Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye’nin NATO’ya Girişi

0 38.395

Yrd. Doç. Dr. Yusuf SARINAY

Giriş

Bilindiği gibi Türkiye; siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel ve güvenlik kriterleri çerçevesinde kendisini bir Avrupa devleti olarak görmekte ve bu görüşünü Avrupa’ya da kabul ettirerek Avrupa yapılaşmasında eşit ve önemli bir devlet olarak yer almayı hedeflemektedir. Bu sebeple Türkiye’nin izlediği dış politikanın hiç değişmeyen temel özelliği Batı’ya yönelik olmasıdır. Bu temel yöneliş, güvenlik ve toprak bütünlüğüne yönelik tehdidi karşılamak gibi sınırlı geçici bir olay değil, sürekli bir politika tercihidir.

Türkiye’nin Batı’ya yönelik dış politika tercihinde bir takım tarihî zaruret ve süreçlerin tesiri bulunmaktadır. Böyle bir yakınlaşmanın Osmanlı Devleti dönemine uzanan gerek Batılılaşma gibi kültürel, gerekse jeopolitik konumu sebebiyle güvenlik endişelerinden kaynaklanan denge politikası gibi siyasî yönlerinin olduğu malûmdur. Osmanlı Devleti’nin yıkılması üzerine gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı, siyasî-askerî açıdan Batılı devletlere karşı bir hareket olmasına rağmen, Batılı değerler sistemine karşı değildir.

Atatürk, Türkiye’yi modern bir ülke-devlet haline getirmek amacıyla başlattığı radikal inkılâplara paralel olarak Türkiye’nin dış politikasını da Batı’ya yöneltmiştir. Bu temel yöneliş Türk dış politikasının günümüze kadar hiç değişmeden süren temel çizgisidir.

Bu nedenle Türkiye’nin NATO’ya girişini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

1. Atatürk Döneminde Türk Dış Politikası

Lozan Barış Antlaşması’yla savaş dönemini kapatan Türkiye, 1923’ten sonra ağırlıklı olarak iç politikada yeni modern bir millet-devlet oluşturma ve oluşturulan bu yeni kimliği uluslararasında kabul ettirmeye çalışırken, dış politikada tüm gelişmelerle ilgilenmekle beraber, esas olarak Lozan’da halledilemeyen sorunların çözümü ile uğraşmıştır.

1923-30 yılları arasında Lozan’da çözülemeyen sorunlarını halleden Türkiye, Batı ülkeleri ile sağlıklı ilişkiler kurma yolunu tutmuştur. Çünkü Atatürk Türkiye’nin medeni dünyada gerçek yerini alabilmesi için çağdaşlaşmanın şart olduğuna inanmış, gerçekleştirdiği radikal inkılâplarla Türkiye’yi yapı itibariyle Batı’ya yaklaştırmıştır. İç politikada başlayan bu radikal değişikliklere paralel olarak Türkiye’nin dış politikasını da Batı’ya yöneltmiştir.[1] Bu temel yöneliş Türk dış politikasının günümüze kadar hiç değişmeden süren temel çizgisi olmuştur.

Nitekim 1930’lu yıllarda Batı ile ilişkilerini normalleştiren Türkiye, 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne girerek aktif bir şekilde uluslararası işbirliğine katılmaya başlamıştır. Türkiye’nin Cemiyet’e girişi Batılı ülkelere yaklaşmasının önemli bir işareti olmuştur. Böylece başlayan yakınlaşma, ülkenin kalkınması için dış yardıma duyulan ihtiyaç ve dünya konjonktüründe meydana gelen değişmelere bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik endişelerinin de etkisi ile giderek gelişecektir.

Bu dönemde Türkiye, bölgesel ve uluslararası alandaki barışçı faaliyetlere aktif bir şekilde katılmakla beraber, kendi güvenliğini ön planda tutarak öncelikle bölgesel ittifaklara yönelmiş, Balkan ve Sadabat Paktlarının kuruluşuna öncülük etmiştir.[2]

Avrupa ve dünyanın kısa sürede bunalımlar dönemine girdiği yıllarda bizzat Atatürk’ün yönlendirdiği gerçekçi, barışçı ve çok yönlü dış politika sayesinde Türkiye bölgede bir istikrar unsuru olmuş, Avrupa’da oluşan her iki blok tarafından da daima dostluğu aranan, her siyasî merkezde saygı uyandıran itibarı artmış bir devlet haline gelmiştir. Türkiye’nin sınırlı gücüne rağmen kısa zamanda itibarlı bir devlet haline gelmesinde, diplomasisindeki becerinin ve dünya güç dengelerinin yanısıra, coğrafi konumundan kaynaklanan jeopolitik öneminin özellikle Boğazlara sahip olmasının büyük rolünün olduğunu vurgulamak gerekir.[3] Türkiye bu özelliğini daha sonraki dönemlerde de sık sık vurgulayarak dünya politikasını gücünün üstünde etkilemeye çalışacaktır.

Ülkenin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliğini her şeyin üstünde tutan, Atatürk’ün yönlendirdiği bu politika sayesinde Türkiye, uluslararası bunalımların arttığı, İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde, uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde iyi bir zamanlama ile barışçı yollarla Boğazlardan sonra Hatay sorununu da kendi lehine bir çözüme kavuşturmuştur.

2. II. Dünya Savaşı’nda Türkiye

Türkiye 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere ve Fransa ile Üçlü İttifak Antlaşması’nı imzalayarak İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında Batı ile kader birliği yapmaya başlamıştır.[4] Diğer taraftan Sovyetler Birliği ile anlaşamamış olmasına rağmen, yine de bu devletle bir savaşa sürüklenmekten II. Dünya Savaşı boyunca kaçınmaya son derece dikkat edecektir.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nda coğrafi mevkinin önemi dolayısıyla Müttefik ve Mihver devletlerin kendi yanlarında savaşa sokabilmek amacıyla yoğun baskılarıyla karşı karşıya kalmıştır. Savaşan tarafların bu baskıları karşısında -İngiltere ve Fransa ile ittifakına rağmen- Türkiye’nin politikası; ülkenin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını hiçbir taviz vermeden muhafaza etmek amacıyla savaşın dışında kalmak ve büyük devletler arasında bir denge unsuru olma politikasını yürüterek saldırılardan korunmak olmuştur. Bir başka deyişle 1939-1945 tarihleri arasında Türkiye Avrupa’nın birbirleriyle savaşan belli başlı güçleri ile ilişkilerini sürdürmüştür. Türkiye’nin izlediği bu çok yönlü politikanın en yararlı sonucu, Türkiye’nin savaşın dışında kalmasını sağlaması olmuştur. Türkiye’nin takip ettiği bu politika da I. Dünya Savaşı’nda kazandığı tecrübeler kadar, Sovyetler Birliği’nden duyulan endişe de büyük rol oynamıştır. Türkiye’nin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu politikayı son derece sınırlı tuttuğu bir kadro ile yürütmüştür.[5]

3. II. Dünya Savaşı’ndan Sonra Türkiye

II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası sistem esaslı bir yapısal değişime uğradı. Savaşın sonunda ortaya çıkan iki süper gücün liderliğinde Doğu-Batı blokunun oluşması ve iki blok arasında ilişkilerin soğuk savaş şeklinde cereyan etmesi yeni uluslararası sistemin belirleyici özelliği olmuştur. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış politikalarına yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde etkili olmuştur. Nitekim, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen olan ve ona istikamet veren esas unsur savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istekleridir.

A. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den İstekleri

Savaş içinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı politikası cephe durumlarına göre değişiklikler gösterdikten sonra, savaş sonunda gerçek niteliğini kazanmıştır. Nitekim daha savaş sona ermeden 19 Mart 1945’te Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i kabul eden Molotov, Sovyet hükümetinin günün şartlarına ve II. Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan yeni duruma uygun olmadığı için esaslı değişiklikleri geciktirdiğine inandığı 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı feshettiğini bildirmiştir.[6] Bunun üzerine Türkiye Sovyetler Birliği’ne verdiği cevabi notada, iki ülke arasındaki dostluk ve iyi ilişkilerin devamı için yeni bir anlaşma yapılabileceğini bildirmiştir. Ancak çok geçmeden Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler vermeden Sovyetler Birliği ile antlaşma yapılmasının imkansız olacağı ortaya çıkmıştır. Nitekim 7 Haziran 1945’te Molotov, Büyükelçi Sarper’e iki ülke arasındaki yeni bir antlaşma yapılabilmesi için; Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak için de Sovyetlere Boğazlarda deniz ve kara üsleri verilmesi, Montreux Sözleşmesi’nin değiştirilmesi, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne iade edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Kabul edilmesi mümkün olmayan bu isteklerin Türk hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine, Sovyetler Birliği, 1945 yılı Haziran ortalarından itibaren Türkiye üzerinde siyasi baskı yapmaya başlamıştır.[7]

ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonu işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla yaptıkları Potsdam Konferansı’nda görüşülen en önemli meselelerden biri Türk boğazlarının durumu olmuştur. Konferansta, Sovyetler Birliği Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile kendisini ilgilendiren iki taraflı bir mesele olduğunu belirterek, Boğazlarda askeri üsler istemiştir.[8]

Sovyetler Birliği Postdam Konferansı’ndan bir yıl sonra 8 Ağustos 1946’da Boğazlarla ilgili görüşlerini içeren bir notayı Türkiye’ye vermiştir. Bu notada; Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı içinde meydana gelen olayların, Montreux Sözleşmesi’nin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamakta yetersiz kaldığını ileri sürerek, Boğazlardan geçiş rejimini düzenleme yetkisinin Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmasını ve Boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından ortaklaşa savunulmasını istemiştir. Sovyet notası üzerinde ABD ve İngiltere ile durumu görüşen Türkiye, bu istekleri reddetmiştir. Bundan sonra, Sovyetler Birliği 24 Eylül’de ikinci bir nota vererek aynı istekleri tekrarlamıştır.[9]

Sovyetler Birliği isteklerini kabul ettirmek için Türkiye üzerinde siyasi baskı yapmaya devam etmiştir. Bu baskılar karşısında Türkiye, İngiltere ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini artırmıştır.

B. ABD’nin Türkiye’yi Desteklemesi

Türkiye, Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla, 1939 yılından itibaren ittifak içinde bulunduğu İngiltere’nin ve savaş sonunda dünyanın en güçlü devleti olarak ortaya çıkan ABD’nin desteğini aramıştır. Fakat gerek Türkiye’nin savaşta tarafsız kalmış olması, gerekse Türkiye’de büyük bir endişe uyandıran Sovyet davranışlarının aynı tepkiyle karşılanmaması sebebiyle başlangıçta istediği desteği elde edememiştir. Ancak 1945-1946 yıllarında cereyan eden olaylar İngiltere ve ABD’nin politikasının yavaş yavaş değişmeye başlamasına yol açmıştır.

Öncelikle ABD’nin diplomatik desteğini elde eden Türkiye’nin ABD’nin askeri ve ekonomik desteğini aradığı sıralarda Yunanistan’da ortaya çıkan iç savaş yüzünden bu ülkede komünizm tehlikesi ortaya çıkmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardıma devam eden İngiltere, 21 Şubat 1947’de ABD’ye verdiği bir muhtıra ile artık bu ülkelere yardıma devam edemeyeceğini, fakat Batı dünyasının savunması bakımından bu iki devletin bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin askeri ve ekonomik yardımının şart olduğunu bildirmiştir. İngiltere’nin bu muhtırası artık onun dünya ve özellikle Orta Doğu’daki yerini ABD’ye terketmek zorunda kaldığını ortaya koymaktadır. Bu sebeple İngiliz muhtırasını alan ABD yönetimi Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan komünist rejimleri, Türkiye ve Yunanistan’ın durumunu gözönüne alarak Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere harekete geçmeye karar vermiştir.

Sonuçta ABD Başkanı Truman Kongrede 12 Mart 1947’de daha sonra Truman Doktrini adını alacak olan mesajını okumuş ve Kongreden hükümete Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılması yetkisi verilmesini istemiştir. Buna dayanarak hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmiştir.[10] Daha sonra 12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasından sonra ABD Türkiye’ye askeri yardım yapmaya başlamıştır.[11] Truman Doktrini ve ikili antlaşma Sovyet baskısı karşısında devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük bir memnunluk yaratmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda ikili antlaşma ile getirilen bir takım sınırlamalar Türkiye açısından bazı sıkıntılar doğuracaktır.

Truman Doktrini, savaş sonrası ABD ve dünya politikasında bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın geçiş devresini sona erdirmiş, dünyanın iki bloka ayrıldığını ve Sovyet-ABD mücadelesinin, başka bir deyişle soğuk savaşın başladığını ilan etmiştir.

Askeri yardım amaçlı Truman Doktrini’nden sonra Türkiye ile ABD arasında 4 Temmuz 1948’de ekonomik işbirliği antlaşması imzalanmıştır. Anlaşmadan sonra Marshall Planı çerçevesinde 1949-1951 yılları arasında Türkiye’ye ABD ekonomik yardım yapmıştır. 1951 yılından sonra bu yardım “Ortak Savunma Programı”na dahil edilmiştir.

Türkiye bu yardımların yürürlüğe girmesiyle artık Batı yanlısı bir politika takip etmeye başlamıştır.

4. NATO ve Türkiye

A. NATO’nun Kuruluşu

II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın yıkılmış olması ve Sovyetlere karşı bir denge unsuru olan ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi kuvvetler dengesinin tamamen Sovyetler Birliği lehine bozulmasına sebep olmuş ve Sovyetler Avrupa’nın en güçlü devleti olarak ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği Almanya ve Japonya’nın yenilmesi ile doğusunda ve batısında meydana gelen boşlukta yayılma politikası takip etmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarına karşı, ABD’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı’nı uygulamaya başlaması üzerine faaliyetlerini artıran Sovyetler Birliği, 5 Ekim 1947’de diğer peyk ülkelerle birlikte Kominform’u kurmuştur. Böylece Doğu Bloku’nun resmen ortaya çıkmasıyla dünya açıkça iki bloğa ayrılmıştır.[12]

Buna karşılık Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlayacak herhangi bir ittifak ve teşkilat mevcut değildi. Avrupa’da birleşme yönünde ilk adım İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Dunkerk Antlaşması olmuştur. Prag darbesi Avrupalıları telaşlandırmış, Dunkerk Antlaşması’nı genişleterek 17 Mart 1948’de Brüksel Paktı’nı imzalamalarına yol açmıştır.[13] Ancak Batı Avrupa ülkelerinin savunma amaçlı kurdukları bu pakt ABD’nin ittifaka dahil olmaması sebebiyle Sovyetlere karşı bir denge unsuru olmaktan uzaktı. Bundan dolayı Batı Avrupa ülkeleri, ABD’yi ittifaka dahil etmek amacıyla faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Sonuçta 11 Haziran 1948’de ABD Kongresi’nde kabul edilen Vanderberg Kararı ile ABD 1823’ten itibaren uygulamakta olduğu Monreo Doktrini’ni terkederek dış politikasında esaslı bir değişiklik yapmıştır. ABD’nin dış politikasında meydana gelen bir değişiklikten sonra Brüksel Paktı sonucu kurulan Batı Avrupa Birliği’ne ABD ve Kanada’nın da dahil olmasıyla 13 ülke arasında kısa adı NATO (North Atlantic Treaty Organization) olan Kuzey Atlantik İttifakı 4 Nisan 1949’da kurulmuştur.[14]

B. Türkiye’nin NATO’ya Girişi

Türkiye’nin NATO’ya girme fikri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Batı Bloku’na bağlanma çabalarının bir sonucudur. Genel olarak savaştan sonra Türkiye’nin Batılılara yaklaşma politikası bir yandan ülkenin ekonomik kalkınması ve silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu için gerekli kaynakların dış yardım yoluyla Batı’dan kolay sağlanabileceğine inanılırken, diğer yandan Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketleri sonucu Türkiye’nin Batılı bir ülke-devlet olma yolunda yaptığı tercihin doğal sonucu olarak görmek gerekir. Zaten Türkiye Batı yanlısı politikaya uygun olarak iç politikada büyük bir değişiklik yaparak çok partili sisteme geçmiş, ekonomik alanda liberal politikalar uygulamaya başlamıştır. Yukarıda belirtildiği gibi daha yakın ve somut bir sebep ise Sovyet tehditleri olmuştur. Gerçi Türkiye Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD’nin desteğini sağlamıştı; ancak bu desteğin karşılıklı bir ittifaka dayanmaması sebebiyle güvenlik endişeleri tamamen giderilmiş değildi.

Bu sebeple Türkiye, NATO’nun daha kuruluş safhasında bu ittifaka dahil olmak amacıyla girişimde bulunmuş, fakat sonuç alamamıştır. Ancak 8 Ağustos 1949’da Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğine alınması, Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda hem cesaretlendirmiş, hem de müracaatlarına haklı bir sebep hazırlamıştır. Ancak Türkiye’nin NATO’ya girme çabaları özellikle Avrupalı üyelerin siyasi, ekonomik ve kültürel itirazları ile karşılaşmıştır.[15] Bu ülkelerden farklı olarak İngiltere, Orta Doğu’daki çıkarlarını koruyabilmek amacıyla Türkiye ve Yunanistan’ın Avrupa Savunma Cephesi yerine oluşturulacak Orta Doğu Savunma Planı içine alınmasını istiyordu.

Bu arada Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesinden sonra kurulan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerinde iktidara gelmiştir. Demokrat Parti iktidarı genelde CHP’nin dış politikasını benimsemiş ve devam ettirmiştir. Ancak DP yönetimin özellikle ekonomik politikalar açısından Batı’ya daha yakın bir özellik taşıması, Türkiye’nin Batı’ya bağlanma çizgisine, daha belirli ve zorunlu bir istikamet vermiştir.[16] Bu sebeple Türkiye’yi NATO’ya sokmayı zorunlu gören DP, bu sırada patlak veren Kore Savaşı’nı büyük bir fırsat olarak düşünmüş ve 4500 kişilik bir birliğini TBMM’nin onayını almadan Kore’ye göndermiştir.[17]

Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda ABD’nin tavrı değişmeye başlamıştır. Çünkü Kore Savaşı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artık çıkması beklenmeyen bölgesel savaşların hiç de ihtimal dışı olmadığını göstermiş ve NATO ülkelerini, özellikle de ABD’yi Sovyetler karşısında daha etkili tedbirler almaya yöneltmiştir. Sonuçta Sovyetler Birliği’ne karşı set çekme ve çıkabilecek muhtemel bir savaşta askeri üslere ihtiyaç duyulması sebebiyle ABD Türkiye’nin NATO’ya alınmasını gerekli görmüştür. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’ya alınmasında, Kore’de askeri başarısı, uluslararası sorunlarda Batılılarla birlikte hareket etmesi ve modern olmamakla beraber güçlü bir kara ordusuna sahip olmasının yanı sıra, Batı savunması için gerekli olan jeopolitik yerinin önemi, birinci derecede etkili olmuştur diyebiliriz.[18]

Bu gelişmelerden sonra NATO Bakanlar Konseyi 15-20 Eylül 1951 tarihinde Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye olarak alınmasına oybirliği ile karar vermiştir. TBMM’de 18 Şubat 1952’de Kuzey Atlantik Antlaşması’nı tasdik etmiş böylece Türkiye NATO’ya resmen üye olmuştur.

Sonuç

Soğuk Savaş ortamında iki blok arasında bir sınır devlet konumunda olan Türkiye’nin stratejik önemi artmış ve Batı ittifakının parçası olması yönünde oluşan uygun uluslararası konjonktür içinde Türkiye NATO’ya girmiştir.

Böylece Türk dış politikasında, Sovyet tehdidine karşı batı savunma sistemi içinde güvenliğini sağlama politikası, NATO’ya girmesiyle amacına ulaşmış, ABD’nin Türkiye’ye yaptığı ekonomik ve askeri yardımlara düzenli bir işlerlik kazandırılmıştır. Türk devlet adamları uzun yıllar Atlantik ittifakını sadece bir savunma ittifakı olmaktan öte, bir dünya görüşü ve milli bir dış politika unsuru olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın sonucu uluslararası problemlerde Batı ülkeleriyle özellikle de ABD ile birlikte hareket etmeye başlamışlardır.[19]

Yrd. Doç. Dr. Yusuf SARINAY

Devlet Arşivleri Genel Müdürü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 923-927


Dipnotlar:
[1] Haluk Ülman, Oral Sander, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)” II, SBF Dergisi, C. XXVII, No. 1. (Mart 1972), s. 2-4.
[2] Paktlar için bkz. İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. 1., Ankara, 1983, s. 454-458, 584-587.
[3] Mensur Akgün, “Türk Dış Politikasında Bir Jeopolitik Etken Olarak Boğazlar”, Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, 1994, s. 213-224.
[4] Üçlü İttifak metni için bkz. Düstur, III, Tertip, C. 21, s. 15-18; J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East a Documentary Recort: 1914-1956, Vol: II, New York, 1959, s. 226-228.
[5] Geniş bilgi için bkz. Edward Weisband, 2. Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış politikası, Çev.; M. Ali Kayabel, 1974; Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), C. I. İstanbul, 1996. s. 294-695; C. II., s. 141-271 Türkiye Politikasında 50. Yıl İkinci Dünya Savaşı Yılları (1939-1946), Ankara, 1982.
[6] Metin Toker, Türkiye Üzerinde 1945 Kabusu, Ankara, 1971, s. 5, İkinci Dünya Savaşı Yılları, s. 250-251.
[7] Geniş bilgi için bkz. Feridun Cemal Erkin, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Ankara, 1968, s. 257-264; Kamuran Gürün, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, Ankara, 1983, s. 144-147.
[8] Harry S. Truman, Memoirs, Vol: 1, New York, 1955 s. 143-416; Tahran, Yalta ve Potsdam Konferansları-Gizli Belgeler, Çev.: Fahri Yazıcı, İstanbul, 1972, s. 244-247.
[9] Notalar için bkz. Cemil Bilsel, Türk Boğazları, İstanbul, 1948, s. 62-65. Ayın Tarihi, No. 153, 154 (Ağustos, Eylül 1946), s. 72-74.
[10] The Department of state Bulletin, Vol: XVI, No. 413 (June 1, 1947), s. 1071-1073.
[11] Haydar Tunçkanat, İkili Antlaşmaların İç Yüzü, İktisadi, Askerî, Siyasî, 3. B., Ankara, 1975, s. 171-175.
[12] Fahir Armaoğlu, “Sovyet-Amerikan Münasebetlerinin Üç Yılı (1945-1948)”, I, SBFD, C. IV, No: 3-4, s. 431-432.
[13] Lord Ismay, NATO İlk Beş Sene (1949-1954), Çev.: Suat Bilge, Ankara, 1954, s. 16-17.
[14] Kurucu üyeler ve İttifak metni için bkz.; NATO Bilgiler ve Belgeler, NATO Enformasyon Servisi, Brüksel, 1971, s. 262-265.
[15] Ferenc A. Veli, Bridge Across the Bospours The Foreign Policy of Turkey, London, 1971, s. 116.
[16] Cem Eroğlu, Demokrat Parti (Tarihi ve İdeolojisi), Ankara, 1970, s. 68-69.
[17] Tahsin Yazıcı, Kore Birinci Türk Tugayında Hatıralarım, İstanbul, 1963, s. 33-34; Dankwart A. Rustow, “ABD-Türk İlişkileri (1946-1974)”, Türkiye ve Müttefiklerinin Güvenliği, Ankara, 1982, s. 94.
[18] Haluk Ülman, “NATO ve Türkiye”, SBFD, C. XXII, No: 4, s. 143-150: Sarınay, a.g.e., s. 70-99.
[19] Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla Türk Dış Politikası, 9. B., Ankara, 1996, s. 312.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.