Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türk’ün Şeref Madalyası: Fetih Hadîsi

0 11.751

Prof. Dr. Ali YARDIM

İnsan vücûdunun hayâtî önem taşıyan hassas organları ve merkezleri olduğu gibi, yer yüzünün de aynı ölçüde önemli ve nâzik bölgeleri mevcuttur. İstanbul, yer yüzünün o nâzik bölgelerinden birisidir ve belki de birincisidir. I. Napolyon’un bir sözü vardır: İstanbul, başlı başına bir memlekettir. Kim orayı elde ederse, dünyâya hükmeder”.[1] XIX. asır başlarında söylenen bu söz, dün ve dünden önce ne kadar geçerli idiyse, bugün de, bu geçerliliğini, bütün tâzeliği ile aynen korumaktadır.

Bir fikrin, bir îman ve ideolojinin coğrafî bakımdan temînat altına alınabilmesi için, onun, stratejik emniyetinin sağlanması gerekmektedir. İnsanlığın hiç de hayrına olmadığını bildiğimiz gayrimeşrû ideoloji ve sistemler bile, ayakta durabilmek ve hattâ genişleyip yayılabilmek için, hayâtî önem taşıyan bu jeopolitik noktaları elde etmeyi hedef edinmektedirler. Nitekim çağımızın milletlerarası çatışmalarında, uçsuz bucaksız düz ovaların değil de; hep, tepelerin, nehirlerin, kanalların ve boğazların kavgasının yapıldığı görülmektedir.

Kaldı ki, bütün dünya insanlığına söyleyecek sözü, götürecek mesajı olan “İslâm îmânı”nın da, kendi îman coğrafyası konusunda bir görüşü, bir plân ve politikası olmalıydı ve vardı da. Bunları, kısa ve uzun vâdeli oluşlarına göre, iki grupta değerlendirmek mümkündür. Ancak, burada onları teker teker ele almak, şu anda bizi, varmak istediğimiz hedeften çok uzaklara götürebilir. Şu kadarını ifade edelim ki, Asr-ı Saâdet döneminde, Peygamber Efendimiz tarafından fethedilmek üzere hedef gösterilen yerler bir hayli yekûn tutmaktadır.[2] Bunların büyük çoğunluğu, Şam ve civârı, Irak ve havâlisi, Kisrâ’nın tantanalı ve debdebeli saltanat ülkesi İran ve çevresi gibi, merkeze yakın, elde edilmesi nispeten kolay ve stratejik önemi ikinci plânda kalan yerlerdir. Bunlar arasında, fethi uzun vâdede gerçekleştirilebilecek olan ve fakat İslâm adına muhakkak fethedilmesi gereken bir şehir bulunmaktadır; Bizans’ın baş şehri Kostantîniyye!.

***

Asr-ı Saâdet Dönemi’nde, Peygamber Efendimiz’in önderliğinde, Arap Yarımadası çemberi içinde İslâm Birliği sağlanıp, yeni kurulan İslâm Devleti’nin temelleri oturunca, bu çemberi yarma ve dışarı taşma fikri ortaya atılır olmuştur. Nitekim, Resûlullah Efendimiz’in ashâbının, zaman zaman, “Önce, İstanbul mu, yoksa Roma mı fethedilecektir? “ şeklinde, İslâm coğrafyasının geleceği hakkında sorular sorduklarını görüyoruz. Meselâ, Ebû Kabîl[3] isimli bir bahâdırın bu konuyla ilgili verdiği haber şöyledir:

“Biz, ashabdan Abdullah b. Amr’ın (ö: 65 /684) bulunduğu bir toplulukta, İstanbul ve Roma’nın fethi konusunu müzâkere ediyorduk. Bu arada Abdullah b. Amr, tuttuğu hadis notlarını sakladığı, kulpları da bulunan, sandığı istetti. Kapağını açtı. Ve, içinden bir evrak çıkararak, şöyle dedi:

Biz, Resûlullah Efendimiz’in huzurlarında not tutar, söyledikleri hadisleri yazardık. Bir def’asında, içimizden birisi sormuştu:

-“Yâ Resûlallah! Önce hangi şehir fethedilecektir: Kostantîniyye mi, yoksa Roma mı?”

Peygamber Efendimiz:

– “önce, Herakliyüs’ün şehri, yâni Kostantîniyye fethedilecektir”[4] buyurdular.

***

Peygamber Efendimiz, pek çok şehir ve ülkenin fethedileceğini sâdece işâret ederlerken, sıra İstanbul’a geldiğinde, “Onu fetheden kumandana ne mutlu” buyurarak, İstanbul’un fethine ayrı bir ağırlık vermişlerdir. İşte, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hususdaki müjdeli haberlerine “Fetih Hadîsi ” diyoruz.

Hadîsin Metni, Tercümesi ve Kelimelerinin Tahlîli

Fetih Hadîsi’nin metni, eldeki bütün kaynaklarda aynı lâfızla rivâyet edilegelmiştir. Rivâyetler arasında bir değişiklik yoktur.[5] Bu durum, hadisimizin, Risâletpenâh Efendimiz’in mübârek ağızlarından çıktığı şekliyle aynen tesbît edildiğini göstermektedir. Metnin, lâtin harfleri ile yazılışı şöyledir:

“Le tüftehanne’l-Kostantîniyye. Ve le ni‘me’l-emîru emîruhâ, ve le ni‘me’l-ceyşü zâlike’l-ceyş”.[6]

Tercümesi: “Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır; ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur!”.

***

Gerek bu konuya dâir neşriyattan okuduklarımız ve gerekse çeşitli şahıslardan zaman zaman dinlediklerimiz, bizi, hadis metninde geçen kelimeler üzerinde durmağa sevketti: Fetih, Kostantîniyye, Ni‘me, Emîr ve Ceyş kelimeleri, hadis metninin çatısını kuran kelimelerdir… İfâde, askerî bir üslûp taşımaktadır. Kelimelerin dizilişindeki âhenk ise, bir i’câz şâheseridir. Yaptığımız tercümeler, aslının yanında, son derece yetersiz, cansız ve sönük kalmaktadır. Her şeye rağmen bu kelimeleri teker teker ele almak, hem metni daha yakından anlamağa, hem de tercümeler arasındaki küçük değişikliklerin nereden kaynaklandığını görmeğe yardımcı olacaktır:

a) Fetih: Lügat mânâsı ile ” kapalı nesneyi açmak ” demektir. Askerî bir tâbir olarak, “Küffârdan zorla ülke ve memleket almak” mânâsında kullanılır; zafer ve nusret anlamına gelir. Bir başka deyişle “Fetih; bir ülkeyi, bir şehri harb veya sulh yoluyla ele geçirmek ve kapılarını İslâm’a açmak” şeklinde ifâde edilebilir. Bu işi yapana da “Fâtih” denir. Bu hâliyle “Fetih” ve “Fâtih” tâbirleri, dînî muhtevâlı kavramlardır.

Nitekim, “fetih”, Kur’ân-ı Kerîm’in 48. sûresinin özel adıdır. Bu sûrenin ilk iki âyeti, Osmanlı Devleti’nin son döneminde Harbiye Nezâreti (Dâire-i Umûr-i Askeriye) binâsı olup da bugün İstanbul Üniversitesi merkez kampüsü olarak kullanılan birimin tâç kapısının alınlığında sülüs celîsiyle kitâbeleşmiştir. Ayrıca, içinde “fetih” teriminin eş anlamda kullanıldığı “Nasr” sûresi de, yine Kur’ân-ı Kerîm’in 110. sûresinin ismidir. Öte yandan, Osmanlı fütûhâtının öncü sesi mehter gülbankinin sonunda okunan hücûm komutu mâhiyetindeki “Nasrun min’ellah ve fethün karîb ve beşşir’il- mü’minîn. Yâ Muhammed = Yardım Allah’dandır, fetih yakındır; mü’minlere müjdele! Yâ Muhammet” duâsı, Kur’ân-ı Kerîm’in Saff adındaki 61. sûresinin 13. âyetidir.[7] Bu âyet, Selçuklu Dönemi’nde kitâbeleştirilerek kale burçlarına yerleştirilmiştir. Meselâ, Sultan Alâeddin Keykubâd’ın Alanya Kalesi’nde iki yerde kullanılmıştır. Osmanlı sancaklarının ise değişmeyen yazılarındandır. Fetih kavramı, Osmanlı kültürüne “evlâd-ı fâtihân” şeklinde soylu bir deyim de kazandırmıştır. Bilindiği üzere bu deyim, “Rumeli’nin fethi üzerine Anadolu’nun Türk halkından âileleriyle birlikte nakil ve iskân olunanlara verilen addır”.[8]

Ülke almanın, İslâm adına yapılmayan şekline ise “istîlâ” denmektedir.[9]

b) Kostantîniyye: Bizans’ın taht şehrinin Arapça telâffuzudur. Bu isim, fetihten sonra, sikkelerde ve devletin resmî evrâkı üzerinde kullanılmakta devâm etmişse de, onun, artık yeni sâhiplerinin dilindeki adı “ İstanbul “ dur.

c) Ni’me: Arapçada, çekimi olmayan bir fiil kalıbıdır. Buna, gramer dilinde “efâl-i medih” (övgü fiili) denir. Övgüye lâyık görülen şahıs veyâ eşyâ için kullanılır. Tek karşılıkla tercüme edilmesi mümkün değildir: Ne iyi, ne güzel, ne hoş, ne mutlu. gibi ifâdelerle tercüme edilebileceği gibi, övülenin durumuna ve dilimizin özelliğine göre, başkaca övgü ifâdeleriyle de karşılanabilir.

d) Emîr: Bunun, Asr-ı Saâdet’i tâkip eden çağlardaki Türkçe karşılığı “Bey”dir. (Beg) Harekâtı idâre eden, kumandayı elinde bulunduran şahsın unvanıdır. Ordu Kumandanı demektir. Emîr’ül- ümerâ da, “Beylerbeyi” Başkumandan oluyor.[10]

e) Ceyş: Kelime olarak; kaynamak, galeyan hâlinde olmak, gözün yaşı taşıp dökülmek. gibi anlamlar taşır. Bir terim olarak, “asker, ordu” demektir. Kelimenin aslı, kaynamak ve galeyan hâlinde olmak anlamına geldiği için, bu mânâyı dikkate alarak, “harbe veyâ sâir yere giden asker”e ceyş demişlerdir. Dilimizde bugünkü karşılığı “Silâhlı Kuvvetler”dir.

Peygamber Efendimiz, bu hadîsi ile, fethedilmek üzere İstanbul’u hedef göstermiş; ve, onu fethedecek kumandanı ve ordusunu tebcîl ve tebrîk eylemiştir.

Metnin Yazılı Kaynakları

Fetih Hadîsi’nin yazılı kaynaklarını tespît ederken, Hadis ilminin kendi ölçüleri içinde, kaynak değeri olan eserleri ele aldık. Ayrıca, bu kaynakların, İstanbul fethinden önce ortaya konmuş olmasına da, bilhassa dikkat ettik. Kaynak değeri olan eserlerden maksadımız, hadis metinlerini senedleri ile birlikte veren ilk devir hadis kitapları ile, sahâbenin hayâtını ve Hazret-i Peygamber’den yapmış oldukları rivâyetleri değerlendiren eserlerdir. Ancak, bir iki eserle, bu ölçüyü aştığımız da olacaktır.

Bilindiği gibi, yazılı vesîkaların eskiliği, yâni bir sözün veyâ haberin çıkış noktasına yakınlığı, o vesîkanın târihî önemini arttırır. Hadis metinlerine âit sistemli yazılı kaynaklar, hicrî ikinci yüzyılın ilk yarısı sonlarında verilmeğe başlar. Bu ilk verimlerin bir kısım günümüze kadar gelmişse de, birçoğunun, sâdece isimlerini ve kısmen muhtevâlarını bilmekteyiz. Günümüze kadar gelenlerin de, büyük çoğunluğu hâlâ yazma durumundadır.

Yazmaların tam olarak tespîti ve incelenmesi ise başlı başına bir çalışmayı gerektirmektedir. Yine de, imkânlar ölçüsünde bir kısmı taranmıştır. Bunları, konu ile yakından ilgilenen, fakat araştırma imkânı bulamayan okuyucuların bilgilerine, üç grup hâlinde sunuyoruz. Bu arada, birisi yazma üçü basma olan dört eserden alınmış fotokopileri de ayrıca ilâve ediyoruz:

A. Basma Kaynaklar

  1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kahire 1313, IV, 335 (bkz. 1. metin) .
  2. Buhârî, et-Târîh’ül-Kebîr, I, kısım: II, 81, Haydarâbâd 1362 (bkz. 2. metin); Buhârî, et- Târîh’üs-Sağîr, Kahire 1397/1977, I, 366 (bkz. 3. metin) .
  3. Taberânî, el-Mu’cem’ül-Kebîr, Musul 1984, II, 38, nu: 1216 (bkz. 4. metin) .
  4. Hâkim, en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, Haydarâbad 1335, IV, 422 (bkz. 5. metin) .
  5. İbn Abdülberr, el-İstî‘âb fî Ma‘rifet’il-Ashâb, Mısır 1328, I, 148 (el-İsâbe’nin kenarında basılmıştır) .
  6. İbn’ül-Esîr, Üsd’ül-Göbe fî Ma’rifet’is-Sahâbe, Mısır 1280, I, 189.
  7. Heysemî, Mecme’uz-Zevâid ve Menbe’ul-Fevâid, Beyrut 1967, VI, 218.
  8. İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîz’is-Sahâbe, Mısır 1328, I, 157, nu: 685.
  9. Suyûtî, el-Câmi‘us-Sağîr,[11] Mısır 1373, II, 123.

Metinler

  1. Metin: Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335, Kahire 1313.
  2. Metin: Buhârî, et-Târîh’ül-Kebîr, Haydarâbâd 1362, I./II, 81.
  3. Metin: Buhârî, et-Târîh’üs-Sağîr, Kahire 1397/1977, I, 366.
  4. Metin: Taberânî, el-Mu’cem’ül-Kebîr, Musul 1984, II, 38, nu: 1216.
  5. Metin: Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, Haydarâbad 1335, IV, 422.

B. Yazma Kaynaklar

  1. Bezzâr, Müsned. Fetih Hadîsi’nin bu eserde de yer aldığını Heysemî haber vermektedir. Ancak, eserin, Köprülü Kütüphânesi ile (nu: 426) Murad Molla Kütüphânesi’nde (nu: 572) kayıtlı bulunan her iki Türkiye nüshası, maalesef eksiktir. Hadîsimizin yer aldığı cilt bulunamamıştır.
  2. İbn Kâni‘ (Abdülbâkî b. Kâni‘), Mu’cem’üs-Sahâbe, yaprak: 13a, satır: 13-16, istinsâh târihi: 464, Köprülü Kütüphânesi, nu: 452.
  3. İbn Mende (Muhammed b. İshâk), Esmâ’üs-Sahâbe, yaprak: 117a, satır: 21, Köprülü Ktp. nu: 242.
  4. Ebû Nu’aym el-Isfahânî, Ma’rifet’üs-Sahâbe, I, yaprak: 94b, sondan üç satır, istinsâh târihi: 551, Topkapı Sarayı III. Ahmed Ktp. nu: 497/1.

C. Eserlerini Görme ve İnceleme İmkânı Bulamadığımız Muhaddisler

1) Ali İbn’ül-Medînî: Aslen Medîneli olup sonradan Basra’ya yerleşen bu muhaddisin 200 civârında eser meydana getirdiği söylenir. Hadis sâhasındaki mevkiini anlatırken, Buhârî onun hakkında şöyle der: “Hayâtımda, hiç kimsenin karşısında kendimi küçümsediğim olmamıştır. Ancak, Ali İbnü’l-Medînî tek istisnâdır”. Taberânî rivâyeti onun kanalıyla yapılmıştır. Eserleri tespit edilememiştir.[12]

2) Ebû Bekir İbn Ebû Şeybe: Yukarıda adı geçen muhaddislerden Ahmed b. Hanbel ve Ebû Nu’aym rivâyetleri bu muhaddis kanalıyla nakledilmiştir. Onun “Musannaf” isimli eseri günümüze kadar gelmiştir. Ne var ki, Fetih Hadîsi muhaddisin bu eserinde yer almamaktadır.

3) Osman İbn Ebû Şeybe: Bir önceki muhaddisin ağabeyidir. Taberânî, İbn Kâni’ ve Ebû Nu’aym rivâyetleri, onun mârifetiyle nakledilmiştir. “Müsned” isimli eseri ile ün yapmıştır. Eserinin, günümüze intikâl eden bir nüshasını tespit edemedik.

4) Muhammed b. Osman İbn Ebû Şeybe: Bir önceki muhaddisin oğludur. Ebû Nuaym rivâyeti onun kanalıyla yapılmıştır. Şeybeoğulları diye ün yapmış Kûfe’li bir âileye mensup oluşu, onun, zengin bir hadis kültürü ile yetişmesini sağlamıştır. Hadis ve hadis râvîleri hakkında geniş bilgisi olduğu, son derece faydalı eserler te’lif ettiği ve büyük bir “Târih” kitabı bulunduğu kaydedilir.[13]

5) İbn Nâciye (Abdullah b. Muhammed) : Ünlü muhaddislerdendir. “Müsned” adlı 132 bölümlü büyükçe bir eserinin olduğu kaydedilir. İbn Kâni‘ rivâyetinde ismi geçen bu zâtın, adı geçen eserinin bilinen nüshasını tesbit edilememiştir.[14]

6) el-Ğıtrîfî (Muhammed b. Ahmed): Ebû Nu’aym’ın rivâyet zincirinde yer alan bu zât, aynı zamanda ordu kumandanlığı da yapmış, ileri yaşlarda Cürcan’da vefât etmiştir. Kaynaklarda ismi kaydedilen “es-Sahîh ‘ale’l-Mesânîd” adlı eserine rastlayamadık.[15]

İlk devirlerde Fetih Hadisi’ni rivâyet eden ve eserlerine alanların isimlerini daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak, daha fazla sıralamanın pratikte faydası olmayacağını düşünerek, bu kadarla yetiniyoruz.

Kaynakların Târihî Seyri

Yukarıda üç grup hâlinde verdiğimiz kaynakların târihî ve ilmî değerini teker teker ele almak istemiyoruz. Burada sâdece, müelliflerinin doğum-ölüm târihlerini vererek, vefât târihlerine göre bir listesini sunacağız. Böylece, hadîsimizin, gerek Hazret-i Peygamber’den kaç sene sonra, gerekse Fetih’ten kaç sene önce zapta geçirilmiş olduğunu mukayeseli olarak görmemiz mümkün olacaktır. Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz’in bu dünyâya vedâ edişleri, hicrî 11 mîlâdî 632 târihindedir. İstanbul’un fethi ise, hicrî 857 milâdî 1453 senesinde gerçekleşmiştir.

Muhaddisin İsmi Doğum-Ölüm Târihleri (Hicrî / Milâdî)

  1. Ali İbn’ül-Medînî (161-234/777-848)
  2. Ebû Bekir İbn Ebû Şeybe (159 235/775 -849)
  3. Osman İbn Ebû Şeybe (156 239/773 -853)
  4. Ahmed b. Hanbel (164-241/780 -855)
  5. Buhârî (194-256/810 -870)
  6. Bezzâr (? 292/? -905)
  7. Muhammed b. Osman İbn Ebû Şeybe (? 297/? -910)
  8. İbn Nâciye (Abdullah b. Muhammed) (? -301 /? -914)
  9. İbn Kâni‘ (Abdülbâkî) (265-351 /879-962)
  10. Taberânî (260 360 /873 -971)
  11. Ğıtrîfî (Muhammed b. Ahmed) (? 377/?-987)
  12. İbn Mende (310-395 /922-1005)
  13. Hâkim en-Nîsâbûrî (321-405 /933-1014)
  14. Ebû Nu’aym el-Isfahânî (336-430 /947-1039)
  15. İbn Abdülberr(368-463 /978-1071)
  16. İbn’ül-Esîr (555-630 /1160-1233)
  17. Heysemî (735-807 /1334-1404)
  18. İbn Hacer el-Askalânî (773-852 /1371-1448)
  19. Suyûtî (849- 911 /1445- 1505)

Fetih Hadîsinin Sıhhat Derecesi

Eldeki bütün kaynaklarda, Fetih Hadisi’nin senedinde yer alan râvîlerin baştan ilk dördü müşterektir. Dördüncü râvîden îtibâren ise çeşitli râvîler görülmektedir. Müşterek olan bu dört râvî şunlardır.[16]

1) Bişr el-Ğanevî (r.a.) : Peygamberimiz’in ashâbındandır. Hadîsimizin ilk râvîsidir. Kaynaklar, vefât târihini kaydetmemişlerdir.

Burada, hoş bir tesâdüfe işaret etmek yerinde olacaktır: Güler yüzlülük anlamına gelen “Bişr” ismi, kök olarak “Beşîr” (müjdeci), “Mübeşşir” (müjdeci), “Tebşîr” (müjdelemek), “Büşrâ” (müjde), “Beşâret” (hüsn ü cemâl, güler yüzlülük) gibi kelimelerle bağlantılıdır. Peygamber Efendimiz’in bu mutlu müjdesinin, Bişr isimli bir sahabenin uğurlu ağzı ile sonraki nesillere duyurulması, esâsen bir tesâdüf değil, ilâhî bir tasarruf olsa gerektir.

2) Rivâyet zincirindeki ikinci şahıs, Bişr’in oğlu Abdullah’dır. Hicrî 125 senelerinde (M. 743 dolayları) vefât etmiştir. Güvenilir bir hadis râvîsi olarak isim yapmıştır.

3) Velîd b. Muğîre el-Mu’âfirî: Hadisin üçüncü râvîsi olan Velîd, Mısırlıdır. Hicrî 172 senesinde (M. 788) vefât etmiştir. îtimat edilen hadis râvîlerindendir.

4) Zeyd b. Hubâb: Aslen Horasanlı olan Zeyd, ömrünü hadis öğrenmeğe vakfetmiş mutlulardandır. Hadis öğrenmek ve onları bir yerde toplamak için, devrinin bütün önemli hadis merkezlerini dolaşmış ve ünlü hadis üstadlarından hadis tahsil etmiştir. Bu uğurda çok seyâhat ettiği için, Cevvâl ve Rahhâl unvânı ile isim yapmıştır. Hayâtının sonlarına doğru Kûfe’ye yerleşmiş ve hicrî 203 tarihinde (M. 818) vefât etmiştir.

Buraya kadar hadîsimiz, kesintisiz bir râvî zinciri ve güvenilir şahsiyetler kanalıyla nakledilmiştir. Daha sonrakiler, devraldıkları bu emâneti, kendilerine ulaşan sened zinciri ile zabta geçirmişlerdir.

Bu son râvînin yaşadığı devir, artık sistemli hadis kitaplarının ilk örneklerinin verilmeğe başladığı devirdir. Bu duruma göre, Fetih Hadisi’nin, hicrî ikinci asır sonları ve üçüncü asır başlarından îtibâren kitaplardaki yerini aldığı anlaşılmaktadır. Bunlardan bir kaçını, yukarıdaki listede târih sırasına göre vermiş bulunuyoruz.

***

İslâm âlimlerinin tespît ettikleri değer hükümlerine göre, hadîsimizin sened’i, yâni bize intikal ettiriliş yolu sağlamdır; güvenilirdir. Hadisçiler, bu tip senedlerle rivâyet edilen hadislere, “Sahîh Hadîs” tâbirini kullanırlar.

Nitekim, ünlü muhaddislerden bir kısmı, daha önce, Fetih Hadisi’nin sıhhat derecesi üzerinde durmuşlardır. Görebildiğimiz kadarı ile Hâkim en-Nîsâbûrî,[17] İbn Abdülberr,[18] Zehebî,[19] Heysemî[20] ve Suyûtî[21] gibi İslâm âlimleri, ittifâk hâlinde, Fetih Hadîsi’nin ” Sahîh ” olduğunu belirtmişlerdir. Buna karşılık, kaynaklarda, aksini gösteren en küçük bir kayda rastlanmamaktadır. Gerek hadisin kaynakları, gerekse onu bize intikâl ettiren şahıslar üzerinde yaptığımız araştırma ve inceleme, bizi de aynı sonuca götürmüştür.

Özellikle dînî ilimlerle meşgul olan çevreler içinde, zaman zaman, hâlâ bunun, “İstanbul’un fethinden sonra uydurulmuş bir hadîs” olduğu şeklinde iddiâlar ortaya atanların bulunmasını anlamakta ise güçlük çekilmektedir.

Sonuç

Bir yandan Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler, bir yandan da onların nûrundan feyizlenmiş ileri görüşlü, basîretli ve kendini prensiplere adamış dâvâ fedâileri, kütleleri canlı tutabilmek için, onlara, hep büyük ve yüce hedefler göstermişlerdir. Bu seslere kulak verenler, bir “fazîlet yarışı” gayreti içinde olagelmişlerdir.

Bu fazîlet yarışını, Kur’ân-ı Kerîm “Münâfese” kelimesi ile ifade eder. Bu kelime, her ne kadar, kalıp olarak dilimize girmese de, özü, millet olarak mayamıza sinmiştir. Ve; nefis, nefâset, enfes gibi kelimeler, hep onun hediyeleridir. Münâfese: Başkasında görülen bir kemâle imrenip, ona yetişmek veyâ daha da ileri gitmek için, nefislerin nefâsette yarışması hissidir.

Bu duygu, nefsin şerefinden ve onun gayretinin yüceliğinden kaynaklanır. Bunun, hased denilen çekememezlik duygusu ile arasındaki fark açıktır: Hâsid, kemâle düşmandır; göz diktiği kimsenin zarara uğramasından ve onun elindeki nîmetin gitmesinden memnun olur. Hâlbuki, münâfis denen yarışçı, kemâle âşıktır. O, karşısındakinin düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister.[22]

İşte, Fetih Hadisi, Peygamber Efendimiz’in “ devlet “çapında gösterdiği o büyük hedeflerden birisidir. Bu hadis, “ îlâ-yı kelimetullah “ yolunda kemer bağlayan devlet büyüklerini harekete geçirmiş ve yarışa sevketmiştir.

***

Bu hadis-i şerif, millet olarak, bize güzel hediyeler kazandırmıştır: Her şeyden evvel, bir komutanın güvendiği askerlerine verdiği harekât emri tokluğunda; kısa, kesin kararlı ve ümitli bir ifâde âhengini sergileyen Fetih Hadîsi’ni!. Nitekim, “Le tüftehanne”deki ses tonunda, Bizans surlarını sarsan “top güllesi”nin sesini duymamak mümkün değildir.

Bu hadis, “bizim hadîsimiz”dir. Ve bu hadîs, fazilet yarışı sonunda kazanılmış bir “Şeref Madalyası”dır.

Bu hadis bize, bir ulu sahâbe hediye etmiştir; Eyyûb Sultân Hazretlerini… O, İstanbul fethi uğrunda şehîd düşen sahâbe de “bizim sahâbemiz”dir. Hicret’te, Kâinatın Efendisi’ni uzun zaman evinde misâfir edişinin mükâfâtı, târihin en misâfirperver bir milleti tarafından “ebedî misâfir ediliş” şeklinde tecellî etmiştir. Biz, O’nun şahsında, Peygamberimiz’in kokusunu teneffüs ediyor ve bir Peygamber yâdigârı olarak, onu, gönüllerimizde misâfir ediyoruz.

Bu hadis bize, “Fâtih” unvânlı, müjdelenmiş bir Devlet Adamı bahşetmiştir. Resûlullah Efendimiz’in, bizzat isim zikrederek, cennetle müjdelediği mutlu sahâbîleri vardır. Bir de O’nun, “Ve le ni‘me’l-emîr” (O, ne mutlu kumandandır) şeklinde, isim hânesini boş bıraktığı “müjde senedi” vardır ki, işte o boş bırakılan yere, 846 sene sonra, “Bizim Fâtihimiz” şerefle ismini yazdırmıştır.

Bu hadîs bize, sırtı okşanmış bir ordu kazandırmıştır: Duâlı Ordu!. Eskilerin, “seyfullah’il- meslûl” dediği, Allah’ın çekilmiş kılıcı olan bir ordu!. Müjdeyi verenin ismi Muhammed (s.a.s), müjdeyi alanın ismi Mehmed, müjdeyi nesilden nesile aktaranın ismi ise Mehmetcik’dir.

Ve bu hadîs, millet olarak bize, büyük vazîfeler ve sorumluluklar yüklemektedir: İstanbul’a ve İstanbul’un temsil ettiği kıymet hükümlerine sâhip çıkmak; bize kazandırılan “Şeref Madalyası”nı şeref kürsüsünde korumak.

Şerefi korumak, onu elde etmekten daha güçtür. Baba hatırı ile îtibârını sürdüren îtibarsız evlâtlar durumuna düşülürse, arkamızdaki bu ilâhî destek, bizi ne kadar daha ayakta tutabilir?

Dedelerimizin, ” îlâ-yı kelimetullah ” uğrunda verdikleri can, sarfettikleri mal ve harcadıkları emek, daha ne kadar bize sermâye olabilir?

Hizmet ve cefâ, bir neslin kaderi; nîmet ve safâ da, öbür neslin kısmeti olmasa gerektir. Bizden öncekilerin bize bıraktığı mefâhir ile öğünmek hakkımızdır; fakat, bunlarla avunmak akıllı işi değildir.

Prof. Dr. Ali YARDIM

Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 90-95


Dipnotlar :
[1] Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân (trc: Yakup Üstün), Ankara 1978, s. 146.
[2] Bkz. el-Hâkim, el-Müstedrek, IV, 425, 426; Heysemî, Mecme’uz-Zevâid, VI, 211 vd.; İbn Hacer, el-Metâlibü’l-‘Âliye, IV, 336.
[3] Mısırlı olan Ebû Kabîl, tâbiûn neslindendir. Emevîler devrinde Rodos kuşatmasına katılmıştır. Kahramanlıklar konusunda geniş bilgi sâhibidir. Hicrî 128 târihinde (M. 745) Nil Deltası’nda vefât etmiştir. Bkz. Tehzîb’üt-Tehzib, III, 72-73.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 176; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 422; Heysemî, Mecme’uz-Zevâid, VI, 219.
[5] Sâdece, Müsned’in matbû nüshasında, “ve le ni‘me’l-emîr” ifâdesi, “fe le ni‘me’l-emîr” şeklindedir. İbn Kâni’nüshasında ise, te’kîd edâtı olan “lâm”lar yoktur.
[6] Kaynakların hepsinde, hadis metninin sonunda, ikinci râvî Abdullah b. Bişr’in şu meâldeki bir ifâdesine yer verilir: “Mesleme b. Abdülmelik (ö: 120/738) beni çağırdı ve bana bu hadîsi sordu. Ben de kendisine naklettim. Bunun üzerine Mesleme, o sene, Kostantîniyye’yi fethetmek üzere sefere çıktı”.
[7] Âyetin sonundaki “Yâ Muhammed” ilâvesi, Kur’ân’da yoktur.
[8] Evlâd-ı fâtihân deyimi ile ilgili detaylı bilgi için bkz. M. Zeki Pakalın, Osmanlı Târih ve Deyimleri Sözlüğü, I, 571-572.
[9] İslâm’ın fetih anlayışı ve İslâm fetihlerinin karakteristiği konusunda geniş bilgi edinmek için bkz. Mustafa Fayda, Allah’ın Kılıcı Hâlid b. Velîd, “İslâm fetihlerinin bâzı husûsiyetleri”, İstanbul 1992, s. 291-310; aynı mlf. , TDV. İslâm Ansiklopedisi, “Fetih”, XII, 467-470.
[10] Bkz. İslâm Ansiklopedisi; Bey (Beg), Emîr ve Emîrü’l-ümerâ maddeleri.
[11] Bu eser, her ne kadar İstanbul’un fethinden bir müddet sonra yazılmışsa da, çok yaygın bir şöhrete sâhip olduğu için listeye alınnııştır.
[12] Bkz. Zehebî, Tezkiret’ül-Huffâz, II, 428 vd.; İbn Hacer, Tehzîb’üt-Tehzîb, VII, 349 vd.; Kettânî, er-Risâlet’ül-Müstatrafe, s. 127; Ziriklî, e1-A‘1âm, V, 262; Sezgin, GAS, I, 108.
[13] Bkz. Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 642 vd.
[14] Bkz. Tezkiret’ül-Huffâz, II, 696; Esmâ’ül-Müellifîn, I, 443; el-A‘lâm, IV, 262.
[15] Bkz. Tezkiret’ül-Huffâz, III, 971; Esmâ’ül-Müellifîn, II, 50; Keşf’üz-Zunûn Zeyli, II, 64; Mu’cemü’l-Müellifin, VIII, 254; Sezgin, GAS, I, 203.
[16] İlgili kaynaklarda, her dört râvîyi tanıtan bilgiler mevcuttur. Burada, teknik bilgiler vererek bu râvîleri tanıtma yoluna gitmeyeceğiz. Bunlar hakkında geniş bilgi edinmek için bkz. Ali Yardım, “Fetih Hadîsi Üzerine Bir Araştırma”, Diyânet Dergisi, XIII, sayı 2, s. 116-123, Ankara 1974.
[17] el-Müstedrek, IV, 422.
[18] el-İstî‘âb, I, 148.
[19] Telhîs’ül-Müstedrek, IV, 422 (el-Müstedrek’in alt kısmında basılmıştır).
[20] Mecme’uz-Zevâid, VI, 219.
[21] el-Câmi‘us-Sağîr, II, 123.
[22] Bkz. Elmalılı, Kur’ân Dili, VII, 5663.
Mütercim Âsım Efendi, Kâmûs’da, münâfese’yi şöyle târif eder: “Bir nefis nesneye mukaddem zaferyâb olmak cihetiyle, kesb-i kerem ve infirâd eylemek için, bi-tarîk’ıl-muâraza ona rağbet edişmek mânâsınadır”.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.