inkişâfâtımıza mani kuyûda muhalifiz. Tahakkuk edecek duyunâtımızın şerait-i tesviyesi de bu esâsâta mugayir olmayacaktır.[40]

Misâk-ı Millî’nin kabul edilerek Avrupa parlamentolarına duyurulması Meclis-i Meb’usân’ın yaptığı en önemli faaliyetlerden birini oluşturmuş ve bu haliyle de yakın dönem Türk Tarihi içindeki yerini almıştır. Bilindiği gibi Meclis-i Meb’usân bir takım iç ve dış gelişmelere paralel olarak İstanbul’un işgali ile birlikte basılmış, milletvekillerinin önemli bir kısmı (Heyet-i Temsiliye mensupları başta olmak üzere) tutuklanmıştı.

Meclis-i Meb’usânın basılması ve çalışamaz duruma düşmesiyle birlikte yeni bir dönem başlıyor ve Ankara, Milli mücadelenin “tecelligâh”ı oluyordu.

* * *

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un işgal edilmesiyle Mustafa Kemal’in Sivas Komutanlar Toplantısı’nda ifade ettiği şartlar tecelli etmiş, dolayısıyla meclisin çalışamayacağı tahakkuk etmişti.

17 Mart 1920 tarihinde kaleme alınan ve bazı değişikliklerle 19 Mart 1920 tarihinde bütün memlekete neşredilen “tamim”de vaziyet anlatılarak en kısa sürede Ankara’da bir meclisin açılacağı vurgulanıyordu. “Selâhiyet-i fevkalâdeyi haiz meclis”in toplanabilmesi için Anadolu ve Rumeli Müdâfaâ-i Hukuk Cemiyetlerine mülkî ve askerî makamlara gönderilen yazıda seçimlerin derhal yapılarak her seçim bölgesinden beş milletvekilinin Ankara’ya gönderilmesi bildiriliyordu. Ayrıca, İstanbul’dan kaçıp gelebilen milletvekillerinin de bu meclise doğrudan katılabilecekleri ifade ediliyordu.[41]

Kısa süre içinde yapılan seçimler sonucunda meclis 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmıştı. Meclisin açılışı münasebetiyle yapılan ilk toplantıda milletvekillerinin Misâk-ı Millîye bağlılığı belirtilmiş ve meclisin yegâne gayesinin Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla, Millî Mücâdele ve Türk milletinin mukadderatı Büyük Millet Meclisi tarafından sevk ve idare edilecek, Misâk-ı Millî yeni meclisin hükümet programlarında, andlaşma metinlerinde ve milletvekillerinin yaptıkları konuşmalarda vazgeçilemeyen ilkeler manzumesi olmaya devam edecektir.

Meclis içi muhalefetin artması ve değişik muhalefet gruplarının ortaya çıkmasından sonra 10 Mayıs 1921 tarihinde Mustafa Kemal tarafından teşkil edilen Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun programı içinde yer alan “Madde-i Esasiye”de Misâk-ı Millîye atıfta bulunularak şöyle denilmiştir: “Türkiye Büyük millet Meclisinde müteşekkil Anadolu ve Rumeli Müdâfaâ-i Hukuk Grubunun umde-i esasiyesi mücadele-i hazıranın bidayetinden beri Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tespit ve son İstanbul Meclis¬i Mebusânı ile Büyük Millet Meclisi tarafından da kabul ve teyit olunup âmâl-i milletin zübdesi bulunan Misâk-ı Millî esâsâtı dairesinde memleketin tamamiyetini ve milletin istiklâlini te’min edecek sulh ve müsalemeti istihsal eylemektir.”

* * *

Misâk-ı Milli ilkeleri, dönemin geçerli olan bazı hukuki ve siyasi mülahazalarını dikkate alarak akılcı bir yaklaşımla hazırlanmıştı. Mustafa Kemal’in özellikle üzerinde durduğu ilkelerin başında milliyetler prensibi ve self-determination hakkı gelmektedir.

Self-determination hakkı, (milletlerin geleceklerini bizzat kendilerinin belirlemesi) 5 Ocak 1918 tarihli Wilson ilkeleri içinde yer almış ve 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti ile geçerlilik kazanmıştır.[42]

Wilson İlkeleri’nin[43] 12. Maddesinde belirtilen self-determination hakkına Misâk-ı Millî’de de işaret edilmiş ve Osmanlı Devleti’nin Mondros Mütarekesi’ni imzaladığı tarihlerde, sahip olduğu toprak bütünlüğü ve üzerinde yaşayan insanların geleceği söz konusu edilmiştir. Nitekim Misâk-ı Millî’nin birinci maddesinde yer alan ifadelerde; self-determinasyon hakkının, Osmanlı sınırları içinde yaşayan “dînen, ırkan, emelen müttehit ve yekdiğerine karşı hürmet-i mütekâbile ve fedâkârlık hissiyâtiyle meşhûn ve hukuk-ı ırkiye ve içtimâiyeleriyle şerâit-i muhitiyelerine temâmiyle riâyetkâr” Osmanlı-İslâm çoğunluğuna da verilmesi ve yapılacak olan bir halk oylaması ile geleceklerini belirlemelerinin gerekliliği üzerinde durulmuştur. İkinci ve üçüncü maddede de aynı husus gündeme getirilerek Elviye-i Selâse (Ardahan, Kars ve Batum) ve Batı Trakya Müslüman-Türk azınlığının da serbestçe irâdelerini yansıtmalarına yardım edilmesi gerektiğine işaret edilmiştir.

Misâk-ı Millî iradelerini hür ve serbestçe kullanacak olan ahalinin millî, iktisadî, politik, sosyal, hukukî, malî, harsî (kültürel) gelişmesine engel teşkil edecek hiçbir yükümlülük altına girilmeyeceğini de ifade etmektedir. Esas üzerinde durulması gereken konu da budur. Çünkü, Misâk-ı Millî başlı başına bir sınır meselesi olmayıp, sınırları belirlenmiş bir ülke dahilinde yaşayan ahalinin saadet ve mutluluğunu temin edecek olan millî politikanın adıdır. Zaten; Milli Mücadele Dönemi ile birlikte hedeflenen ve gerçekleştirilmeye çalışılan da bundan başka bir şey değildir. Atatürk, millî politikayla ilgili olarak; “devletin her yönüyle milli bir politika izlemesi ve bu politikanın bünyemize tamamen uygun ve dayalı olması lazımdır. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve işaret etmek istediğim husus şudur; Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek mutluluğu ve kalkınmasına çalışmak… Rastgele bitmeyen emeller peşinde milleti uğraştırmamak, zarara uğratmamak. Medeni dünyadan, medeni ve insanca muameleyi, karşılıklı dostluğu beklemektir” şeklinde bir tanımlama yapmaktadır.[44]

Misâk-ı Millî, kimilerince Türk Milleti adına özgürlük isteği ile ortaya çıktığı için “Magna Charta” ya ve millîlik vasfından dolayı “İnsan Hakları Bildirisi” ne eş değerde bir belge olarak görülmektedir.[45] Misâk-ı Millî bunların da ötesinde başkaca bir anlam ifade etmektedir. Misâk-ı Millî, geniş manada, XIII. yy’da Türklere yeni ufuklar açan Hacı Bektaşi Veli’nin veciz sözü ile bütünleştirebileceğimiz şekliyle “eline, beline ve diline sahip çıkmak”,[46] dar manada ise Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından sonra, millî özelliklere sahip bir Türk Devleti’nin kurulması ve bağımsız bir yapıya kavuşması hususunda uyulması gereken ilkelerdir.[47] Bu da yok edilmek istenen bir milletin “ideal”i olarak karşımıza çıkmasıdır.

Çünkü, Misâk-ı Millî uzun yüzyıllar yaşatılan, Türk devlet geleneğinin özümsenerek hayata geçirilmiş bir örneğini teşkil etmektedir.

Diğer milletlerin ve devletlerin geliştirdikleri idealleri (Grek Projesi, Megali İdea, Büyük Bulgaristan, Büyük Suriye, Büyük Ermenistan vs.) dikkate alınırsa, Misâk-ı Millî’nin de Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları içinde, yeniden var olmak mücadelesi veren “millici” bir zümrenin yeşerttiği bir ideal manzumesi olduğu kabul edilmelidir. Milli Mücadele Dönemi’nin millî politikası olarak değer kazanan ve bir anlam ifade eden Misâk-ı Millî, bu devrede diğerlerine nazaran, “yayılma siyaseti” değil de bir “savunma siyaseti” olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira; Misâk-ı Millî’nin muhtevâsı dikkate alınırsa, doğrudan doğruya Türkiye’nin o günlerde içine düştüğü durum ve bu durumdan nasıl kurtulacağını gözeten ilkeler ön plana çıkmaktadır. Düşüncemize göre, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ise bu dönemin savunma politikalarının “parola”sından başka bir şey değildir.

Milli Mücadele Dönemi şartlarında belirli bir çerçeveye oturtulan Misâk-ı Millî, o dönem ile sınırlı tutulmamalıdır. Somut bir kavram veya değişmez ilkeler manzumesi olarak değerlendirilir ve bu şekilde bir rol biçilirse büyük bir yanılgıya düşülmüş olunur. Çünkü, başlangıçta “eldeki mevcut sınırların muhafazası” şeklinde ortaya çıkan Misâk-ı Millî, asla somut bir kavram olarak değerlendirilmemelidir. Atatürk’ün bu konudaki değerlendirmesi günümüz için de hala geçerliliğini korumaktadır. O; “Misâk-ı Milli’nin asli özellikleri kesin sonuca ulaşacağımız güne kadar devam eder.” sözleri ile geliştirilmesi ve asla vazgeçilmemesi gereken bir düsturdan bahsetmektedir. Ayrıca, “.Efendiler arazi meselesi ve hudud meselesi Misâk-ı Milli’nin ma’lumu aliniz, birinci maddesinin da’ire-i şumûlundedir. Misâk-ı Millî şu hat bu hat diye hiçbir vakitde hudud çizmemişdir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Hey’et-i Celile’nin isabet-i hazırıdır. Yoksa haritası mevcud bir hudud yokdur.”[48] diye bahsedilmesi geleceğe yönelik ifadeleri çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Burada dikkati çeken bir başka husus da ulaşılması amaçlanan sonuçlar bakımından “zaman-mekan” sınırlamasının olmamasıdır. Zaman- mekan sınırlamasının söz konusu olmaması ile ilgili olarak Atatürk: “.Efendiler ! Teşkilat-ı milliyemizin bugün takip ettiği gaye vatanın inkısamdan ve milletin esaretten tahlisine matuftur.

İnşallah zaman-ı karibde teşkilat-ı milliye bu gayenin istihsali ile deruhte ettiği vazife-i vataniyesini ifa edecektir. Fakat vazifesini ikmal etmiş sayılacak mıdır? Bence bundan sonra da pek mühim vazife-i vataniye ve milliyemiz vardır. Ezcümle ahval-i dahiliyemizi ıslah ile milel-i mütemeddine meyanında faal bir uzuv olabileceğimizi fiilen isbat etmek lazımdır..” diyerek, konuya bu şekilde açıklık getirmiştir.[49]

Atatürk’ün “Teşkilat-ı Millimizin bugün takip ettiği gaye” diye tarifini yaptığı Misâk-ı Millî, bilakis “soyut” bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Hatta günümüze etki yapacak, devleti yönlendirecek bir millî politika özelliği de ön plana çıkartılmalıdır. Atatürk’ün millî politika olarak tanımladığı “Misâk-ı Millî” fikriyatının esasını “istiklal-i tamme” oluşturmaktadır. Atatürk, Misâk-ı Millî’den ilhâm alarak istiklâl-i tamm fikrini izah ederken; “.. Biz; yaşamak isteyen, onur ve şerefi ile yaşamak isteyen bir milletiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve kanını sonuna kadar akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığımızın sağlanması ve devam ettirilmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” şeklinde bahsetmektedir.[50] O halde, Atatürk’ün yukarıda sıraladığı hususiyetlerin hepsinde başarı temin etmek şarttır. Bunlardan birinde başarısız olmak, istiklal-i tamm fikrine dolayısıyla Misâk-ı Millî idealine ulaşılmasını da engelleyecektir.

Atatürk, istiklâl-i tamme fikrinin gerçekleşmesi hususunda askerî ve politik istiklalin temini ile birlikte o dönemin güç şartları içinde iktisadî, adlî, malî, kültürel (harsî) manada da bir çalışma içine girmiş ve büyük bir mesafe kat etmiştir. Bu çalışmalar sırasında Misâk-ı Millî’den kesinlikle ödün verilmemiştir. 21 Şubat-12 Mart 1921 tarihleri arasında cereyan eden Londra Konferansı’nda Ankara Hükümeti’ni temsilen İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerle ikili anlaşmalar yapan Bekir Sami (KUNDUH) Bey’in durumu ve Misâk-ı Millîye aykırı özellikler taşıdığı gerekçesi ile anlaşmaların mecliste şiddetle tenkid edilmesi[51] Misâk-ı Millî fikrinin Mustafa Kemal ve gerekse Büyük Millet Meclisi’nce ne kadar titizlikle savunulduğunu göstermesi bakımından büyük bir önem taşır. Bekir Sami Bey’in gerçekleştirmiş olduğu ikili anlaşmalarda Türkiye’nin iktisadî ve malî çıkarlarına büyük bir ipotek konulduğu, I. Dünya Harbi’ne girerken kaldırıldığı ilan edilen kapitülasyonların sanki tekrar hortlatıldığı görülmekteydi.[52] Bu yüzden Bekir Sami Bey Ankara’ya döndüğünde çok zor durumda kalmış ve istifa etmek mecburiyetini hissetmişti.[53]

İngilizlerle yapılmış olan “Üsera Mübadelesi” Anlaşması da adlî manada istiklalimizi hiçe sayan ve eşit şartlarda gerçekleştirilmiş bir anlaşmadan çok uzak hükümler içeriyordu.[54] Çünkü, tüme-tüm bir anlaşma özelliği taşımamaktaydı. Anlaşmanın içeriğini ise İngilizlerin dikte ettirdiği şartlar oluşturuyordu.

İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar ile yapılan anlaşmaların hepsi Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilmiş, bunların yerine Türk Milleti’ne hayat hakkı tanıyan, hukukunu meşru kılan anlaşmalar gerçekleştirilmiştir. Başlangıçta dikkate bile alınmayan Misâk-ı Millî, ilgili devletlere kabul ettirilmiştir. Nitekim, İngilizler ile 23 Ekim 1921 tarihinde esir mübadelesine ilişkin yeni bir anlaşma gerçekleştirilmişti. Bu anlaşma ile Ankara Hükümeti’nin İstanbul Temsilcisi ve Kızılay’ın (Hilal-i Ahmer) II. Başkanı Hamid Bey “tüme tüm” esasına göre esir mübadelesi gerçekleştiriliyordu.[55] Yine aynı tarihlerde Fransızlar ile Ankara İtilafnamesi’nin gerçekleştirildiğini görmekteyiz.

Bekir Sami Bey’in Londra’da gerçekleştirdiği anlaşmalarının tahlili, Ankara Hükümeti’nin Misâk-ı Millî’yi bir politika olarak uygulanmaya soktuğunu ve herhangi bir şekilde ödün vermediğini açıkça göstermektedir.

Çeşitli akımların etkisi altında kalmadan millî benlik bilincine vakıf nesiller yetiştirmenin yegane şartının millî eğitim seferberliği ile mümkün olabileceğini idrak eden Mustafa Kemal (ATATÜRK), Sakarya Muharebesi öncesinde 15 Temmuz 1921 tarihinde Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi baş yazısında, “.Üçüncü Yunan taarruzunun en ateşli zamanlarında, öğretmen ordusunun geleceğiyle meşgul bulunuyor. Bu necib ve ulvi misal Türk tarihinin misli ender bulunan kıymetli hatıralarından biri olacaktır..” şeklinde bahsettiği Maarif Kongresi’nin dünya tarihinde de benzeri bulunmayacak bir örneğine işaret ediyor ve en buhranlı dönemlerde bile millî eğitimin önemini vurguluyordu.[56]

Mustafa Kemal’i böyle bir düşünceye sevk eden ise Misâk-ı Millî’den başka bir şey değildi. İktisadî, politik, sosyal vs. gibi yönlerden istiklale ulaşsa dahi kültürel olgunluğa ulaşmayan ve mazi ile alakalı bağlar kuramayan Türk Milleti’nin büyük felaketler ile karşı karşıya kalmasının kaçınılmaz olacağını en iyi bilenlerdendi. Nitekim; O, “.Özellikle, bizim milletimiz, millî anlayışa sırt çevirmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli topluluklar, hep millî ilkelere sarılarak, milliyetçi ülkünün gücüne dayanarak, kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüzü yitirdiğimiz anda bizi aşağıladılar. Küçük gördüler. Anladık ki suçumuz, kendimizi unutmaklığımızmış” sözleriyle millî benlik, eğitim ve kültür olgunsunun önemini açık bir şekilde vurguluyordu.[57]

Mustafa Kemal, Maarif Kongresi’ni açış konuşmasında kongrede hazır bulunanlardan “Türkiye’nin Milli Maarifini kurmasını” istemiş ve sözlerini şu şekilde sürdürmüştü: “Şimdiye kadar izlenmiş olan eğitim ve öğretim biçimlerinin, ulusumuzun gerilemesinde en önemli nedenlerden biri olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim programından söz açarken, geçmişin asılsız uydurmalarından, yaradılışımıza uymayan yabancı düşüncelerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen her türlü etkiden büsbütün uzak, tarihi ve ulusal varlığımıza uygun bir kültürü öne sürmüş oluyorum. Çünkü ulusal dehamızın tam olarak gelişmesi, ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. Rastgele bir yabancı kültürü kabullenmek, şimdiye kadar peşine takıldığımız yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, (Fikri kültür) ortama uyumludur. O ortam, milletin karakteridir.”

Yine aynı kongrede yeni yetişecek nesillere neler öğretilmesi gerektiği de bir düstur olarak Mustafa Kemal Paşa’nın ifadeleriyle vücut bulur. Bu sözler: “.Onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile ters düşen bütün yabancı unusurlarla mücadele lüzumunu ve millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakârlıkla savunma zorunluluğu telkin edilmelidir.” şeklinde idi.[58]

Eğitim ve kültür seferberliğinin önemli aşamalarından biri de “Misak-ı Maarif” diyebileceğimiz ve bizzat Atatürk’ün emir ve direktifleri ile Mustafa Rahmi (Balaban)’a hazırlatılan “Gazi Hazretlerinin Eğitim Umdesi; Asrî Terbiye ve Maarif” adlı eserdir. Bu eser, 1923 yılında Maarif Vekaleti Mecmuası’nda yayınlanmış ve Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi’ne (Tevhid-i Tedrisat) zemin hazırlamıştır.[59]

Misâk-ı Millî’de hedeflenen bir başka husus da iktisadî istiklal fikridir. Yeni Türk Devleti, bu hususun önemine dayanarak ilk hükümet (İcra Vekilleri Heyeti) bünyesinde İktisat vekilliğini oluşturmuş ve zaferden sonra da İzmir İktisat Kongresi’ni toplamıştı. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar, “İktisat Esaslarımız” başlığı ile açıklanıyor ve “Milletimiz geçmişinden değil, artık geleceğinden sorumludur.” şeklinde devam ediyordu.[60] Kongrede bütün delegelerin ittifakı ile kabul edilen ve 12 maddeden oluşan “Misak-ı İktisadî” Yeni Türkiye’nin iktisadî hedeflerini belirliyor ve çizilen sınırlar dahilinde iktisadî durumun nasıl geliştirileceğine işaret ediliyor, ve şu önemli mesaj ile sona eriyordu: “Her Türk Kadını ve kocası, çocukları iktisadî misaka göre yetiştirir.”

Son olarak, konumuzla yakından alakalı olması dolayısıyla politik istiklal ve onu belirleyen sınırlar üzerinde durulmalıdır.Bilindiği gibi, politik istiklal belirli bir sınır dahilinde vücud bulur ve en basit ifade ile onun muhafazasına çalışılır. Misâk-ı Millî metninde çok açık bir biçimde sınırlardan bahsedilmez. Fakat, birinci madde[61] içinde zikredilen coğrafya ana hatlarıyla belirlenmiş ve Suriye’nin bir kısmını içine alacak şekilde güney sınırlarının bir tablosu çizilmiştir. Bu, Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde halka yaptığı konuşmasında da aynen ifade edilmiştir.

Orada sınırla alakalı geçen ibareler ve M. Kemal’in düşünceleri ise şu şekilde belirginleşmişti:[62] “I. Dünya Harbi’nin sonuçları, devletimizin bir takım fedakarlığa katlanmasını zorunlu kılıyor. Buna göre devlet için millî, yeni bir sınır kabul ettik. Mütareke imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’dan Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü güneyinde Fırat Nehri’ne kavuşur. Oradan Deyr-i Zor’a iner; Daha sonra doğuya kıvrılarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır.”

İkinci maddede Elviye-i Selase (Ardahan, Kars, Batum) ve bu beldelerin geleceğinden bahsedilmiştir. Elviye-i selase toprakları Türk Devleti’nin mütarekedeki kuzeydoğu sınırlarını oluşturmaktadır. Üçüncü madde içinde belirtilen Batı Trakya da Rumeli sınırları hakkında ipuçları vermektedir. Şu halde; yukarıda belirtilen güney sınırları ile doğuda Elviye-i selase ve batıda Batı Trakya’yı da içine alan bir coğrafya, Misâk-ı Millînin söz konusu ettiği sınırları ifade etmektedir, diyebiliriz.

Yukarıda belirtilen topraklar hemen hemen Türk nüfusunun yoğunlukla bulunduğu yerler idi. Yeni Türk Devleti’nin vatan toprakları olarak kabul edilen bu coğrafyada Osmanlı miri sisteminin geçerli olması da ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir husustur.

Bu tarihi zemin ve sınırlar, Türk Milli Mücadelesi’nin de sınırlarını teşkil etmiştir. Aynı zamanda günümüze kadar devam eden meselelerin kaynağı da gene bu alanlar olmuştur.[63]

Türk Devleti’nin hakimiyet sahasının tamamen ortadan kaldırılması veya küçük bir alana daraltılmasına yönelik planlar ve buna dayalı andlaşma tasarılarının gündeme getirilmesi Türk Milli Mücadele Hârekatı’nın başlamasına zemin hazırlamış ve T.B.M.M.’nin sevk ve idaresi ile söz konusu sınırlar dahilinde bir Türk Devleti’nin kurulması fikri geçerlilik kazanmıştı. 11 Mayıs 1920 tarihinde Osmanlı Hükümeti’ne sunulan Sevr Antlaşması’na tepki olarak Ankara Hükümeti, Misâk-ı Millî de dahil olmak üzere geçerliliğini onaylatmak üzere Bolşeviklerle temasa geçmiş ve bir elçilik heyetini Moskova’ya gitmek üzere yola çıkartmıştı. Müttefikler ise Sevr’i zorla Osmanlı Hükümeti’ne onaylattırmak maksadıyla 11 Temmuz 1920 tarihinde Spa Konferansı’nda bir araya gelmiş[64] ve “Andlaşma bugünkü biçimi ile imzalanmayacak olursa müttefik devletler imzalanmasını ve uygulanmasını zorlamak için gerekli görecekleri eylemde bulunacaklardır…” şeklinde bir karar almışlardı. Kimi araştırmacılara göre konferans kararının İstanbul’a ulaştığı tarihlerde, Ankara’da ise T.B.M.M. hummalı bir çalışma içine girmişti. Moskova’ya giden heyet ise 24 Ağustos tarihinde Misâk-ı Millî’nin ilke olarak kabul edlmesinin şart koşulduğu bir andlaşma tasarısını hazır hale getirmişti.[65] Bu da politik manada sınırların muhafaza ve idame ettirilmesi hususunda ne kadar kararlı olunduğunu göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır.

Misâk-ı Millî’de vücud bulan sınırlar ile alakalı olarak üzerinde durulması gereken bir başka husus da yukarıda açıklandığı gibi, soyut bir özellik arzetmesidir. Zira; Atatürk, Misâk-ı Millî sınrlarının sabit olmadığını sırası geldiğinde değişebileceğini de ifade etmiştir. Bu düşünceyi destekler mahiyette olan şu anektot Atatürk’ün muhayyilesindeki sınırları ortaya koymaktadır. Atatürk, Mc Arthur ile yapmış olduğu mülakatta, “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye sınırları içine katacağım.”[66] şeklinde bir açıklama yapar ki; bu, ütopik bir değerlendirme olarak kabul edilse dahi, Misâk-ı Millî’nin ve orada kasdedilen sınırların sabit olmadığını ortaya koymaktadır.

Özellikle Musul Meselesi’nde gösterilen kararlılık ve askerî müdahale hazırlığı içinde bulunulması bu konuda verilecek en güzel örneklerdin biridir. Fakat, İngilizlerin tahrik ve teşvikleri sonucu ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı Musul için yapılacak girişimleri sonuçsuz bırakmıştır. Ayrıca 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ndeki bağlayıcı kayıtların 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile “şartlar değişmiştir” prensibinden hareketle kaldırılması, üzerinde önemle durulması ve düşünülmesi gereken hususlardan biridir.

Misâk-ı Millî dahilinde ele alınan Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı hususunda 1921-1939 yılları arasında Ankara Hükümeti’nin üzerine düşen görevleri büyük bir özveri ile yerine getirmesi ve sınır değişikliğinin gerçekleştirilmesi her türlü takdirin üzerindedir. Bu cümleden olmak üzere Mustafa Kemal’in 2 Kasım 1921 tarihinde kendisini ziyarete gelen Tayfur Sökmen’e söylediği sözler dikkat çekicidir:[67] “Memleketimizin içinde didiştiği davaları biliyorsunuz, dünya bizimde muhasama halinde bulunduğu bir durumdayız. Böyle bir zamanda Avrupa’nın büyük devletlerinden biri olan Fransızlarla bir anlaşma yaptık. İşgal ettikleri Adana, Mersin, Osmaniye, Kilis, Antep’i tahliye edecek ve bize harp malzemesi de verecekler. En mühimi Mersin limanını bize iade edeceklerdir. Bu arada İskenderun Sancağı ve havalisinin de (Hatay’ın da) tahliyesi üzerinden büyük gayret sarfettikse de şimdilik bir şey yapamadık. Ancak orası için hususi bir idare tatbik edeceklerini taahhüt altına alabildik. İnşallah ileride sizleri de kurtaracağız. Şimdi memleketinize giderek çalışırsınız. Bir işiniz olur veya müşkülatla karşılaşırsanız arkadaşlara müracaat edersiniz.” Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi Türkiye, Sancak’ın bir süreliğine vatan topraklarına ilhâkını tehir etmiş gözükmektedir. Yoksa, vazgeçmek diye bir şey söz konusu değildir.

Fransız işgali döneminde çeşitli baskılara uğrayan ve mevcut yönetimden memnun olmayan bir kısım Sancaklı Türk, başta Adana ve Mersin olmak üzere Türkiye’ye göç etmişlerdir. Bunlar arasında Adana’ya yerleşenler 1922 yılında gayri resmi olarak İskenderun ve Havalisi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurmuşlardır.[68] Cemiyet üyeleri Mustafa Kemal’in 15 Mart 1923 tarihindeki Adana ziyaretine siyah bayraklarla katılmışlardır. Cemiyet üyelerinden Affan Efendi’nin siyahlar giymiş kızının “Gazi Baba bizi de kurtar” feyradı karşısında Mustafa Kemal Paşa “Kırk asırlık Türk Yurdu düşman elinde esir kalamaz” cevabını vermişti.[69]

Mustafa Kemal Paşa, hem Tayfur Sökmen’e söylediği sözü hem de Adana’daki sözünü namus sözü olarak telakki etmiş ve davanın bizzat takipçisi olmuştur.

Suriye’de biten manda yönetimi sonrasında Suriye ve Lübnan bağımsız devletlerinin vücuda getirilmesi kararlaştırılmasına karşın 1921 Ankara İtilafnâmesi’ne atıfta bulunulmaması ve İskenderun- Antakya Sancağı’na “Ayrı Varlık” statüsü tanınmaması, Türk-Fransız münasebetlerinde önemli bir kıriz yaratmıştı. Söz konusu müracaatlara rağmen Sancak Meselesi’nin Fransızlar tarafından sürüncemede bırakılması üzerine Atatürk 6 Ocak günü saat 3:00’te özel treniyle Konya’ya hareket etmiş ve Başbakan İsmet İnönü’yü, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ı, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’yı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı ve Sancak meselesinde yetkili kişileri Eskişehir’e davet etmiştir.[70] Eskişehir’de yaklaşık üçbuçuk saat süren bir toplantı yaptıktan sonra Konya’ya hareket etmiştir.[71] Atatürk Eskişehir-Konya seyahati ile ilgili olarak Hasan Rıza Soyak’a şunları söylemiştir “Bir askeri harekatın başlangıcı gibi yorumlanabilecek şekilde tertip ettiğim bu seyahati; Hatay’daki Türk çoğunluğunun muahedelerle de kabul edilmiş açık haklarını korumak bahsinde ne derece hassas ve azimli olduğumuzu, işin bir takım oyunlarla veya ihmallerle sürüncemede kalmasına katiyen tahammülümüz olmadığını göstermek için ihtiyar ettim ve tertibimi mahsus derhal şayi olabilecek bir yerde, her memlekete mensup birtakım istihbarat memurlarıyla dolu olan bir otelde yaptım. Kısacası Fransızların meseleyi uzatıp dejenere etmeye çalıştıklarını, müstemleke memurlarının şuursuz ve insafsız hareketlerini gün geçtikçe arttırdıklarını, bizim Hükümetin de işi, lüzumu kadar sıkı tutmadığını görüyordum. Davamız, böyle sürümcemede kaldıkça bilhassa Türk ahaliye reva görülen şiddetli baskı devam ettikçe, bir gün içeride (Hatay’da) büyük ve kanlı bir hadise zuhur edebilirdi; bu yüzden iki taraf, hiç istemedikleri halde silahlı bir çatışmaya sürüklenebilirdi. İşte bu hal ve ihtimalleri ortadan kaldırmak, herkesi vaktinde ikaz etmek içindir ki, harekete geçtim; başka bir ifade ile ben bu hareketi, memleketi harbe sokmak için değil, tam tersine ondan kurtarmak için yapmış bulunuyorum. Yoksa Türkiye’yi isteyerek bir harbe sokmaya hakkım olmadığını biliyorum” demiştir. Hasan Rıza Bey’in silahtan başka çare kalmazsa sorusuna ise davanın kendi şahsi davası olduğunu onun içinde işin silahlı bir hareketle halledilmesi gerekirse Cumhurbaşkanlığı görevinden ve milletvekilliğinden istifa ederek Hatay’a gidip meseleyi savaşarak halledeceğini belirtmiştir.[72]

24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Andlaşması ile ulaşılan sınırların dışında kalan Türk dünyası ile söz konusu olacak ilişkilerin düzenlenmesi de Misâk-ı Millî’nin en önemli özelliklerinden biridir. Atatürk’ün, 29 Ekim 1933 tarihinde altını önemle çizdiği esaslar, Misâk-ı Milli’nin siyasî ve kültürel hedeflerini ve sınırlarını da belirtmektedir. Bugünkü hükümetlerin yegane düsturu olması dileğiyle Atatürk’ün bu veciz sözünü aynen yayınlıyoruz:

“.Bugün Sovyetler birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür.

Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.”

* * *

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “Türk Devleti devamlılık ve bütünlük arzeder” ilkesinden hareket edilirse, Osmanlı Devleti’nin mirası üzerinde, millî esaslar gözetilerek kurulmuş bir Türk devletidir. Misâk-ı Millî de yeni kurulan Türk devletinin dahilî ve haricî millî siyasetidir.

Misâk-ı Millî; yeni Türk Devleti’nin kuruluş aşamasında, “Türkleri Anadolu’dan da söküp atmak” isteyen ehl-i salibe karşı oluşturulan topyekûn bir direnişin adı olduğu gibi, aynı zamanda Türklerle meskûn olan coğrafyanın ve sınırlarının da müdafaası anlamına gelmekte idi. Bu düşünce, yukarda zikredildiği gibi, Misâk-ı Millî’de kesin çizgileri ile belirlenmemiş dahi olsa Misak-ı Millî sınırlarına ulaşmada önemli bir itici güç olmuştur.

Misâk-ı Millî’den mülhem, ulaşılan sınırlar dikkate alındığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin 610 km. uzunluğundaki kuzeydoğu sınırının tespit ve tanzimi 16 Mart 1921 tarihli Moskova Andlaşması ile gerçekleştirilmiş ve 13 Ekim 1921 tarihinde söz konusu edilen Kars Andlaşması ile de Ermenistan, Gürcistan ve Nahcivan dolayısıyla Azerbaycan’a teyid ve tescil ettirilerek geçerlilik kazandırılmıştır. Burada aslolan Batum’un sınırlarımız dışında kalmış olmasıdır.

Türkiye-İran sınırı, uzun dönem devam eden Osmanlı-İran mücadelelerinden sonra tabii halini almış ve çok küçük değişikliklerle de günümüze kadar devam etmiştir. (1877-78 Osmanlı Rus Harbine kadar Türk sınırları içinde yer alan Kotur Kasabasının İran’a geçmesi ve sınır değişikliği yapılması gibi.)

Bugünkü şekliyle Türkiye-İran Sınırı, 454 km. uzunluğunda olup, etnolojik yönden aynı milleti ikiye bölmekte, İran Azarbaycan’ı bölgesinde, on altı milyon Türk nüfusu yaşamaktadır. Sınır, jeopolitik, stratejik ve teopolitik bakımlardan büyük bir önem arzetmekte olup Türkiye Cumhuriyeti ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki rejim farklılığından kaynaklanan ideoloji transferi, bu bölgede yoğun bir şekilde kendini göstermektedir. Özellikle; İran’ın, Türk sınırına yakın bölgelerde hatta Türkiye Cumhuriyeti topraklarında gerçekleştirdiği faaliyetler ve seçtiği hedef kitleler büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Diğer taraftan, P.K.K. terör örgütünün sınıra yakın İran coğrafyasında barındırılması, İran’ın Türkiye üzerindeki tehditlerini daha belirgin bir hale getirmektedir.

Türkiye-Irak sınırı, Kelşim Geçidi’nden başlayıp Türkiye-Suriye sınırının kesişim noktası olan Dicle-Habur Çayı kavşağında son bulmaktadır.

Yaklaşık olarak 331 km. uzunluğunda bulunan Türk-Irak sınırı da “Arazi ve sınır meseleleri, aynı zamanda o arazi üzerindeki insanların mukaderatı meselesidir” ilkesinden hareketle, Türk nüfusunun ikiye bölünmesine sebep olan sınırlardan bir bölümünü oluşturur. Özellikle, Musul, Kerkük ve Süleymaniye bölgelerinde yoğun bir şekilde bulunan Türkler, 1926 Ankara Andlaşması dolayısıyla sınır ötesinde kalmıştır. 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Andlaşması ile sonuçlanan politik mücadelede Türkiye hem Musul ve havalisini hem de buradaki Türklerin mukaderatını 1951 yılına kadar Irak’ı mandası altında bulunduran İngiltere’nin, daha sonra da müstakil bir yapıya kavuşan Irak’ın insafına terketmiştir. Zira, bu bölgede bulunan Türklere karşı yapılan muamele, uluslararası hukuka ve buna dayalı olarak yapılan andlaşmalarda belirtilen hususlara büyük bir tezat teşkil etmektedir.

Türkiye-Irak sınırındaki en önemli sınır ve gümrük kapısı ise Habur Kapısı olup son zamanlarda sınır bölgesinde meydana gelen olaylar ve yeni politik oluşumları yaratma gayretleri, bölgeyi devamlı surette gündemde tutmaktadır. Özellikle, otorite boşluğundan dolayı bölgede yuvalanmış olan P.K.K. terör örgütünün, Türkiye’nin sınır güvenliğini önemli ölçüde tehdit eder hale gelmesinden sonra yapılan askerî harekatlar ve alınan tedbirler sayesinde temizlenmeye, sınır güvenliği teminat altına alınmaya başlanmıştır.

P.K.K terör örgütünün Türkiye’nin sınır güvenliğini ve ülke bütünlüğünü tehdit altına almak istemesi, yukarıda işaret edildiği gibi, başta komşu devletlerin ve bölge ile alakası olan bazı devletlerin takip ettikleri politikalarının bir ürünüdür. Türkiye-Suriye sınırı, güney şeridinde yaklaşık 877 km. uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun sınırı konumundadır.

Türkiye-Suriye sınırı ve ötesi, 1920 yılı ile birlikte sunî bir şekilde yeşertilen Suriye Devleti ve özellikle Hafız Esad yönetiminin ideolojisi dolayısıyla önemli tehdit merkezlerinden birisini oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nin mirası üzerine oluşturulan yeni sınırlar sebebiyle sınırların ötesinde kalan Türklerin, oralarda baskı rejimi altında asimilasyona tabii tutulması gibi hadiseler yanında, P.K.K. terör örgütü başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde faaliyette bulunan terör guruplarının himaye edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yakından takip edilmektedir.

Türkiye-Suriye sınırının büyük bir bölümü demiryolu güzergahı dikkate alınarak oluşturulan yapay bir sınır özelliğini taşımaktadır. Türkiye-Suriye sınır tespiti, 20 Ekim 1921 Andlaşması esas olmak üzere 5 Haziran 1926 ve 23 Haziran 1939 Ankara Andlaşmaları ile gerçekleştirilmiştir. Türkiye- Suriye sınırı Misâk-ı Millî doğrultusunda takip edilen yoğun siyasetle değişikliğe uğrayan yegane sınır olup, Hatay’ın anavatana iltihakı dolayısıyla Türkiye topraklarına 5402.6 km2 daha ilave edilmiş, bu durum ise sınır değişikliğini gündeme getirmiştir. “Büyük Suriye” özlemi içinde bulunan Suriye yönetiminin Türkiye ile olan münasebetlerindeki en önemli meseleler; haritalarında kendi sınırları içerisinde göstermeye özen gösterdikleri “Hatay” ile “Su Meselesi”dir.

Türkiye’nin Avrupa yakasındaki Trakya sınırları, Yunanistan ve Bulgaristan ile çizilmiş olup, Lozan Barış Andlaşması ile tespit ve tescil edilmişlerdir.

Yaklaşık 212 km. uzunluğundaki Türkiye-Yunanistan sınırı, sakin bir görünüm arzetmesine karşın, karasuları ve kıta sahanlığı dolayısıyla Türkiye ile Yunanistan arasındaki meseleler gün geçtikçe yoğunluk kazanmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise hiç şüphesiz, Yunanistan’ın “Megali İdea”sını gerçekleştirmek pahasına ortaya koyduğu uzlaşmaz ve yayılmacı politikalarıdır. Batı Trakya’daki Türk azınlığının sahip olduğu haklarının kısıtlanması, en tabii hak ve hürriyetlerinin ortadan kaldırılarak uluslararası hukuk kurallarının çiğnenmesi, Türk-Yunan uyuşmazlığının belki de en önemli hususunu teşkil etmektedir. Yine uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde tespit edilen karasularının Yunanistan tarafından tek taraflı olarak 12 mile çıkartılmak istenmesi, iki taraf arasında politik gerginliğin artmasına sebep olmaktadır. Hatta; Türkiye, böyle bir uygulamayı, Adalar Denizi’nde boğulması ve Kıbrıs ile hemen hemen alakasının kesilmesi anlamına geldiği için savaş sebebi görmesi, meselenin ciddiyetini bir kat daha artırmaktadır.

Türkiye-Bulgaristan 1913 İstanbul Andlaşması esas alınarak Lozan ve 1925 tarihli dostluk ve saldırmazlık andlaşması ile tescil edilmiştir. Yaklaşık olarak 269 km uzunluğundadır.

Türk-Bulgar Sınırı 1913 İstanbul Andlaşması’na kadar devamlı surette Türkiye aleyhine bir Bulgar genişlemesine sahne olmuş, bu andlaşma ile de Osmanlı Devleti, Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bırakmak zorunda kalmıştır. 6 Eylül 1915 tarihinde yapılan Sınır Tashihi Andlaşması ile de Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’ı, Doğu Trakya’nın batı şeridinden bazı toprakları vermek suretiyle, içinde bulunduğu ittifak halkasına dahil etmek istediği görülmüş ve bu verilen taviz 24 Eylül 1918 tarihli Müttefikler Arası Berlin Andlaşması hükümlerine kadar devam etmiştir. Bu andlaşma ile Bulgaristan elde ettiği geniş toprak kazancına karşın Türkiye lehine Trakya sınırında bazı düzeltmelere gitmiştir.

Türkiye-Bulgaristan sınırının tespitinde söz konusu olan Bulgaristan’daki Türk varlığı Türk- Bulgar yönetimlerini zaman zaman karşı karşıya getirmiş ve bu arada yüzyıllık bir dönem içinde söz konusu olan üç büyük göç dalgası ise Türkiye’yi oldukça etkilemiştir. Özellikle, demirperde ülkeleri içerisinde yer aldığı dönemde, önemli derecede kimlik sıkıntısı çeken ve bu yönde büyük bir baskı altında tutulan Bulgaristan Türklüğü’nün uluslararası hukuka dayalı olarak gerçekleştirilen andlaşmalardaki hak ve imtiyazları, iki ülkenin en önemli meselesi olarak karşımıza çıkmaktadır.[73]

Doç. Dr. Mesut AYDIN

İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 57-70


Dipnotlar :
[1] İbrahim Kafesoğlu, Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihi Temeller, İstanbul 1983, s. 39.
[2] Atatürk, Nutuk I, İstanbul 1970, s. 12.
[3] Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul 1981, s. 37 vd.
[4] Daha geniş bilgi için bkz. M. Tayyib Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken I, Ankara 1959, s. 138 vd.
[5] Cevad Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, İstanbul 2000, s. 105 vd.; Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürkle Beraber I, Ankara, s. 114 vd.
[6] Rumi/Mali takvimine göre 10 Temmuz 1919 tarihine isabet etmektedir. Milâdi takvimle aralarında 13 günlük bir fark mevcuttur.
[7] Misâk-ı Milli metnine esas teşkil etmesi bakımından Erzurum Kongresi kararları için bkz. Bekir Sıtkı Baykal, Erzurum Kongresi İle İlgili Belgeler, Ankara 1969, s. 23 vd.;.
[8] Sivas Kongresi Kararları için bkz. Uluğ İğdemir, Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara 1986, s. 113 vd.
[9] Nutuk I, s. 31.
[10] Anadolu – İstanbul arasındaki haberleşmeler ve yazışmalar için bkz. Nutuk I, s. 195-242.
[11] Amasya Görüşmeleri (Mülâkâtı) ve hazırlanan protokoller için bkz. Nutuk I, s. 242 vd.
[12] Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul 1998, s. 331; Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele II, Son Meşrutiyet (1919-1920), Ankara 1998, s.
[13] Son Osmanlı seçimleri için bkz. T. Z. Tunaya, a.g.e., s. 184 vd.
[14] Meclisin nerede toplanması gerektiği yönündeki farklı görüşlerin tartışılması maksadıyla Milli Mücadeleye taraftar tüm kolordu ve tümen komutanlarına 29 Ekim 1919 tarihinde bir çağrı yapılmıştı. Uzaktaki komutanların gelemeyecekleri düşünülerek sonucun kendilerine duyurulması kararlaştırılmıştı. Toplantılar 16 Kasım 1919 tarihinde başlayıp 28 Kasım 1919 tarihine kadar etmiştir. Sivas Mekteb-i Sultânîsinde yapılan toplantıda; Meclisin toplanacağı yer, Meclisin açılmasından sonra Heyet-i Temsiliyenin ve Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin akıbetinin ne olacağı, Barış Konferansının alacağı kararlardan sonra nasıl bir siyasa belirleneceği görüşülmüştü. Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında devam eden toplantıların ağırlık noktasını meclisin nerede toplanacağı konusu teşkil etmişti. Mustafa Kemal, meclisin mutlaka Anadolu’da güvenli bir yerde (Ankara’da) toplanması gerektiğini, sebeplerini izah ederek savunurken, diğer komutanlar İstanbul’da toplanması gerektiğini vurguluyorlardı. Sonunda, Kazım Karabekir’in olayların akışına göre meclisin Ankara’da açılabileceğini fakat öncelikle saltanat merkezi İstanbul’da açılması gerektiği yönünde fikir beyan etmesi, milletvekillerine İstanbul yolunu açmış idi. Fakat, çok geçmeden Mustafa Kemal’in ileri sürdüğü ve ısrar ettiği düşüncesinin ne derece isabetli olduğu görülecekti. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Uluğ İğdemir, Heyet-i Temsiliye Tutanakları, Ankara 1989; Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz I, İstanbul 1993, s. 392; Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi II, Ankara 1992, s. 42 vd; Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar II, İstanbul 1991, s. 166 vd.
[15] Sivas Komutanlar Toplantısında bir takım toplanma merkezleri belirlenmişti. Bu merkezler; Trabzon, Samsun, İnebolu, Eskişehir ve Edirne idi. [Bkz. S. Tansel, a.g.e. II, s. 167] Daha sonra alınan bir kararla toplanma merkezi Ankara olarak belirlenmiştir. Bkz. Atatürk, Nutuk III, İstanbul 1970, s. 1167, Belge No: 214.
[16] Mustafa Kemal’e ulaşan telgraflardan birisi konuyu açıklar mahiyettedir. Burdur milletvekili Hüseyin Baki imzasıyla gönderilen 29 Aralık 1919 tarihli telgrafta: “.İstanbul’da içtima’ eden mebûslar nâmına Aydın Mebûsu Hüseyin Kâzım imzasıyla Hey’et-i Teftîşiye Riyâseti ne gelen telgrafta, en serî vasıta ile Dârü’l-hilâfete gelmekliğim elzemiyeti işâr edilmekde ve bugün de Dahiliye Nezâretinden mevrûd telgrafta dahi ‘azimetim bildirilmekte. Mukaddemâ Hey’et-i Temsiliye nâmına Mustafa Kemal Paşa Hazretleri tarafından vâkî emir ve işâr üzerine nokta-i nazarım ‘arz ve izâh kılındığı halde henüz bu babda bir emir telâkki edilemediğinden işâr-ı devletlerine kemâl-i ehemmiyetle muntazırım efendim.” demektedir. Bkz. Nutuk I, s. 337.
[17] Nutuk I, s. 339.
[18] M. Kemal Atatürk Ankara’ya gelen milletvekillerinin hepsine, “ayrı ayrı, aynı esas noktaları. Günlerce tekrar etmek mecburiyetinde” kaldığını ifade ederek şunları hatırlatmıştı: “.Bir heyet-i içtimâiyenin bekâ ve saâdetinin, ancak emelde ve istihsâl-i âmalde iştirâk-i tamm halinde bulunmasına mütevakkıf olduğunu izâh etdik. “Vatanın halâsı, istiklâlin temini” hedefine müteveccih vahdet-i millîyemizin, esaslı, muntazam teşkilâtın vücûduna ve bu teşkilâtı hüsn ü sevk ve idareye muktedir dimağların, enerjilerin, bir dimağ ve enerji halinde müttehit ve mümteziç bir hale gelmesine vâbeste olduğunu söyledik ve bu münâsebetle, İstanbul’da, açılacak Meclis-i Meb’usânda, kuvvetli, mütesânid bir grup teşkili zaruretini meydana koyduk. Nitekim, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, arzû-yu millî tebellür ettirilmiş ve ifade olunmuştu. Bu kongreler esâsâtına sadık olduklarını beyân ettikleri için milletçe vekil intihâb edilen zevât; her şeyden evvel, bu esâsâta merbût zevâtdan ve bu esâsâtı ilân eden cem’iyete nisbetini gösterir unvânda bir grup yapacaktı: “Müdâfaâ-i Hukuk Cemiyeti Grubu”. İşte bu grup, teşkilât-ı millîyeye ve dolayısıyle millete müsteniden her nerede olursa olsun, milletin mukaddes âmâlini cesaretle ifade ve müdâfaâ edecekti. ” Bkz. Nutuk I, s. 359 vd.
[19] Padişah Vahdeddin’in Damat Şerif Paşa tarafından okunan nutku: “Sayın Senatörler ve mebuslar; Dördüncü seçim döneminin birinci toplantısını açarken Tanrıya dua eder, hepinize, hoş geldiniz, derim. Ülkemin sınırları içinde oldukları halde seçim yapamayan yerlerden mebus gönderilememiş olmasından üzüntü duyduğumu belirtirim. Balkan Savaşı’ndan henüz çıkıldığı ve uğradığımız kayıp ve zararları gidermek için çalışmak gerektiği bir sırada, vatan ve millet çıkarına aykırı olarak, Genel Savaş’a katılmakla henüz yorgunluğunu alamamış olan devletin ve yasını unutamayan milletin uğradığı üzüntü ve felâketler herkesin gözü önündedir. Fakat benim ve milletimin, beraber çalıştığı arkadaşlarına dahi haber vermeden savaşı hattâ dâvet etmiş onların meşrû olmayan hareketlerinin ve savaş sırasındaki kötülüklerinin sorumluluğu dışında olduğu şüphesizdir. Bir ulusun savaşda yenilmesi, onun siyasi varlık hakkını bozamayacağından devletin haklarının ve çıkarlarının korunmasında yasama kurulu ile bakanlar kurulumuzun birlikte çaba harcamaları, hükümetin de akla yakın bütün siyasi teşebbüslerde bulunmaya devam etmesi ve kutsal hayat haklarının korunmasında bütün ulusun birlik ve beraberlik içinde bulunması ile devletimizin bütünlüğünü, milletimizin değer ve onurunu sağlayacak bir barışın elde edilebileceğini ve işgal altındaki illerimizin kurtulacağını Tanrının kayırıcılığından umarım. Bundan ötürü, her türlü ayrılmadan, bölünmeden kaçınılarak bütün ulusal istek ve çabaların felâhı vatan (vatan kurtuluşu) noktasında birleştirilmesi gereklidir.” şeklinde devam ediyor ve “.Memleketin yüksek menfaatlarını herşeyin önünde tutarak, çalışmalarını vatan ve milletin selâmetini sağlamaya yönetmiş olan sorumlu hükümete karşı gerçek yardımcı ve denetici olmanızı tavsiye eder, hiç karamsarlığa kapılmadan üzerinizdeki zor görevi başarmanızı Tanrıdan dileyerek millî meclisi açarım.” temennisiyle sona eriyordu. Sadeleştirilen tam metin için bkz., Mahmud Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet, Ankara 1970, s. 49 vd.
[20] M. Goloğlu, a.g.e., s. 50.
[21] M. Goloğlu, a.g.e., s. 57.
[22] Atatürk, Felâh-ı Vatan Grubunun kuruluşunu ve grupta yer alanları şiddetle tenkit etmişti: “.Efendiler, her görüştüğümüz zat veyahut zevat, bizimle fikir ve kanaatte müttehit kalarak ayrılmışlardı. Fakat, İstanbul meclisinde, “Müdâfaâ-i Hukuk Cemiyeti Grubu” diye bir grup teşekkül ettiğini işitmedik. Niçin? Evet, niçin? Buna bugün cevap isterim!. Çünkü, efendiler; bu grubu teşkil etmeyi, vicdan borcu, millet borcu bilmek vaziyet ve kabiliyetinde bulunan efendiler, imansız idiler… cebîn idiler. câhil idiler. İmansız idiler; çünkü, âmâl-i millîyenin ciddiyet ve kat’îyetine ve bu âmâlin mesnedi olan teşkilât-ı millîyenin salâbetine inanmıyorlardı. Cebîn idiler; çünkü, yegâne istinâdgâh-ı halâsın millet olduğunu ve olacağını takdir edemiyorlardı. Padişaha tekâpu ederek, ecânibe hoş görünerek, mülâyim ve nazik davranarak, büyük gayelerin istihsâl olunabileceği gafletini gösteriyorlardı. Bundan başka, efendiler; nankör ve hodperest idiler. Fikr-i millî ve teşkilât-ı millîyenin, kısa bir zamanda temin ettiği şeref ve mevcudiyeti istisgar ediyorlardı. Vücut bulmuş olan vaziyet ve varlığın sehlü’l-istihsâl olduğunu zan ve vehmetmekle çirkin gururlarını tatmîn sevdasına düşünüyorlardı. Erzurum’da, Sivas’da telâffuz olunmuş, tespit olunmuş bir unvânı aynen kabul etmek zül olmaz mıydı? O unvândan daha mânalı unvân mı yoktu?!. Evet, işittik efendiler; varmış: “Fellâh-ı Vatan grubu.” Bkz. Nutuk I, s. 360 vd.
[23] M. Goloğlu, a.g.e., s. 56.
[24] Bkz. Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücâdele Hatıraları, İstanbul 2000, s. 310.
[25] İsmet İnönü, Hatıralar I, Ankara 1985, s. 183.
[26] Bkz. M. Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II, Ankara 1988, s. 528.
[27] Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da I (1919-1921), Ankara 1981, s. 63.
[28] Hamdullah Suphi Bey tarihî konuşmasında: “Arkadaşlar! Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin bize gönderdikleri Misâk-ı Millî metnini Hüsrev Beyefendi okudular. Aramızda müzakereye başlamadan evvel bir noktanın tasrihini elzem addediyorum. Türk vatanı aleyhine tertib edilen suikastin mutlak esaret halinde karşımıza çıkacağını bildiren deliller çoktur. Biz kimleriz? sözlerimizin kıymet ve mahiyeti neden ibarettir? bunları tayin edecek en esaslı şartı temin etmeden, ne desek beyhudedir, ziyandır. Biz, burada yalnız yüzelli, yüzaltmış kişiden ibaretiz. Bir memleket namına söz söylemek için bu kâfi değildir. Her şeyden evvel kabul edilmesi zaruri olan bir karar vardır. onu size teklif ediyorum. Anadoluda, vatan müdafaası için ortaya çıkmış olan kuvayı milliyeyi tanıdığımızı, milli hareketi tasvip ettiğimizi ve bu harekete istinat etmekte olduğumuzu dünyaya karşı ilân etmeliyiz. Şüphe yok ki, koskoca bir memleketin içinde, her düşüncede adama tesadüf olunabilir. Fakat Türk milleti, esareti kabul etmediğini ve etmeyeceğini, herkesin anlamağa mecbur olduğu fiili, beliğ ve mutantan bir lisan ile ifade etmiştir. İçimizi dinlediğimiz vakit, kendimiz nereye tutunuyoruz? Bize ümit nereden geliyor?. Dağınık sürüye yol gösterecek çoban yıldızı, milli bir ümit halinde Anadolu topraklarının üzerinde doğup yükselmiştir. Bugünkü vazifesi vatan müdafaasından ibaret olan Millet Meclisi, bu müdafaada yalnız olmadığını, son vazife için yeni bir mücadelenin lüzum gösterdiği bütün fedakarlıklara razı olarak, mücadele ve istiklâl bayrağını çeken Anadolu hareketiyle, bizim aramızdaki iştirak ve vahdeti kayıt ve ilân etmelidir. Ancak bundan sonra söz söylemek, müzakere etmek, karar vermek hakkını haiz oluruz. Arkadaşlar, fevkâlade vaziyetlerin iltizam ettiği fevkalâde tedbirleri ittihaz etmeğe müstait bir heyet olduğumuzu gösterecek böyle bir karar, müstakbel mesaimizi mümkün kılacak yegane karardır. Size ben her şeyden evvel bu kararı teklif ediyorum.” 22 Ocak 1920 tarihli konuşmanın tam metni için bkz., Merkez Araştırma Ekibi, “İstanbul Meclis-i Meb’usânının Gizli Oturumunda Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Bir Konuşması”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi I/3, (Temmuz 1985), s. 977 vd. ve yine Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dağ Yolu I, Ankara 1928, s. 243.
[29] Atatürk de bu telgrafı doğrulamaktadır. Bkz. Nutuk III, s. 1199, Belge No: 232.
[30] Hüseyin Kâzım Bey’in bu konudaki düşünceleri için bkz. Hüseyin Kâzım Kadri, Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım, (Haz. İsmail Kara), İstanbul 1991, s. 262.
[31] Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, Ankara 1981, s. 131.
[32] M. M. Kansu, a.g.e. II, s. 528.
[33] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım II, İstanbul 1967, s. 515; Rıza Nur’un bu düşüncesi komisyon tartışmalarında pek itibar görmemiş olmalı ki, misâk-ı millî metninde bu tabirin yer aldığını görüyoruz. Ancak sonraki değerlendirmelerde bu tabirin ifade edilmediği ve metinden çıkartıldığını bilmekteyiz.
[34] Ş. Turan, a.g.e. II, s. 82.
[35] Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni Siyasî Hatıralarım II, İstanbul 1993, s. 20.
[36] T. Z. Tunaya, a.g.e., s. 189; S. Akşin, a.g.e. II, s. 318; Hilmi Uran, Hatıralarım, s. 130; M. Goloğlu, a.g.e., s. 81 vd.
[37] Cemal Kutay, Mehmet Şeref Aykut, İstanbul 1985, s. 240 vd; M. Goloğlu, a.g.e., s. 79 vd.
[38] R. Nur, a.g.e. II, s. 519; M. Goloğlu, a.g.e., s. 82.
[39] Örneğin, Vakit Gazetesi “Ahd-ı Millî Programı”, İleri Gazetesi “Ahd-ı Millî’nin Sulh Esasları”, İkdâm Gazetesi “Misâk-ı Millî Programı Sureti”, Tevhid-i Efkâr “Meb’usân Meclisi’nde Millî Haysiyet Şahlanışı” başlıklarını kullanırken, Alemdar’da “Meclis-i Meb’ûsân’da Ruzname Harici İttihadcı Pervasızlığı” başlığına yer vermiştir. [Bu konuda bkz. İlker Alp, “Misâk-ı Milli”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Ankara 1998, s. 192] Ayrıca Refii Cevat Ulunay, 2 Şubatta Alemdar’da “Yeni Bir Yavru Daha: Misâk-ı Millî” başlıklı yazısında; “Bereketi bol olsun, başımıza bir Millî daha çıktı, geceler bir Millî daha doğurdu. Millet anamız yine varlığını gösterdi. Ortaya bir Millî yavru daha attı: (Misâk-ı Millî). Aman Allahım! Telâffuzu ne güç, ne çirkin, ne gayr-ı Milî bir kelime! (Misâk)’ın elifini hafifçe çekti mi (Misâk) gibi bir şey oluyor. Osmanlılık devrinden kalma baba yadigârı ahbap Manokyan Kumpanyasında bir aktör vardır: Hacı Misâk. Bu terkip bana onu hatırlatıyor. Mim’in Yâ’sını aşağı çekerek Sâ’nın Elifini yukarıya uzatarak tecvit üzere okumakta ustalık ve idman isteyen bir iş, hepimiz yapmalıyız. Galiba Millîler yarım düzüneyi geçti: Millî Kongre, Millî Blok, Millî Hareket, Millî Talim Terbiye, Millî Ahrar, etti altı. Şimdi (Millî Misâk) ile tam düzinenin ikmaline girdiğimiz anlaşılıyor. Millî Kongre’nin ne fırıldak olduğunu seçimlerde öğrendik. Millî Blok ta bir nev’i dalavera idi. Millî Hareket değişti, (kaşkariko) oldu. Millî Talim Terbiye de nev’i diğer bir yaldızlı haptı, yutmadık, Millî Ahrar korsan gemisi idi, karaya vurdu. Hulâsa bu Millîlerin ne biçim marifetler olduğunu cümle alem anladı. Acaba Millî Misâk nedir?” Bkz. Nejat Kaymaz, “Misâk-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında”, VIII. Türk Tarih Kongresi, 11-15 Ekim 1976, Kongreye Sunulan Bildiriler III, Ankara 1983, s. 1951.
[40] Meclis-i Meb’usân Zabıt Ceridesi I, Devre IV, İçtimâ Senesi: I, TBMM Basımevi, Ankara 1992, s. 144-145.
[41] Nutuk I, s. 421.
[42] Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, Ankara 1989, s. 8; Seha L. Meray, Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri, Ankara 1977, s. 47 vd.
[43] Daha geniş bilgi için bkz. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, İmparatorluğun Çöküşünden Ulusal Direnişe I, Ankara 1991, s. 61 vd.
[44] Kültür Bakanlığı, Atatürk’ün Milli Dış Politikası I, (Milli Mücadele Dönemine Ait 100 Belge) 1919-1923, Ankara 1981, s. 25.
[45] Nejat Kaymaz, yapmış olduğu teferruatlı araştırmasında, yerli ve yabancı araştırmacılarla hatıra sahiplerinin Misâk-ı Millîye yükledikleri misyonu belirtmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır. Arnold Toynbee; “Bu pakt (Ulusal Ant) salt bir savaş amaçları bildirisi ya da parti programı değildi. Bu üç, dört kuşaktan beri Batı eğitimi gören Türklerin içlerinde beslemiş oldukları duygunun açık bir anlatımıydı.”, Jean Sehliklin; “Pacte National (Missaak-Millie) denilebilir ki, Yeni Türkiye’’in doğuş belgesidir. Ayrıca bir yurttaşlık bildirgesi ve bir güçler birliği sözüdür.”; Emin Muhammed Saîd ve Kerim Halil Sabit; “.Meclis-i Meb’ûsân 28 Ocak 1920’de Misaku’l-Vatanîi’l-Türkîyi ilan etti. Bu Türklerin benimseyebilecekleri barış için temel olarak koydukları kuralların bir toplamı ya da siyasal bilançolarının bir özeti idi”. Daha geniş bilgi için bkz. N. Kaymaz, “TBMM’nde Misâk-ı Millîye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu – II”, Tarih ve Toplum, S. 20, (Ağustos 1985), s. 50 vd.
[46] Burada kasdedilen el, il, devlet demektir. Bel; hudut, sınır (Çamlıbel, Otlukbeli, Esenbeli gibi) manasına gelmektedir ki siyasi hakimiyetin de alanını belirler. Dil ise milleti, birlik ve beraberliği temsil eder.
[47] Mesut Aydın, Misâk-ı Millî ve Yeni Türk Devletinin Sınırları, Malatya 1998, s. 3.
[48] TBMM Gizli Celse Zabıtları III, 6 Mart 1338 (1922)-27 Şubat 1338 (1923), Ankara 1985, s.1318.
[49] Atatürk’ün Milli Dış Politikası I, s. 38.
[50] Atatürk’ün Milli Dış Politikası I, s. 48.
[51] Londra Konferansı ve Bekir Sami Bey’in gerçekleştirdiği ikili andlaşmalar için bkz. M. Aydın, a.g.e., s. 124 vd.
[52] Nutuk II, s. 587 vd.
[53] TBMM Gizli Celse Zabıtları II, 17 Mart 1337 (1921)-25 Şubat 1337 (1922), Ankara 1985, s. 73; İzzet Öztoprak, “Bekir Sami Bey’in İstifası Meselesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, IX/25, (Kasım 1992), Ankara 1993, s. 107.
[54] Tamamen İngilizlerce dikte ettirilmiş bir görünüm sergileyen Bekir Sami-Robert Vansittart arasında imzalanan “Tutsakların Hemen Salıverilmesi için Anlaşma” adlı belgenin birinci maddesinde “kendi istekleri hilafına” Türkiye’de alıkonan Britanyalı savaş esirleri ile diğer Britanya vatandaşlarının hemen salıverilmesi isteniyor. Buna karşın İngiliz makamlarının elinde bulunan Türk savaş esirleri ve sivillerinin yurtlarına iadesine hemen başlanacak fakat “1 Ağustos 1914”te Türk İmparatorluğu’nun parçası olan topraklarda, savaş halinin devamı boyunca, savaş yasalarına veya teamüllerine karşı işledikleri iddia olunan suçlardan veya yaptıkları kırımlardan dolayı, yargılanmaları kararlaştırılmış bulunan kişilere bu maddenin, uygulanamayacağı ifade edilmiş ve taraflar arasındaki hukuki eşitlik ihlal edilmişti. Bu hususta geniş bilgi için bkz. Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri, İstanbul 1976, s. 401vd.; Gothard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara 1971, s. 278 vd.; Ömer Kürkcüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978, s. 175 vd.
[55] B. Şimşir, a.g.e., s. 450; Nutuk II, s. 587 vd.
[56] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1982’ye), Ankara 1982, s. 202.
[57] Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Atatürkçü Düşünce ve Yaklaşım Tarzı, Ankara 1982, s. 25.
[58] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Ankara 1989, s. 19 vd.
[59] Seçil Akgün, Murat Uluğtekin, “Misak-ı Maarif”, Atatürk Yolu, II/3, (Mayıs 1989), s. 287 vd.
[60] A. Afetinan, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923, Ankara 1989, s. 13 vd.
[61] Misâk-ı Millî’nin Birinci Maddesi hakkında bkz, Mete Tuncay, “Misâk-ı Millî’nin 1. Maddesi Üstüne”, Birikim Dergisi, III/18-19, (Ağustos-Eylül 1976), s. 12-16.
[62] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s. 12.
[63] Mustafa Öztürk, “Osmanlı Miri Rejimin Misâk-ı Millî ile Münasebeti”, Beşinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, Değişen Dünya Dengeleri İçinde Askeri ve Stratejik Açıdan Türkiye (23-25 Ekim 1995), Ankara 1996, s. 189 vd.
[64] Osman Olcay, Sevr Andlaşması’na Doğru-Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler, Ankara 1981 s. 597.
[65] Birçok araştırmacı T. B. M. M.’de 18 Temmuz 1920 tarihinde bir toplantı yapıldığı ve bu toplantıdan sonra “Misâk-ı Millî hududu dahilindeki milleti ve vatanı istihlâs etmek” hususunda Misâk-ı Millî’ye sadık kalınacağına dair yemin edildiği ifade etmişlerdir. Nejat Kaymaz, yapmış olduğu teferruatlı araştırma neticesinde bu tarihte Misâk-ı Millî üzerine böyle bir yemin merasiminin söz konusu olmadığını, bunun bir yanlış anlama üzerine daha sonraki araştırmalarda tekrarlandığını ortaya koymuştur. Bkz. Nejat Kaymaz, “T. B. M. M.’de Misâk-ı Millî’ye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu”, I-II/3 Tarih ve Toplum, s. 19-23, (Temmuz-Kasım 1985).
[66] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, İstanbul 1992, s. 52 vd.
[67] Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Ankara 1978, s. 63.
[68] T. Sökmen, a.g.e., s. 66 vd.
[69] T. Sökmen, a.g.e., s. 70 vd.; Hamdi Selçuk, Bütün Yerleriyle Hatay’ın O Günleri, İstanbul 1972, s. 71; Abdurrahman Melek, Hatay Nasıl Kurtuldu, Ankara 1986, s. 9; Nuri Aydın Konuralp, Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi, İskenderun 1970, s. 139; Mehmet Tekin, Hatay Tarihi, Antakya 1933, s. 126; Mehmet Önder, Atatürkle Adım Adım Türkiye XE “, Ankara 1984, s. 9.
[70] H. Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar II, İstanbul 1973, s. 601 vd.
[71] Tan Gazetesi, 7 Ocak 1937.
[72] H. R. Soyak, a.g.e., II, s. 606 vd.
[73] M. Aydın, a.g.e., s. 296 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.