Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türklerde Alfabe ve Kimlik

0 9.316

Dili kalıcı kılmaya yarayan alfabelerin yaşı, dillere göre çok genç olsa da, alfabeler veya geniş anlamda yazı sistemleri, yeni çağlarda bir üst yapı kurumu olarak, tıpkı dil gibi, kimliğin hem yansıtıcısı hem de yapıcısı haline gelmişlerdir. Eski çağlarda ise, yazı sistemleri, din ve yönetim aristokrasisinin tekelinde olan şifreli anlaşma araçları olarak imtiyazlı bir sınıfa hizmet vermekteydi. Böylelikle, eski çağların elit tabakası, bildiklerini yazıya döküp “bilen ve unutmayan” bir sınıfa giriyor ve idare ettiği halk yığınını daha kolay denetim altına alıyordu. Yazının modern çağlara oranla daha sıkışık bir çevreyi kaplayan ve dolaylı olan kimlik belirleyicilik işlevi, işte daha bu çağlarda ortaya çıkmış ve söz söyleyen ile yazı yazan birbirinden ayrılmıştır. Günümüzde bile, okuma yazma bilmeyenler tarafından, yazıyı bilene duyulan saygının kökünde, eski çağlara ait bu sınıflandırma yatmaktadır.

Yazıyı, fonetik bir araç haline getiren Orta Çağ’ın tüccar sınıfı içinden çıkan peygamberler, yaydıkları dini kalıcı kılmak ve kitlelere yaymak için, bu teknik aracı sıkıştığı dar çevreden kurtarmışlardır. Ancak, dinle (veya inançla) birlikte, peygamberin mensup olduğu milletin dili de aynı ölçüde yayılmaya başlayınca, toplumlar din ve dil olgusunu sorgulama yoluna girmişlerdir. Bu iki olgunun birbirinden bağımsız oluşunun geç fark edilmesi, birçok topluluğun millî kimliğini ortaya koymasını da ertelemiştir. Çağlar boyunca en önemli işlevlerinden biri, din adamlarının sözlerini taşımak olan yazı ise, din ve dil dışı bir araç olmasına rağmen, din boyutunda bir kimlik yansıtıcısı olmaktan uzun zaman kurtarılamamıştır.

Cumhuriyet dönemine kadar Türk insanının yazıya bakış açısına da, bu kısır döngü hakim olmuş ve kullanmakta olduğu yazı sistemini, dinî kimliğini sergileyen bir sembol gibi değerlendirmiştir. Alfabeye yüklenen bu sembolik değer, Gök Tanrıcı, Maniheist ve Budist inanışlarla kullanım alanına giren yazı sistemlerinden ziyade, özellikle İslamiyet’i taşıyan alfabeyle giriftlik kazanmış ve dili kalıcı kılmaktan başka işlevi olmayan işaretler, adeta Allah’ın birer tecellisi gibi algılanmıştır. Müslümanlığın farzları ve Kur’anı Kerîm ayetleri arasında “Arap harfleriyle yazınız!” şeklinde bir emir olmamasına rağmen, söz konusu alfabenin değiştirilmesi bir yana, yeniden şekillendirilmesi (reform, ıslah vs.) bile tartışmaya açılamamıştır. Tanzimat’ın sağladığı serbestlik ortamında ortaya atılan terakki amaçlı fikirlerse, Cumhuriyet devrine kadar, başladığı noktadan çok da ileriye taşınamamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesiyle sonuçlanan sistematik çürümelerin kaynağındaki eğitim eksikliği, toplumu yavaş yavaş imha etmeye başlamışken, bu çürüme ve çöküşten sonra, Atatürk liderliğinde, millet olarak bir toparlanma ve yeniden kurulma aşamasına girilmiştir. Bu aşamada, atılacak her adımın ön hazırlığı son derece titiz yapıldığından, dinle beraber dinin halifesini de hatırlatacak en ciddi unsurlardan biri olan Arap alfabesinin, tarihî bir hatıraya dönüştürülmesinin zamanlaması mükemmel biçimde ayarlanmıştır. Böylece, alfabenin Latinleşmesi, asrın başında bazı grupların “Hıristiyanlaşma endişesi” taşıyarak karşı çıkmasına rağmen, gerçekleşmiştir. Din ve dil, din ve alfabe olgularının birbirinden bağımsız olduğu hatırlanacak olursa, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerin, bize gerçek kimliğini (Türklüğünü ve Türkçesini), devletini ve okur yazarlık hakkını kazanmış bir milleti ve dini yaşamayı engellemeyen bir sistemi armağan ettiği anlaşılır.

Türkçenin, bu Latin ve ondan önceki Arap alfabesinden başka, birçok yazı sistemiyle buluştuğu, hatta yer yüzünde en sık alfabe değiştirmiş toplumun Türkler olduğu bilinmektedir. Tarihî Türkçeye uygulanan yazı sistemleri incelendiğinde, on kadar alfabe ve yazı sisteminin tamamının bir din veya inancın doğrudan veya dolaylı taşıyıcıları oldukları ortaya çıkmaktadır. Bilhassa Orta Çağ’da Türklerdeki karışık alfabe kullanımı, Türklerin dört bir yandan çeşitli dinleri temsil eden misyoner gruplarla yakın temasta olduklarını gösterir. Türklerin benimsediği tarihî alfabeler arasında, Göktürk yazısı dışındaki sistemlerin hepsi, bir din veya inancın kabulünün hemen ardından kullanım alanına girdikleri için, dokularında siyasî kimlik barındırmazlar. Son devir alfabeleri şeklinde adlandırılabilecek Latin ve Kiril sistemlerini ise, sosyal ve siyasî seçimler oldukları için farklı boyutlarda değerlendirmek gerekir. Latin alfabesi, dağılmaya yüz tutmuş bir toplumu uluslaştırma gayretiyle örülmüş zincirin son halkalarından birini oluşturarak, Türk alfabe tarihinin sosyal basamağındaki yerini alır. Kiril alfabesi ise, Çarlık devri bakanlarından Milyutin’in “Rus alfabesi, kılıçla başlatılanı bitirmelidir” cümlesiyle açığa çıkan bir imha siyasetinin ürünü olarak Türk alfabe tarihinde belirirken bir ilke de imza atar: Türkler ilk kez, bir yazı sistemini kendi istek ve iradeleri dışında kullanmaya başlamışlardır.

Türkler, bozkır kültürüyle yaşadıkları devrelerde, atalar kültü, tabiat güçleri ve Gök Tanrıcılık inanışlarına sahip olup kendi millî yazı sistemlerini (Göktürk) kullanmaktaydılar. Yazının sihirli gücünün olduğuna inanılan bütün eski kültürlerde olduğu gibi, bozkır Türklerinde de, yazının ilk işaretleri sayılabilecek damgalar, totemin ve koruyucu ruhların resmini veya suretini belirtmek üzere ilahîsihrî boyutta kullanılmıştır. Damgaların, Sümerlerdeki kil tabletlere denk bir fonksiyonla, bozkır Türklerinde boyun mülkiyet nişanları olarak ticarî ve iktisadî işlevleri de bulunmaktaydı. Eski Türk toplumundaki damgaların ilahîsihrî boyutunun asırlar sonraki uzantısı muska, hukukî işlevinin uzantısı ise, tuğra ve mühür şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Gerek ilahî gerekse hukukî amaçlar, damga işiyle uğraşan kişinin bilgeliğini ve muteberliğini gerektirdiğinden, damgacılar eski Türk kültüründe muhtemelen ruhânîhikemî kimlikli şamanlar, kamlar ile idarî, siyasî ve hukukî kimlikli kağan sülalesi veya yakınları arasından çıkmıştır. Bu düşünce, Kül Tigin (Költigin) ve Bilge Kağan kitâbelerinin kâtibi Yollug Tigin’in Kül Tigin’in yeğeni oluşuyla (KT, Güneydoğu; BK, Güneybatı) ve kitâbelerin muhtelif satırlarındaki bilgilerle doğrulanmaktadır: Kül Tigin’in cenaze törenine gelen yabancı devlet erkânından söz edilen satırlardan birinde Çin, Tibet, Soğut, İran, Buhara ülkelerinden gelen generallar ve vezirlerden sonraki protokol sırası Türgiş Kağanlığı’ndan Makaraç Tamgacı’ya ve Oğuz Bilge Tamgacı’ya verilmiştir. Bu damgacıların (mühürdâr, kâtip) yanında resim ve kitâbe taşı yapıcısı Tabgaç kağanının yeğeni Çang generalin de törende bulunduğu belirtilir (KT, Kuzey). Kısacası, eski kültürlerin çoğunda karşılaşılan yazının kutsiyeti ve sihrî gücü inancının bir yansıması olarak, eski Türklerde de yazıyı, ruhânîler ile seçkin zümreye mensup kimseler öğrenip kullanmıştır.

Yazı, totemist ve çok tanrılı eski kültürlerde, ticarî bir araç olduğu kadar, sihirbaz, kâhin, falcı, hekim veya genel anlamda ilahî güç sembolü kişilerin büyü gereçlerinden biri ve bu kişilerin şifreli anlaşma vasıtaları olarak da hizmet etmiştir. Bu durum, yazının linguistik olmayan ilahîsihrî amacıdır ve bu tarzdaki yazı sistemleri, alfabe sosyolojisinde “kült yazısı” olarak adlandırılır. Yazının bu kutsiyeti, Grek adlandırmalı hiyeroglif (hieros “mukaddes”+glyphein “hakketmek, kazımak”) sözünün anlamından anlaşılacağı gibi, aynı tür yazıya Mısırlıların verdiği mdwntr “Tanrıların sözü” adlandırmasında da belirgindir. Yukarı Yenisey havzasındaki eski kurganlardan çıkan eşyalar üzerindeki Göktürk yazılarını ilk keşfeden Alman D. G. Messerschmidt ve İsveçli Strahlenberg, bu yazıyı kendi tarihî yazılarına benzeterek runik “mistik, esrarlı” olarak vasfetmişlerdir. Bu sözün adlandırma değil, sadece bir nitelemeden ibaret olduğu anlaşılmayınca, en eski Türk yazı sistemi, literatürde “esrarengiz” anlamına gelen Normanca bu kelimeyle tanınagelmiştir. Gerçekten de, runik sözünün karşıladığı anlam, kült bir yazıçizinin halefi sayılabilecek ve hatırlatmabildirme fonksiyonundan dolayı “kullanma yazısı” olarak değerlendirilebilecek Göktürk yazı sistemini bilinmeyenin kutsiyeti açısından iyi nitelemektedir.

Dr. Hatice ŞİRİN

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.