Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türklerin Sanata Bakışı Ve Tezyini Sanatlarda Desen Çizme Tekniği

0 13.280

Dr. İnci Ayan BİROL

Türk Sanatında Sanat ve Sanatkar Kavramları

Tezyini Türk Sanatlarından bahis açmadan önce, Türklerin sanata bakışlarını bilmek ve bu anlayış ile gelişen milli üslup üzerinde durmak istedik. Böylece Türk sanatının temelinde var olan inanç ve fikir yapısına temas edilerek, konu daha derinlemesine ele alınmış olacaktır. Aynı zamanda bu giriş bizlere, Türkün hayata bakışı ve yaşama tarzının, tabiat ile bütünleşerek yaradandan ötürü yaradılmışa gösterdiği saygının, sanat dünyasındaki akislerini ve bu inançla meydana getirilen eserlerin ruhunu, özünü, daha yakından tanımak ve anlamak fırsatı verecektir.

Çünkü Sanat, şüphesiz bir anlatış, bir ifade şeklidir. Anlatılan ise, sanatkarın iç ve dış dünyasıdır. Başka deyişle sanat, insanın yaşadığı dünyayı gönül penceresinden seyrederken gördüklerini, hissettiklerini sembollerle anlatmasıdır. Her sanat eserinin temelinde onu var eden bir fikir, bir heyecan, istek veya aşk vardır. Atalarımız “Aşk olmayınca meşk olmaz.” diyerek işin özünü ne güzel ifade etmişlerdir.

Bir başka manada sanat, toplumu manen besleyen değerlerin veya geleneklerin, beşeriyete ışık tutacak mesajların, çizgi, biçim, renk veya ses ve ahenk gibi aracılarla, yeni kalıplara sokularak, estetik düzen içinde çevreye sunulmasıdır. Sanatkar bunu yaparken sınır tanımıyan duygularını, düşüncelerini, alışılmış kural ve kalıpları aşarak, yeni bir cazibe ile ifade edebilme arzu ve arayışı içindedir.

Sanat denince ilk akla gelen, güzellik ve aşktır. Çünkü bunlar birbirlerini var eden, ayrılmaz üç temel kavramdır. Sanatın var oluşu, güzelliğin cazibesinden doğan aşktandır. Veya kısaca, Güzelden maksat aşktır, Aşkın dili ise sanattır. Zira her güzellik bilinmek, beğenilmek, sevilmek ister. Cazibesine karşı ilgi, hayranlık ve bağlılık bekler. Güzel için neler denmemiştir ki, “Güzeli sevmeyen, sevilecek güzeli bilmeyen, bilip de aramayan, arayıp da bulamayan ve hep sevdiğine güzel diyen kimselere karşı söylenecek hiçbir söz yoktur.”.

Kıymetli mütefekkir ve roman yazarımız Samiha Ayverdi (1905-1993) ise bir eserinde şöyle seslenmektedir: “Muhakkak ki, güzelliği görmek te bir medeniyet üstünlüğü, bir kültür, bir zarafet icabıydı. Zira güzellik, peçesini açıp herkese birden tebessüm ettiği halde, onu her bakan anlayamaz, anlayamadığı için de göremezdi. Ya güzelliğin görülmez olduğu gaflet ve delalet asırlarında, güzellik yaratmak nasıl beklenirdi? Cahili olduğu her gerçeği inkar eden insanoğlu, gözlerini bağlıyan ters ve menfi şartların hepsinden kurtulmadan doğruyu da güzeli de değil görüp yaratmak, aramak ve seçmek ihtiyacı dahi duymayacağı aşikar değil mi?”.

İşte bunun çaresi, gönül gözünün de iştiraki ile gerçek güzeli bulmak ve tanımaktır. Peki gerçek güzel nedir ve nasıl ifade edilmiştir?

Antik devirden beri güzelliğin bir adı da, “estetik” olmuştur. Kaynaklara göre estetik için öne sürülen görüşlerden birkaçına göz atalım; Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin, “Estetik” isimli eserinin başında, “Estetik, his kuvveti veya hassasiyet demek olan Yunanca asthe-sis kelimesinden türemiş olup, tam karşılığı his ilmidir. Halbuki bugün estetik kelimesi, sanatı ve sanatkarları konu alan ilmin adıdır” der.

Prof. Celal Es’ad Arseven de Sanat Ansiklopedisi’nde estetiği şöyle tarif etmiştir: “Estetik,Osmanlıca bedayi’ ve bediiyyat, Yunanca hassasiyet ve duygu manasına gelen Esthesis kelimesinden alınarak bütün Avrupa dillerine girmiş bir tabirdir. Duygu ilmi manasını ifade ederse de bugün, sanattaki güzelliğin mahiyetinden behseden ilim manasına kullanılmaktadır”.

Estetik, bir başka kaynakta ise, “Güzellik ve güzelliğin unsurları, ölçüleri ve şartlarından, güzellik duygusundan bahseden bilim veya felsefe dalı (İlmü’l-Cemal) (Güzellik bilimi) ” şeklinde ifade edilmiştir.

Estetik kelimesi ile güzellik arasındaki yakınlığı derinlemesine inceleyen filozofların ilki, Eflatun’dur (MÖ. 427-347). Daha sonra birçok tarihçilere ve filozoflara konu olan güzellik ve estetik anlayışı, şahısların bakış açılarına ve devrin anlayışına göre yoruma açık olduğundan ilim dalları arasında yer almış olsa bile, pozitif bir ilim olarak kabul edilmemiştir.

Aristo’ya göre güzel, “Ahenk ve ifade bakımından mükemmel olan eserdir.”

Plotinos ise kendi fikir dünyasından seyrettiği güzeli, şöyle ifade etmiştir: “Varlıklar içinde güzel olmayan hiçbir şey yoktur. Zira varlıkların her zerresi, mutlak varlığın nurundan bir parıltıdır. Şu halde herşey birbirine oranla az ya da çok güzeldir”.

İslam mutasavvıfı Abdülkadir Geylani (1078-1166) ise, çirkinlik hakkındaki düşüncelerini ortaya koyarak güzeli şöyle anlatmıştır: “Dünyada çirkinlik yoktur. Çirkinlik, o hüsn-i bimisalin, kemalini aşikar eden bir güzelliktir”. Gene buyruluyor ki, “Allah güzeldir, güzeli sever” ve gerçek güzellik olan Allah, Hz. Peygamber’in diliyle bizlere şöyle sesleniyor: “Ben gizli bir define idim, sevilmek ve bilinmek istedim”.

İslam’da tasavvuf anlayışına göre yaradılışın sırrı bu seslenişlerdedir. Çünkü Allah’ın alemi var etmesindeki maksat, bizzat kendisine duyduğu aşktan dolayı ilahi güzelliğini görmek ve göstermek veya bilinmek arzusundandır. İşte bunun için Allah, ilmini, sanatını ve bütün ilahi gücünü seferber ederek eşsiz bir eser olarak evreni yaratmıştır ve yarattığı her zerrede, sahip olduğu sonsuz meziyetlerinin izlerini seyretmek istemiştir.

Lakin bu da ona yetmemiş, kendi güzelliği karşısında duyduğu muhteşem zevki, paylaşmak arzu etmiştir. Fakat ezelden ebede devam eden, ölümsüz tek varlık, sadece kendisi olduğuna göre, paylaşma da ancak gene kendisi ile olabilecektir.

Nitekim öyle de olmuştur. Çünkü bu istek ile var ettiği alem içinde yaradılmışların en mükemmeli, kendine dost ve sevgili olacak “eşref-i mahluk” olan beşere ruhundan ruh üfleyerek ve külli aklından bir miktar akıl vererek bu aleme yollamış, tekamül etme fırsatı tanımış ve bunun yollarını göstermiştir. Böylece kendi güzelliği karşısında duyduğu hazzı, gene bu güzeliğe ayna olabilecek yokluk (fena fillah) makamına erişmiş kamil insan ile paylaşmıştır. Veya başka deyişle, aslında kendinden kendine duyduğu hayranlık ve aşka, en mükemmel eseri olan insanı aracı ve şahit tutarak bir manada, gene kendini muhatab almıştır.

Öyle ise sanat, alemin yaradılışı ile vardı ve yaradılan her yeni varlıkta ezelden ebede devam etmektedir. İşte bunun için Tasavvufta Allah’ın bir ismi, “Nakkaş-ı ezel” doksan dokuz isminden (esma-i hüsnadan) altmış üçüncüsü ise “Musavvir” dir. Klasik kitap sanatlarında ise tasvir eden, şekil ve özellik veren manasında, minyatür yapan sanatkarın ismidir.

“Sun” kelimesi ise, Arapçada iş yapmak, ustalık, hüner, marifet, kudret, tesir, manasına gelir. “Sunullah”, Allah’ın hüneri, marifeti veya yaptığı iş, vücuda getirdiği eser manasına gelen, evrenin bir ismidir. Diğer ismi ile kainat denen bu akıl almaz eser içinde odak noktasını teşkil eden insan, zamanla manevi ve sosyo-ekonomik açıdan gelişerek, ihtiyaç duyduğu sanatı, kendi kapasitesi içinde çeşitli amaçlarla sosyal çevresine taşımıştır.

İçinde yaşadığımız dünya bu anlayış içinde seyredildiğinde, yaradılmış her zerrede ilahi güzelliğin maddede billurlaşması veya biçimler halinde yansıması görülür. Bu görüş çerçevesinde tekrar sanatı tarif etmek istersek, Sanat, en geniş manasıyla insanın, yaradılmış her zerrede idrak ederek seyrettiği mutlak güzelliği, renk, biçim, ses veya kelimelerle eserlerinde anlatmasıdır.

Sanatkar ise, seyre daldığı bu muhteşem güzelliği, gönlüne düşen aşk, sahip olduğu üstün yetenek ve zeka ile eserinde ifade ve tasvir eden kişidir. Veya seyrettiği dış çevreyi, iç dünyasında değerlendirerek yorumlayan ve kendi üslubu ile eserlerinde anlatabilendir. Bir başka deyişle sanatkar, yaratıcı olmaktan ziyade, yaradılmışdaki sırları fark ederek, idrak ve yetenek sınırları içinde eserlerinde yansıtan kişidir.

***

Çoğu zaman halk arasında sanat ile karıştırılan diğer önemli bir kavram da, zanaattır. Zanaat, tasarlanarak son şeklini almış bir desenin, ustalıkla yerine işlenmesidir. Bu işi yapana ise, zanaat erbabı veya zanaatkar denir. Başarılı bir zanaat erbabında aranan özellik, yaratıcı olmaktan ziyade, teknik bilgilere sahip olmak, el becerisi ve tecrübedir.

Bilhassa konumuz olan bezeme sanatlarında karşılaşılan pek çok eserde zanaat ve sanat yarış ederler. Hatta zaman zaman bazı eserlerde zanaatın, sanatın önüne geçecek kadar inceldiği ve seyircisine akıl almaz işçilikler sergilediği görülür.

Az veya çok bütün el sanatlarında zanaatın önemli bir yeri vardır. Mesala tezhip sanatı ele alınırsa, bir hilye-i şerifi veya bir mushafı, zahriyesi, serlevhası, hizip gülleri, durakları, koltukları ve ketebe sayfası ile hakkıyla tezhip edebilmek, kolay yapılacak işlerden değildir. Hoca veya nakkaşbaşı tarafından tastik olunan desenler, dikkat, sabır, temiz çalışma, fırçaya hakimiyet, bilgi ve tecrübe isteyen çok ince bir işçilikle işlenir. Kısaca sanat alanında yaratıcılık nekadar önemli ise, zanaatta da işçilik, tecrübe ve el becerisi okadar önemlidir.

Gelenekli Sanatlar

Bir milletin tarihi, yaşadığı hayattır. Kültürü ise, kendi tarihi içinde yaşarken edinmiş olduğu inanç, şekil ve davranış özellikleridir. Bu kültür birikimi sahip olduğu geleneklerle nesilden nesile aktarılır.

Gelenek ise ait olduğu toplumun yaşayış biçimidir. Kültürün içinde vardır ve ata yadigarıdır. Başka bir deyişle gelenek, “Bir kültürün kendini koruma refleksi ve varlığını sürekli bir yenileme bilinciyle devam ettirme gücüdür”.

Gelenek kavramına daha geniş açıdan bakıldığında, ait olduğu sosyal kurum ve yüklendiği görevlere göre, gruplar halinde isimlendirmek mümkündür.

  1. Milletleri birbirinden ayıran ve kimliklerini belirleyen, milli gelenekler.
  2. Belli sürelerde milletlerarası tekrarlanması adet olmuş, milletlerarası veya evrensel gelenekler (Olimpiyatlar vb.).
  3. Ferdi veya kişisel gelenekler.
  4. Sosyal gelenekler (Aile kurmak, nişan, düğün, cenaze töreni vb.).
  5. Manevi veya dini gelenekler (Mevlut, dini bayramlar vb.).

Bütün bu geleneklerin ortak özelliklerini şöyle özetleyebiliriz: Gelenekler ait olduğu cemiyet için lüzumlu ve faydalı kabul edilerek benimsenen adetleri korur, yaşatır, devamını sağlar, sosyal hayatta sağlıklı değişimin veya toplumu ileri götürecek yeni atılımların temelinde olması gereken ilham kaynaklarıdır. Kısaca gelenekler, geçmişi günümüze bağlayan köprü görevi yüklenmiştir.

Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik isimli kitabında, “Köklü bir kültürün sahipleri, gelenekleri sayesinde geçmişte yaşamış nesillerin hayat tecrübesinden ders alarak faydalanma imkanı bulurlar” der.

Beşir Ayvazoğlu ise, Geleneğin Direnişi isimli kitabında bu konu hakkında şöyle demektedir: “En sağlam müesseseler, köklü geleneklere sahip olanlardır. Ve gelenek, sağlıklı yeniliğin ve değişmenin ilk şartıdır. Halbuki bizde yenilik, eski sıfatını taşıyan ne varsa, hepsini hayatımızdan uzaklaştırmak diye anlaşılmıştır. Bu yüzden Türkiye de hiçbir sahada oturmuş ölçülü geleneklerden söz edilmediği gibi, ömrü yirmi beş, otuz seneden fazla bir müessese göstermek de mümkün değildir”.

Kültürün önemli bir kolu da sanattır. Yüce bir kavram olan sanatın sosyal yönü görmemezlikten gelinemez. Zira sanat, sanat için yapılsa bile hedefleri arasında, bulunduğu topluluğa ayna tutarak onları gerçeklerle yüz yüze getirmek, birlikte olduğu insanlara sadık bir dost ve güçlü bir mürebbi olmak gibi amaçlar gizlidir.

Prof. Dr. Yıldız Demiriz eserinin bir yerinde, ”Osmanlı sanatında, Osmanlı’nın güçlü ve uzun ömürlü tarihinin akisleri görülür”. derken, önemli bir noktaya parmak basmıştır.

Zira, gelenekli sanatlar, ait olduğu medeniyetin mirasçılarıdır. Bunlar, mensup oldukları milletlerin manevi değerlerini ve tarihini sinesinde saklayarak daima canlı tutan en güçlü ve etkili araçtır. Bir yandan yeni sanat akımlarına kaynak teşkil ederken, diğer yandan da geçmişte kaydettiği başarılı örnekleri ile bu yeni akımlara ölçü veya mukayese unsuru olurlar. Tıpkı uzun atlama yapacak bir atletin, atlama hareketine başlarken, birkaç adım geri giderek hız kazanması gibi.

Gelenekler aynı zamanda ait olduğu milletlerin kimliğini belirler. İşte bu nedenle gelenekli sanatlar, milli kültürümüzün temel taşlarındandır. Piyanist Tuluhan Uğurlu’ya göre sanatta çağdaşlık “Klasiği çok iyi bilmek, geçmiş ile gelecek arasında köprü kurmak ve yeni sentezler üretmektir”. Demek ki Uğurlu’ya göre, klasiğin temelinde gizlenmiş olan geleneklerle tanışıp yeni sentezler üretmek, çağdaş başarının anahtarıdır. Yahya Kemal Beyatlı ise bu gerçeği, “Kökü mazide olan atiyim” diyerek veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Türklerin Sanat Geleneği ve Türk Sanatında Milli Üslup

Tarihin sayfalarını geriye çevirerek Türk sanatının mazisine göz atacak olursak, Orta Asya bozkırlarının önemli Türk kültür merkezlerine vatan olduğunu ve buralarda Türk sanatının ilk meyvelerinin yeşerdiğini görürüz. Türklerin siyasi tarihleri yanında, kültür tarihinin de bu bozkırlarda başladığı, çeşitli iklim ve coğrafyalarda, farklı inanç ve medeniyetlerin ışığında gelişerek Anadolu Yarımadası’na gelerek Selçuk-Osmanlı medeniyetlerine zemin hazırladığı tarihi bir gerçektir. Uzun yıllar komşusu olduğu Sasani ve Çin medeniyeti ile yakın teması olan Orta Asya Türk devletleri, kendilerine has bir sanat üslubu yakalamışlardır. Büyük Hun İmparatorluğu’ndan günümüze kadar, tıpkı bir zincirin halkaları gibi devam eden Türklerin sanat geleneği, sanat tarihi dünyasında önemli bir yere sahiptir.

Daima yeniliğe açık, dinamik bir yapıya sahip Türk toplumu, tarihinin siyasi akışı içinde sağlam ve güçlü devletler halinde yaşarken, temasta bulunduğu yabancı kültürlerden faydalanmasını bilmiş, almak istediği yenilikleri milli potasında eriterek, sindirmek suretiyle benimsemiştir. Bu davranış onlara, kendi kimliğini korumak, değerlerini kaybetmeden kendini yenilemek ve geliştirmek imkanı sağlamıştır. Fakat devletler, bu güce ve şuura sahip olmadığı zaaf devirlerinde, yabancı kültürlerden taklit veya kopya yoluyla aldıkları unsurlarla, milli değerlerini yıpratarak yok etmiş ve sonunda kimlik zafiyetine düşerek dünya haritasından silinmişlerdir. Kadim Türk tarihinde, farklı isim ve bayrak altında kurulan Türk devletleri ile komşuları arasında geçen siyasi temaslar sonucu kaçınılmaz etkileşim ve kültür alışverişleri, bizlere ibret olacak pek çok örnekleri, gözler önüne sermektedir.

***

Gelenekli sanatlarda desenler, iki önemli özellik taşırlar:

1- Milli üslubu belirleyen birleştirici, ortak özellikler ki, bunların hassasiyetle korunması şarttır. Çünkü bu özellikler, ait olduğu milletlerin kimlikleri gibidir ve sanatının her dalına mutlaka yansımıştır. Bunlardan hemen göze çarpan, en önemlilerinden birkaçı olan sadelik içinde güzelliği ve cazibeyi yakalamak, eserin dışını sade bırakıp, içini daha yoğun süslemek, eserlerde anlatmak istediği manayı veciz bir ifade ile dile getirmek veya az malzeme ile mana zenginliğini yakalayabilmek, Türk sanat üslubunun ana çizgilerini oluşturur.

Bu özellikler aynı zamanda Türkün dünyaya bakışını, yaşayış biçimini de sanata yansıtmaktadır. Türk sanatının mimari, musiki, edebiyet, bezeme gibi bütün dallarında, milli özellikleri seyretmek mümkündür.

Günümüzde gösteriş meraklısı bir zihniyetin tutsağı olan bazı kesimler, maalesef atalarının sanatla ifade ettikleri bu ruh zarafetini, anlamak ve taktir etmek şöyle dursun, tenkit konusu yapmaktadırlar. Halbuki sadelik içinde, az malzeme kullanarak seyircisini cezbedebilmek, eserinde gerçek güzelliği yansıtmak başarılması daha zor bir iş değil midir? Nitekim atalarımız Türk sanatını tarif ederken; “Dışta sadelik, içte ihtişam. İşte Türk sanatı” diyerek, bütün bu gerçekleri gene Türk üslubu olan veciz bir dille anlatmışlardır.

Türkler sanatlarında diğer Orta Asya ülkelerinde görüldüğü gibi, hayalperest olmamışlardır. Bilakis tabiatla içiçe, yaradılışa saygılı ve realist bir tutum içinde sanat eserleri vermişlerdir. Bu davranış aynı zamanda, yaradana duyulan saygının, sevginin, tevazu ve edebin de bir ifadesi olarak kabul edilebilir.

2- Diğer özellik ise, ait olduğu sanat dalını zenginleştiren, tasarım hacmini genişleten, üsluplar arasındaki farklılıkları belirleyen, ayırıcı özelliklerdir. Bu özellikler, yeni üslup arayışları sırasında değiştirilebilir.

Mesela Fatih Devri bezemelerinde hakim olan Babanakkaş üslubundaki yuvarlak uclu yapraklar ile Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’nden dönerken, beraberinde getirdiği sanatkarlardan Şah Kulu’nun ortaya koyduğu saz yolu üslubu ince uzun, sivri uclu yaprakları ve daha sonra saray nakışhanesi başnakkaşı Karamemi’nin, hasbahçenin çiçeklerini tezyinata taşıyarak başlattığı natüralist üslubun yaprakları, birbirinden şekil itibariyle farklıdır (Şekil 1).

Bu konu ile ilgili olarak Celal Es’ad Bey, Hayat Mecmuası’nda çıkan bir makalesinde Türk tezyinatını Orta Asya, Selçuklu ve Osmanlı olmak üzere üç devirde incelerken şöyle der; “Her devrin üslubu birbirinden farklıdır. Fakat her üç şubenin tezyinatı da birbirine yabancı olmayan ve biri diğerinin istihalesinden ibaret bulunan şekilleri muhtevidir. O derece ki, mudekkık bir göz bunlar arasındaki karabeti ve hepsinde aynı kavmin bedii ve ruhi tezahürratını müşahade eder. Orta Asya san’at eserleri üzerindeki tezyinat ile Selçuki ve Osmanlı tezyinatı mukayese edilirse, Türkün duygusunu gösteren aynı bir nisbet ve vezin, aynı bir düstur görülür”.

Tezyini Sanatlara Giriş

“Tezyinat” kelimesi, pekçok dekoratif sanatı içine alan, bir terimidir. “tezyin”, Arapça ziynet kelimesinden türemiş olup, “süs” manasına gelir. “Tezyinat” bunun çoğulu yani “süslemeler” demektir. Tezyini sanatlara günümüzde süsleme veya bezeme sanatları da denir. Cild, tezhip, hat, minyatür, kat’ı gibi kitap sanatlarını, taş, metal ve ahşap oymaları, sedefkarlık, çini, kalem işi, revzen, testil ve dokuma gibi dekoratif sanatları içine alan, geniş bir uygulama alanı vardır.

Kilim ve kısmen işlemeler dışında, tezyini sanatların şemsiyesi altında toplanan bütün sanat dallarında, motif ve desen bilgileri aynı esaslara dayanır. Sadece desenin uygulanacağı yer, kullanılacak teknik ve malzeme gibi yan unsurlarda farklılıklar vardır.

Mesela desen tasarlanırken desenin çeşidi, motiflerin büyüklüğü ve kullanılacak renkler, üzerine işleneceği yüzeyin şekline, büyüklüğüne, yapıldığı maddeye ve işlerken kullanılacak tekniğe göre seçilir. Onun için Türk tezyini sanatlarında kalıp usulü kullanılmamış, bezenecek her yüzeye uygun yeni bir desen çizilmiştir.

Sınırlı küçük alanlar için pano tarzı desenler (Şekil: 2), düzgün olmayan alanları bezemek için serbest desenler (Şekil: 3), geniş alanları bezemek için ulama (raport) desenler (Şekil: 4), geometrik yüzeyler için simetrili desenler (Şekil: 5) tercih edilir.

Gene bir çini panodaki hatayi motifi, tezhip edilecek desendeki hatayi motifine göre çok daha büyük ve ayrıntılıdır. Taş üzerine oyulacak desenin motifleri de iridir. Fakat sert zemine işleneceği için sade görünüşlü olmasına dikkat edilir. Hatta sadece tezhib sanatı için çizilecek desenlerdeki motiflerin boyutu bile, kullanılacak tekniklere ve gözün eseri seyretme uzaklığına göre değişir.

Mesela celi levha, yazma esere göre daha uzaktan seyredildiği için, celi levhada kullanılacak motifler daha irice olmalıdır. Zira esas olan, eseri süslemek maksadıyla yapılacak tezhibin de aynı uzaklıktan seyredilebilmesi ve yazıyı bunaltmamasıdır. Eserde bütünlüğün ve estetiğin sağlanması için, bu husus üzerinde önemle durulmalıdır.

Renk seçiminde ise, taş, fildişi, ahşap ve deri üzerine işlenecek desenler için zeminin doğal yapısına uygun renkler ve altın tercih edilir. Çinide ve kağıt üzerine yapılan tezhiplerde ise, bulunduğu yüzyıla göre değişen Türk sanatının klasik renk zevki dikkate alınır.

Üsluplaştırmak veya Üslup Çekmek

Klasik Türk tezyini sanatlarının genel olarak iki önemli ortak konusu vardır. Bunlardan ilki Motif bilgisi, ikincisi Desen bilgisidir. Fakat bu konulara geçmeden önce, Türk sanatı ve Doğu medeniyetine mensup diğer milletlerin sanatlarında çok kullanılan, üsluplaştırmadan söz açalım.

Türk sanatında Minyatür ve bezemelerde kullanılan bütün figür veya motiflerin çıkışları, çizilişleri, bu esasa dayanır. Klasik ismiyle, “üsluplaştırma veya üslup çekmek,” Batı dillerindeki adı ile “stilizasyon” veya başka bir deyiş ile “soyutlaştırma” denilen bu çizim şekli şöyle tarif edilebilir: “Sanatkarın modelini kopya etmeden, sadece ana çizgilerini koruyarak, onu kendi istek ve düşünceleri doğrultusunda, görmek veya göstermek istediği şekilde çizmesidir.” Üsluplaştırılmış bir nesnede, hem modelin kimliği hem de sanatkarın yorumu birlikte seyredilir.

Sanat dünyasında önemli bir dönüm noktası olan bu sanat anlayışında gölgenin yerini tarama almış, perspektif kısmen kullanılmıştır. Hatta minyatürde vurgulanmak istenen nesne veya fikirin dikkat çekmesi için, renk ve tasarım ile abartıya veya kısmen de olsa gerçek dışı yorumlara yer verilmiştir.

Üsluplaştırmada bilhassa çizginin ifade gücü ve ahengi, başlı başına önem taşır. O kadar ki, bu eserlerde renk, çizgiye yardımcı olan, destek veren bir unsur olarak ikinci planda yerini alır. Kalın, ince, koyu, açık, sert, yumuşak, çizgilerle çizilen üsluplaştırılmış motifler ve bu motiflerden meydana gelen desenler dile gelerek, kendini ilgiyle seyredene neler neler anlatır. Adeta sanatkarın iç dünyası, karakteri, üslubu ve o çizgiyi çizerken içinde bulunduğu hal bu çizgilerden okunur.

Kıymetli Hocamız Prof. Dr. A. Süheyl Ünver (1898-1986) bu konu ile ilgili görüşünü şöyle dile getirirdi: ”Türk tezyinatı göz musikisidir, onun da notası vardır. Bu notaları bilmeyen göz bakar, fakat eseri okuyamaz ve anlayamaz”. Çizginin bu tılsımlı gücü, hüsn-ü hat sanatında hassas bir ölçü ve ahenk ile yazılmış istiflerde de seyredilir. Picasso, hat sanatı ile ilk tanıştığı zaman manayı anlamamasına rağmen, çizgilerdeki ahenge hayran kalmış ve “Benim resimde varmak istediğim yere, İslam yazısı çoktan gelmiş” demiştir.

Mimar Turgut Cansever Hoca’nın 1997 (Ocak) yılında dinlediğim bir konuşmasından şu sözleri not etmişim. “Biçimler ifadedir, açıklamadır. Posmodernizmin içine düştüğü mesele bu ikilemin bir kanadına önem verip diğer kanadını ihmal etmesidir. Halbuki biçimler, anlatmak istedikleri mana ile bir bütün olduğu zaman insanlığa hizmet verir, işlev kazanır. İslam mimarisinde bu bütünlük kurulmuştur.”

Motif Bilgisi

Desenin yapı taşları olan motifleri, çıkış kaynağı, tarihi gelişimi, çizim tekniği, özellikleri, desen içinde kullanılış şekli ve çeşitleri ile iyi tanımak, desen tasarımında atılacak ilk önemli adımdır.

Herhangi bir motifin çiziminde ilk adım, kanaviçesini ve eksenlerini belirlemektir. Böylece gözün seçebileceği hafiflikte çizilen bu plan, motifin büyüklüğünü ve genel şeklini tespit etmiş olur. Daha sonra plan esas alınarak içine motifin ayrıntıları yerleştirilir.

Tezyini sanatlarda motifleri, iki esasa göre sınıflandırabiliriz:

a- Çıkış kaynaklarına göre, b- Desen içinde kullanılış şekline göre.

Motifler, çıkış kaynaklarına göre şöyle sınıflandırılır:

1- Osmanlı döneminde altın devrini yaşayan, bitki çıkışlı motiflere, “Hatayi grubu” denir. a- Yaprak, b-Penç c- Goncagül d- Hatayi e- Kısmen üsluplaştırılmış çiçekler bu grup içinde yer alır (Şekil: 6).

2- Hayvan çıkışlı motiflerin bir kısmı, aslını unutturacak kadar hayal mahsulü çizilmiştir. Bunlara “efsanevi hayvan motifleri” denir. Ejder, simurg kuşu (zümrüd’ü anka), kilin (ejder atı) gibi motifler bu gruptandır.

Bir kısmı ise, çizilirken hayvanın doğadaki ismini ve kimliğini koruyacak kadar üsluplaştırılmıştır. Bunlara kısmen üsluplaştırılmış hayvan motifleri denir (Şekil: 7 a-b-c).

Ayrıca münhani (Şekil: 8) ve rumi (Şekil: 9-10) gibi çıkış kaynağı tartışma konusu olmuş ve hayvan çıkışlı olduğu kabul edilmiş, motif grupları da vardır.

3- Bulut motifi, daha çok ejderin ağzından gazap veya öfke sembolü olarak çıkan ve Orta Asya’ da Çin Sanatından Türklere geçmiş, daha sonra gökyüzündeki bulut görünüşü ile Türk sanatında realist kullanım şeklini almış motifler grubudur (Şekil: 11 a-b).

Bir de tamamen kaynağı çeşitli rivayetlere dayanan, çintemani motifi gibi, sembolik düşünce ürünü motifler vardır (Şekil: 12).

Desen Bilgisi

Motiflerden sonra ikinci önemli adım, klasik Türk bezeme sanatlarında Desen Bilgisidir. Değerli Hocamız Rikkat Kunt (1903-1986): “Desen sanatın namusudur.” derdi. Rikkat Hanım bu sözü ile, tezyini sanatlarda desen tasarımının önemini, veciz bir şekilde vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda gereken titizliği göstermeyip, emanet veya devşirme desenler ile eser verenlere de seslenerek, “Bezeme, kopyadan ibaret değildir. Bütün klasik sanatlarda olduğu gibi, kendi kuralları içinde yeni düşünce ve terkiplere açık bir sanattır” demek istiyordu.

Gene XX. yüzyılın değerli müzehhip ve hocalarından Muhsin Demironat (1907-1983) ise, desen çizimini anlatırken: “Kompozisyon hazırlamayı nasıl öğreneceğiz dersek, bunun iki yolu vardır:

  1. Motif bilgisi ve desen çizme tekniğini iyi bir ustadan öğrenmek,
  2. Göz eğitimi için çok görmek, el eğitimi için çok çizmek.

Her ne kadar sanatta kâbiliyet ve azim ön planda gelirse de, kendi kendine yetişmek ile bir üstâd görerek yetişmek arasında, çok büyük fark vardır” demektedir. Bu tavsiyeler atalarımızın, “Üstadsız sanat haramdır.” sözünü de doğrulamış oluyor. Hz. Mevlana ise, “Sanat ustasız öğrenilmez” buyurmuştur.

Tezyini sanatları büyük fedakarlıklarla günümüze taşıyanlardan üç kıymetli hocanın da bu konuya gösterdikleri hassasiyet, desen tasarımının önemini bir kere daha gözler önüne sermektedir.

Bezeme sanatında kullanılan desenleri planlarına göre kabaca üç grupta toplayabiliriz.

  1. Pano özelliği taşıyan desenler,
  2. Ulama (raport) desenler,
  3. Geometrik desenler.

Pano özelliği taşıyan desenler, sınırlı bir alanı bezeyen ve bu alan içinde başlayıp biten desenlerdir. Kendi içinde serbest, simetrili ters simetrili, çark-ı felek tarzı desenler olarak plan yapılarına göre yan gruplardan da söz edilebilir (Şekil: 13).

Ulama (Raport) desenler ise, sınır tanımazlar. Yapılarındaki genişleme yeteneği ile bir manada sanatta sonsuzluk sembolü olmuş, bir başka manada ise seyredene, sanatkarın düşünce dünyasının genişliğini ve bunun sanata yansımasını göstermiştir. Ulama desenler de kendi içinde, simetrili, kısmen simetrili, simetrisiz, altıgen, dönen (çark-ı felek tarzı) desenler olmak üzere yan gruplara ayrılabilir (Şekil: 14-15).

Gometrik üsluptaki desenler ise ister pano özelliği taşısın, ister ulama tarzında genişleme istidadı göstersin, yapısındaki geometrik düzen, diğer özelliklerinin önüne geçerek farklı bir tarz oluşturmuştur. Bu sebeple geometrik desenleri bu kuruluş düzeni içinde incelemek uygun olur. Yapı bakımından geometrik desenlere yakın bir görünüş sergileyen zencerekli desenler, çizim tekniği bakımından önemli farklara sahiptir (Şekil: 16).

Bir de deseni meydana getiren motiflerin özelliklerinden dolayı farklı üsluplar ortaya çıkmıştır. Mesela münhanili desenler, buna bir örnek teşkil eder. Bunlar gerek plan, gerekse taşıdığı motif bakımından, farklı yapı ve görünüş sergileyerek desen çeşitleri arasında ayrı bir üslup ortaya koyarlar.

Desenin Tasarımı ve Çizimi

Bir eser, gönle düşen tohumun, akıl ve bilgi ile beslenerek düşüncelerde şekillenmesiyle tasarlanmaya başlar. Zihinde şekillenen ilk tasarım daha sonra kağıda aktarılır. Demlenme süresi (nihayetinde son şeklini alan desen) uygulanacağı zemine geçirilir. Daha sonra renk seçimi de yapılarak işlenir ve böylece eser tamamlanır.

Desen kağıt üzerinde tasarlanırken şu sıra takip edilir:

  1. Bezenecek alanın sınırı çizilir.
  2. Yerine uygun, ne çeşit bir desen çizileceği belirlenir.
  3. Varsa simetri eksenleri ve paftalar çizilir.
  4. Seçilen desen çeşidine göre, helezonlarla plan tamamlanır.
  5. Daha sonra plan üzerine motiflerin yeri ve büyüklüğü, kanaviçeleri ile işaretlenir.
  6. Kanaviçelerin içine motifler ayrıntıları ile çizilir.
  7. Demlenme süresinden sonra son düzeltmeler yapılarak desenin çizimi sona erer.

Türk kültür tarihinin akışı içinde, tezyini sanatların göz kamaştıran zarafeti ve hızlı gelişmesinde dikkat çeken en önemli faktör, desen ve renk tasarımlarında yakalanmış olan estetik olgunluk ve milli ruhtur..

Dr. İnci Ayan BİROL

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 308-315

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.