Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayata Geçiş Ve Demokrat Parti İktidarı (1945-1960)

0 17.753

Dr. Rıdvan AKIN

Tek Partili Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili bir siyasal modele dönüşümü üzerinde oydaşma sağlanmış konulardan değildir. Çatışan tezler, Devlet partisi CHP’nin çok partili rejimi, siyasal gelişme ve olgunlaşmanın ulaşılması gereken hedefi olarak gördüğü savı ile, Türkiye’nin ulaştığı toplumsal siyasal gelişmişlik düzeyinin CHP’nin bürokratik sulta yönetimini, kendi isteksizliğine rağmen, adım adım gerileterek demokratik bir devrim gerçekleştirdiği arasında değişiklik gösterir. Bu tezler büyük ölçüde bugünün siyasal vaziyet alışları ile ilintilidir. Denilebilir ki Türkiye’de her siyasal geleneğin kendisine özgü demokrasiye geçiş modeli vardır.

Siyasal bilim literatüründe demokrasiye geçiş modelleri reform, zor kullanma ve uzlaşma (sözleşme) olarak üçe ayrılmaktadır. Türkiye örnek olayında iktidarın sistemi reforme ettiği, yasallaşmış muhalefetin ise iktidarı devralırken uzlaştığı söylenebilir.[1] Bu arada 45’de başlayan 50’de iktidarın devri ile tamamlanan sürecin tamamıyla sivil karakterli olduğuna işaret edilmelidir. Geçişin sivil siyasal unsurlar arası bir uzlaşma zemininde gerçekleştiği, TSK’nın onay veren ya da tavır koyan bir güç olarak görülmediği belirtilmelidir.[2]

Önce somut, ampirik olguları ele alalım. CHP, yirminci yüzyıl siyasi tarihinde hiçbir tek parti iktidarının yapmadığı bir şekilde, kendisini iktidardan uzaklaştıracak bir sürecin baş aktörü olmuştur. Bunu hazırlayan faktörlerin analizine bir soru ile başlamak gerekirse, CHP’nin demokrasiye geçiş kararı yapısına aykırı mıdır, değil midir?

Türkiye’deki hali ile tek parti modelinin faşist ve komünist tek partili düzenlerden farklı, bir vesayet partisi rejimi olduğu siyaset bilimi literatüründe genel kabul görmektedir. CHP hiçbir zaman otoriter meşruiyet doktrinine sahip olmamış, demokratik meşruiyeti daima ideal olarak sunmuş, devrimin demokrasi ile tamamlanacağı resmi söylemin unsurlarından biri olagelmiştir. O halde, Tek Parti idaresinin çok partili rekabetçi bir rejime evrilmesi doğasına aykırı değil, kendi çizdiği siyasal yörüngeye uygundur. Ancak bu geçiş kendiliğinden olmamış içinde bulunulan nesnel konjonktüre öznel ve iradi bir müdahaleyi gerekli kılmıştır. İnönü, geçiş kararını, kadrolarını, zamanlamayı, sürecini ve biçimini belirlemiştir.[3]

Türkiye’de 1946 demokrasisini kuran gelişmeler ana durakları itibariyle şöyle olmuştur. CHP Müstakil Grubu 1939 Büyük Kongresi’nin kabul ettiği esaslar çerçevesinde sadık ve simgesel bir muhalefet yürütürken İnönü’nün 1 Kasım 1945 tarihli Meclisi açılış konuşmasında yarışmaya dayanan bir siyasal sistem kurulacağını beyan etmesi ile, Pandoranın Kutusu açılmış ve o zamana değin çoğunlukla alttan alta yürütülen muhalefet hareketi serbest örgütlenme olanağına kavuşmuştur.[4]

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi ve ekonomik liberalleşmeyi tahrik eden etmenlerin başında Almanya, İtalya ve Japonya gibi totaliter rejimlerin yenilmesi İkinci Demokratlaşma dalgasının yükselişine neden olmuş,[5] Türkiye’yi idare edenleri rejimi reforme etmeye zorlamıştır. Bunlara savaşın galipler cephesini temelde Batı demokrasilerinin oluşturması ve Sovyetlerin jeopolitiği yeniden kurma yönündeki istekleri eklenecektir.

Dış etken parametresinin Türk demokratikleşmesine ne ölçüde katkıda bulunduğu tartışmasına gelince, Konjonktürün “değişiklikler için elverişli ortam yaratma” dışında derin bir etkisinin olmadığı anlaşılmaktadır. ABD Başkanı Truman’ın 1946’da Senatoda verdiği söylevde “ Harp tehlikesinin henüz zail olmadığı bir sırada, Türkiye’nin iç idaresini harp politikasına göre yürütmesi gerekirken, çok partili hayata girişmesini, zamansız bir icraat şeklinde vasıflandırıyoruz” ifadesinden, Birleşik Devletlerin Türk Hükümetini siyasal rejimini gözden geçirmeye zorlamadığı sonucunu çıkarabiliriz. Denilebilir ki Türkiye ABD’den aldığı işaret üzerine demokrasiye geçmemiştir.[6]

CHP elbette göreli bir ittifakı ve bir statükoyu temsil ediyordu. Bu ittifak bağrında toplumsal sınıfsal bir gerilimi de taşımaktaydı. İttifaka gönülden bağlı olanlar olduğu gibi yönetici güçler koalisyonunun içinde şartlar gereği yer almış olanlar da vardı. Eşraf ticarette devlet tekeli ve toprak reformu olasılıklarına karşı örtülü direnişini sürdürmekteydi. Bu İttifak sistemi radikallere önemli bir sosyo-ekonomik reform olanağı sağlamadan, sınıfsal dengelere ilişmeksizin devlet yapısını modernize etme olanağı tanıyan örtülü bir oydaşmaya dayanmakta idi; iktisadi alana devlet müdahalesinin sınırları gerilimin temel eksenini oluşturmaktaydı.[7]

Cumhuriyet Türkiyesi, savaş şartları altında gerçekleşen bir dönüşümün ürünü idi. Eski rejimden sosyo-ekonomik düzeyde devrimci bir kopuştan söz etmek oldukça güçtü. Türk Burjuvazisi ekonomi üzerindeki bürokratik kontrolden hayal kırıklığına uğramış, yeterli gelişme düzeyine erişince ulusal dayanışmayı her şeyin üstünde tutan korporatist birlikçi resmi tutum karşısında piyasa ilkelerine dayanmayı tercih etmişti.[8]

Tek parti döneminde burjuvazi bürokrasinin vesayetinden kurtulamamıştı. Bürokrasi yardımcılık görevine sadık kalarak iktidar ortağını güçlendirmiş, fakat ipin ucunu asla elinden kaçırmamıştır. Bu dönemde iktidar içi çelişmelerin dışa yansıması Cumhuriyet öncesinden pek farklı olmamış, Cumhuriyet Halk Partisi İttihat ve Terakki yönetimini çağdaş manada tekrarlamıştır.[9]

Sosyo-ekonomik parametrelere gelince, 1950’ler Türkiyesi’nin %80’ini küçük köylüler oluşturmaktaydı. Osmanlı Türk tarihinden beri toprak mülkiyetindeki dağılımın yarattığı sorunlar siyasal yapıyı köktenci dönüşümlere tabi tutacak beklentilere altyapı teşkil etmemişti. 1946-50 muhalefeti bu karakteristiklere haiz köylü kitlelerini peşine takarak iktidara yürüyecekti.

Bu dönemde muhalefet hareketi biri din diğeri pazar ilişkilerinin kendi doğasına bırakılması talebinde anlamını bulan iki ana eksene oturmaktaydı. Tek parti uygulamaları, bir seçkinler grubunun, kafasındaki modernleşme şablonunu isteksiz ama aydınlatılması gereken gönülsüz kitlelere dayatması olarak değerlendiriliyordu.[10]

Kemalist elitin jakoben kanadı yukardan aşağıya yöntemlerle reform ısrarını sürdürmekteydi. Bu yaklaşıma göre, rekabetçi politikanın (çok partili düzen) gündeme gelmesi doğru değildi; çağdaşlaşma sekteye uğrayacaktı. Halbuki devrimci parti daha görevini tamamlamamıştı.

Partinin dayandığı göreli ittifakın çözülmesi, dayandığı sınıf ve mülkiyet ilişkileri ekseninde gerçekleşecekti. 500 dönüm üzerindeki toprak mülkiyetinin kamulaştırılmasını amir olan 11 Haziran 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu kopuşun ana duraklarından birini oluşturacaktı. Kanun tasarısına eleştiriler temelde iki yönlü olmuştu: Mülkiyet hakkının çiğnenmesi ve kapitalist gelişme yerine prekapitalist üretim ilişkilerinin canlanmasını tahrik etmesi. İddiaya göre, eğer kanun kabul edilirse, Türkiye küçük köylülüğün (geçimlik ekonominin) egemen olduğu bir tarım ülkesi olmaya mahkum olacaktı.[11]

Bir parti içi demokratikleşme çağrısı olan Dörtlü Takrir reddedildikten,[12] muhalefet partisinin çekirdek kadrosu kesinleştikten sonra, 1946 demokrasisi sistemin kendini yeni koşullara hukuk aleminde değişikler yaparak uyarlaması ile kurulacak; parti içi muhalefetin, CHP’den koparak yasal bir muhalefet partisi oluşturmasına olanak sağlayacak gelişmeler mevzuat yenilenerek desteklenecektir.

Bu kapsamda öncelikle siyasal partilerin örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan 1938 Cemiyetler Kanunu değiştirilerek, izin sistemi kaldırılmış; beyan usulune geçilmiştir. İdarenin dernek faaliyetlerini yasaklama yetkisi ve sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı kaldırılmıştır.[13]

7 Ocak 1946’da Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın öncülüğünde siyasal hayata adımını atan Demokrat Parti’nin tezlerinin çekirdeğini siyasi iktidarın halktan alınan vekalete dayanması, iktidara karşı yurttaş hak ve özgürlüklerinin güvenceye alınması gibi kavramlar oluşturmuştur.[14]

Kurucu kadrosunun tamamı CHP’de yetişmiş bulunan DP’lilerin programı ikiye ayrılmaktaydı. Birinci Bölümde genel hükümler ikinci bölümde hükümet işleri yer alıyordu. İlk bölümde öne sürülen siyasal temalar liberalizm ve demokrasi üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Programın 1. maddesinde Demokrat Parti’nin Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve umumi siyasetin demokratik bir zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadıyla kurulduğu belirtilirken, 9 ve 10. maddeler bunun gerçekleşme yolu olarak tek dereceli serbest seçimleri göstermekteydi.[15]

Partinin aşması gereken ilk engel muvazaa partisi görüntüsüydü. Bunu gerçekleştirmek, sahici bir muhalefet partisi olduğunu ispatlamak için mücadelesinde sertleşmesi gerekiyordu.[16] Parti önderlerinin söyleminde Kemalist ilkelere farklı vurguya rağmen özünde Cumhuriyet devrimine sadakat seziliyordu.[17]

DP önderleri 1924 Anayasası ile demokratikleşme arasında zorunlu bir ilişki kuruyorlardı. Celal Bayar’a göre, Atatürk devriminin hürriyet ve demokrasi ile tamamlanması kaçınılmazdı. Anayasa değişikliği intelligentsianın sorunu idi. Menderes de 1945 Birleşmiş Milletler Kuruluş Senedi ile 1924 Anayasası arasında tam bir uyumdan söz ederek, anayasayı hayata geçirecek unsurun çok partililik olduğunu vurgulayacaktı.[18]

DP önderliği açısından 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile, dünyanın belki en demokratik anayasası meydana getirilmiş, bu sayede gerek ferdi hürriyetleri, gerek milli murakabeyi en geniş surette sağlamak imkanları ortaya çıkmış olmasına rağmen siyasal pratik buna olanak sağlamamıştı.[19]

DP’nin kurucu önderi Celal Bayar’ın çeşitli yerlerde dile getirdiği görüşler partinin ideolojik doğrultusu hakkında fikir sahibi olmamıza olanak vermektedir. Bayar 1948 Martı’nda Erzincan’da yaptığı konuşmada “Bugünün medeni dünyası, en iyi idare şekli olarak, demokrasiyi bulmuş ve onda karar kılmıştır. İleri medeniyet dünyasının gözlerimizi kamaştıran ve gıpta ile seyrettiğimiz eserleri demokrasi sayesinde vücuda gelmiştir. Şüphe yok ki insan haysiyetine en uygun idare demokrasidir. Bu ise vatandaş hak ve hürriyetlerini esas alarak, millet iradesinin hakim kılınması demektir” diyerek, Batı uygarlığı ile demokrasi arasında doğrudan bir ilişki kurmuştur.[20] Bayar’ın Taksim Nutkunda kullandığı şu sözler Parti’nin Fransız devriminin burjuva değerlerine yöneldiğini göstermektedir: “Hukuk-u Beşer Beyannamesi’nin (İnsan ve Yurttaş hakları bildirisi) ışığı altında ta Tanzimat devrinden beri hak ve hürriyet davasının peşinde koşmaktayız.” Buradan 46 demokrasisinin siyasal gelişmeler tarihinin son merhalesi olarak görüldüğü anlaşılmaktadır.[21]

DP, kuruluşundan sonra girebileceği ilk mahalli idare seçimlerini mevzuatı anti demokratik bularak boykot etmiş, iktidarı meşruiyet sorunu ile baş başa bırakmıştır. Türkiye tarihinin ilk tek dereceli, açık oy, gizli tasnif ve basit çoğunluk ilkelerine göre yapılan seçimi 21 Temmuz 1946 tarihinde gerçekleşmiş ve TBMM’de üye dağılımı şöyle olmuştur. 390 CHP, 65 DP, 7 bağımsız.[22] Gizli tasnif ve henüz kurumsallaşmamanın getirdiği karışıklıklar kısmen şaibe gölgesini taşıyorsa da bu seçim, Türk siyasi tarihinde genel oy ve sandık meşruiyeti açısından son derece önem taşımaktadır. Türkiye’de devleti kuran ve iktidarı elinde tutan parti kendisi ile sandıkta yarışılmasına müsaade etmiş, bunun sonuçlarına katlanacağını ilan etmiştir.

İşte bu noktada, Türk Demokrasi tarihi açısından son derece önemli bir döneme girilmiş, CHP muhalefetsiz geçen uzun yılların rehavetinden sıyrılmak ve yeni duruma uyum sağlamakta sıkıntı çekmiştir. Kemal Karpat’ın da belirttiği gibi 21 Temmuz 1946 seçimleri ile Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 12 Temmuz 1947 tarihli beyannamesi arası dönem Türkiye’de çok partililiğin kurumsallaşması açısından en önemli kesit olmuştur.[23] Gerçekten de 1930 Serbest Fırka tecrübesi tekrarlanabilir, rejim tekrar kapanabilirdi.

Seçimlerin hemen ertesinde yeniden, ama bu kez Demokrat Parti’nin aday gösterdiği Fevzi Paşa ile yarışarak cumhurbaşkanlığına gelen İsmet Paşa, başbakanlık görevini Recep Peker’e verdi.

Yeni Başbakan 7 Eylül kararları ile iktisadi sahada liberalizasyon sağlamaya çalıştı; ancak kararlar ithalatın ve hayat pahalılığının artması ile sonuçlanacak, muhalefetin şiddetli eleştirilerine muhatap olacaktı. Peker, Menderes’in bütçe eleştirisini “psikopat bir ruhun ifadesi” olarak değerlendirince Demokratlar Meclisi sekiz gün boykot ettiler. İktidar bir kez daha geri adım atmak zorunda kaldı. Demokratlar, iktidarı boykot silahı ile yalnız bırakarak, her defasında netice aldılar.

DP muhalefette iken iki Büyük Kongre toplamıştır. 7 Ocak 1947’de, İstanbul Delegesi Kenan Öner’in divan başkanlığına getirildiği Birinci Kongre’de, tam bir özgürlük havası estirilmiştir. Orhan Mete’nin “Birinci Büyük Kongre” broşüründe anlattığı Samet Ağaoğlu’nun “bizi buraya hürriyet hasreti topladı” sözleri tek partili yılların nasıl bir birikim yarattığını göstermektedir.[24] Büyük Kongre, seçimin idare değil bağımsız yargı denetiminde yapılması, Cumhurbaşkanının tarafsızlığı, antidemokratik yasaların temizlenmesi taleplerini Hürriyet Misakı adı altında yayınlayacaktır.

İkinci Büyük Kongre’de ise CHP’nin iktidarı vermeme olasılığı karşısında neler yapılacağı bile tartışılmıştır. 20-24 Haziran 1949 tarihleri arasında toplanan kongre iki noktayı vurgulamıştır: İlk nokta 21 Haziran’da yayınlanan GİK raporunda seçim yolu dışında herhangi bir yolun gayrimeşru olduğu “üç dört yıldan beri mütemadiyen kanun dairesinde mücadele edildiği ve edileceği hukuk devleti prensibinin tahakkukunun buna bağlı olduğu” vurgulanmış, ikinci nokta olarak Milli Husumet Andı yayınlanmıştır.

Muvazaa partisi imajından sıyrılır sıyrılmaz, Demokrat partizanlar iktidarı alma konusunda sabırsızlanmaya başladılar. İzmir örgütünden Mustafa Kentli Mareşal Çakmak’ın partinin başına geçmesinin iktidar yürüyüşünü hızlandıracağını ifade etmişse de parti önderleri bunu nezaket düzeyinde algıladıklarını ihsas ettiler. İktidar yürüyüşündeki sabırsızlığa ilginç bir örnek CHP’yi bir hükümet darbesi ile iktidardan indirmenin dahi kızgın bir partizan tarafından önerilebilmesi olacaktı.[25]

Parlamentonun toplanmasından sonra hızla gerginleşen iktidar muhalefet ilişkilerinin yumuşatılması için ilk adımlar on kişilik karma parlamento heyetinin İngiltere ziyareti sırasında geldi; Erim-Köprülü ikilisi bu ortak gezi vesilesiyle iktidar muhalefet ilişkilerini yumuşatmaya gayret sarfedeceklerdi.

İktidarın muhalefeti rejim dışına taşmakla suçlayan açıklamalarına karşın, 11 Temmuz 1947 akşamı Peker Hükümeti’nin politikalarını onaylamayan Cumhurbaşkanlığı bildirisinin radyoda yayınlanması Başbakanı güç duruma düşürdü. 12 Temmuz günü basında geniş yer alan Cumhurbaşkanlığı Beyannamesi muhalefetin hükümet karşısında kayırılması anlamına gelmekteydi. 26 Ağustos günü sadece Otuzbeşlerin güvensizlik oyuna rağmen Peker Hükümeti istifa etmek zorunda kaldı. Peker’e karşı çıkan bu grup partinin nitelikli entelektüel kanadını oluşturmaktaydı.[26]

Peker’in istifası ile liberal eğilimleri ile bilinen Hasan Saka başbakanlık görevine getirildi. Kendisi İktisat, Ticaret ve Dışişleri bakanlıkları yapmış, Türkiye’yi Lozan ve San Fransisco konferanslarında temsil etmiş tecrübeli bir devlet adamı idi. Devlet başkanının iktidar ve muhalefet arasında eşit mesafede durduğu mesajını vermek üzere 14 Eylül’de Cumhurbaşkanının ülke gezisine bir DP’li de davet edildi. İnönü gittiği her yerde idare amirlerine muhalefete eşit davranmalarını öğütleyecekti.[27]

Demokrat Parti örgütü muhalefette uygulanacak politika konusunda görüş ayrılığına düşmüş, iktidara yürüyüş farklı taktik ve stratejilerin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Acele iktidar arayıcılarından sertlik yanlısı İstanbul İl Başkanı Kenan Öner 1948 başında istifa etti. Mart’ta 11 milletvekili ihraç edildi. DP, başlangıçta ihraçlarla sayısal olarak küçüldü ama belli bir doğrultu tutarlılığı ve kadro disiplinine ulaştı. İhraç edilen ve ayrılanların oluşturduğu Müstakil Demokratlar Grubu 10 Mayıs’ta partilerini kurduklarını ilan ettiler, 20 Temmuz’da ise Demokratlardan kopan başka bir hizip Millet Partisi’ni kuracak, sonra da bu ikisi birleşecekti.[28]

1950 seçimleri ile halk, yüzyıllar sonra ilk defa “Sen ne düşünüyorsun?” diye rey sahibi yapıldığında, mevcut düzeni beğenmediğini sandıkta belli etme olanağı bulacaktı. Proleterleşen eski köylü kitleler siyasal davranışlarında sola yönelmek yerine, popülist politikaları kendilerine daha yakın buldular. Demokratlar CHP’li siyaset adamlarının itibar etmedikleri bir siyaset yöntemini sonuna kadar kullandılar. Bu halk ile siyaset adamını doğrudan karşı karşıya getiren mitingler olacaktı. Demokratlar bu yöntemi 1946’dan itibaren ustaca kullanacaklardı. DP mitingleri tek parti zihniyetini sürdüren yazarlarda paniğe yol açmış Falih Rıfkı Atay Ulus’taki köşesinden “Demokrat Parti bir siyasi hareket olmaktan çıkmış, bir yıkıcılar intikamcılar hareketine dönüşmüştür” yargısında bulunabilmiştir.[29]

14 Mayıs 1950’de yapılan, Cumhuriyet tarihinin ilk tek dereceli, genel, gizli eşit oy, yargı denetiminde açık tasnif, basit çoğunluk kuralları ile yapılan seçimde Türk halkı Demokrat Parti’yi tartışmasız bir şekilde iktidara taşımıştır. İktidarın devri konusunda kısa süren bir tereddüt evresinden sonra, İnönü, Bayar’ı Çankaya köşküne davet etmiş; iktidarın sandıktan çıkan partiye devrinin koşullarını görüşmüştür. İnönü-Bayar ikilisinin itidalli davranışları geçiş gerilimini azaltmıştır.

İktidar kansız bir şekilde sandıktan çıkan partiye devredilmiştir. Yeni Meclis Cumhurbaşkanlığına Celal Bayar’ı getirince, Demokrat Partililer Genel Başkanlık ve Parti önderliği sorunu ile baş başa kalmışlar, Fuat Köprülü’nün başbakanlık beklentisi sonuçsuz kalmış, Bayar başbakanlık görevine hitabet ve belagatı ile göz dolduran Adnan Menderes’i getirmiştir. Birinci Menderes Hükümeti 29 Mayıs’ta programını meclise sunmuş, 2 Haziran’da program üzerinde görüşmeler yapılmış, CHP’lilerin cevap hakkı TBMM Başkanı Refik Koraltan tarafından kısıtlanınca yeni muhalefet meclisi terk etmiştir. 1946-50 arası dönemde Demokratların CHP iktidarına uyguladıkları boykotaj yöntemi bu kez tersine uygulanacaktır.

Hükümet 192 çekimser oya karşı güvenoyu alarak, görevine başlamıştır. İktidarın ilk eylemi, sadakatinden kuşku duyduğu askeri bürokrasiye karşı olmuş, 6 Haziran’da Genelkurmay Başkanı dahil yüksek komuta kademesi değiştirilmiştir.[30] 3 Eylül 1950’de yapılan yerel seçimlerde 600 belediyeden 560’ını kazanan DP gücünü daha da pekiştirmiştir.

DP kurulduğu 1946 yılından devrildiği 1960 yılına kadar kendisini milli irade ile özdeşleştirmiş, CHP’yi bürokratik elitin dar kadro partisi konumuna indirgemeye çalışmıştır. DP savaş sonrasının olumlu ve büyümeyi destekleyen konjonktüründen, Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kredi kurumlarının olanaklarından yararlanmıştır. Kuzey Atlantik ittifakına giriş çabaları Kore deneyiminden sonra olumlu sonuç vermiş, ABD’nin tavassutu ile Türkiye 1951 yılında NATO’ya kabul edilmiştir. Ülkenin bu ittifak sistemine dahil oluşu, siyasi ve iktisadi yeni anganjmanları gündeme getirmiş, anti Sovyetik soğuk savaş rüzgarları ile dünyanın yeniden yapılandığı bu dönemde Amerikan faktörü Türk dış politikasının en önemli parametresi olmuştur.

DP iktidarı Mc Cartizm düzeyinde anti komünist bir çizgi izlemiş, 1951’de çıkarılan bir kanunla TCK’nın 141-142. maddeleri ağırlaştırılmış, her çeşit sol düşünce kamu düzeni sorunu sayılmıştır.[31] Ülkeyi genel oya dayalı bir iktidarın yönetmeye başlaması ile, Tek Parti döneminin militan laiklik anlayışı yumuşamış; parti taşra örgütlerinden gelen bazı merkezkaç eğilimler DP önderliğini zaman zaman zor durumda bırakmıştır. Örneğin Samsun Milletvekili Fehmi Ustaoğlu “Milletin Atatürk İnkılabına Medyun Olduğu Asla Doğru Değildir” başlıklı makalesini 14 Ekim 1952 tarihli yerel Büyük Cihat Gazetesi’nde yayınlayınca büyük tepki almış, Demokrat yöneticiler olayı örtbas etmeye çalışmışlardır.

DP iktidarı boyunca çoğunlukçu bir demokrasi anlayışını benimseyecektir. Muhalefetin dozu yükseldikçe iktidar otoritesini milli irade ile özdeşleştirdiği parlamenter çoğunluğa indirgeyecektir. Demokrat önderlerden Samet Ağaoğlu’nun “demokrasi bir sayı rejimidir bu rejimde yığınlar ne derse o olur. Biz iktidar mesulleri sıfatıyla bir avuç aydınının tenkidi ve gürültüsüne değil halk yığınlarının isteklerine uymak zorundayız.” ifadesi bu yaklaşımı çok güzel açıklayacaktır.

CHP’yi zayıflatmak için Maliye Bakanlığı Tek Partili 27 yılın mali işlerini soruşturmakla işe başlamış; CHP’nin hazineye 50 milyon tazminat ödemesi gündeme getirilmiştir. Sonuçta 14.12.1953 tarih ve 6195 sayılı CHP’nin Haksız İktisaplarının Hazineye Devri Hakkında Kanun yürürlüğe konularak[32] CHP mali bakımdan iktidar karşısında güçsüzleştirilmiştir.[33]

DP 10 yıllık iktidarı boyunca İsmet Paşa faktörü karşısında kendini sürekli güvensiz hissetmiş, İnönü’yü yıpratmak için geçmişi siyasal gündemin ana maddelerinden biri haline getirmiştir.[34] Çoğu demagojik mahiyette olan ithamları özetlemek gerekirse, Kayalıbay Dosyası bunların başında gelir. Demokrat çevrelerde rağbet gören iddiaya göre İsmet Paşa’nın oğlu Ömer İnönü bir adam öldürme suçuna karışmıştır.

12 Haziran 1946’da İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 11 Mart 1945 Gecesi Muzaffer Kayalıbay adlı bir gencin Dolmabahçe sarayı civarında bir otomobilin çarpması sonucu ölümünün taksirli adam öldürme olmadığı, kusurun ölen şahısta olduğu kararına varılmasına rağmen, DP Tokat milletvekili Ahmet Gürkan zanlı Hayik oğlu Roben Murat yerine Nevzat Tandoğan’ın oğlu ve Ömer İnönü’nün olayın gerçek failleri olduğunda ısrar etmiştir.[35]

İnönü’nün şahsı ile ilişkilendirilen diğer konular Atatürk’ün hastalığında satın alınan Savarona Yatı, İnönü’nün yurt seyahatlerinde kullandığı Beyaz Vagon, Maçka Taşlık’taki evin arsasının edinme biçimi ile ilgili spekülasyonlardır.[36] İnönü’nün malvarlığı ile ilgili töhmetlere DP listesinden meclise giren eski İstanbul Valisi Lütfi Kırdar 28.6.1950 tarihinde açıklık getirecektir. İsmet Paşa, servetinin kaynağı ile ilgili iddialara yanıt verecektir.[37] Yine Fevzi Paşa ile aralarındaki kırgınlık gibi konular İnönü’nün aleyhine kullanılacaktır.[38]

1950 Temmuzu’nda çıkarılan Genel Af Yasası “rüşvet, irtikap, ihtilas” suçlarını kapsam dışı bırakmasına karşın CHP’yi töhmet altında bırakan çabalar devam etmiş, İnönü 16 Mayıs 1952 tarihli Giresun konuşmasında bu iddiaları cevaplandırmıştır.[39]

CHP iktidarlarının uygulamaları da uzun Demokrat Parti iktidarı yıllarında mahkum edilecektir. Örneğin 1929’da çıkarılan “Köprüler ve Şoseler Kanunu” ile yurttaşlara getirilen bedeni mükellefiyet ve yol vergisi uygulamaları,[40] İkinci Dünya Savaşı yıllarında tarh edilen ve gayri müslim yurttaşlar üzerinde sıkıntılara neden olan Varlık Vergisi[41] Trakya’da tahliye senelerinde açlıktan vuku bulduğu söz konusu edilen ölüm vakaları, Toprak Mahsulleri Ofisi aracılığı ile vergi olarak toplanan hububatın tren yolu kenarlarında kötü depolama koşulları nedeniyle çürütülmesi,[42] 1942’de Saydam Hükümeti döneminde şeker piyasasında meydana gelen spekülasyon,[43] 4274 Sayılı Kanunla kurulan Köy Enstitülerinin eğitim ve öğretim üslubu[44] 13.12.1925 tarihli 677 sayılı yasa ile padişah mezarlarının ziyaretinin yasaklanması[45] Irkçılık Turancılık Davası zanlılarının İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde çok dar yapılmış özel hücrelerde (Tabutluklar) bekletilmek suretiyle yapıldığı iddia edilen işkenceler[46] ve son olarak Orgeneral Mustafa Muğlalı Vakası Demokrat Parti iktidarı tarafından CHP aleyhinde kullanılmış iç politik malzemeleri oluşturmaktadırlar.[47]

DP, 50’li yıllar boyunca popülist kır partisi modeline otururken,[48] CHP elitist kentli parti görüntüsünü vermiştir. Demokrat Parti’nin bürokrasi ile yıldızı hiç barışmamıştır. DP askeri ve sivil bürokrasiyi CHP’nin doğal müttefiki saymış, iktidarına sadık bürokratik bir yapı kurmak için oldukça hırçın davranmıştır.

CHP bürokrasinin doğmakta olan kapitalist topluma intibakında daha yavaş ve istikrarlı bir dönüşümden yana iken DP kendi ekonomik programının bürokratik kesimler üzerinde yaratacağı etkileri hesaplayamamış, ya da önemsememiştir. İki eğilim arasında hemfikir olunan alanların genişliğine karşın dönüşümün hızı ve doğası konusunda anlaşılamamıştır. Demokrat Parti sivil ve askeri kanatlarıyla bürokrasiyi önceki dönemin kalıntısı saydığından sert davranmıştır.[49]

Emekli Sandığı Kanunu’nda yapılan değişiklik, DP iktidarının bürokrasiyi denetim altına almak için kamu görevlilerine yönelik operasyonlarının ilki olmuştur. 9 Temmuz 1953 tarihli 6122 sayılı kanunla gerçekleştirilen değişiklik uyarınca “görülen lüzum üzerine” re’sen emekliye sevk kararlarına karşı adli ve idari yargı yolu kapatılmış, bütün Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, üniversite ve ordu mensupları da 6422 sayılı kanunla uygulama kapsamına alınmıştır. 1954’ de çıkarılan 6435 sayılı kanun, Hükümete kamu görevlilerini kolayca Bakanlık emrine alma yetkisi sağlamıştır. Bakanlık emrine alınan müsteşar, vali, ve genel müdürler, altı ay içinde görevlerine iade edilmez ise emekliye sevk ediliyor, emeklilik süresi gelmemiş olan kamu görevlilerinin ise memuriyet ile ilişkisi kesiliyordu.[50]

Seçim Kanunu değiştirilerek devlet memurlarının milletvekilliğine adaylık için altı ay önceden istifa zorunluluğu getirilerek memurların muhalefet listesinden aday olmaları önlenmeye çalışılmıştır.

Demokrat Parti iktidara yürüyüş sürecinde üniversiteden destek görmüştür. Üniversite tüzel kişiliğinin özerk yapısı 1933 Üniversite Reformu ile kaldırılmış ve tek Parti Cumhuriyetinin ideolojik kurumlarından biri haline getirilmişti. CHP yönetimi 1946 tarihli yeni bir yasa ile üniversiteyi demokratik gelişmelere paralel olarak özerkleştirme kararı almıştı.

İktidara yürüyüş sürecinde akademik camiada yoğun olarak desteklenen DP, bu destek yitirilip bir muhalefet odağı haline gelince 21.7.1953 tarihli 6185 sayılı kanun ile öğretim üyelerinin siyaset ile iştigallerini yasakladı;[51] 5.7.1954 tarihli 6435 sayılı kanun ile öğretim üyelerinin Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınma yolu açılarak Üniversite iktidar karşısında pasifize edilmeye çalışıldı.[52] Oysa ki Demokratlar, muhalefet dönemlerinde, 1946 üniversiteler Yasası’nı yeterince özgürlükçü bulmamışlar, eleştirmişlerdi. Menderes bilimin politikaya ışık tutamayacağı kanısındaydı. 1957’den sonra bu zıtlaşma daha da artacaktı.

15 Temmuz 1950 tarihli liberal basın kanunu fazla ömürlü olmayacaktı. 1951’de çıkarılan resmi ilanlar kanunu ile yandaş ve karşıt gazeteler ödüllendirme ve cezalandırma yöntemine tabi tutuldular. 1954 yılı başından seçimlerin yapılacağı Mayıs ayına kadar, DP, iktidarı kaybetmemek, basının muhalefetle yakınlaşmasını engelleyebilmek için, 8 Mart 1954’te Basın Kanunu’nu değiştirerek “devletin siyasi ve mali prestijini sarsan yayın” adı altında yeni bir suç çeşidi ihdas etmiş, iktidar yanlısı gazeteleri maddi olarak destekleyecek formüller bulunurken muhaliflere devlet ilan ve imkanları kullandırılmamıştır. Başbakan Menderes 1954 seçim başarısı ertesinde Ahmet Emin Yalman’a verdiği mülakatta uyguladıkları politikayı halkın coşkun bir şekilde desteklediğini belirterek, benimsedikleri çoğunlukçu demokrasi anlayışını sürdüreceklerinin işaretlerini vermiştir.[53]

Gerçekten de, DP iktidarı Türk halkının desteğini, basına, üniversiteye, yargıya yönelik her çeşit kısıtlamaya rağmen korumuştur. Türkiye Radyolarını kamu malından ziyade hükümetin yayın organı sayarak, “sadece devlet ve hükümet işlerinde vazife alanların beyanlarının yayınlandığı” bir radyoculuk dönemi başlatılmış, radyo devletin görüşlerini dile getiren bir araç sayılarak gerçekte hükümete hizmet eden bir araca dönüştürülmüştür.[54]

Demokrat Parti muhalefetin güç kazanmasını engellemek için siyasal partiler düzenine birçok kısıtlamalar getirecektir. 1954’de partilerin karma liste yapma olanağı kaldırılırken, 1957’de muhalefetin güç birliği yapma ihtimaline karşı Seçim Kanunu değiştirilecektir.

Demokrat Parti iktidarı, Menderes’in sözleriyle “halkın coşkun güveni” sayesinde 1954 seçimleri ertesinde daha da pekişmekle birlikte, iktidar olma üslubu konusunda parti içinde çatlak oluşacaktır.

Klasik liberal demokrat çizgiden uzaklaşıldığı görüşünü savunan bir grup, kamu yönetimine yönelik isnatlarda Cevap ve Düzeltme Hakkı’nın idareye bırakılması, ispat hakkı tanınmaksızın basına karşı hükümetin kayrılması gibi düzenlemelere karşı çıkan parti içi muhalefet Hürriyet Partisi’ni kuracaktır. 1957 seçimlerinden sonra CHP’ye katılacak olan Hürriyet Partisi’nin oluşum sürecini 6-7 Eylül olaylarını hızlandıracaktır.

Bu olaylar şöyle bir gelişim seyri gösterecekti: Kıbrıs sorununu bahane eden İstanbul lumpen proleteryası 6-7 Eylül 1955’de özelde Rumlara genelde tüm gayri müslim yurttaşlarımıza karşı iki gün süren bir yağma hareketine girişti. Hükümet sıkıyönetim ilan etmesine rağmen kitlelerin çapul psikolojisinin önüne geçmek kolay olmadı. İki günde benzeri görülmemiş bir barbarizm yaşandı, hükümet duruma hakim olduğunda Türkiye tarihinde artık izleri silinemeyecek bir kara leke kalmıştı. Bu olay, ispat hakkı nedeniyle kopma noktasına gelen liberal parti içi muhalefetin köprüleri atmasına yol açacak, Hürriyet Partisi doğacaktı.[55]

Seçim bölgeleri ile oynama (gerrymandering) DP’nin sık başvurduğu bir uygulama olmuştu, sürekli CHP’ye oy veren Malatya Vilayeti 1954’de ikiye ayrılarak, Adıyaman ilçesi il merkezi yapıldı; CHP’nin kazanmasının bu şekilde önüne geçilecekti. Kırşehir sürekli Osman Bölükbaşı’yı seçiyordu, ilçe merkezine dönüştürülecek, Bölükbaşı’nın mahkumiyeti sonucu çıkan olayları teskin etmek için üç yıl sonra 12.6. 1957’de tekrar il merkezi yapılmak zorunda kalınacaktı.[56]

Dünya Savaşı ertesinde Ankara ve İstanbul akademik çevrelerinde liberalizm egemen siyasal eğilim olmuş[57] liberal söylem DP’ye bu çevrelerin desteğini kazandırmakta gecikmemişti; ancak zamanla çoğunlukçu otoriterizm liberal akademisyenleri partiden uzaklaştırmıştı. Fethi Çelikbaş, Feridun Ergin, Turan Güneş, Turhan Feyzioğlu gibi isimler özgürlükçü bir düşünce platformu olan Forum dergisinde yazmaya başladılar ve DP’den koptular.[58] 25 Aralık 1955’te kurulan Hürriyet Partisi bu platform ile organik ilişki halinde olacaktı. DP’den kopanların oluşturduğu 32 milletvekili ile ana muhalefet partisi konumuna yükselecek olan HP kitle tabanı olmadığından 1957 seçimlerinden sonra CHP’ye iltihak edecekti.

1957 milletvekili genel seçimleri bir erken seçimdi. 27 Haziran 1956’da çıkarılan siyasi toplantılara ilişkin yasanın 12. maddesinin gölgesinde geçen 1957 seçimleri[59] oldukça demagojik bir siyasi mücadele platformu oldu. Anti komünizm DP’nin kullandığı ana malzemeydi. Sovyetlerin Kıbrıs sorununda Makarios’u desteklemesi, Suriye’de Baas Sosyalist Partisi’nin yükselişi gibi dış politika faktörleri DP’nin seçimlerde kullanacağı kozlar olacaktı.

Hükümet 4 Eylül’de erken seçim kararı aldı; 27 Ekim’de genel seçimi yaptı. Devlet Radyosu’nun sadece DP adına propaganda yaptığı bu seçimlere[60] CHP dışındaki partiler Bölükbaşı’nın CMP’si ve örgütsüz Hürriyet Partisi de katılacaktı. Kayıtlı seçmenlerin %78’inin rağbet ettiği bu seçim, 50 ve 54’ün %90’lara yaklaşan oranının çok gerisinde kalmıştı. Bu halkın bir kısmının yükselen siyasal gerilime onay vermediğini göstermekteydi.[61]

DP bu seçimlerde ilk kez seçmen düzeyinde çoğunluğunu kaybetti, DP’nin yüzde 48’lik oyunu sadece altı puan geriden CHP izliyordu. Genelde muhalefetin, özelde CHP’nin kendisine özgüveni çok artmıştı. Eğer seçimlerde basit çoğunluk sistemi değil nispi temsil sistemi uygulansa idi, DP bu seçimi kaybedebilir, karşısındaki muhalefet bloku bir koalisyon hükümeti oluşturabilirdi.[62] DP seçim sistemini basit çoğunluktan nispi temsile çevirme önerilerini sürekli reddetti. Önde gelen bir DP’li, Rıfkı Salim Burçak Zafer’de yayınladığı makalesinde “Nispi temsil sistemi bizim memleketimizin bünyesine katiyen uygun değildir.” yargısında bulunacaktı.[63]

Seçimlerden sonra iktidarın zayıflayarak yerini koruması ve muhalefetin güçlenmesi siyasal gerilimin artmasına yol açacaktı. DP otoriteyi elden kaçırmamak için sertleştikçe muhalefet, iktidarı rejim meşruiyeti düzeyinden daha sert cevaplamayı ihmal etmeyecekti. Başbakan Adnan Menderes 1957 seçimlerini takip eden günlerde muhalefet partilerini suçlamaya devam etmiş, hükümet programı görüşmelerinde yakın gelecekte neler olabileceğine ilişkin ipuçları vermiştir. Menderes konuşmasında: “Hürriyetlerin suiistimalini sanki fikir ve tenkit hürriyetini tekemmül ettirmek gayesine matuf imiş gibi göstererek aşırı iddia ve taleplerde bulunulması ve böylece bir mesuliyetsizlik rejiminin tesisine çalışılması gibi teşebbüslerin memlekete ve rejime büyük zararlar ika edecek mahiyet taşıdığı aşikar hakikatlerden olmuştur” diyecektir.[64]

Bu seçimlerde tek listeli basit çoğunluk sistemi oyların %48’ini alan iktidar partisinin TBMM’deki sandalye sayısının %75’ini elde etmesine, buna karşılık %52 oy alan muhalefet partilerinin %30’da kalmasına da yol açacaktı. Meclisteki ezici çoğunluk ve parti içi katı disiplin, lider egemenliği, Anayasal meclis üstünlüğü sistemini fiilen yürütmenin üstünlüğüne ve parti oligarşisinin egemenliğine dönüştürecekti.

Toplanan yeni dönem parlamento, 27 Aralık 1957’de TBMM İçtüzüğünü değiştirerek muhalefetin Mecliste sesini duyurma olanağını alabildiğine sınırlandırmıştır.[65] İçtüzük değişikliğinin yapıldığı toplantıya üye tam sayısı olan 424 milletvekilinden 381’i katılmıştı. Değişikliğin Anayasaya aykırı olduğunu ileri süren İstanbul Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku profesörü Nail Kubalı, DP’li Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından siyasete karışmakla suçlandı ve 1 Şubat 1958’de vekalet emrine alınarak görevinden uzaklaştırıldı.[66]

1946 Demokrasisi iktidar muhalefet ilişki ve gerilimlerini gözetmeksizin kurulmuş bir demokrasi idi. DP kurucularının tek şikayet ettikleri husus, mevzuatın çok partili yarışmacı bir siyasal yapılanışa müsaade etmemiş olması idi. DP açısından muhalefette de iktidarda da Anayasal düzen sorunu olmayacaktı. Oysa ki 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu iktidarı bölüştürüp sınırlandırmamıştı. Cumhuriyet devriminin anayasal üst yapı kurumlarını inşa etmişti. Çoğulcu-özgürlükçü-katılımcı demokrasi öngörüsüne göre değil Tek Parti yapısına göre 1931, 35, 37’de değişikliklere uğramıştı.

DP 1924 Anayasası’nda kendi iktidarı açısından bir sakınca görmediği gibi iktidar partisi CHP’yi anayasanın gereğini yerine getirmemekle suçlayacaktı. Celal Bayar’ın 1924 Anayasası değerlendirmesinde dikkat çeken nokta bu anayasada halk tefekkürüne itibar edildiği fakat müesseselere itibar edilmediğidir. CHP’den kendilerini ayıran özellikleri analiz ederken Bayar şu teşhiste bulunacaktır: “Türkiye’de çatışılan ve fakat bir türlü ifade edilemeyen fikir şu idi: Türkiye’de demokrasi hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve millet bunu bizzat kullanır ilkesinden hareket edilerek mi yoksa Batı’da örnekleri olduğu gibi muhtar kuruluşlara dayanan yumuşak bir halk hakimiyeti esasına bağlı olarak mı yürütülecek? Demokrat Parti birinci fikre, İnönü ikinci fikre sahip çıkmıştır.”[67]

Bayar’ın muhtar (özerk) müesseselerden kastı daha sonra 1961 Anayasası’nda yer alacak olan iktidarı paylaşıcı unsurlar olacaktı. Çoğunluk iktidarını daraltan, güçten düşüren kurumlar demokrasisini, DP siyasal geleneği kabul etmiyor, “devlet ağacını kayıtsız şartsız millet hakimiyetine, ve bunun kullanılmasını TBMM’ye veren Atatürk’tür.” denilerek yönetimi meclis üstünlüğü ilkesine bağlayan bir yaklaşım benimseniyordu.[68]

Güçler birliği ve soyut ulusal egemenlik anlayışına dayanan 1924 Anayasası Tek Partili bir rejim içinde elbette sorun yaratmayacaktı. Ancak bu metin demokratik düzende olumlu bir işlev görebilir miydi? Bu ancak iktidar ve muhalefetin ilişkileri çerçevesinde anlaşılacak bir süreç olabilirdi.

İktidar partisinin anayasanın kendisine sağladığı olanaklarla bir sorunu yoktu. Anayasanın üstünlüğü ve iktidarın anayasa yargısı ile sınırlandırılması önerisi muhalefet partilerinden gelecekti. Cumhuriyetçi Millet Partisi 1954 seçim bildirisinde yeni bir anayasanın tedvinini savundu. Anayasa Mahkemesi’nin kurulması gereği 1957’de CHP tarafından, bu mahkemenin Yüce Divan görevini üstlenmesi 1959’da Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi tarafından ortaya atıldı. Yargıç bağımsızlığı ve güvencesi, Yüksek Hakimlik Şurası’nın kurulması, temel hak ve özgürlüklerin açık ve güvenceli bir biçimde anayasada yer alması gibi konular 1957 seçimleri öncesinde muhalefetin ortak bildirisinde yer aldı.

Siyasal partilerin Anayasal statüye kavuşturularak, güvence altına alınmaları ve yargısal denetimleri DP’den kopan liberal eğilimli Hürriyet Partisi tarafından ortaya atıldı. Cumhurbaşkanının siyasal tarafsızlığının sağlanması dönemin bir başka anayasal sorununu oluşturuyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iki kamaralı bir yapıya kavuşturulması ve bir Cumhuriyet Senatosu kurulması yine 50’li yılların ortasında CHP tarafından öne sürülen görüşler arasında olacaktı.

Demokrat Parti iktidarı hiç kuşku yok ki Türkiye toplumunu yoğun bir şekilde dinamize etti. Savaş sonu demokratlaşma dalgasını arkasına alan DP, bu siyasal konjonktürde gelişti, hatta yasa dışı TKP bile DP’nin yükselişini destekledi. DP iktidarı döneminde toplumsal mobilizasyon son derece artarak dört büyük şehrin nüfusu %75 oranında katlandı.[69] DP’nin iktisadi alanda düşünceleri ise, Atatürk’ün serbest girişime dayalı kapitalist bir sistem içinde Batılılaşma yanlısı olduğu iddiasını esas almakta idi.[70]

Savaş sonrası, Türkiye Avrupa’nın yeniden inşasına, tarım ve madencilik alanlarında katkıda bulunsun diye Marshall Planı kapsamına alınmıştı. Truman doktrini AID ve PL 480, Marshall Planı gibi projeler ile yabancı sermayenin iş yapma olanaklarının artması yabancı sermayeye 3 kat yerli sermayeli özel sektörle çalışma olanağının sağlanması Türkiye pazarını cazip kılacaktı.

DP karayolu nakliyesini iç pazarın gelişmesinde en önemli araç olarak ortaya koymuş, iktidarı boyunca sadece 224 kilometre demiryolu hattı yapılmış, karayolu inşasına önem verilmişti. Tarımda işlenen alan 1945-1962 arası %83 oranında artmıştı. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası kurularak sanayi yatırımcılığına kredi aktarılmaya başlanmıştı. 50’li yıllarda TPAO, SEKA, DMO, TKİ, Et-Balık, MKEK gibi pek çok Kamu İktisadi Teşebbüsü kurulmuştu.

DP iktidarı döneminde ekili arazi 13.1 milyon hektardan 19.6 milyon hektara yükselmiş, 1947’den 1954’e kadar Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu kapsamının değiştirilmesi ile devlet arazilerinden 1.14 milyon hektar toprak dağıtılmış, 1955’te tarım yapılan 21 milyon hektar arazinin 3 milyon hektarında traktör kullanıldığı beyan edilmiştir.[71] 1940’da 1066 olan traktör sayısı, 1948’de 1750, 1950’de 16.585, DP iktidarının tam ortasına tesadüf eden 1955 yılında 40.000 sayısına ulaşmıştır.

1950-54 arası alt dönemde hemen hemen mutlak liberalizm uygulaması gündemde olmasına rağmen, 4 yılda iktisadi sistemin çıkmaza girmesi önlenememiştir. Kore Savaşı nedeniyle, ABD ve Kanada’nın buğday ürününü uluslararası piyasaya vermek yerine stoklamayı tercih etmeleri, Türk tahılının uluslararası piyasada alıcı bulmasını sağlamış, ancak bu durum geçici olmuştur. Uluslararası piyasa koşullarının değişmesi, Türk tarımının temel olarak iyi hava koşullarına bağlı olması, hasadın kötü gitmesi, uluslararası piyasaların buğdaya doyması ve fiyatların gerilemesi yüzünden tarım sektöründe durgunluk dönemine girilmiş ve ABD 1954’ten sonra tarım ürünleri fazlasını Türkiye’ye yardım olarak göndermeye başlamıştır.[72] Türkiye’de tarımsal üretim paradoksu 1950’lerden başlayarak günümüze değin devam etmiştir.

Buğday ekilen alanlar uluslararası piyasalarda fiyatların düşmesi ve dış satım olanaklarının daralması üzerine gerilemiş, 1948-1956 arası dönemde 1/3’den 1/4’e düşmüştür. Sabit fiyatlarla zirai ürün indeksi 50-55 arasında yıllık ortalama sadece %2’lik bir gelişme gösterebilmiştir.

PL 480 kararı ile, ABD’nin buğday olarak Türkiye’ye sağladığı olanak karşılığında -ki 1956 yılı için 600 bin ton idi- ABD yatırımcısının TL ile borçlanma yolu açılmıştı. 1955-60 arası Türkiye’nin buğday ithalatı 238 milyon dolar değerinde olup, ABD’li müteşebbislerin Türkiye’ye döviz sokmadan mükellefiyetlerini TL cinsinden yerine getirmelerine olanak sağlayacaktı. Merkez Bankası’nda Cowley Fonu adı verilen bir hesap bu maksada yönelik işlev görecekti. DP, iç piyasada tarım ürün fiyatlarını belli düzeyde tutarak desteklemiş, ve dolaylı bir kredi sistemi oluşturmuştur. TMO aracılığı ile tarım desteklenmiş, tarım kredileri toplam kredilerin %46’sını oluşturmuştur.

DP’yi destekleyen ticaret, sanayi ve tarım burjuvazisi arasındaki ittifak kredi dağılımı düzeyinde birtakım sorunlar yaşamış, Merkez Bankası’nın Toprak Mahsulleri Ofisi aracılığı ile tarıma verdiği krediler toplam krediler içinde 1953’te %35 iken 1956’da %15’e düşmüş, kredi dağılımı ticaret burjuvazisi lehine tarım sektörü aleyhine bozulmuştur. Bu da siyasi iktidara destek veren ticaret burjuvazisi ile arazi sahipleri arasında çatışmaya neden olmuştur.[73]

Tarımdan beslenen taşra sermayesi kredi sorunlarını aşmak ve kendi mallarını pazarlamak için Akbank teşebbüsünde bulunacak, İş Bankası gibi geleneksel iş çevrelerine bağlı kredi kuruluşlarıyla rekabet etmeye başlayacaktı. Bu arada, DP iktidarı dönemi kamu sermayesi ile birçok özel bankanın kuruluşuna sahne olacaktır. Emisyonun arttırılmasından (1950-60 arasında 6.5 kat) beslenen kredi düzeni enflasyona kaynaklık edecektir.[74]

Yabancı sermaye akımı, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Marshall yardımı kapsamına alınması ile başlamıştır. Rakamlara göz atılacak olursa, 1947-48 yıllarında 100 milyon dolar, 50-54 arasında bağış, kredi ve askeri yardım olarak 38-48 milyon dolar arası yabancı sermaye girişi yaşanmıştır. Yabancı sermaye akışını hızlandırmak ve yatırımları geliştirmek için Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası’nda 1951’de değişiklikler yapılmış; yabancı yatırımcıya ülkeye getirdiği sermayenin %10’unu aşmamak şartıyla dışarıya kar transferi garantisi sağlanmıştır.

Başlangıçta hibe, uzun vadeli borç ve NATO amaçları çerçevesinde kullanılmak kaydıyla başlatılan askeri yardımlar Türkiye bütçesine o günün rakamları ile 140 milyon liraya kadar varan tasarruf imkanı vermiş; bu da eğitim, sağlık ve özellikle ulaştırma alanında yatırım yapma olanağı sağlamıştır.[75]

Türkiye’nin kalkınması için para-kredi mekanizmalarını yürütmek üzere IMF, Dünya Bankası, Sınai Kalkınma Bankası üçgeninde bir kredi zinciri kurulmuştur. Sağlanan kredilerle yapılan yatırımların ilk örneklerinden biri Seyhan Barajı inşaatı olacaktır.

Türkiye’ye 1947-1953 arasında sağlanan dış kaynaklar EPU (Avrupa Ödemeler Birliği) ve özel çekme hakları da dahil olmak üzere, 250 milyon doları bağış, 408 milyon doları borç olmak üzere, TL cinsinden 1.14 milyar olarak tahakkuk edecektir. Borçlar dolayısıyla altına girilen yük bütçede sağlandığı öne sürülen tasarrufun 2-3 katına baliğ olacaktır. 1954’den sonra bütçe giderlerinin 1/4’e yaklaşacak olan borç taksitleri yeni borçlanmalar getirecektir.

DP iktidarı döneminde sanayi sektörünün evrimine bir göz atılırsa, 1950’de dokuzdan fazla işçi çalıştıran sanayi kuruluşu sayısı 822 ve bunun %15’i kamu kurumu iken; büyük sanayi işletmelerinin %85’i tüketim malı imal ediyordu. DP muhalefet döneminde aksini propaganda etmesine rağmen KİTleri sayı ve işlev itibariyle artırmak zorunda kalmış,[76] İktisadi Devlet Teşekküllerinin popülist istihdam yaratma niteliğinin temelleri bu dönemde atılmıştır. 18 Ocak 1954’de çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası çok az sermaye girişine yol açmıştır. Türkiye’de yatırım yapan Squibb Sons, Philips, Unilever gibi firmaların sağladığı karların yurtdışına çıkarılan meblağ oranı 1956’da %21 iken 1960’da %144’e çıkmış, ödemeler dengesinde açık istikrarlı olarak artmaya devam etmiştir.[77]

Türkiye’de devlet, 7 Mart 1954 Petrol Yasası ile petrol aramalarına doğrudan doğruya katılmaktan vazgeçmiş, yerli ve yabancı firmalar eşitlenmiştir. Mobil ve Shell bir kamu kurumu olan TPAO ile arama yapmada fırsat eşitliğine sahip olmuştur. 1957’de yabancılara rafineri açma hakkı verilmiştir. Türkiye’ye yatırım yapmak için gelen ABD sermayesinin %70’i petrole yönelmiştir.[78]

1947-53 arasında dış ticaret açığı 575 milyon dolara baliğ olmuş, diğer bir ifade ile dış yardım miktarını aşmaya başlamıştır; Taksit ve faizlerle birlikte açık 686 milyon dolara ulaşmış, dış ticarette serbestleşme tüketim malları ithalatında şişmeye neden olmuştur.[79] DP iktidarının başlarındaki iyi hasat, dış krediler ve kamu yatırımları ülkeye refah havası verirken bu koşullar 1955’ten itibaren iyice daralmaya başlamıştır. İnönü, Petrol ve Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasalarının kapitülasyonları hatırlattığını ileri sürmüştür.[80]

Kredi olanaklarının zamanla daralması yüzünden Demokratlar yatırımları gerçekleştirecek iç kaynak bulmak zorunda kalacaklardır. Emisyon hacminin genişletilmesi anlamına gelen bu siyaset, enflasyonu körükleyecektir. 1950’de 1.5 milyar lira olan tedavüldeki para hacmi 1955’te 4.2 milyara ulaşacaktır. Toplam kalkınma hızına varılması hizmet sektöründeki suni şişme ile sağlanmış sadece ulaşım sektörüne yapılan yatırımlar %95 oranında gerçekleşmiş, eğitim, sağlık gibi kamusal yatırım alanları en sona bırakılmak zorunda kalınmıştır.[81]

Dış ödemeler dengesi açık vermeye başlayınca sosyalist ülkelerle bir çeşit trampa ekonomisi olan kliring anlaşmaları (dış ticaretin %30’u) yapılmış, bu suretle bazı ihtiyaçlar giderilme yoluna gidilmişti. 1946-53 arası 500 milyon dolarlık dış ticaret açığı dış yardımla kapatılırken, liberal söylemli Demokrat Parti 1954 sonrası geleneksel ithalat ve kambiyo denetimi rejimine dönüş yapmak zorunda kaldı.[82] Tüketim malı ithalatının daraltılması ile birlikte ithal ikamesi politikası uygulanmaya başlandı. Kamu yatırımlarının özel sermaye birikimi lehine hayati rol oynayabileceği anlaşıldığından, sanayileşmenin muharrik gücü kamu işletmeciliği oldu. Kamu sektörü özel kesime kaynak sağlamaya ve destek vermeye başladı. Özel sektörün kollandığı bir çeşit karma ekonomi denendi. 1954 Temmuzu’nda Dış Ticaret Rejimi tamamen değiştirildi. DP Hükümetine Standart bir IMF reçetesi önerildi. Ama Hükümet, liberalizasyona dayanan istikrar programı yerine Milli Korunma Kanunu’nu yeniden yürürlüğe koyarak, köylüye yönelik popülist politikaya ve ithal ikamesine devam etti. 1954-61 arasında büyüme oranı düştü.[83]

Netice itibariyle, Marshall Planı’nın yürürlüğe girmesi ve Türkiye’nin kalkınma uğruna dış borç alma serüvenine atılmasından 11 yıl sonra moratoryum durumuna düşülecekti. 1958 Mayısı’nda OEEC ile bir anlaşmaya varıldı. Buna göre, enflasyonist etkenler ekonomiden tasfiye edilecek, kaynaklar ıslah edildikten sonra ödemeler dengesinin sunduğu imkanlarla orantılı bir yatırım programına girişilebilecekti. İlk tedbir olarak yürürlüğe giren Ağustos Kararnamesi gereği, Türk Lirası Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonuna uğrayarak dolar karşısında 2.80’den 9.00 TL’ye gerileyecektir.[84]

Ekonomik göstergelerin kötüye gitmesi Menderesi muhalefeti susturmak için önlemler almaya itmiş, Meclis dışında siyaset olanakları gittikçe daraltılmıştı. Yasal partilerin açık hava toplantıları bile yasaklanır olmuş,[85] iktidar muhalefet ilişkileri ekonomik bunalım derinleştikçe daha sertleşmiştir.

Dönemi genel olarak değerlendirmek gerekirse, Türk demokrasisi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş yeni ve tecrübesiz bir demokrasi idi. Türk Devrimi ve devletin kuruluş koşullarından doğan pek çok özelliği sinesinde barındırıyordu. Bunların başında laiklik gelmekte idi. Bunlara anti komünizm eklenecektir. Yeniden kurulan Batı demokrasilerinin pek çoğu da aşırı sağda, faşist ve anti laik örgütlenmeyi kısıtlayan bir anayasa düzeni inşa etmiş, İtalya ve Almanya’da militan demokrasiler kurulmuştu.[86]

Truman Doktrini ve Marshall yardımı ile başlayan liberalleşme rüzgarı Mc Cartism dalgası ile Türkiye’yi soğuk savaş cephe sistemine dahil edecektir.[87] Sol marjı bu şekilde tanımlanan yeni düzen, DP’nin laiklik pratiği ile sağda din faktörünün sınırını belirleyecektir. Ancak bu noktaya gelinceye kadar çeşitli zigzaglar çizilecektir. DP’nin Kemalist militan laiklik anlayışa son vererek dinin restorasyonu dönemini açması, karşı devrimci hareketlerin hızla prim yapmasına neden olacaktı. Örneğin DP Konya teşkilatı çarşaf giyme, Arap harflerini kullanma, fes takma hakkını istedi, DP üst yönetimi bu öneriyi reddetti. İslamcı yayın yapan Büyük Doğu, Sebir-ül-Reşat, İslamiyet gibi dergiler kovuşturulmak durumunda kalındı. Bu İslamcı yükselişe karşı DP 25 Temmuz 1951’de Atatürk Kanunu çıkartmak zorunda kalacaktı.[88] Her ne kadar 8 Temmuz 1953’te yargı kararı ile kapatılmışsa da Millet Partisi’nin kapatılması dahi bu kapsamda ele alınabilir.

Yukarda bahsedilen ekonomik sıkıntılara koşut olarak DP iktidar olma üslubunu gittikçe sertleştirdi. Parti Genel Başkanı’nın 1957’de meclis grubunda yaptığı bir konuşmada “birçok davalar vardır ki onlar için demokrasiyi inkar etmek lazımdır” dediği bilinmektedir.[89] DP’li Savunma Bakanı Şem’i Ergin’in 27 Mayıs öncesinde hatıra defterine düştüğü notlardan DP yönetiminin Meclisin kapatılmasını tartıştığı anlaşılmaktadır.[90]

Ünlü DP’li simalardan Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’nin “2000 yılına kadar iktidarda” olduklarını açıklaması, muhalefette iken “bir kere iktidarı alalım en az 25 sene iktidarda kalmanın sırrını bulurum” ifadeleri iktidar olma üslubu açısından yeterli kanıt taşımaktadır.[91] Netice itibariyle, iktidar zeminin gittikçe kayması DP’yi hırçınlaştıracaktı. Menderes’in Batı ve özelikle ABD tarafından dönemin başındaki kadar desteklendiği de söylenemezdi.

Irak’ta Batı karşıtı 4 Temmuz 1958 ihtilali, bir yandan Menderes’in korkularını artırdı, öte yandan da ABD ve İngiltere karşısındaki siyasal konumunu bir nebze güçlendirdi. 17 Şubat 1959’da Gatwick’te bir uçak kazasına uğrayan Başbakanın 14 kişinin öldüğü kazadan sağ kurtulması Menderes kültünün adete bir mitosa dönüştürülmesine yarayacak, bu kurtuluştan muhalefet aleyhine temalar üretilecekti.[92]

İktidar irtifa kaybettikçe, CHP, CKMP ve HP’den oluşan muhalefet bloku, iktidarı ilk seçimde düşürebilmenin heyecanı ile manevralar yaparken, DP’lilerin gerilimi artmış, muhalefetin basın ve benzeri araçlarla sesini duyurması engellenmek üzere fiili bir sansür rejimi kurulmuştur. 1958’den sonra İnönü’nün konuşmaları yayınlanmamaya çalışılmış, yargının verdiği takipsizlik kararları duyurulmamıştır. CHP yanlısı Ulus ve Vakit gazetelerine kararlar duyurulmamış ve resmi ilanlardan mahrum kılınmışlardır.[93]

DP’nin 27 Mayıs öncesi son otoriter girişimi 28 Nisan 1960’da 7468 sayılı kanunla Tahkikat Komisyonlarını kurmak biçiminde olacaktır. Kanunun müzakeresi sırasında söz alan DP milletvekili Sıtkı Yırcalı “tasarı ile komisyona Meclisin dahi sahip olmadığı yetkilerin verildiği ve komisyonun yasanın öngörmediği suçu ihdas eder bir duruma getirildiğini” belirtmesine, İnönü’nün tasarı aleyhinde oldukça sert bir konuşma yapmasına rağmen[94] 354 DP’linin iştiraki ve katılanların oybirliği ile komisyonunun kurulmasına olanak veren yasa çıkarılmış,[95] yasanın verdiği yetkileri kullanmak üzere komisyon çalışmalarına başlamıştır. Başkanlığını Denizli milletvekili Hamdi Sancar’ın yaptığı Tahkikat Komisyonu ilk iş olarak siyasi faaliyetleri yasaklamış, basına yayın yasağı koymuştur.[96] Böylece Türk demokrasisi siyasal faaliyetlerin yasaklandığı bir rejim haline getirilmiştir.

Sonuç olarak, demokrasi, içeriği doldurulmaya ihtiyaç duyan bir siyasal rejimdir. Çoğu halde, kağıt üzerinde yazılı olmaktan öteye somutluk göstermez. Önemli olan sözcüklerin anlatmak istediği kavramlar ve kurumlar değil, bunları olgulara dönüştüren ve hayata geçiren koşulların ve mekanizmaların eylemli olarak varlığı ve işlerliğidir.[97] Olgular gösteriyor ki Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1950-60 döneminde Türk demokrasisi çocukluk çağını yaşamıştır.

Ne ilginçtir ki toplumu kendi varlığını ispat edeceği bir alan ya da araç gibi gören bir devlet anlayışından[98] uzaklaşarak egemenliğin gerçek kaynağı haline getirmek iddiasında bulunan Demokratlar uzun iktidar yıllarında ne yazık ki bu noktadan epey uzağa savrulmuşlardır.

Bir genel değerlendirme yapmak gerekirse, iktidar ve muhalefet arasında büyük çekişme ve çatışmalar yaşanmasına rağmen, bu dönemde derin sınıfsal temeli olan ideolojik ayrışmaların olduğu söylenemez. Tanör’ün demagojik ikiz partiler düzeni olarak tanımladığı dönemi Süleyman Demirel siyasetin sağ ve sol diye iki ana güce ayrılmamış olduğu bir dönem olarak belirlerken, DP sağ olmadığı gibi CHP’de sol bir parti değildi teşhisinde bulunacaktır.[99]

Bütün bunların ötesinde Demokrat Parti’nin çok partili siyasal hayatımızda özel bir yeri vardır. Demokrat Parti, Türk halkı tarafından üç kez tek başına iktidar verildiği tek örnektir. DP’nin halk nezdinde kazandığı büyük itibar, sadece kalkınmacı imajı ile açıklanamaz. İktidarın tarım sektörü lehinde aldığı tedbirlerin köylünün günlük hayatında büyük değişmeler sağladığı ve bu kitleyi DP’ye gönülden bağladığı doğrudur. Ama bunun yanında başka etkenler de, halk sevgisinin kökleşmesinde büyük rol oynamıştır. Bunların başında bürokrasi düşmanlığına parmak basmak gerekir. Gerçekten de Demokrat Parti memur sultasını kıran parti olarak tanımlanmıştır.[100] 1950’den sonra köylü gruplarının olur olmaz sebeplerle vali odalarını doldurmaları, idarecileri küçük düşürmeye çalışmaları, çok bilinen ancak üzerinde yeterince düşünülmemiş bir durumdur. Bu davranışları yıllarca süren bürokratik baskıların yarattığı öfkenin boşalması olarak anlamak herhalde yanlış olmayacaktır. Demokrat Parti’nin sağladığı başarıyı anlamak için halkın bu psikolojik tatminini hiçbir zaman gözden kaçırmamak gerekir. Buna Menderes’in devlet protokolünü önemsemeyerek halkın içine karışması onların ağzı ile konuşması gibi popülist etkenler de eklenmelidir. Hatta Samet Ağoğlu’nun “son yüzyılda Atatürk’ten sonra halkça Menderes kadar sevilmiş biri yoktur” yargısı abartma sayılmamalıdır.[101]

Dr. Rıdvan AKIN

Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 911-922


Dipnotlar:
[1] Ergun Özbudun, Contemporary Turkish Politics: Challenges To Democratic Consolidation, (London; Lynne Rienner Publishers, 2000), s. 18.
[2] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 1789-1980 (İstanbul: Der Yayınları, 2. baskı, 1995), ss. 284-285.
[3] Tanör, s. 280.
[4] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980 (İstanbul: Hil Yayınları, 1994), s. 23.
[5] Ahmad, s. 24.
[6] Tanör, s. 279.
[7] Ahmad, ss. 20-22.
[8] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), s. 97.
[9] İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, (İstanbul: 1977), s. 370.
[10] Keyder, s. 97.
[11] Ahmad, s. 25.
[12] Sina Akşin, “Demokrat Partinin Kurulması”, Tarih ve Toplum, Mayıs 1988, ss. 269-271.
[13] 4. 5. 1949 tarih 7204 sayılı kanun ile gerçekleşmiştir.
[14] Ahmad, s. 28.
[15] Cem Eroğul, Demokrat Parti, (Ankara: 1968), s. 13.
[16] Ahmad, s. 29.
[17] Ahmad, s. 33.
[18] Tanör, s. 286.
[19] Vatan Gazetesi, 11 Eylül 1945.
[20] DP Genel Başkanı Bayar’ın Erzincan Konuşması, Vatan Gazetesi, 25 mart 1948.
[21] Vatan Gazetesi, 17 Mayıs 1948.
[22] Ahmad, ss. 33-34.
[23] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967), ss. 166-167.
[24] Ayın Tarihi, Ocak 1947, (Ankara, Başvekalet Basın Yayın Genel Müdürlüğü Yayınları).
[25] Ahmad, s. 38.
[26] Ahmad, s. 41.
[27] Ahmad, s. 41.
[28] Ahmad, s. 44.
[29] Ulus Gazetesi, 4 Temmuz 1946.
[30] William Hale, Turkish Politics and the Military, (London, Routledge, 1994), s. 93.
[31] Eroğul, s. 108.
[32] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (İstanbul: İletişim, 3. baskı, 1993), s. 324.
[33] AYM K. 63/243 sayı ile kanunu iptal edecektir.
[34] Ahmad, s. 55.
[35] Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Mevkii, Cilt. II, (Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1965), ss. 345-46.
[36] Giritlioğlu, s. 369.
[37] Giritlioğlu, s. 348, 358.
[38] Bilindiği gibi Fevzi Paşa Çakmak 1945’te emekliye sevk edildikten sonra İnönü’ye kırılmış, 1946 seçimlerine DP listesinden katılarak Meclise girmişti. 10 Nisan 1950’de vefatı öncesinde kendisini ziyarete gelen İsmet Paşa’yı kabul etmemiş, cenazesi yoğun bir iktidar aleyhtarı gösteriye dönüşmüştür. Giritlioğlu, s. 372.
[39] Giritlioğlu, s. 352.
[40] Giritlioğlu, s. 359, 361.
[41] Giritlioğlu, s. 366.
[42] Giritlioğlu, s. 363.
[43] Giritlioğlu, s. 376.
[44] Giritlioğlu, s. 386.
[45] Giritlioğlu, s. 395.
[46] Giritlioğlu, ss. 378-379.
[47] Muğlalı vakası kısaca şöyle cereyan etmiştir. Van’ın Özalp kazasında İran’dan kaçakçılık yaptıkları savı ile 32 yurttaşın Alay komutanı tarafından kurşuna dizilmesi olayıdır. Olayda sağ kurtulan Milanengiz köyünden İbrahim Özay tarafından ortaya çıkarılmıştır. 20. 12. 1943 tarihinde bu kişinin dilekçe komisyonuna başvurması ile başlayan süreç 17. 12. 1948’de hızlandırılmış ve 19. 1. 1949’da Kayseri millletvekili Fikri Apaydın tarafından gündeme getirilmiştir. Açılan kamu davasında milli mücadele kahramanlarından eski 3. Ordu komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı önce idam sonra müebbet hapis cezasına çarptırılmış, rütbe ve nişanları, emeklilik hakları geri alınmıştır. Mahkum general bir yıl sonra cezasını çektiği cezaevinde ölmüştür. İşin asli faillerine ilişkin çalışmalar 1957’e kadar devam etmiş, olayın bütün faileri ile aydınlatılması 19 Ağustos 1963’e kadar sarkmıştır.
[48] İlkay Sunar, “Demokrat Parti ve Populizm”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, sayı: 65-66 (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985) ss. 2076-2086.
[49] Ahmad, s. 59.
[50] Bu iki kanun 1963 Martı’nda Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.
[51] Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları 1950-1960 (Ankara: Nurol Matbaacılık, 1998), ss. 157-166.
[52] Giritlioğlu, ss. 18-19.
[53] Menderes’in bu görüşmede ileri sürdüğü dikkat çekici görüş şu idi: “Seçimler vatandaşların benim tuttuğum yolu ne kadar beğendiğini açığa vurdu. Şimdiye kadar ben siz gazetecilere danışmaya değer veriyordum. Asaba ilaç diye asprin mi yoksa optalidon mu kullanmak münasiptir diye fikrinizi soruyordum. Halkın coşkun güveni şimdi şunu belli ediyor ki böyle bir danışmaya ihtiyaç yoktur. Ben kendi kendime son kararı vereceğim dilersem asprin, dilersem optalidon kullanacağım. ” Ahmad, s. 64.
[54] Nevra Ersarı Gözübüyük, The Democrat Party and The State Radio (1946-1960), Basılmamış Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, (İstanbul, 1999), passim.
[55] Zürcher, ss. 322-323.
[56] Tanör, s. 291.
[57] Ahmad, s. 71.
[58] Nursel Sağıroğlu, Forum: An Intellectual Opposition in the DP Period 1954-1960, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 1990, passim.
[59] “Her nerede olursa olsun tezahürat veya gösteri veya protesto maksadıyla ya da maksad-ı mahsusa müstenid olarak toplanılması veya böyle bir toplantıya sebebiyet verilmesi… suçtur. ” hükmünü taşıyan yasa, muhalefetin özellikle açık hava toplantıları tertip etmesini engellemeye yönelikti.
[60] Ahmad., s. 78.
[61] Tek listeli basit çoğunluk sistemi sayesinde DP 50, 54, 57’de sırasıyla 408, 503, 424 milletvekilliği sağlarken, CHP ise, 69, 31 ve 178 milletvekilliği ile aldığı oy nispetinden eksik temsil edilmiştir. ayrıntı için bkz. Cem Çakmak, “Türkiye’de 1950’li yıllardaki Genel Seçimler üzerine Bir Deneme”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Vol. 12, (3, 4), 1985; Cem Çakmak, “1950’li Seçimler ve Demokrat Parti”, Tarih ve Toplum, Mayıs 1988, ss. 280-285.
[62] Ahmad, s. 78.
[63] R. S. Burçak, “Nispi Temsil Üzerine”, Zafer Gazetesi, 3 Ağustos 1954.
[64] TBMM Tutanaklar Dergisi, Devre 11, T. 1 (1-31) Cilt. 1, 1957, s. 59.
[65] Parlamento içi denetim ve demokrasinin kılavuzu içtüzüktür. İçtüzüklere sessiz anayasa denmesinin nedeni budur. 1927 tarihli TBMM Dahili Nizamnamesi tek parti döneminin ürünü olduğundan çoğunluk-azınlık (iktidar/muhalefet) eksenli bir usul belirlememişti. 1947’de yapılan değişiklikler partileri meclis organları arasında saymış ama meclis içi parti diktatoryasını önlemekten uzak kalmıştı.
[66] 28. 12. 1957 çıkarılan ve RG. 6. 1. 1958 yayınlanarak yürürlüğe giren içtüzük değişikliği 1961 Anayasasının geçici üçüncü maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.
[67] Celal Bayar, Derleyen: İsmet Bozdağ, Başvekilim Menderes, (İstanbul, Baha Matbaaası, tarihsiz), s. 10.
[68] Tanör, s. 299.
[69] Keyder, s. 98.
[70] Zürcher, s. 326.
[71] Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Türkçesi: Babür Kuzucu, Cilt. 3, (İstanbul: Gözlem Yayınevi, 1974-1976), s. 1364.
[72] Yerasimos, s. 1355.
[73] Yerasimos, s. 1402.
[74] Yerasimos, s. 1403.
[75] Yerasimos, s. 1357.
[76] Yerasimos, s. 1387.
[77] Yerasimos, ss. 1390-1391.
[78] Yerasimos, ss. 1396-1397.
[79] Yerasimos, s. 1362.
[80] Yerasimos, s. 1369.
[81] Yerasimos, s. 1448.
[82] Ahmet Kılıçbay, Türk Ekonomisi, Modeller, Politikalar, Stratejiler, (Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. baskı, 1991), s. 111.
[83] Korkut Boratav, ’’İktisat Tarihi”, Çağdaş Türkiye Tarihi, Cilt. 4 (İstanbul: Cem yayınevi, 1989), ss. 319-324.
[84] Yerasimos, ss. 1404-1406.
[85] Ahmad, ss. 74-76.
[86] Tanör, s. 289.
[87] Ahmad., s. 46.
[88] Ahmad., s. 61.
[89] Giritlioğlu, s. 112.
[90] Giritlioğlu, s. 11.
[91] Giritlioğlu, s. 10.
[92] Mete Tunçay, “Siyasal Tarih 1950-1960”, Türkiye Tarihi IV, Çağdaş Türkiye, 1908-1980, (İstanbul: Cem Yayınevi, 1989), s. 186.
[93] Korkmaz Alemdar, “Demokrat Parti ve Basın”, Tarih ve Toplum, Mayıs 1988, ss. 275-279.
[94] Bu komisyonun kuruluşu Yüksek Adalet Divanında Anayasayı ihlal suçu olarak değerlendirilecektir. Giritlioğlu, ss. 32-33; 35; 37-38.
[95] 15 kişiden oluşan komisyon üyeleri için Yüksek Adalet Divanında idam cezası talep edilecektir.
[96] Giritlioğlu, s. 583.
[97] Lutfi Duran, “Türkiye’nin Siyasi Rejimi”, Türkiye Yönetiminde Karmaşa (İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1988), s. 14.
[98] Fahri Aral, “Sosyal Demokrasi ve Klasik Devletçi Çizgi”, Yeni Gündem, sayı: 36, Aralık: 1985, s. 2.
[99] Yeni Gündem, sayı. 9, mayıs 1986, s. 11.
[100] Bahri Savcı, Partilerimizde Tabanlaşmanın Gerçek Mahiyeti ve sosyal Muhtevalı Politika Yeyli, 1958, s. 32; Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Yedinci Baskı, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000), s. 222.
[101] Eroğul, s. 202; Samet Ağaoğlu, Demokrat Partinin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, (İstanbul: Baha Matbaası, 1972), ss. 7-8; Samet Aağoğlu, Arkadaşım Menderes, (İstanbul: 1967), s. 41.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.