1. Giriş
Karlofça Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa Kutsal ittifakı arasında yapılan ilk antlaşma olması açısından önemlidir. Türklerin tarafsız ülkelerin arabuluculuğunu kabul ettiği ilk durum ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisinin ilk resmi belgesidir. Bu çalışmada, Osmanlı diplomatlarının bu zor durumu nasıl çözdüğünü, itibarlarını ve konumlarını (eşitliklerini) diplomatik ve törensel araçlarla nasıl korumayı başardıklarını anlatacağım. Amacım, bir taraftan antlaşmanın, Osmanlı-Venedik ilişkileri açısından önemini göstermek, diğer taraftan görüşmelerin yöntemleri ve merasimiyle ilgilenmektir. Kaynaklarımız görüşmelerle ilgili detaylı ve eşsiz tanımlamaları içermektedir. Bunlar sadece diplomasi ve törenin araştırılması için değil, aynı zamanda günlük yaşamın tarihinin bakış açısı için de önemlidir.
Karlofça barış konferansı sürecini ilk olarak Venedik Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki antlaşmayı iki İtalyan kaynağını[1] temel alarak inceleyeceğim. İlki basılmış bir kaynak. Bu, Venedik Cumhuriyeti Büyükelçisi Carlo Ruzzini’nin,[2] “Relazione del Congresso di Carloviz e dell’Ambasciata di S. Carlo Ruzzini Cav.”[3] başlığı altında basılan 16 Aralık 1699 tarihli raporudur.
Deneyimli bir diplomat olan Ruzzini, bu raporda antlaşmanın diplomatik zeminini, görüşmelerin sürecini, barışın muhtemel sonuçlarını, Habsburg İmparatorluğu’nun durumunu ve bunun bir parçası olarak Macaristan ve Transilvanya’nın (Erdel) koşullarını detaylı bir şekilde anlatıyor. Daha sonra Venedik’in Avrupa ve Osmanlı politikasındaki yerini dikkatle anlatıyor ve buna dayanarak antlaşmadan sonra izlenecek politik yöntemi gösteriyor.
Diğer kaynağımızın tanımı daha zor. Bu kaynak, farklı el yazmalarında[4] kullanılmaya devam etti, fakat yazarı bilinmiyor.[5] Kullandığım versiyonda, 36 kitap yaprağı (folios) uzunluğunda. Bu kaynak, antlaşmanın Ruzzini için ilginç olmayan dış yönlerini de vurgulayarak daha detaylı bir anlatım sunuyor. Aynı zamanda kampı, görüşme salonlarını, konferansa katılanları, onların kıyafetlerini ve maiyetlerini, çeşitli ziyaretleri, antlaşmanın kapanış törenini ve bunlardan sonraki eğlenceleri de anlatıyor.
2. Karlofça Antlaşması’ndan Önceki Dönemde Osmanlı İmparatorluğu ve Venedik Cumhuriyeti’nin Durumu ve İki Devlet Arasındaki İlişkiler
Venedik Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişki başlangıçtan itibaren Akdeniz’e hakim olmak amacı ile kesin bir rekabete dayanır. Bu rekabet ki birçok olayda vuku buldu fakat savaştıkları dönemlerde dahi iki ülkenin, çoğunlukla ticari ve diplomatik ilişkileri iyi oldu.
Bu durumun ispatı için, bir yüzyıldan daha uzun bir döneme odaklanabiliriz. Bu dönem iki devletin de gerileme döneminde olduğu İnebahtı Savaşı (7 Ekim 1571) ile Karlofça Antlaşması arasındaki zaman dilimidir. İnebahtı savaşından sonra, Signoria[6] müttefikleri İspanya’nın savaşa devam etmek için onlara yeterince yardım etmeyeceğini hissederek, Sultan II. Selim ile Mart 1573’te[7] ayrı bir antlaşmaya vardı. Antlaşmadan sonra, iki imparatorluğun, uzun süreli sakin bir yaşamları oldu ve bu dönem Osmanlıların Girit’e saldırmasıyla sona erdi (1645).[8] Bununla beraber sınır bölgelerinde, kolayca bir savaşa neden olabilecek bazı gerginlikler ve çatışmalar olmasına rağmen, bu dönem nispeten sakin olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde deneyimli Venedikli diplomatlar (ve biraz da Venedik altını) bu problemlerin üstesinden geldiler.
Farklı olan, Sultan I. İbrahim’in (1640-1648) saltanatıydı. Bu dönemde, Kösem Valide’nin[9] gözdesi Anadolu kadıaskeri ve Dalmaçya kökenli amir Yusuf Paşa, Venedik hakimiyetinde bulunan Girit’e saldırdılar ve Türk deniz trafiğini tehlikeye attılar. Girit seferi değişen başarılarla 24 yıl sürdü, fakat en sonunda 1669’da Osmanlı ordusu Saint Mark şehrini tamamıyla bozguna uğrattı. Türkler artık Akdeniz’in hakimi idiler.[10]
Savaştan sonra, askeri ve ekonomik yönden bitkin düşen Venedik, zararlarını tazmin etmeye ve savaş sırasında bozulan ticari ilişkileri yeniden oluşturmaya çalıştı. Bu sebepten dolayı, Osmanlı İmparatorluğu ve Venedik arasında 15 yıldan az süren barıştan sonra Türkler 1683’te Viyana’ya saldırdığında, Venedik zor bir durumdaydı. Venedik için ikilemin nedeni, bu yeni Osmanlı saldırısına karşı koyabilmek için, Papa Innocent XI’den[11] gelen güvenilmez bir yardım sözü ile yeni bir ittifakın doğması fikri idi. Bu zor ve riskli bir karardı, fakat Venedik zaten gerileme döneminde olduğu için bu oluşumun tamamen dışında kalmak istemedi ve Cumhuriyet, Osmanlı’ya karşı biraraya gelen ittifak ülkelerinin gelecekteki gücüne güvenme kararı verdi. Böylece 1684 baharında Linz’de Avusturya, Polonya ve Venedik tarafından Kutsal İttifak kuruldu. Venedik Cumhuriyeti’nin Sultan ile ilişkilerinin tarihinde ilk kez savaş ilan eden taraf Venedik oldu.[12] Kutsal ittifakın üyeleri, işgal edilen veya yeniden işgal edilen toprakların savaştan önce o topraklara sahip olan aynı devlette kalmasında anlaştılar.[13] Savaş, düşmanı bölmek için birçok cephede başlatıldı. İlk beş yıl, askeri açıdan beklentiler çok umutlu göründü. Morosini[14] komutasındaki Venedik donanması Preveze’yi ve Santa Maura adasını ele geçirdi, Mora yarımadasını fethetti ve 1687’de Atina’yı ele geçirdiler. 1688’de Osmanlılar müzakereler için Venedik’e talepte bulundular fakat takip eden sene yapılan görüşmeler başarısızdı. Savaşılan başka bir dönemin ardından, 1693’de bir antlaşma yapmak için bazı girişimler oldu. Savaşın ikinci kısmında, yaşlanan Morosini’nin ölümünden (1694) sonra ve Türk ordusunun hücumlarının alevlendiği Sultan II. Mustafa’nın (1695-1703) devrinde, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı güçlerin aynı anda iki cephede birden savaşmaya zorlanmasından dolayı değişen başarılarla mücadele devam etti.[15] Negroponte’ye yapılan bir saldırıda başarılı olamamaları, Yunanistan ve Dalmaçya’da savaşın şiddetinin hafiflemesi ile savaş Venedik için kendini savunması gereken bir hal aldı. Diğer taraftan, Dalmaçya cephesinde ve Çanakkale Boğazı’nı kuşatarak denizde geçici bir avantaja ulaştılar. Bunlardan dolayı, barışla ilgili ciddi bir talep geldiğinde hiç tereddüt etmeden delegelerini gönderme konusunda anlaştılar.[16]
Bu sırada, 1683’ten beri değişik cephelerde savaşan Osmanlı İmparatorluğu’nun önderleri de seçimlerini barıştan yana kullanmaya karar verdiler. Türklerin Macaristan’dan çıkarıldığı uzun süren Macar savaşlarında da, barışla ilgili başarısız girişimler olmuştu.[17] Ocak 1698’de, içlerinde Reis Efendi ve Babıali’nin en önemli tercümanı Alexandar Mavrocordato olmak üzere,[18] olağanüstü bir divanda barışa karar verdiklerinde durumda değişiklik oldu.[19]
Yazarı bilinmeyen ikinci kaynağımız durumu daha basit bir şekilde anlatıyor. İnsanlar devam eden savaşlardan yorgun düşmüşlerdi ve kayıplarından dolayı ümitleri kırılmıştı ve barıştan başka bir şey dilemiyorlardı.[20] Ruzzini’ye göre değişikliğin nedeni, Türklerin ordularının büyük bir kısmını ve en değerli subaylarını kaybettikleri Zenta savaşıydı (11 Eylül 1697).[21]
Çağdaş tanıklar, Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu bildikleri için Türklerin barış yapma konusundaki niyetlerine güvenebilirlerdi. Ayrıca, Avusturya ve o zamana kadar Osmanlı’nın doğal bir müttefiki olan Fransa arasındaki barışı biliyorlardı (Ryswick Antlaşması, 1697).
3. Tören ve Antlaşmanın Tarafları
Avrupa’daki askeri yenilgilerin bir sonucu olarak Osmanlı İmparatorluğu görüşmelere zayıf bir konumda başlamak zorundaydı. Bu problemli durumda, Sultan II. Mustafa gerekli kadrodan yoksun olduğundan görüşmeler için uygun kişileri bulmak zorundaydı.[22] Sonunda Osmanlı sarayı Reisülküttab’ın memuru olan Rami Mehmet Efendi’yi atadı (kaynaklarda Reis Efendi olarak da adlandırılır).[23]
Kaynaklara göre 46 yaşındaydı, boyu normaldi, yakışıklı, koyu tenli ve siyah sakallıydı. Çağdaşları tarafından iyi eğitimli, akıllı ve bilgili olması ile ayırt edilirdi. Hıristiyanların anlayamadığı birden fazla dil konuşuyordu, örneğin Arapça ve Farsça. Davranışları kibar, akıllı fakat etkisizdi. Bununla beraber, bazen gururu ve kendini beğenmişliği ile kızdırılıyordu; Ruzzini’nin yorumuna göre- bu onun barbar doğasından ileri geliyordu. Barış delegasyonunda, gücünden dolayı diğer delege Alexander Mavrocordato’nun hilelerine rağmen önemli prensipleri kendisi belirliyordu.[24]
Görüşmelerde, Reis Efendi herhangi bir Avrupa dili konuşmadığı için başrolü oynayan kişi Mavrocordato idi. Daha önce de belirtildiği gibi Mavrocordato, Bâbıali’nin baş tercümanıydı ve dahası ‘Özel Temsilci’ konumundaydı. Aslında, Türk diplomasisinin liderlerinden biriydi.[25]
Uzun boylu, beyaz tenli, uzun ve açık renk sakallı, altmış yaşlarındaydı. Raporun İtalyan yazarı, onun Padova’da çalıştığı, felsefe ve tıp dalında Bologna’dan mezun olduğu gerçeğini belirtmekte duraksamamıştı. İtalyanca ve Latinceyi mükemmel konuşmakla kalmıyor, bunun yanında Hıristiyan dünyasını ve Avrupa saray uygulamalarını da biliyordu ve dahası davranışlarında cesur olduğu kadar akıllı, yetenekli ve yaratıcıydı.[26] Bütün bu özelliklerinden dolayı, Türkler tarafından saygı görüyordu ve ödüllendirilmişti. Gizli amacı, yeteneklerinin, ününün ve antlaşmalardaki deneyimlerinin avantajını, kendisi veya oğulları için veya Eflak ve Boğdan Prensliklerini kazanmak için kullanmaktı.[27]
Gördüğümüz gibi, Sultan ve Osmanlı yöneticileri görüşmeler için uygun kişileri bulabilmişlerdi. Reis efendi ve tercüman bu zor durumda, imparatorluğun çıkarlarını temsil edebilirlerdi ve görüşmeler boyunca saygınlıklarını koruyabilirlerdi. Daha sonra, imparatorluk için bu elverişsiz barışın sonuçlarını ciddi bir sarsıntı olmadan atlatabilmenin fırsatları yatıyordu.
Venedik Cumhuriyeti Carlo Ruzzini tarafından temsil ediliyordu. Raporun bilinmeyen yazarının tanımlarına göre yaşlı fakat yakışıklı ve hoş bir adamdı. Latince ve İtalyancanın yanında çok iyi Fransızca ve İspanyolca konuşurdu ve o zamana kadar ciddi diplomatik deneyimleri oldu, üç sene önce Rusya’nın Türklere karşı olan ittifaka katılması onun diplomatik girişimleri sonucunda gerçekleşmişti. Maiyetinde, tercümanı, Mora konusunda uzman olan sekreteri, Dalmaçya sınırının tanımlanmasında ona yardımcı olan doktoru vardı.[28]
Hazırlık görüşmelerinin sonucunda, tartışmaya neden olan antlaşmanın yeri dışında barış konferansı için her konuda antlaşmaya varılmıştı. İmparatorluklar (Avusturya, Venedik, Polonya) Viyana veya Debrecen’i önerdiler fakat Osmanlılar, Tuna’nın kuzeyinde bulunan herhangi bir yeri, başka bir deyişle düşman topraklarını kabul etmediler. Bu nedenle, Avusturyalılar böyle bir şehrin nimetlerinden vazgeçerek sınırda tarafsız bir bölgeyi kabul etmek zorunda kaldılar. Yıkılmış ve nüfusunun önemli bir bölümünü kaybetmiş olan Karlofça’nın yakınlarında açık bir alanı seçtiler. Ruslar ve Polonyalılar arasında anlaşmazlık olduğundan Kont Marsigli[29] tarafından gösterilen alanı herkesin kabul edeceği konusunda anlaştılar.
Taraflar Karlofça’da kamp kurdular. Müttefik ülkelerinin temsilcileri Petrovaradin tarafında, Türkler Belgrad tarafında kamp kurdular. İkisinin arasında ise arabulucuların yani İngiliz Büyükelçisi William Paget ile Hollandalı Jakob Colyer’in, kampı vardı. İmparatorluğa ait Kont Wolfgang zu Öttingen ve General Leopald Schlick tarafından temsil edilen iki tarafın kampı bir tarafa, Venedik delegesi ise onların önünde diğer tarafa yerleştirilmişti. Nehir tarafında Polonyalı temsilci Kont Stanislaw Malchowsky vardı, yamaçta ise Çarlık Rusyası’ndan Prokop Bogdanoviç Vozhnitsin’e kamp kurulmuştu.[30] Habsburg İmparatorluğu kampı, yaklaşık 2000 piyade ve bir silahlı alay tarafından korunuyordu. Komşu tepelere, nehir kenarlarına ve Karlofça şehrinin yıkıntılarına da yerleştirilen muhafızlar vardı. Güneyde, 180 Alman süvarisi, 100 piyade ve 300 Türk yeniçerisi ve arabulucuların kampını korumak için 200 süvari vardı. İmparatorluğa ait olanların arabuluculara olan uzaklığı ile aynı mesafede 3000 asker tarafından korunan Osmanlı kampı vardı. İki tarafın ordusu da çekildiği için, bu askerler tarafların güvenliğini sağlıyorlardı. Kamplar arasında yürümek yasaktı ve bunun için izin, bazı özel durumlarda veriliyordu.
Görüşmelerin yeri, arabulucuların kampında yapılan, üç kanata bölünmüş büyük ahşap bir evdi. Müttefikler, Osmanlılar ve arabuluculardan oluşan üç tarafın da, iltimas veya ayrımcılık ihtimalini önlemek için ayrı bir girişi vardı. Her katılımcının ayrı bir odası bulunuyordu, ortada bulunan salon ise müzakereler için kullanılıyordu. Ev inşa edilirken, zaman kazanmak amacıyla görüşmeleri yapmak için üç çadır kurmaya karar verdiler. Aynı sebeple, sürekli ziyaretleri önlemek için, büyükelçiler her zamanki kalabalık maiyetleri kendilerine eşlik etmeyecek şekilde en fazla iki tekerlekli arabayla gelebiliyorlardı.
Görüşmeler, kısmen Avusturyalıların acelesinden dolayı, birinci sınıf bir sarayda olduğu gibi törensel değildi, fakat tarafların eşitliğini sağlamak için temel protokollere ve formalitelere önem verildi. Hazırlık çadırlarındaki ilk günde bile, girişe nazik bir şekilde aynı anda ulaşmanın imkansız olduğu görüldü. Bir taraftan, imparatorluk tarafında olanlar arabulucuların giriş için referans verme törenlerini uzun buldular. Diğer taraftan Türkler girmeden önce botlarını çıkartmak için diğerlerini beklettiler. Sonunda ilk gelenin içeri serbestçe girebilmesi ve diğerlerinin gelmesini bekleyebilmesi veya belirlenen yere oturabilmesi konusunda anlaştılar.[31] Geç kalanlar geldiğinde, ilk gelenler selamlamak için ayağa kalktılar ve arabulucular da onları karşılamaya girişe gittiler.
Görüşme sonunda, tarafların kampta olduğu gibi kendi yerleri vardı. Osmanlılar (sağ tarafta Reis Efendi, solda Mavrocordato) Şam işi yastıkların üzerine uzanmışlardı. Reis Efendi’nin arkasında başka bir yastıkta sekreteri bir yastığın üzerine yerleştirilmiş destelerce kağıt ile birlikte oturuyordu. Daha önce yukarıda gördüğümüz gibi, müttefik ülkelerin temsilcileri Osmanlılar ile birer birer görüşüyordu. Türklerin ön tarafına yerleştirildiler, böyle bir durum için özel olarak yapılmış Şam işi sandalyelerde oturdular. Sekreterleri yeşil örtü ile kaplanmış bir masada oturdu. Ortada, kamplardaki konumlarına göre arabulucuların delegeleri William Paget ve Jacob Colyer vardı. İngiliz büyükelçisinin arkasında dolmakalem ve mürekkep ile donatılmış ve yeşil bir örtü ile kaplanmış bir masada, bir taburenin üstünde bir kâtip vardı.[32]
Görüşmelerin uzunluğu, ortaya çıkan problemlerin sayısına ve bu problemleri çözme konusundaki niyete göre değişiyordu. Bazı durumlarda, görüşmeler aralıksız 10 saat sürdü,[33] fakat öğlen arasından sonra taraflardan birinin konferans masasına geri dönmek istemediği de oldu. Bazı temel anlaşmazlıklardan dolayı görüşmeler tıkandığında, taraflar tüm bakış açılarını tekrar düşünmeye zaman bulabilmek için görüşmeleri kestiler ve bir gün sonra devam ettiler.[34]
Görüşme sürecinde yaşanan -şimdi bile benzer bir durumda ciddi bir sorun olabilecek- başka bir zorluk ise yedi farklı ülkeden gelen tarafların ortak bir dili olmaması idi. Tarafların çoğu İtalyanca konuştuğu için, İtalyancayı çalışma dili olarak seçtiler fakat bu durumda bile, imparatorluk tarafında olan delege Kont Öttingen ve Reis Efendi’nin bir tercümana ihtiyacı vardı. Dil sorunları sadece tartışmaları yavaşlatmadı, aynı zamanda bazen hatalara da neden oldu. Antlaşma metni Avrupalılar için Latince, Osmanlılar için Türkçe yazıldı.
4. Görüşmeler
En sonunda, 25 Ekim 1698’de her delege Karlofça’ya ulaştı ve artık kamplarla ilgili teknik sorunlar da çözülmüştü. Bununla beraber, ikili özel görüşmeler 13 Kasım’da başladı.[35] İlk günler karşılıklı ziyaretlerle ve selamlarla geçti. Bunun arkasından hazırlık anlaşmalarını[36] gözden geçirdiler ve müzakerelerin programı üzerinde çalıştılar. Müttefiklerin, önerilerini savaşa ve ittifaka katılmalarındaki kronolojik sıraya göre sunmaları konusunda anlaştılar. Sıra, Avusturya delegasyonu ile başlıyor ve sonra Polonya Kralının temsilcisine, daha sonra Venedik Cumhuriyeti’ne ve en sonunda Rus çarının delegelerine geliyordu.
Kendi aralarındaki görüşmelerde, bütün müttefikler diğerlerinin müdahalesi olmadan görüşeceklerini ve diğer müttefikleri dikkate almadan anlaşmaya varacaklarını onayladılar. Daha sonra, antlaşmanın meşruluğunu garanti etmek için, bütün taraflar kendi yöneticileri tarafından imzalanan resmi delegasyon belgesini gösterdiler. Herkes, dört ülkenin çıkarlarının farklı olduğunu biliyordu.
Türkler, müttefiklerin önerilerini yazılı olarak almayı reddettiler. Sözlü tartışmaları tercih ettikleri açıktır. Zira bu şekilde anlaşmaları yorumlama veya yanlış yorumlama konusunda daha çok olanakları olacaktı ve böylece bazı avantajlar elde edeceklerdi.[37]
Bu zorlukları önlemek için, 7 Kasım’da Avusturya delegesi sekreteri, her katılımcıya arabulucular tarafından da imzalanan, bu bilgiyi içeren bir belge verdi. İkinci ve üçüncü maddelerde belirtildiğine göre, müttefiklerden biri diğerinden önce antlaşmaya varırsa veya barışa karar verirse bu antlaşmayı arabuluculara verecekti. Bu metin, her şekilde değiştirilebilecek ve uzun olmayacaktı.[38]
Bu belge ile Avusturyalıların amacı, öncelikle Fransa’ya karşı yapılacak bir savaştan ötürü en kısa zamanda barış yapmaktı, ikincisi çok hırslı olan Polonya ve Rusya’nın planlarını hafifletmekti ve üçüncüsü Osmanlıların yanlış yorumlarını ve emniyete hasıl olmayan çıkışlarını önlemekti.[39]
Görüşmeler 13 Kasım 1698’den 4 Ocak 1699’a kadar sürdü ve bu süre içinde toplam 29 gün müzakerelerde bulunuldu. Avusturyalıların bir an önce barış yapmak istemelerine rağmen, aslında üç hafta sürmesi planlanan konferans çok daha uzun oldu, üç aydan fazla devam etti. Bu değişikliğin nedeni bu sırada çoğunlukla Venedikliler tarafından çıkarılan zorluklardı.
Hazırlık anlaşmalarına göre ilk ikili görüşme Avusturya ve Osmanlı arasındaydı. Tartışma 13 Kasım’da başladı ve dört günlük görüşme sonunda başarılı bir şekilde barışla sonuçlandı. İlk anlaşma onu takip eden bütün ikili görüşmeleri fazlası ile etkiledi. Çünkü Türkler diğer müttefiklerle, iki İmparatorluk arasında anlaşılan temelde görüşmek niyetindeydi.
Görüşmeler için kabul edilen temel, çoğunlukla uti passidetisdi. Her katılımcı savaşın sonunda elde ettiklerini elinde tutmalıydı.[40] Bu prensibe dayanarak, imparatorluklar nehirlerin, dağların ve diğer belirli coğrafi unsurların arasındaki farklı toprakları belirtmek istediler. Osmanlılar ise tersine -ilk olarak Mavrocordato- konferansın asıl amacının, farklı topraklardan tahliyeyi, kalelerin yıkılmasını ve bakış açılarını anlatmaya olanak sağlayacak benzer konuları tartışmak olduğunu belittiler. Ayrıca iki imparatorluğun arasındaki belirli sınırları kesinleştirmekten bahsetmediklerini,[41] bu işi barış konferansından sonra sınırları tanımlayacak olan yardımcı delegelere bırakacaklarını vurguladılar. Toprakların kullanım yetkisi ile ilgili olarak uti passideties prensibini bozan “etkili sahip olma (effective possession)” ve “kullanım sonucu sahip olma (possession of conseq vena)” arasındaki farkı tanımladılar.[42] Bu tanımlama, eğer bir ülke bir toprağı istenilmeyen bir şekilde elde ediyorsa imparatorluklar arasındaki kıskançlığı ve ayrılığı önlemek içindi.
Osmanlı diplomasisinin usta görüşme metodu -Ruzzini[43] Türk entrikası olarak adlandırıyor- kesin usullerle belirli şartlara bağlı kalmak yerine esnekliğe dayanıyordu. Farklı konularda gerekli olan özel ayrıcalıklar için koşullar değişebilirdi. Bu Osmanlılara imparator ve müttefikleri ile birlikte yardımcı olacak bir avantajdı.[44] Avusturya temsilcileri Osmanlı sarayının karşısında “uti passidetis’in” katı bir uygulamasını dikkate alacağını bildikleri için en azından “quid pro quo” prensibini belirli bir şekilde uygulamaya çalıştılar. Yıkılan her kale veya terk edilen toprak karşılığında aynı miktarı almak istediler. Fakat Avusturya temsilcileri Osmanlıların daha fazla uzlaşmayacağını fark ettikleri için Osmanlıların “uti passidetis” için özel yorumunu kabul ettiler. Osmanlı’nın bu yorumu, öte yandan Kutsal ittifakın diğer üyelerinin nispi zamana uğratıyordu. Dolayısıyla Avusturya dışındaki ittifak üyeleri ortak hareket etme kararı aldılar.[45] İtalyanlar, Avusturya temsilcilerinin topraklara sahip olmaktan ve istihkamdan çok kolay vazgeçtikleri veya onların yıkılmasını kabul ettikleri için hayal kırıklığına uğradılar. Belirli istihkam bölgelerine yerleşimlerin daha sonra delege yardımcıları tarafından yapılmasının kabul edilmesinde Avusturya elçisi ile anlaşmazlığa düştüler (az sayıda toprak ve nehir bölgesi hariç).[46]
Avusturya sonrası Venedik’e geldi.[47] Ruzzini’nin iddiasına göre Osmanlı Devleti, 1698’de daha kabul edilebilir bir antlaşma lehine, keyfi ve basit davranışlarından ve tek tek Avrupa devletleriyle uğraşmak yerine, genel bir uluslararası anlaşmaya ulaşmak şeklindeki yaklaşımından vazgeçmişti. Oysa, Osmanlı’nın şu anki resmi bakış açısı Ruzzini ile örtüşmüyordu, iddia edildiğine göre Osmanlı’nın tutumu prosedür, prensip ve talep açısından eski davranışlarından çok az farklılık gösteriyordu.[48] Bununla beraber, Ruzzini “uti possidetis” bağlamında, Osmanlı için kabul edilemeyecek talepler öne sürdüğünde barış görüşmeleri görünüşte tıkanmıştı. Bu talepler şunları kapsıyordu:[49]
- İlki Mora konusuydu. Venedik tüm alanı istiyordu, dahası oraya bir garnizon kurmak amacındaydı. Reis Efendi, Ruzzini tarafından belirtilen ve Korint körfezi boyunca uzanan sınırı kabul etmek niyetinde değildi, buranın güneyindeki yarımadanın bütün topraklarını imparatorluğa kazandırmak istiyordu. Bu yüzden, Venedik’in garnizon isteğini de geri çevirdi.[50]
- Tartışmanın bir başka konusu Santa Maura adası idi. Burada sorun yukarıda belirtilen Osmanlıların “uti possidetis”in “etkili sahip olma” yorumu ile ilgiliydi.
- Son olarak, görüşmelerin ilk aşamasında, Venedik ve Osmanlı elçileri İnebahtı, Preveze ve Çanakkale Boğazı gibi üç istihkam bölgesinin tahliyesi ve yıkılması konusunu müzakere ettiler. Türkler bu bölgelerin hepsini talep etti.
Ruzzini, Türklerle uzlaşmaya varılabilecek noktaları bulmak için hediyeler, methiyeler ve kurnazlıklar da dahil olmak üzere mümkün olan her türlü diplomatik metodu kullandı. Bunun için, Mavrocodato’nun ve diğer Türk delegelerinin sınırlarla ilgili veya diğer sorunlarla ilgili görüşleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştı.[51] Onlar ise, kendi toprakları ve Mora ile ilgili sorunları çözmeden Dalmaçya konusunda herhangi bir anlaşma yapmak niyetinde değillerdi. İstihkam bölgelerinin yıkılması konusunda konuşurken, Mavrocordato yumuşak bir tonla, eğer Venedik barış istiyorsa bunun karşılığında dostluğun bir işareti olarak sultana bir şeyler vermek zorunda olduğunu ve Venediklilerin Osmanlılara karşı duydukları saygıyı belirtmek zorunda olduklarını söyledi.[52]
Bu nedenlerden ötürü, böyle hassas bir durumda Ruzzini, karar verme sorumluluğundan korkuyordu, bir rapor yazarak kurye ile Venedik’e gönderdi ve Venedik senatörünün fikrini sordu.[53] Herkes, Venedikli elçinin dönmesini beklerken, Ruzzini durumu müttefiklere anlatmaya çalıştı. Öncelikle Avusturyalılara çünkü onlar müzakereleri sonuçlandırdıkları için bu zaman kaybına karşıydılar. Barış görüşmelerinin Aralık’ta sona ermesi gerektiğini bildirdiler, aksi halde konferans dağılacaktı.
O sırada Osmanlı-Venedik görüşmeleri tıkandığı için sıra önce Polonyalı sonra da Rus delegeye gelmişti. Bu iki ülke nispeten hızlı bir şekilde ve ciddi problemlerle karşılaşmadan barış yaptılar.[54] Bu nedenle Venedikli elçi, sorun olan noktalarda müzakerelere devam edebildi.
Gördüğümüz gibi, Türkler ve Ruzzini ne Akdeniz’in doğusundaki topraklar sorunu üzerinde, ne de Dalmaçya konusunda anlaşabildiler.[55] Dalmaçya ile ilgili olarak, Osmanlılar Dalmaçya ve Arnavutluğ’un ayrılmasını ve Dalmaçya sınırının Narenta nehri çizgisinde oluşturulmasını önerdiler.[56] Osmanlıların iki ayrı önerisi daha vardı: İlkinde, özellikle belirsiz bir şekilde formüle edilen her şeye daha sonra keyfi olarak karar verileceğini belirttiler, Venediklilere göre karar verecek olanlar delege yardımcıları idi. İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu ile Dubrovnik şehri arasında bir bağ oluşturacak yeterli bir alanın koruma garantisi altına almaktı. Ruzzini, bu iki öneriyi kabul etmedi, en azından en önemli konularda karara varmak istiyordu. Bunları gelecekte yapılacak ve delege yardımcıları tarafından yürütülecek bir tartışmaya bırakmadan çözüme kavuşturmak istiyordu.[57]
Osmanlılar, Ruzzini’nin önerilerine razı olmadılar. Ruzzini, Venedik’e başka elçiler ve mesajlar göndermesi konusunda zorunluluk hissediyordu. Kurallara uymamaktan dolayı suçlanmak istemiyordu.[58] Görüşmelerin bu aralıklarında, Venedikliler -sadece Ruzzini değil aynı zamanda İmparatorluk sarayında Viyana’nın Venedik Büyükelçisi olan Francesco Loredon da- sürekli olarak Avustruya temsilcilerini, Venedik’i ciddi problemlerinde yalnız bırakmamaları, terketmemeleri ve barışı birlikte yapmaları konusunda ikna etmeye çalıştılar. Kont Marsigli Viyana’dan imparatorun Venedik’i desteklediği konusunda iyi haberlerle geldi, fakat bunun delegeler üzerinde ciddi etkileri olmadı. İmparatorluk delegesi ve arabulucular için yakında baş göstermesi beklenen İspanya krizinden dolayı hızlı bir şekilde barış yapmak, müttefikleri Venedik’in çıkarlarını korumaktan daha önemliydi.[59] Türkler, imparatorluk tarafında olanların acele ettiklerinin farkındaydılar ve bunun sebeplerini biliyorlardı. Sonuçta, onlar da görüşmeleri mümkün olduğunca kısa sürede bitirmek amacında olduklarını belirttiler. Çıkarları konusunda devletler içinde onlar için en tehlikelisi olan Venedik’ten avantaj sağlamak istiyorlardı.[60] Venedik, bir an önce nihai çözüme ulaşılabilmesi için bir çok son tarih uyarılarıyla yüzyüze bırakılmaya çalışılıyordu.
Fakat Venedikli elçiler, sınırların öncelikle Dubrovnik’in çıkarlarına ters düşecek olan Dalmaçya örneğinde olduğu gibi düz bir çizgi üzerinde planlanması konusunda ısrar ettiler.[61] Bu fikri kabul etmeyen sadece Osmanlılar değildi; Dubrovnik Habsburg’un koruması altında olduğu için İmparatorluk tarafında olanlar da bu fikri desteklemediler.[62]
İmparatorluk tarafında olanlar ile Venedik delegeleri bir süre tartışmalara birlikte katılmış olsalar da, Osmanlı üzerinde baskı uygulamak için,[63] Venedik ve Habsburg arasındaki gerilim giderek artıyordu, öncelikle Dubrovnik,[64] ikinci olarak da Venedik’in Fransa’ya yardım etmek için bilerek antlaşmayı sonuçlandırmadığı konusunda yayılan söylenti yüzünden.[65] Bu şartlar altında, imparatorluk tarafında olanların zaman kaybının nedeninin Venedikliler değil Osmanlılar olduğunu anlamaları zordu. Venedikliler, Venedik senatörü tarafından hazırlanan ihlal edilemez prensipleri de suçladılar, onların tepkisi sadece doğru değil aynı zamanda gerekliydi.[66]
Bununla beraber, Venedikliler Ocak’ın ortalarına kadar, Dalmaçya ve Akdeniz’in doğusundaki topraklarla ilgili olarak bazen Avusturyalı elçilerle, bazen de onlar olmadan görüşmelere devam ettiler. Bu süre İmparatorluk tarafında olanlar ile Polonyalı elçiler için yeterince fazla olmuştu. 21 Ocak 1699’da normal bir ziyaret sırasında Polonyalı delege, antlaşmayı sonuçlandırmak için birkaç günlük son uzatmayı ekledi fakat aynı zamanda Venedik olmadan antlaşmayı imzalamayacakları garantisini de verdi. Bununla birlikte, uzlaşmanın önemini vurguladılar ve Venedik’ten daha esnek olmasını ve Osmanlı isteklerini kabul etmesini talep ettiler.
5. Antlaşma
24 Ocak’ta, Rusya büyükelçisi ve Türkler görkemli bir törenle iki sene için ateşkes imzaladıklarında Venedikli delege görüşmelere hâlâ devam ediyordu. Takip eden günlerde İmparatorluk tarafında olanlar Ruzzini’yi ikna etmeye çalıştılar ve onu Venedik olmadan antlaşmaya varmakla tehdit ettiler. Fakat Venedik büyükelçisi tek başına karar verme sorumluluğunu almaya cesaret edemedi ve senatörden gerekli direktifi beklemeyi tercih etti. Bu sebepten, 26 Ocak sabahı İmparatorluk tarafında olanlar ve Polonya temsilcileri, Venedik ve Rus elçileri olmadan antlaşmanın yapılacağı yere törensel bir şekilde ilerlemek zorunda kaldılar.
Bir araya geldiklerinde, sonuçlanmayan konuları; öncelikle Türk-Venedik antlaşması sorununu nasıl çözümleyeceklerini müzakere etmek için bir saat daha kaldılar. Bu durumda Ruzzini, Polonyalı ve İmparatorluk elçilerinin oluşturacağı aynı zamanda Venedik için de geçerli olacak barış koşullarını kabul etmek zorundaydı. Sonuç olarak, Venedik’in Viyana’da görüşmek için altı ayının daha olduğu koşulu ile Venedik yerine de imzaladılar. Bu ek görüşmelerin antlaşmayı sağlayamadığı durumda, Venedik şartları kabul edecekti veya sorunları tek başına çözecekti. Bu antlaşma ile, Venedik Mora’yı aldı, İnebahtı ve Ege Adaları ise Sultan’da kaldı. Dalmaçya sınırları, Dubrovnik’e deniz için geçiti sağlayacak şekilde çizildi.[67]
Antlaşmayı takiben, kapıları açtılar ve İngiliz arabulucu antlaşmanın maddelerini Latince okudu. Daha sonra her delegasyon çevirileri kontrol edip belgeyi imzaladılar ve mühürlediler. Daha sonra birbirlerini selamladılar ve kucaklaştılar. Antlaşmayı ordular da gürültülü alkışlarla ve silah atışlarıyla kutladılar. Antlaşmadan sonra, taraflar Karlofça’da bir hafta daha kaldılar. Bu bir haftayı veda davetlerinde, neşeli ziyafetlerde ve birbirlerini ziyaret ederek geçirdiler.[68] Böylece 25 yıl sürecek antlaşma yapıldı, barış konferansı kapandı ve geriye antlaşmanın onaylanması, zor ve uzun bir iş olan sınırların tanımlanması kaldı.[69]
Bu arada Venedik diplomasisi değişen mektuplarla ve mesajlarla, antlaşmanın koşullarını kabul etmeye karar verdi. Venedikli Signoria, Cumhuriyet tarafından onaylanan antlaşmayı gönderdi. Paget’e göre Dük tarafından imzalanmış, onay “Bana gönderildi ve 23 Şubat’ta elime geçti.” Paget 20 Mart 1699’da Belgrat’tan rapor etti ve imparatorluğun onayları 14 Mart’ta Slankemen’de değiş tokuş edildi. Venedik Senatörü, Ruzzini ile yapılan birçok görüşmede artılarına ve eksilerine karar verilerek Karlofça barışının maddelerini kabul ettiğinde Türkler için olağanüstü bir büyükelçi seçmek amacıyla teklif verdiler ve kabul ettiler (12 Mart 1699). Bu görev için seçilen kişi, Türk-Venedik antlaşmasının resmi onayını yani sonucunu etkilemek için biran önce Babıali’ye gitmek zorundaydı. Lorenzo Soranzo Babıali’ye[70] olağanüstü büyükelçi olarak atanmıştı. Görevi boyunca mahkumların değişimi meselesini halletti, ticari avantajlarla ilgilendi ve ticari antlaşmaları sonuçlandırdı.[71]
6. Antlaşmanın Sonuçları
Karlofça Antlaşması’nda, Kutsal ittifak güçlerinin en zayıfı olan Venedik, ittifakta çok mücadele etmesine rağmen görüşmelerde en azıyla yetindi. Mora, yedi Yunan adası, Suda ve Spinalonga gibi iki Girit kasabası, Butrinto, Caataro, Castelnuova, Dalmaçya sahilinde Risano ve Akdeniz’de Tenos, Venediklilerde kaldı fakat gerekli olan ticari adaları ele geçiremediler.[72]
Bunun ötesinde, deneyimli Venedikli diplomatlar, bu antlaşmanın çok uzun sürmeyeceğinin bilincindeydiler. Ruzzini, Türklerin durumu düzeldiğinde, sınır ülkelerinden birine karşı savaş açacağından emindi.[73] İran, Rusya, Polonya ve Avusturya’nın durumunu bildiği için, Ruzzini Venedik’e saldıracaklarından emin olabilirdi. Donanma cumhuriyeti olarak içlerinde en zayıfıydı, coğrafi olarak Osmanlı’ya en yakın olandı ve Türkler öncelikle Mora için kaybedilen toprakların ve daha sonra da küçük bir devletin saldırarak yenmesinin verdiği utancın intikamını Venedik’ten almak isteyeceklerdi.[74] Ruzzini’nin tek umudu Kutsal ittifakın devam etmesi ve Osmanlı’nın Avusturya ordusu korkusunun Venedik’i koruması idi.[75]
Bu açıdan, Karlofça Antlaşması’nın Venedik için iki önemli sonucu vardı. Öncelikle, ekonomik güçlerinin ve doğu ile ticaretlerinin azaldığının bilincinde olmalıydılar (İngiltere, Hollanda ve Fransa onların yerini alıyordu). İkincisi, dış politikada Venedik tamamıyla Habsburg İmparatorluğu’na bağımlı oluyordu.[76]
Antlaşma Osmanlı İmparatorluğu için de önemli bir olaydı. Batılı yazın, bu antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa politikasında ikinci güç haline geldiğini vurguluyor. Bununla beraber, genelde kabul edilenin aksine diplomatik açıdan Osmanlı İmparatorluğu için belki tam anlamıyla bir yenilgi değildi, Osmanlılar zor bir savaştan, topraklarını olmasa da gururlarını koruyarak çıkabilmişlerdi.[77]
Karlofça’dan sonra, Venedik ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişki yeniden düzenlendi. Venedik, İstanbul’a ‘bailos’[78] gönderdiğinde, 16 yıl aradan sonra diplomatik ilişkileri yeniden kurdular. Barış yukarıda belirtildiği gibi yeni bir Türk saldırısına kadar sürdü. Gerçek değişiklik, ihtilafların son neticesi olan Pasarofça Antlaşması idi. Bundan sonra zayıflayan iki devlet arasında savaş olmadı ve mücadeleli ilişkinin tarihi sona erdi.[79]
Bu çalışmada, Karlofça Antlaşması’nın sürecini ve hazırlıklarını detaylı olarak gördük, konuya özellikle Türk-Venedik ilişkileri açısından yaklaştık. İki temel İtalyan kaynağını araştırarak, görüşmelerin nasıl gittiği, hangi diplomatik uygulamaların ve vasıtaların kullanıldığı, barış konferansı töreninin ne olduğu ile ilgili canlı bir tasvir elde ettik. Yenilen Osmanlı İmparatorluğu’nun, görüşmelerde Avrupa’nın en zayıf devleti olan Venedik’in zararına, gurur ve itibarını nasıl sürdürdüğünü de gördük.
Budapeşte Üniversitesi Türkoloji Bölümü / Macaristan
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 783-791
Iyi günler dileklerimle antlaşmanın gayet aynalasilabilir kaleme alindigini belirtir,calismalarinizda basarilar dilerim.