Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam Ve Ahiliğin Doğuşuna Etkisi

0 10.310

Prof. Dr. Mikâil BAYRAM

Ünlü Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde, Tarih-i al-i Osman adlı eserinde Türkiye Selçukluları zamanında Anadolu’da Türkmen çevrelerde kurulan sosyal, kültürel ve siyasî kuruluşlardan biri olarak Ahi teşkilâtını (ahiyân-ı Rum) anmaktadır. Bu yazar Bacıyân-ı Rum (Anadolu Bacılar) diye Türkmen kadınlara mahsus bir örgütten de bahseder.[1] Bu örgütün Ahi teşkilâtının kadınlar kolu olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Esasen bu iki teşkilât Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci saltanatı yıllarında Selçuklu Devleti’ni yeniden yapılandırma çalışmalarının bir parçası olarak devletin destek ve himayesinde kurulduğu görülmektedir. Bu Sultan’ın Ahi ve Bacılar için Kayseri’de bir sanayi sitesi inşaa ettiğini de biliyoruz. Araştırmalar, Türkiye Selçukları Dönemi’nde Ahi teşkilâtının ilk olarak Orta Anadolu’da (Kayseri) XIII. yüzyılın başlarında ortaya çıktığını ve bu asır içinde bütün Anadolu’ya yayıldığını göstermektedir. Özellikle Türkmenlerin Uluğ Sultan diye andıkları I. Alaeddin Keykubad zamanında bütün Anadolu’ya yayılmış ve devletin yapısı içinde yer almıştır. O dönemde belediye ve emniyet hizmetleri bu iki kuruluşa gördürülmüştür.

Anadolu’da Ahi Teşkilâtı’nın zuhurundan önce Azerbaycan’ın muhtelif şehir ve kasabalarında Türkmenler arasında Ahilik mesleğine mensup, kendilerine Ahi denilen esnaf ve sanatkar insanlar vardı. Fakat bunların bir örgüt hiyerarşisi içinde bulunmadıkları, münferit meslekî faaliyetleri icra edenler oldukları görülmektedir. Bilhassa Ahlatşahlar (Sökmenoğulları) Devleti dönemi’nde Ahilerin Sökmenler ülkesinde yaygın olduklarını biliyoruz. Vakıa Anadolu’daki ilk ahilerin hemen hepsi Azerbaycan’dan ve bahusus Sökmen ilinden gelmiş kişiler oldukları görülmektedir. Anadolu Ahi Teşkilâtı’nın baş mimarı sayılan debbağların (derici esnafının) piri olup, Ahi Evren diye ünlenen Hace Nasîrüddin Mahmud, Hoyludur. Ahi Türk ve kardeşi Ahi Başara Urmiyelidir. Hoy ve Urmiye o dönemde Sökmen iline dahil idi. Tacir Mevdûd’un oğulları Ahi Şihabeddin Çoban ve Ahi Bedreddin Yaman Ahlatlıdırlar. Ahi Ahmet Nahcevanlıdır. Ahi Yusuf Sürmarlıdır. Velhasıl Merendli, Tebrizli, Zencanlı, Merağalı Ahiler bulunmaktadır.

34. Abbasi Halifesi en-Nasır Li dinillah’ın kurduğu Fütüvvet teşkilâtının üyeleri olan bu ilk Ahiler Anadolu’da örgütlenerek esnaf ve sanatkarları içine alan bir kuruluş olarak ortaya çıkmıştır. Başlangıçta Ahilik Fütüvvet teşkilâtının içinde teşekkül etmiş ise de bilahare ayrı bir biçimde yapılanmış, Fütüvvet teşkilâtı ortadan kalktıktan sonra da Ahilik Anadolu’da varlığını uzun süre devam ettirmiştir. Bugüne kadar Ahilik üzerinde yapılan çalışmalarda genel olarak Ahi teşkilâtının yapısı, kültürel, sosyal ve ekonomik yönü üzerinde durulmuştur. Ahi teşkilâtının bilimsel temeli ve Anadolu Ahiliğinin bilimle ilişkisi üzerinde durulmamış ve araştırmalara konu olmamıştır. Burada Selçuklular Dönemi’nde Anadolu Ahi Teşkilâtı’nın bilimsel alt yapısı ve Ahilerin bilime yaklaşımları, bu yöndeki düşünce ve anlayışları ele alınacaktır.

A. Ahiliğin Kurulduğu Dönemde Anadolu’da Bilimsel Ortam

Türkiye Selçukluları ve Orta Anadolu’da 100 kûsûr yıl iktidar olup, bilahare Selçuklular tarafından ortadan kaldırılan Danişmend oğulları Devleti Dönemi’nde Anadolu’da yoğun bir bir bilimsel faaliyet göze çarpmaktadır. Danişmend Oğulları Devleti ortadan kaldırıldıktan sonra da Danişmendlilerin koyduğu bilimsel gelenek Danişmend ilinde devam etmiştir. Anadolu Selçukluları Devleti’nin kuruluşunu takip eden ilk 150 yıl ve Danişmendoğulları Dönemi’nde Anadolu’da telif edilen eserlerin hemen tamamı tıp, astronomi (heyet) matematik, felsefe gibi aklî ve tabiî ilimlere dairdir. Bu dönemde Anadolu’da bulunan bilim adamları bu yönde faaliyet göstermişlerdir. O dönemlerde Anadolu’ya gelip Kayseri’ye yerleşen Ömer b. Muhammed b. Ali es-Savî “Akaid-i Ehl-i Sünnet” adlı eserinin önsözünde; “Diyar-ı Rum’a geldim. Herkesin ilm-i nucûm (Astronomi) ile uğraşmakta olduğunu dinî ilimlerden bi-haber olduklarını gördüm” diyerek bu gerçeği ifade etmekte ve dinî ilimlere olan ihtiyacı karşılamak amacıyla eserini yazdığını bildirmektedir.[2] Anadolu’da felsefeye ve tabiat bilimlerine yönelişin sebebi ilk devir Selçuklu sultanlarının ve Danişmendli devlet adamlarının Mu’tezile mezhebi eğilimli olmalarından kaynaklanmaktadır.

Bilindiği gibi Mu’tezile Mezhebi İslâm’ın doğuşundan bir asır sonra ortaya çıkmış, İslâm dinini, akıl ölçü ve kurallarına göre yorumlayan dinî ve felsefî bir harekettir. Mu’tezile mezhebi mensuplarına İslâm dünyası rasyonalistleri (akliyeciler) tabir edilir. Bir dönemde Abbasilerin Mu’tezile’yi resmî mezhep olarak kabul ettiler. Fakat IV. Hicrî asırda Eş’ari ve Maturidî mezheplerinin devletler tarafından desteklenmesi ve tasavvuf? düşüncenin rağbet kazanması sonucu Mu’tezile mezhebi geri plâna itildi. Hatta mensupları takibe uğradı. Büyük Selçuklu Devleti kurulduktan sonra Tuğrul Bey’in Veziri Amidü’l-Mülk Ebu Nasr el-Kündürî Mu’tezile mezhebinden olduğu için bu mezhebi yeniden ihya etmek istedi. Eş’arilere karşı savaş açtı.[3] Böylece Abbasîler zamanında bir dönemde başlayan Mu’tezile-Eş’ari mezhebi mücadelesi yeniden gündeme geldi. Bu durum, Eş’ariler arasında büyük bir huzursuzluk yarattı. Vezir el-Kündürî aleytarı büyük bir siyasî ve dinî mücadele başlatıldı. Eş’arî mezhebinden olan meşhur mutasavvıf Ebü’l-Kasım el Kuşeyrî “Şikâyetu ehli’s-sünne ma nalehum mine’l-mihne” adlı bir eser yayınlayarak bu şikâyetleri dile getirdi Bu şikâyetlerin Tuğrul Bey’e de ulaştırıldığı anlaşılmaktadır.[4] Abbasî Halifesi el-Kaim bi-Emrillah ünlü Eş’ari mezhebi siyaset bilimcisi Maverdî’yi diplomat olarak Tuğrul Bey’in yanına göndererek el-Kündürî aleyhtarı şikayetleri Türk sultanına iletmiş olmalıdır. Bu şikayetler Kündürî’nin azline ve tutuklanmasına daha sonra da idamına sebep olan en önemli olaylar arasında yer aldığı muhakkaktır.

Selçuklu hanedan ailesinden bazı şehzadelerin Ebu Nasr el-Kündürî’nin yürüttüğü dinî, siyasî politikadan yana oldukları anlaşılmaktadır. Yani bazı hanedan mensubu kişiler ve bunlara yakınlığı olanlar arasında Mu’tezile eğilimli kişiler ve şehzadeler vardı. Bu Mu’tezile fikirlerin hanedan üyeleri arasında taraftar bulması Selçuklu ailesinin muallimi olarak nitelendirilen Türkmen Danişmend Ali Taylu’dan (Danişmendoğullarının ceddi) kaynaklandığı sonucuna varmak imkan dahilindedir. Tarihçi Beyhakî’nin anlattıklarına bakılırsa Buharalı olan bu Türkmen Danişmend Ali Taylu başlangıçtan itibaren Selçuklu ailesi ile temas halinde bulunmuş ve Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda pay sahibi olan bir kişidir. Kız vererek Selçuklu ailesiyle akrabalık da tesis etmiştir. Kaynakların bildirdiğine göre Kutalmış’ın kayınpederi olmuştur.[5]

Süryanî tarihçi Ebu’l’Ferec, Danişmend Ali Taylu’nun oğlu ve Danişmendoğlu Devleti’nin kurucusu Melik Ahmed Gazi’den Anadolu fatihi Süleyman Şah’ın dayısı diye söz ederken bu gerçeği dile getirmektedir.[6] Kutalmış’ın bu Danişmend Ali Taylu’nun damadı ve talebesi olduğu anlaşılıyor. Kutalmış ile Vezir Kündürî arasında da ilişki bulunduğu açıktır. Bu durum Kutalmış’ın Kündürî gibi Mu’tezile mezhebinden olduğunu gösteriyor. İbnü’l-Esir’in Kutalmış hakkında verdiği bilgiler bunu te’yid etmektedir. Bakınız İbnü’l Esir ne diyor: “Şaşılacak şeydir ki Kutalmış, Türk olmasına rağmen astronomi ilmini çok iyi biliyordu. Bundan başka felsefe geleneği ile ilgili bilimleri de biliyordu. Kendisinden sonra oğulları ve ahfadı da felsefe geleneğinden gelen ilimleri öğrenmeye devam ettiler. Ve bu alanda isim yapmış olan bilim adamlarını himayelerine aldılar. Bu durum onların dinî inançlarında pürüz meydana getirdi”.[7] Burada görüldüğü üzere bu bilgileri veren Eş’arî mezhebinden olan İbnü’l-Esir, Kutalmış’ın astronomi ve felsefe bilmesini tuhaf bulmakta bu felsefî bilgilerin onun dinî inanışında yer tutmasını da hoş bulmamaktadır. Bu yorum Kutalmış’ın Mu’tezile mezhebine eğilimi bulunduğunu gösteriyor. İşte İslâmda bu bilimsel geleneği yaratan da Mu’tezile mezhebidir.

Danişmend Oğullarının Kayseri şehir muhafızı olduğu bildiren İbnü’l-Kemal diye ünlenen Kayserili İlyas b. Ahmed adlı bir zat Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi’ye sunduğu “Keşfü’l-akabe” adlı astronomiye dair olan eserinin önsözünde Melik Ahmed Gazi hakkında şöyle diyor: “Pek çok filozoflar ve faziletli kişiler ve dünyanın dört bir yanından akliyeciler (ehl-i ukûl) o yüce zata yöneldiler ve her biri sahip oldukları ilimlerini yaymaları ve ilimlerini uyguladıkları ölçüde o Hazretin cömertlik denizinden pay almaktalar”.[8]

Görüldüğü üzere Melik Ahmed Gazi de aynen eniştesi Kutalmış gibi felsefe geleneğinden gelen bir kişidir. Kendisine Danişmend denmesi de bundandır.

Kutalmış’ın oğulları ve ahfadı olan Türkiye Selçuklularının ilk sultanları, dinî ve ilmî konumları hakkında fazla bir bilgi mevcut değildir. En azından Anadolu’nun fatihi Süleyman Şah’ın babasının yolunda ve onun anlayışında olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye Selçukluları sultanlarının da atalarından gelen geleneği sürdürdüklerini İbnü’l-Esir bildirmektedir. Bununla beraber II. Kılıç Arslan’ın felsefi konulara ilgi duyduğunu ve bu konudaki ilmî tartışmalara katıldığını Süryani Mihail bildirmektedir.[9] İbn Bibi I. G. Keyhüsrev’in İbn Sina’nın hayranlarından olduğunu bildirmektedir.[10] Mutaassıb bir şafii olan İbnü’l-Esir II. Kılıç Arslan’ın diğer oğlu II. Süleymanşah için şöyle diyor: “Ancak onun itikadının bozuk olduğu felsefi inançlar taşıdığı bu inançta olan kimseleri himaye ettiği onlara destek verdiği bildirilmektedir”.[11] Demek oluyor ki bu bilimsel ve felsefî gelenek Anadolu’da devam etmiştir. İşte buna benzer haberler Selçuklular zamanında (ilk bir buçuk asırda) Anadolu’da devlet adamlarının Mu’tezile mezhebine yatkın oldukllarını ortaya koymaktadır.

B. Bilimin İşe Dönüştürülmesi ve Uygulaması

Türkiye Selçukluları Dönemi’nde devlet adamlarının tabiat bilimlerine ve felsefeye ilgi duymaları bilim adamlarını bu alanda eserler vermeye ve fikir üretmeye yönlendirmiştir. Yukarıda da ifade edildiği üzere bu dönemde te’lif edilen eserlerin hemen tamamı bu bilimlere dairdir. Bu alandaki çalışmalar bilimin iş alanında uygulanması ve insanların bilimden yararlandırılması düşüncesinin doğmasına vesile olmuştur. Bilimin işe dönüştürülmesi ön plâna çıkmış ve bunun uygulaması için çaba sarf edildiği görülmektedir.

II. Kılıç Arslan zamanında Kayseri’de yaşayan Tiflisli Hubeyş bin İbrahim “Beyanü’s-sınaat” adlı eserinde san’at alanında bilimden yararlanmanın yollarını göstermeye çalışmakta ve san’at alanında bilimden geniş ölçüde yararlanılabileceğini savunmaktadır.[12] Aynı dönemde Diyarbekir Artukluları Devri bilgini Cizreli Ebu’l İzz İsmail b. er-Rezzaz (602/1205) “el-Cami’ beyne’l-ilm ve’l-amel” (ilim ile amelin birleştirilmesi) adlı eserinde pek çok otomatik makinaların projesini çizerek ilmin amele dönüştürülmesi yollarını göstermektedir.[13] Yukarıda adı geçen Keşfü’l-akabe adlı eserde de bilim adamlarının bilimi uygulamaları ölçüsünde değer kazandılar derken bu hususu ifade etmiş olmaktadır.

Gene XIII. yüzyılın başlarında bir Kübrevî Şeyhi olan Necmeddin Daye de Sultan Alaaddin Keykubad’a sunduğu Mirsadü’l-ibad adlı eserinde sanatı ilmin insan ruhunda meydana getirdiği gücün neticesi olarak görmekte ve san’atı insanın sahip olduğu ilmi sayesinde aklın direktifi ile kullandığı birtakım alet ve edavat vasıtası ile ruhunu eşya üzerinde göstermeye çalışmasıdır şeklinde tarif ederek ilim ile san’at arasındaki ilişkiyi belirtmeye çalışmaktadır.[14]

Bu düşüncenin Anadolu’da bir süre gelişme gösterdiği ve uygulama alanı bulduğu görülmektedir. O devirde bu zihniyetin uygulayıcıları Anadolu’nun hirfet ve zenaat erbabı olan Ahiler idi. Anadolu’da Ahi teşkilatının kurucusu olarak tanınan Ahi Evren’in bu konuya özel bir önem verdiği görülmektedir. O eserlerinde sık sık ilmi iş ve sanat alanında kullanmak gerektiğini ifade eder.[15] İlmin amelden önce geldiğini ilimsiz amelin fayda saylamayacağını kişi ilmini uyguladığı ölçüde makbul insan olacağını savunmaktadır.[16] Bir başka yerde de insan ruhunda teorik (nazarî) ve pratik (amelî) güçler bulunduğunu bu iki gücün birlikteliğini vurgulayarak ilimle oluşan ruhtaki irade ve kudretin pratik gücü meydana getirdiğini ve bunun iş ve üretime yönlendirilmesi fikrini savunmaktadır.[17]

Zaten Anadolu’da Ahi teşkilâtının kuruluş amaçlarından biri de ilmi çeşitli san’at alanında uygulamaya koyarak ve toplumu bundan yararlandırma ülküsünün pratiğe dönüşmesidir. Yukarıda arz etmeye çalıştığım zihniyetin Anadolu Ahi Teşkilâtı’nın kurulmasına vesile olduğunu söylemek istiyorum. Demek oluyor ki Ahi teşkilâtı Anadolu’da tabiat ilimleri alanındaki çalışmaların ışığında kurulmuştur.

Burada şunu da belirtmek durumundayım: Selçuklular zamanında Ahilik bilimsel bir temele dayanmakta iken ve bilimin verilerinden pratik hayatta yararlanmayı esas almış iken Osmanlılar döneminde Ahiliğin bu bilimsel yönünün algılanamadığı veya bu yönüyle Ahiliğin Osmanlılara intikal etmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Ahiliğin fikir babası olan Ahi Evren’in ve eserlerinin Osmanlı uleması tarafından bilinmemesi ve tanınmaması ve hatta Selçuklular Dönemi’ndeki Ahi çevreleri ile ilgili bilgilerin Osmanlılara intikal etmemesi de bunu göstermektedir. Bunun da en önemli sebebi Kösedağ yenilgisini takip eden bir asır boyunca (1243-1335) Anadolu’da hüküm süren Moğol iktidarının Ahi Evren Hace Nasirüddin Mahmud ve arkadaşları üzerindeki ağır şiddetli ve zâlim baskı ve takipler sonucu onların eserlerinin yayılamaması ve okunamaması, onların yarattığı bilimsel geleneğin Anadolu’da devam etmesini engellemiş olduğunu düşünüyorum.

Ahi Evren Şeyh Nasirüddin Mahmud “Letaif-i Hikmet” adlı eserinde Ahiliğin kuruluş felsefesini şöyle ifade etmektedir: “Allah insanı medenî tabiatlı yaratmıştır. Bunun anlamı şudur: Allah insanı yemek içmek giyinmek evlenmek mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi birçok meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi demircilik ve marangozluk da birtakım alet ve adevâtla yapılabildiği için bu alet ve adevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün san’at kollarının yaşatılması gerekir.

Bu halde toplumun bir kesiminin san’atlara yönelmesi ve her birinin belli bir san’atla meşgul olması gerekir ki toplumun bütün ihtiyaçları görülebilsin”.[18] İşte Ahilik bu duygu ve düşüncelerin sonucu olarak ortaya çıkmış olduğunu söylemek istiyorum. Gene Ahi Evren san’atkarların iş ortamındaki çalışma düzenleri hakkında da şöyle bir fikir beyan etmektedir: “Bir çok insanın bir arada çalışması san’atkarlar arasında rekabet ve münazaaya sebep olabilir çünkü bunların her biri kendi ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve affetme olmadığı zaman münazaa ve ihtilaf zuhur eder. O halde bu insanlar arasındaki ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun. İhtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. İhtilaf zuhurunda ise bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir. Peygamberlerin şeriat koymaları bundandır.”[19]

Öyle görünüyor ki, Ahi Evren Hace Nasiryddin Mahmud’un bu fikirleri doğrultusunda tarih boyunca Anadolu’da Ahi işyerlerinin yönetmelikleri olan Ahi şecerenâmeleri Ahi Fütüvvetnameleri meydana getirilmiş ve ahilerin çalışma ortamındaki düzenleri bu eserlerde tespit edilen kurallar çerçevesinde sağlanmıştır. Ahiler de bu kurallara kuvvetli bir iman ile bağlı olmuşlardır. Tarih boyunca Ahi iş yerlerinde bir gelenek halinde sürdürülen töreler bu kurallara dayanmaktadır.

İbn Haldun sanatı ve sanat kollarını uygarlığın gereği olarak görmektedir.[20] Anadolu Selçukluları Devri’nin en güçlü filozofu olan Ahi Evren Şeyh Nasirüddin Mahmud da toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat kollarının yaşatılmasının gerekli olduğunu savunmuştur. Onun, İhvanü’s-safa’nın bu konudaki görüşlerini tercih ettiği görülmektedir.[21]

Ahi Evren’in İhvanü’s-afa risalelerini çok iyi mutalaa etmiş olduğu görülmektedir. Bu da Ahinin tabiat ilimleri alanında derinleşmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Ahi teşkilâtının piri olan zatın bu bilimsel kişiliği Ahi teşkilâtının kuruluşunda bilimin ne kadar önemli bir yeri bulunduğunu göstermektedir.

Ahi Evren bütün san’at erbabının belli bir yere toplanmalarını ve orada sanatlarını icra etmelerini de öğütlemektedir. Bu konuda aynen şöyle diyor: “Toplum çeşitli sanat kollarını yürüten insanlara muhtaç olduğuna göre bu sanatların her birini yürüten çok sayıda insanların belli bir yerde toplanmaları ve sanatkârların her birinin kendi sanatlarıyla meşgul olmaları sağlanmalıdır ki toplumun bütün ihtiyaçları görülebilsin.”[22]

Ahi Evren’in bu sözlerinden şehirlerinde sanayi çarşılarının kurulması fikrinin ortaya atıldığını görüyoruz. Ahilik ve Ahi teşkilâtı işte bu düşüncelerin uygulamaya koyulmasının tabii bir sonucu olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ahi Evren Şeyh Nasiruddin Mahmud’un bu düşünceleri, devrin sultanları ve yöneticileri tarafından benimsenmiş olduğu ve uygulandığı anlaşılmaktadır. Zira Ahi Evren ilk yerleştiği yer olan Kayseri’de Ahilere mahsus büyük bir sanayi sitesinin kurulmuş olduğunu bazı kaynaklardan öğrenmekteyiz. Ahi Evren’nin kayın pederi Şeyh Evhadüddin Hamid el Kirmanî (635/1237) adına Muhammed es Sivasî tarafında kaleme alınan Menakıb-ı Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmani adlı eserde bildirildiğine göre Kayseri’de bir dericiler çarsısı, bunun bitişiğinde de Külah dûzlar çarşısı bulunuyordu.[23] Aynı eserin bir başka yerinde de Kayseri’de bakırcılar çarşısından da söz edilmektedir.[24] Bu eserde Kayseri’de dokumacılar ve örgücüler çarşısından da bahsedilmekte, Evhadüd-dini Kirmanî’nin müridlerinin buradan İstanbul’a ve diğer Rum beldelerine halı ve kilim ihraç ettikleri bildirilmektedir.[25] Devrin tarihçisi İbn Bibi de buradaki Debbağlar (dericiler) çarşısından bir vesileyle bahsetmektedir.[26] Debbağların piri olan Ahi Evren’in evi de bu debbağlar çarşısında bulunan Hanikah’a bitişik idi ve bir kapısı Hanikah’a bir kapısı da camiye açılıyordu.[27] Ahi teşkilâtının lideri Ahi Evren Hace Nasirüddin’in burada faaliyetini sürdürdüğü tespit olunmaktadır.

Selçuklular zamanında Kayseri’de teşekkül eden Ahi teşkilatının yanında Türkmen hanımlarında kendi aralarında örgütlendikleri ve onların kurduğu örgüte de Bacıyân-ı Rum (Anadolu Bacıları) dendiği tespit olunmaktadır. Kayseri’deki bu sanayi sitesinde bulunan örgücüler ve dokumacılar çarşısında Ahilerin kızları ve hanımları da el sanatlarını burada icraa ediyorlardı. Hatta Yeniçerilerin başlarına giydikleri Akbörk’ün ilk defa Kayseri’deki Külah dûzlar çarşısında Bacılar tarafından imal edildiğini tespit etmekteyiz. Türkmen Şeyh Evhadüd-din Hâmid el Kirmanî’nin kızı ve Ahi Evren’in eşi olan Fatma Bacı (Fatma Hatun) da bu örgütün lideri konumunda olduğu anlaşılmaktadır.[28] Bu konuda müstakil bir eser yayınlamış olduğumu da burada hatırlatmak isterim.

C. Ahiliğin Selçuklulardan Osmanlılara İntikali

Yukarıda açıklamaya çalıştığım Selçuklular zamanındaki fikrî ve ilmî gelişmenin birtakım siyasî, sosyal ve kültürel gelişmelere bağlı olarak tedricen zayıfladığı özellikle de Moğolların 1243 yılında Anadolu Selçukluları Devleti’ni hakimiyetleri altına almalarından sonra bu alandaki çalışmaların tamamen yok edildiği gözlenmektedir. Bu dönemde Selçuklu ümerâsından Pervane Muinüddin Süleyman, Vezir Taceddin Mu’tez, Sahip Ata Fahrüddin Ali ve Nuruddin Caca’nın Orta Anadolu’da Ahi ve Türkmen çevreler üzerindeki ağır siyasî ve fikrî baskıları ve birçok vilayetlerde gerçekleştirdikleri katliamlar sonucu Ahi ve Türkmen çevreler büyük kalabalıklar halinde uc bölgelere göç etmek zorunda kaldılar. Bu emirler sultandan aldıkları bir fermana istinaden Ahi ve Türkmen çevrelerin ellerindeki işyerleri medrese, tekke ve zaviyeleri müsadere ediyorlardı.[29]

Bu durumda Ahiler, Ekberîler, Bektaşî ve Babaî dervişler, Haydarî ve Evhadî dervişler gibi dinî- tasavvufî zümreler yanında bunlarla iç içe olan Kayılar, Germiyanlılar, Bozoklar, Salurlar, Avşarlar gibi millî unsurlar da uc bölgelere göçüyorlardı. Özellikle Danişmend ilinden daha kalabalık gruplar göç ediyorlardı. Nitekim, Manzum Hacı Bektaş velayetnâmesinde Hacı Bektaş’ın zaman zaman halife ve müridlerine Uc bölgelere göçmelerini ya emretmekte veya öğütlemektedir.[30] Velayetnâmenin diğer bir nüshasında[31] Hacı Bektaş’ın dost-ı sadık’ı olarak tanıtılan Şeyh Sadrüddin-i Konevî de “vasiyyet”inde gençlerin ve gücü yetenlerin şu Diyar-ı Rum’u (Anadolu’yu) terk etmelerini öğütlemektedir.[32] Yüz sene aralıksız devam eden bu göçler, uc beyliklerin ve Osmanlıların insan potansiyelini oluşturuyordu.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ve yapılanmasını sağlayan fikrî dinamiklerin başında Ahi Evren diye tanınan Kırşehirli Hace Nasirüddin Mahmud el Hoyî’nin (1261) baş mimarı olduğu Ahilik hareketi ve Hacı Bektaş-ı Horasanî (1271) mektebinden neş’et eden Bektaşîlik hareketi ve Şeyh Saruddin-i Konevî (1275) ve talebelerinin Anadolu’da başlattıkları ekberiye hareketi bulunmaktadır. Bu üç dinî- fikrî hareket Orta Anadolu orijinlidir. Her üç hareketin pirleri olan Ahi Hace Nasıreddin Mahmud Hacı Bektaş-ı Veli Sadrudin-i Konevî çağdaş olup aralarında sıkı bir dostluk, gönüldaşlık ve ülküdaşlık bulunmaktadır. Zaman zaman bir araya gelip görüşmeleri olmuş ve mektuplaşmışlardır.[33] Anadolu Selçukluları zamanında ortak bir dinî ve siyasî düşünüş ve anlayış içinde bulunmuşlardır. Bu pirler o dönemde Anadolu’yu işgal eden Moğol iktidarı ve bu işgalci güç yanlısı olan yönetici ve çevrelere karşı menfi bir tavır içinde bulunmuşlardır. Bu üç pirin dinî ve siyasî birlikteliği onlara bağlı olanlar arasında da kendisini göstermiş ve bu üç fikrî hareketin mensupları Osmanlı Devleti’nin hizmetinde birbirleriyle uyum içinde faaliyet göstermelerine vesile olmuştur. Bu durum Osmanlı Devleti’nin sağlıklı bir şekilde yapılanmasına güçlü bir birlik ve beraberliğin oluşmasına ve devletin hızlı büyümesine güç katmıştır. Bu zümreler devlete hizmeti dinî bir heyecan ve iman halinde yürütmüşlerdir.

Bu devrede Anadolu’da aklî ilimlerle ve bilimle uyumlu ve hatta tabiatı ve eşyanın sırlarını inceleyip araştırmaya esas alan tasavvuf? bir duyuş ve düşünüş biçimi (âfakîlik) oluşmuş iken.[34] Moğol istilasından sonra bu duyuş ve düşünüşte olan Ahi ve Türkmen ve çevrelerin teşkilât ve tarikatları dağıtılmış aklî ilimlere muhalif olan çevrelerin meşrepleri ön plâna çıkmıştır. Bu durumda Anadolu’da tabii ve aklî ilimler tamamen himayesiz kalmıştır. Moğol istilasından sonra Anadolu’da hızlı bir mistikleşme görülmektedir. Bunun sonucu olarak bu dönemde telif edilen eserlerin büyük ekseriyeti tasavvufî-dinî ve edebî eserlerdir. Bunda Moğol iktidarının yanında İranî çevrelerin de büyük rolü görülmektedir. Anadolu’daki bu fikrî ve ilmî gelişim ve değişimin sebeplerini maddeler halinde açıklamak gerekirse;

  1. XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve dervişler Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınmışlardır. Bu tasavvufî zümrelerin Anadolu’da faaliyet göstermeleri sonucu Anadolu’da fikrî denge tasavvuf lehine bir gelişme göstermiştir.
  2. Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî ve siyasî baskı ve gerçekleştirdiği acımasız katliamlar Anadolu halkını bezginliğe ve ümidsizliğe sevk etmiştir. Bu durum me’yus ve çaresiz insanlara umut ve huzur kaynağı olan tekke ve zaviyelere rağbeti arttırmıştır. Bu hızlı gelişme aklî ve tabii ilimlere karşı ilgiyi azaltmıştır.
  3. Moğolların Anadolu’da gerçekleştirdikleri katliam ve zulümle de pek çok aydın, kültürlü ve bilge kişilerin telef olmasına veya Moğol zulmünden kaçıp Anadolu’yu terk etmelerine, Ahi teşkilâtının baş mimarı Ahi Evren ve arkadaşları da Kırşehir’de katliama uğramalarına sebep olmuştur.
  4. Moğol hakimiyeti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasi otoritesinin ve ekonomik gücünün zayıflamasına sebep olmuştur. Bu durumda ilim adamlarının himayesiz kalmalarına ve Anadolu’dan göçmelerine yol açmıştır. Ancak XIII. asrın sonlarında istiklallerini ilan eden Türkmen beylerin -sınırlı da olsa- bazı ilim ve fikir adamlarını himayelerine aldıkları görülmektedir.
  5. Moğol iktidarının himayesini kazanan Mevlânâ Celaleddin-i Rumî ve etrafındakilerin Anadolu’da fikri üstünlük kurmaları da aklî ilimlerin gerilemesine sebep teşkil etmiştir. Zira Mevlânâ Celaleddin-i Rumî, babası Bahaüddin Veled hocaları Seyyid Burhaneddin-i Tirmizî ve Şems-i Tebrizî, oğlu Sultan Veled genel olarak akla ve akılcılığa muhalif kişilerdir. Bunların Anadolu’da akılcılığa aklî ilimlerle uğraşanlara karşı savaş açmaları ve Moğol iktidarının desteği ile fikrî üstünlük kurmaları Anadolu’da akılcılığın gerilemesine felsefe ve pozitif ilimlerin horlanması zihniyetini doğurmuştur.

Bütün bu hususlar, Ahiliğin kuruluş döneminde Anadolu’da mevcut olan bilimsel zihniyetin Osmanlılara intikal etmesine engel olmuştur. Moğol iktidarı döneminde Ahi ve Türkmen çevreler üzerinde yaratılan şiddetli baskı ve yok etme siyaseti bu çevrelerin tanınamamasına ve eserlerinin yayılamamasına sebep olmuştur. Osmanlı ulemâsının Ahi Evren, Taptuk Emre, Yunus Emre, Evhadüddin-i Kirmanî, Baba İlyas-i Horasanî, Hacı Bektaş-ı Veli ve daha pek çok Türkmen çevreler hakkında sahih bilgiye sahip olamamaları bundan kaynaklanmıştır. Ahi Teşkilatı, Osmanlı Devleti’nin yapısı içinde yer almış olmasına rağmen bu teşkilâtın piri olan Ahi Evren Hace Nasıruddin’in eserlerinin OsmanlIlar döneminde okunmadığı ve bilinmediği gözlenmektedir. Bu durum da Ahiliğin bilimsel temelinin Osmanlılara intikal etmediğini göstermektedir.

Prof. Dr. Mikâil BAYRAM

Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 258-263


Dipnotlar :
[1] A.g.e., İstanbul 1332, s. 205.
[2] Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi, nr. 5426, yp. 193a.
[3] İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-tarih, Beyrut 1966, X, 33; M. Şerefeddin Yaltkaya, “Selçukiler Devrinde Mezahib”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1925, I, 102-105.
[4] İbn Tağriberdi, en-Nucumu’z-zahire, V, 54, “Selçukiler Devrinde Mezahib”, s. 104.
[5] Beyhakî Tarihi, neşr: Ekber Feyyaz, Tahran 1371, s. 641 ve 660.
[6] Ebü’l-Ferec Tarihi, Terc. Ö. Rıza Doğrul, Ankara 1950, I, 331-332. Arap tarihçilerinden Bağdatlı İbn Hamdun’dabu bilgiyi teyit etmektedir. Bkz. Tevarihü’s-sinîn, Topkapı Ktp. (111. Ahmed) nr. 2981, yp. 156a.
[7] el-Kamil fi’t-tarih, X, 36-37.
[8] Fatih Süleymaniye Ktp. nr. 5426, yp. 250a.
[9] O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 230-233.
[10] el Evamirü’l-alaiyye, neşr. A. Sadık Erzi, Ankara 1956, s. 25.
[11] el-Kamil, XII, 196.
[12] Kâtib Çelebi, Keşfu’z-zunûn, I, 261. Bu eserin bir nüshası Tokat, Zile İlçe Kütüphanesi’nde bulunuyor. Eser Türkçeye de tercüme edilmiştir. Türkçe tercümesinin bir nüshası Bağdatlı Vehbi Ef. (Süleymaniye) Ktp. nr. 2253’de kayıtlı olup 954 (1548) istinsah tarihlidir.
[13] Topkapı Sarayı Müzesi (111. Ahmed Kısmı) Ktp. nr. 3472 ve 3350.
[14] Mirsadü’l-İbad, neşr: M. Emin Riyahi, Tahran 1366, s. 532-533.
[15] Ahi Evren, Tabsiretü’l-mübtedi ve Tezkiretü’l-müntehî, Nuru Osmaniye Ktp. nr. 228, yp. 72a-73a.
[16] Ahi Evren, Letaifü’l-Hikme, neşr. G. Hüseyn-i Yusufî, Tahran 1340, s. 259, Nâşir: bu eseri bazı yanlış bilgi ve kayıtlara dayanarak Kadı Siracüddin Mahmud el-Urmevî’ye nisbet etmiştir. Bu nisbet katiyye n yanlıştır. Aslında bu eser Ahi Evren’in “Letâifü’l-Giyasiyye” adlı eserinin hulasasıdır.
[17] Letaifü’l-Hikme, s. 138-142.
[18] A.g.e., s. 145.
[19] A.g.e., s. 145-146.
[20] Mukaddime, Beyrut (Tarihsiz) s. 400-402.
[21] Resailü İhvani’s-safa, (neşr. Batrus el Bostanî, ) Beyrut (Tarihsiz), I, 280-292.
[22] Letaifü’l-Hikme, s. 145.
[23] A.g.e., neşr. B. Furun-fer, Tahran 1347, s. 158.
[24] A.g.e., s. 68.
[25] A.g.e., s. 108 ve 118.
[26] el-Evamirü’l-alaiyye, s. 527.
[27] Menakıb-ı Evhadü’d-din-i Kirmanî, s. 158.
[28] Bkz. M. Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum, Konya, 1994.
[29] M. Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 116-127.
[30] Hacı Bektaş İlçe Kitaplığı nr. 200, yp. 183b-187b.
[31] Hacı Bektaş İlçe Kitaplığı nr. 119, yp. 196a’da (derkenarda).
[32] O. N. Ergin, Sadreddin Konevî ve Eserleri, Şarkiyak Mec. İstanbul 1958, II, 82-83.
[33] M. Bayram, Sadruddin Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasıru’d-din Mahmud’un Mektuplaşması” S.Ü. Fen-Ed. Fak. Edebiyat Dergisi, Konya 1983, Sa. 2, s. 51-75.
[34] M. Bayram, Evhadü’d-din Kirmanî ve Evhadiye Hareketi, Konya 1999, s. 55-78.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.