Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Selçukluları Devrinde Akdeniz Siyasetine Genel Bir Bakış

0 11.103

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

Hz. Peygamber ve onu takip eden Hulefâ-i Râşidîn Devri’nde Orta Doğu’da iki süper güç dikkat çekiyordu. Bunlardan biri Bizans, diğeri Sasânî (İran) idi. Hz. Peygamber’in sağlığında Müslümanlarla Bizans arasında ilk askerî karşılaşmalar Mute (8/629) ve Tebük’te (9/630) vuku buldu. Bunlardan ilki Bizans destekli Arap Hıristiyanlarına karşı yapılmış olup, Hz. Peygamber, ordusunun başında bulunmamıştı. Tebük Seferinde ise Hz. Peygamber, zor şartlar altında otuz bin kişilik bir ordu hazırladı. Bizzat kendisi bu orduya komutan olarak katıldı. Bu ciddi hazırlık karşısında Bizans Tebük’te hazır olmadıysa da Hz. Peygamber bölgedeki bazı Hıristiyan unsurlarla temasa geçti. Başarılı bir seferden sonra Medine’ye döndü. Böylece Bizans destekli Hıristiyan Arapların Medine’yi istilâ tehditlerine karşı başarılı bir sefer gerçekleştirilmiş oldu. Hz. Peygamber ordusunun başarı ile gerçekleştirdiği bu sefer (gazve) müteakip devirlerdeki Müslüman siyasi iktidarlar için bir güç ve ilham kaynağı teşkil etmiştir.

Hz. Ebu Bekir ve bilhassa Hz. Ömer Devri’nde İslâm orduları Orta Doğu’nun iki süper gücü olan Sasanî (İran) ve Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu ordularıyla karşılaştılar. Böylece, İslâm orduları 13-21 (634-641) yılları arasında çok kısa bir zamanda İran İmparatorluğu’nun siyasî mevcudiyetine son verirken Bizans’ı kuzey ve kuzeybatıda-Doğu Akdeniz’de hayli sıkıştırdılar, hatta bazı liman kentlerini ele geçirerek denize bir giriş sağladılar.[1] Dolayısıyla deniz seferlerini düşünür oldular.

Müslümanların Akdeniz’de Kıbrıs hedefli ilk deniz seferine çıkma düşüncesi Hz. Ömer Devri’ne tesadüf eder. çünkü Hz. Ömer Devri’nde (13-23/634-644) Doğu Akdeniz sahilleriyle güneyde İskenderiye liman kenti fethedilmişti. Dolayısıyla Bizans’ın Akdeniz’deki hedeflerine ve stratejik önemi haiz adalara karşı dikkatli olmak gerekiyordu. Bu yüzden Şam valisi Muaviye tarafından Kıbrıs’a müteveccihen deniz seferi için Hz. Ömer’den izin istenmişse de “deniz seferlerinin gerektirdiği teknolojik gelişme henüz sağlanamadığı, İslâm ordularının denizlerde yeterli tecrübesi olmadığı ve güçlü bir donanmaya sahip bulunmadığı…” gibi sebeplerden dolayı izin verilmediği anlaşılıyor.

Hz. Osman Devri’nde ise durum biraz değişmişti. Müslümanlar Doğu Akdeniz’de Trablusşam ve güneyde İskenderiye liman şehirlerindeki tersaneleri kullandılar. İlk zamanlarda bu işte gayrimüslimlerden yararlandılar ve süratle Müslüman gemicileri yetiştirmeye çalıştılar. Üstelik eski Mısır ve Suriye donanmaları da Müslümanların eline geçmişti. Bunların da onarılmasıyla Müslümanlar denize açılabilecek bir donanmaya sahip olmuşlardı. Bu yıllarda Şam valiliğini devam ettiren Muaviye, Kıbrıs seferi için bu defa da Hz. Osman’dan izin istedi. Hz. Osman; ordunun, zorlama, kur‘a veya benzeri usuller dışında tamamiyle gönüllü askerlerden oluşması şartıyla izin verdi.[2]

Kuvvetli rivayete göre 28 (648-649) yıllarında Muaviye; Dımeşk, Hama, Hıms, Ürdün, Kudüs taraflarına haberciler yollayarak halkı deniz gazasına teşvik etti. Aynı vazifeyi Mısır’da bölge valisi ve Afrika-İslâm orduları kumandanı olan Abdullah b. Sa‘d b. Ebi Serh yapıyordu. Kısa zamanda her iki tarafta ortaya çıkan gönüllüler sefere katılacak sayıyı geçmişti. Diğer hazırlıklar da tamamlandı. Bu gönüllüler ordusunda sahâbenin ileri gelenlerinden pek çok zat bulunuyordu. Ebu Zerr-i Gıfârî (r.a.), Ebu’d-Derda (r.a.), Şeddad b. Evs (r.a.), Ubade b. Samit (r.a.) ve zevcesi Ümmü Haram Bint-i Milhan (r.a) bunlar arasında idi.

Bu orduya Abdullah b. Kays el-Câsî amiral tayin edildi. Müslümanların teşkilatlı ilk deniz seferi bu olduğuna göre bu zatın da İslâm tarihinde ilk amiral olması gerekiyor.

İslâm donanması doğuda Trablusşam, güneyde İskenderiye’den hareket etti. İki ordu Larnaka önlerinde birleşti. Ada, güney ve doğudan abluka edildi ve Larnaka’dan çıkartma yapıldı. İslâm ordusunun gücü karşısında Ada halkı fazla direnemedi. İslâm ordusu kısa zamanda üstünlük sağladı ve Ada’yı yıllık 7200 dinar (altın) vergi ile İslâm devletine bağladı.[3]

Kıbrıs seferine, vaktiyle Hz. Peygamber’in müjdelediği şekilde, Ümmü Haram Bint-i Milhan (r.a) da katılmış; faziletli ve saygıdeğer bir sahabiye ve yaya yürüyemeyecek kadar yaşlı olan bu hanım, Larnaka civarında Tuzla denilen yerde katırdan düşmüş ve şehîden vefat etmiştir.[4]

Böylece -Prof. Dr. Osman Turan’ın ifadesiyle- “Onun şehadetiyle İstanbul’da Eyüp, Eskişehir havalisinde (Seyyid Gazi’de) Battal Gazi’den daha önce Kıbrıs adasında, İslâm’ın mukaddes yerlerinden biri meydana gelmiştir”.[5] Halk arasında “Hala Sultan” diye bilinen bu hanım sahabinin, dedesi Abdülmuttalib kanalıya Peygamberimiz’in halası sayılacağı gibi -çünkü Abdülmuttalib’in annesi Selma Hatun Medineli idi- süt teyzesi olma ihtimali de kuvvetlidir.[6]

31 (651) yılında Anadolu’nun güneybatı sahillerinde (şimdiki Antalya vilayetinde Phoenix-Finike sahillerinde) İslâm donanması ile Bizans donanması arasında Gazvetü’s-Savâri (Direkler Gazası) diye bilinen büyük deniz savaşı vukubulmuş, neticede Bizans donanması imha edilmiştir.[7]

Bu olaydan yaklaşık iki yıl sonra 33 (653) yılında Müslümanların, adaya ikinci bir sefer yaparak siyasi hakimiyetlerini kuvvetlendirdikleri görülmektedir.

Kıbrıs seferine amiral unvanıyla katılan Abdullah b. Kays’ın Akdeniz’de elli kadar seferinden söz edilir. Bu seferlerden birinde şehit düşen Kays’ın yerine donanma komutanlığına Süfyan b. Avf el-Ezdî getirilmiştir. Akdeniz’deki bu gazalarda Malta ve Girit adalarına çıkartmalar yapılmış, Rodos adası fethedilmiştir. Böylece Hz. Osman Devri’nde başlayan ve daha sonra Emevîler Devri’nde devam ettirilen deniz seferleri neticesinde Müslümanlar Akdeniz’de büyük bir üstünlük sağlamışlardır.

Kıbrıs Adasının Müslümanların Elinden Çıkışı

Yürütülen başarılı Akdeniz siyaseti sayesinde Kıbrıs adası üç asırdan fazla Müslümanların kontrolünde kaldıktan sonra yaklaşık m 965’lerden itibaren adanın hakimiyeti tekrar Bizans’a geçmiştir. Bu esnada Abbasîlerde merkezi otorite zayıflamış, yönetimde Fâtımî destekli Şiî-Büveyhî hâkimiyeti başgöstermiş, tavâif-i mülûk ortaya çıkmıştı. Bağdat’ta Ebu’l-Kasım el-Fadl Mutî‘ Lillâh (946-974) iktidarda idi.

1. Haçlı Seferi esnasında, Bizans ve Latin donanmaları sayesinde Kıbrıs, Suriye’deki Haçlıları desteklemiştir. Ancak, daha sonra Bizans ile Latinler arasında meydana gelen sürtüşmeler Ada’da uzun süren karışıklıklara yolaçtı. 1157 yılında Haçlı ve Ermenilerin ortaklaşa oluşturduğu askeri güçle Ada işgal edildi. Bu işgal sırasında şehirler tahrip edildi, köyler yağmalandı, yerli halk zulme maruz kaldı. Bu durum, Haçlılarda Ada’nın yönetimini ele geçirme düşüncesini uyandırdı. Nitekim III. Haçlı Seferi sırasında 1191’de İngiltere Kralı Richard kanalıyla Haçlılar Kıbrıs’ı ele geçirdiler. Ancak, Kral Richard bundan bir yıl sonra Ada’yı 100.000 altın karşılığında satınca Kıbrıs’a Fransız Haçlılar yerleşti ve müstakil bir Haçlı Devleti kuruldu.

Selahaddin Eyyûbi’nin Kudüs ve Suriye’den attığı Haçlılar da bu gelişmeyi müteakip Kıbrıs’a giderek yönetici-elit kadroda yerlerini almışlar, Rumlar ise toprağa bağlı esir konumuna düşmüşlerdir. Böylece, Haçlılar-Latinler hakim, Rumlar ise mahkum durumundaydılar. Bundan sonra Katolik mezhebi Ada’da tesirini giderek artırdı.

Rum papazları kerhen de olsa Latin kilisesine bağlandı. Ayrıca Ada’ya farklı soy ve dinlerden ticaret kolonileri de yerleşince etnik yapı değişti. Zamanla Rumlar azınlığa düştüler. 1192-1571 arasında Ada giderek Ceneviz ve Veneklilerin etkisine girdi. Osmanlılar Kıbrıs’ı 1572’de fethettiklerinde Ada daha ziyade Venediklilerin kontrolündeydi.[8]

Türkiye Selçuklu Devleti’nin Akdeniz Siyaseti

Selçuklu sultanları öteden beri milletlerarası ticaret yollarının önemini biliyorlar, askerî seferlerini buna göre düzenliyorlardı. Bilhassa Akdeniz, Türkiye Selçukluları için dünya piyasasına açılabilmek, dünya ile iktisadî ilişki kurabilmek için mühim bir çıkış yolu idi. Türk tacirleri yurt dışına ihraç edecekleri malları, Mısır ve Avrupalı tacirler de Türkiye’ye getirecekleri malları Antalya Limanı üzerinden gerçekleştiriyorlardı. Hatta Selçuklular için buranın taşıdığı önem sebebiyle daha fetihten önce şehirde Müslüman Türklerden ve diğer Müslümanlardan oluşan bir tüccar kolonisinin teşekkül ettiği anlaşılıyor. Türkler için büyük önem taşıyan bu şehrin fethi amacıyla daha evvel II. Kılıçarslan harekete geçmişse de fetih müyesser olmamıştı. Üstelik IV. Haçlı Seferi ile 1204’te Latinlerin İstanbul işgalinden sonra sahillerde de hakimiyet mücadelesi başlamış, bu esnada İtalyan asıllı Aldobrandini (Aldo Brandini) diye biri şehrin idaresini ele geçirmiş, bölgede ticarî emniyet had safhada bozulmuştu. Kıbrıs kralını metbu tanıyan bu İtalyan’ın bir Türk kervanını yağmalaması Selçuklular ile Kıbrıslılar arasında, bir çatışmaya sebep olarak ilk münasebet vuku bulur. Çünkü, Türkiye, Mısır ve Avrupa arasında giderek gelişme gösteren ticarî münasebetler bununla sekteye uğramıştır. Bunun üzerine Gıyaseddin Keyhüsrev şehri kuşattı. Hatta kale burçları mancınık atışlarıyla tahrip edilmiş olup, şehir neredeyse düşecek iken İtalyan Aldobrandini Kıbrıs’tan yardım aldı. Kıbrıs kralı yalnız metbu bir hükümdar sıfatıyla değil, daha ziyade adanın gıda ihtiyacını temin ettikleri Anadolu sahillerinde yerleşmek gayesiyle de Antalya müdafasına asker gönderdi. Bunun üzerine Keyhüsrev, ordusunu geri çekmeye mecbur oldu. 1191’den beri Kıbrıs’ta Haçlılar hakimdiler. Bu hakimiyetin başlangıcı III. Haçlı Seferi’ne tesadüf emekte idi. Böylece Kıbrıs’ta hakim durumda olan Haçlı askerleri Türklerin karşısında yer almış ve Abdobrandini’yi himaye etmiş oluyorlardı. Esasen Kıbrıs Krallığı hakimiyet süresi boyunca Mısır, Suriye ve Anadolu’ya karşı Haçlıların bir üssü olmuş; şarktaki Haçlılarla, Kilikya Ermenileriyle çok defa birlik yapmış, Avrupa’da hazırlanan Haçlı hareketiyle, İtalyan ve Fransızların deniz kuvvetleriyle birlikte bu savaşlara katılmıştır.[9]

I. Gıyaseddin Keyhüsrev geri çektiği ordusunu dağlara, yollara ve geçitlere yerleştirerek şehre giriş çıkışları kontrol altına aldı. Zaman içinde, yardıma gelen Haçlı Latinlerle Rumlar arasında ihtilaflar çıktı. Hatta âdil bir idarenin özlemini çeken Rumlar, Sultan’a haber yollayarak şehri teslim edeceklerini bildirdiler. Neticede Keyhüsrev şehri yeniden kuşattı ve şiddetli muharebelerden sonra 3 Şaban 603 (5 Mart 1207) tarihinde zaptetti. Böylece Antalya’nın fethi, Selçuklu Türkiyesi’nin iktisâdî gelişmesinde büyük rol oynadı ve bu şehir yeni teşekkül etmeye başlıyacak olan Türk donanmasına da üs oldu. Selçuklular bu fetihle birlikte Akdeniz ticaretine faal bir şekilde iştirak etmek ve kervanları Türkiye’ye çekebilmek gayesiyle Kıbrıs ve Venediklilerle ticârî gayeli muâhedeler akdetmişlerdir. Esasen o zamana kadar askerî gücünü Türkler aleyhine kullanmayı alışkanlık haline getiren Kıbrıs Krallığı (Latin idaresi) bu yeni şartlarda Türklerle ticârî gayeli bir muahede imzalamayı tercih etmiştir.[10] I. Gıyaseddin Keyhüsrev bu fetihten sonra ordusu ile Konya’ya dönerken divan memurlarına, soyguna uğrayan tüccarların kayıplarının hazineden karşılanması doğrultusunda talimat vermiştir. Osman Turan’ın tespitine göre bu, Türkiye Selçuklu Devleti’nin iktisadî siyasetinin gereği ve bir çeşit devlet sigortası idi.

Şehrin bu ilk fethinden itibaren yaklaşık beş yıl sonra Antalya’daki gayrimüslimlerin bir gece aniden isyan ederek Müslüman sakinlerin ileri gelenlerini öldürüp denize attıkları ve Kıbrıs’tan- Frenklerden yardım istedikleri görüldü. Böylece Rumlar ve Haçlılar yeniden işbirliği yaparak şehre hâkim oldular ve Haçlılar da şehre yerleştiler. Bu esnada Selçuklu tahtı çevresinde I. İzzeddin Keykavus ile I. Alâeddin Keykubad arasında mücadele vardı. Dört yıl kadar bu şekilde devam eden şehir, İzzeddin Keykavus (1211-1220) tarafından kuşatıldı ve mancınıklarla dövülmeye başlandı. Neticede Antalya 30 Ramazan 612 (22 Ocak 1216) tarihinde ikinci defa fethedildi, işgale uğramış olan şehir, düşmandan kurtarıldı.[11] Keza birincisinde olduğu gibi bu ikinci fetihten sonra da Kıbrıs kralı ile Selçuklu Sultanı arasında ticârî maksatlı elçilerin gidip geldiği görülmektedir. Çünkü Kıbrıs Krallığı gıda maddelerini Anadolu sahillerinden temin etmek durumundaydı ve böyle bir ticârî ilişkiye mecburdu. Dolayısıyla güçlü olduğu zaman Anadolu kıyılarına hükmetmek istiyor, Selçuklular hâkim olunca da antlaşma yapmayı tercih ediyordu. Bu yönüyle Türkiye Selçukluları için bir fitne ocağı haline gelmiş bulunuyordu ve ancak zordan anlıyordu.

Alâeddin Keykubad’a (1220-1237) gelince onun da ilk askerî hareketi Alâiye seferi olmuştur. Rumların Kalonoros ve Avrupalıların Candelore adını verdikleri bu belde o sıralarda Kyr Vart adlı birinin hakimiyetinde idi. Bu durum, 1204 yılında Haçlıların İstanbul’u işgalini müteakip olmuştu. Antalya ile Alâiye arasında kalan Alara Kalesi de Kyr Vart’ın kardeşinin elinde idi. Selçuklu Sultanı, Alâiye’yi hem karadan hem denizden kuşattı. Türk donanması Antalya’dan denize açılmıştı. İki ay kadar süren kuşatmadan sonra Kyr Vart daha önceden görüşüp tanıştığı Antalya Subaşısı Mübarizüddin Ertokuş’a özel olarak adam gönderdi, Sultan nezdinde şefaatçı olmasını rica etti. Ertokuş, meseleyi Sultan’a iletti. Sultan, Kyr Vart’ın kızı ile evlendi, kendisine de Akşehir Beyliği’ni verdi. Böylece şehir fethedilmiş oldu. Şehre, Sultan’ın adına nispetle “Alâiye” denildi. Antalya’ya dönerken de Alara Kalesi teslim alındı. Muhtemelen bu fetihler 1221 yılında vuku bulmuştur.

Alâiye kısa zamanda cami, medrese, han ve hamam gibi medenî tesislerle bir Müslüman-Türk beldesi haline gelmiş, ticarî-iktisadî önemi dolayısıyla Sultan, bu şehre çok önem vermiş, bu maksadı temin için Antalya ile Alâiye arasına da han ve kervansaraylar yaptırılmıştır. Alâeddin Keykubad’ın Alâiye’de inşa ettirdiği tersaneyi de bilhassa belirtmemiz gerekir. Böylece Türk donanması Antalya’daki deniz üssüne ilaveten Alâiye’den de denize açılabilecek duruma gelmiş bulunuyordu.[12]

Görüldüğü gibi söz konusu bölge ile ilgili II. Kılıçarslan, I. Gıyaseddin Keyhüsrev, I. İzzeddin Keykavus’un önemle takip ettikleri, “sahilde tutunma, denize açılma ve Kıbrıs Krallığı’nı etkisiz hale getirme siyaseti” I. Alâeddin Keykubad tarafından da üstün bir siyaset ve parlak fetihlerle devam ettirilmiştir.

Osman Turan’ın da belirttiği gibi Selçukluların “Sinop, Antalya ve Alâiye fetihleri Anadolu’ya göç yollarında yapılmış bazı teşebbüsler müstesna, Türklerin denizciliğe başlama tarihi ve ilerlemeleri bakımından çok mühim hadise olup Akdeniz ve Karadeniz’de askerî ve ticarî seferlere imkan vermiştir.”[13]

Bir Türk taciri Halep’ten kervanına yüklediği kumaşları memlekete getirirken Suriye ile Türkiye arasında Ermeniler tarafından yağmalanmış, bu zat da durumu Alâeddin Keykubad’a iletmişti. Alâeddin Keykubad, tâcirin kaybettiği malların hazineden karşılanmasını sağladıktan sonra Türkiye- Suriye arasındaki ticaret yolunun güvenliğini tehdit eden Ermeniler üzerine yürümeye karar verdi. Bir yandan Ermeniler üzerine asker sevk ederken, diğer yandan Antalya Subaşısı Mübarizüddin Ertokuş’u da sahil tarafından Ermenilere hücum ile Kıbrıs Haçlılarının karaya çıkarılmamasına, kıyı şeridinde yerleşmiş olanların ise defedilmesine memur etmişti. Nitekim Ertokuş, Antalya’dan gemilerle denize açıldı. Kıbrıslı Haçlılar, Türkler önünde dayanamayarak Kıbrıs’a kaçmak zorunda kaldılar. Ertokuş, Manavgat ve Anamur gibi kaleleri teslim aldı. Diğer taraftan Mübarizüddin Çavlı, İç-el bölgesini ve Silifke’yi fethetti. Bunu müteakip Ermeniler barış istemeye mecbur oldular. Tarih: 622 (1225).[14]

Görüldüğü gibi Kıbrıs’ın Selçuklu Türkiyesi aleyhine bir fitne ocağı oluşu Alâeddin Keykubad Devri’nde de devam etmiştir. Kıbrıslı Haçlılar, Türk ticaret kervanlarını yağmalayan Ermenileri desteklemişler; Silifke, Anamur gibi sahil kalelerinde üstlenerek fitnelerini daha kolay icraya imkan aramışlardır. Ancak Alâeddin Keykubad’ın, Ermenilere ve Kıbrıs Haçlılarına karşı açtığı büyük cihad neticesinde fitneleri önlenmiş, hile ve oyunları hedefine ulaşmaktan engellenmiştir. Hatta Mübarizüddin Ertokuş’un, Silifke ve Anamur’u fethettikten sonra Kıbrıs’a çıkartma yapmak için Sultan’dan izin istediği, fakat “Karadeniz Türk donanmasının Kırım seferinde olması, İstanbul’un Latinlerin elinde bulunması, Haçlıların Akdeniz hakimiyetini ellerinde tutmaları” gibi sebeplerden dolayı izin verilmediği söylenir.[15]

Sonuç

Kronolojik olarak naklettiğimiz siyasî hadiselerin gelişmelerinden ve kazandığı boyutlardan hareketle Türkiye Selçuklularının Akdeniz siyaseti açısından şu tespitleri yapabiliyoruz:

Türkiye Selçuklu sultanları en başta Akdeniz ticaretine faal iştiraki en büyük gaye bilmişlerdir. Bu gayeye ulaşmak için Akdeniz’e açılma imkanı verecek liman kentlerine sahip olmak gerekiyordu. Alâiye (Alanya), Antalya ve Silifke fetihleri bu açıdan önemlidir. Bilhassa Alanya ve Antalya, ihracat ve ithalâtın yapıldığı önemli ticaret limanı olarak mühim iktisadî faaliyetlerin merkezi durumuna geldiler. Bu iki liman şehri ayrıca, Türkiye Selçuklularının denizciliğe başlaması açısından da önem taşıyordu. Nitekim, gemi üreten ve mevcut gemilerin onarımını gerçekleştirecek olan tersaneler buralarda düşünüldü. Böylece Türk donanması için güvenli üs ve uğrak limanları ortaya çıktı. Bu şehirler Türkiye Selçuklu Devleti’nin Akdeniz siyaseti bakımından mühim merkezler olduğundan dolayı buralar cami, medrese, han, hamam gibi medeni tesislerle birer Müslüman Türk beldesi haline getirildi. Bununla beraber ticarî faaliyete canlı iştirak ve Akdeniz çıkışlı ticarî işlemlerin giderek artması, bölgede umumi güvenliğin iyi bir şekilde gerçekleştirilmesini gerektiriyordu. Bu münasebetle Alanya-Antalya arasına han ve kervansaraylar yaptırılarak bölgede ticarî güvenlik sağlanmak istendi.

Türkiye Selçuklu sultanları içinde bilhassa I. Alaaddin Keykubad’ın Akdeniz siyasetinde ideal hedeflere erişebilmek için zaman zaman Kıbrıs’ı ele geçirmeyi düşündüğü söylenebilir. Ancak, gerek güney sahillerinde Selçuklu hakimiyetini kurmaya yönelik Ermeni, Rum, Haçlı, Latin ittifakı gerekse Moğolların Kırım’ın en önemli liman kenti olan Suğdak’a kadar inmeleri ve bunlardan kaçarak Türkiye Selçuklularına sığınmak isteyen tacirlerin Karadeniz’deki ticaret gemilerinin Rumların hücumuna uğraması ve keza Trabzon-Sinop hattında Rumların siyasî nüfuzlarını artırma çabaları buna engel teşkil etmiştir. Çünkü, Selçuklu kara ve deniz orduları sık sık ortaya çıkan bu kabil tehlikeleri bertaraf ederek gerek Karadeniz’de gerekse Akdeniz’de ticarî emniyeti sağlamak için yoğunlaşmaya mecbur oldular. Buna karşılık önceki sultanlar devrinde olduğu gibi Alaaddin Keykubad’ın Akdeniz siyasetinin temelini de güney sahillerini ele geçirip tahkim etmek, askerlerle techiz ederek Kıbrıs Haçlılarıyla sahil şeridindeki Rum, Ermeni ve Latinlerin irtibatını kesmek onları barışa mecbur ederek Kıbrıs Adası’nın ve genel olarak Akdeniz’in uluslararası ticarî imkanlarından Türk tacirlerini yararlandırmak teşkil etmiştir. Alaaddin Keykubad bu siyasetinde fevkalâde muvaffak olmuştur. Kıbrıs Krallığı da Alaaddin Keykubad’ın bu başarısı önünde onunla ticarî amaçlı muahedeler imzalamaya mecbur olmuştur.

Sonuç olarak Selçuklu Türkiyesi yönetimi Avrupa, Mısır, Suriye ticaret yollarının Türkiye ticaret yollarıyla bağlantısının sağlandığı ve özellikle Türkiye’nin uluslararası ticarete yol bulduğu Antalya ve Alanya limanlarına önem vermişlerdir. Barışçı bir siyaset uygulayarak Kıbrıs ve Venediklilerle ticarî muahedeler imzalamış ve muahedelerine sadık kalmışlardır. Bölgede ticarî emniyetin ve huzur içinde yolculuğun sağlanması, ticarî kervanların limanlara engelsiz olarak ulaşabilmeleri için her tedbire başvurmuşlardır. Ermeni, Rum, Latin, Haçlı vb. kim olursa olsun güvenlik ve huzuru bozmak isteyenlerle gerektiğinde savaşmışlardır.

Meseleye hem siyasî hem de sosyal tarih açısından bakıldığında ise şu tespit dikkati çekmektedir: O dönemde Ermeni, Rum ve Haçlılar Türklere karşı sürekli hasmâne ittifak içinde olmuşlar; Selçuklu Türkiyesi, içte birlik ve beraberliği sağladığı, iktidarda merkezi otoriteyi kuvvetlendirdiği, iktisadî bakımdan ilerlediği zamanlarda geri adım atmış, Selçuklu Türkiyesi’nde taht kavgaları ile iktidarın zayıfladığı, milli birliğin zedelendiği, iktisadî çöküntünün hissedildiği zamanlarda ise mütecaviz ve saldırgan davranmışlardır. Bu tarihî olgu gösteriyor ki, Türkiye’nin her devirde güçlü olabilmesi siyasî, iktisadî, dinî, ictimâî açıdan kuvvetli olmasına bağlıdır. Bu, tarihî bir zarurettir, âdetâ bir alın yazısı gibidir. Türkiye, önüne çıkan meselelere millî tarih şuuru gözlüğüyle bakıldığında her devirde kuvvetli olmak mecburiyetini hissedecektir.

Bu muhtasar tetkiki tamamlarken Türkiye Selçuklularının güttüğü Akdeniz siyasetinin Osmanlı Devleti’ne nasıl intikal ettiğine değinmek ve bir nükteye işaret etmek istiyorum.

Bilindiği gibi Hz. Peygamber tarafından müjdelendiği rivayet edilen bazı beldelerin fethi Müslüman Türklere nasip olmuştur. Bunlardan biri İstanbul’dur.[16] İstanbul’un fethi, 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından gerçekleştirilmiştir. Bir diğeri Kıbrıs’tır.[17] Onun da kalıcı fethi Türklere nasip olmuştur. Bilindiği gibi Osmanlılar İstanbul’dan sonra Kıbrıs’a da iktisadî, siyasî-askerî ve dinî nitelikli benzer sebeplerden dolayı sefer tertip ederek 1570-1571’lerde fethetmişler, böylece Hz. Peygamber’in müjdesi yeniden tecelli etmiştir. Keza, İstanbul’da medfun bulunan Halid b. Zeyd (Ebû Eyyûb el- Ensârî) ile Kıbrıs’ta medfun bulunan Hala Sultan-Ümmü Haram Bint-i Milhan her ikisi de Peygamberimiz’in akrabası olup, her ikisi de Medine’deki evlerinde Peygamberimiz’i misafir etmek şerefine erişmişler, ihtiyarlık çağlarında katıldıkları askeri seferlerde şehîden vefat etmişlerdir. Osmanlılar, Eyüp Sultan Hazretleri için yaptırdıkları türbe ve cami gibi Kıbrıs’ta da Hala Sultan için türbe ve cami yaptırarak adına vakıflar tesis etmişlerdir. Osmanlı donanması Birinci Cihan Harbi’ne kadar Akdeniz’e her açılışında Hala Sultan’ı top atışı ile selamlamıştır. Tarih boyunca imanını, namusunu ve vatanını korumak uğruna cesaret örnekleriyle kahramanlık destanları yazdıran İslâm kadınları için Hala Sultan bir sembol olagelmiştir. Nihayet Hala Sultan, Rumların azgınlıklarına karşı inançlarını, namuslarını, can ve mal güvenliklerini koruyarak hürriyet içinde korkusuzca yaşayabilecekleri bir yurt ortamını oluşturmaya gayret göstermiş olan Kıbrıslı Türk-İslâm mücahid ve mücahideleri için de bir metanet ve kuvve-i mâneviye unsuru olmuştur.

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 645-650


Kaynaklar :
♦ el-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldan, (çev. Mustafa Fayda), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları 1000 Temel Eser Dizisi, Ankara 1987.
♦ Cevdet Paşa, Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Derseadet 1331 (1912).
♦ Çakan, İsmail Lütfi, “Fetih Hadisi ve Akşemseddin’in Fetihteki Yeri”, Akşemseddin Sempozyumu Bildirileri, (Akşemseddin Hazretleri Vakfı Yayınları), Ankara trz.
♦ Diyarbekirli Said Paşa, Mir’âtü’l-İber, İstanbul 1305 (1887).
♦ Fayda, Mustafa, Halid b. Velid, Çağ Yayınları, İstanbul 1990.
♦ İbn Bibî, el-Evâmiru’l-Alâiyye, (nşr. A. S. Erzi), Ankara 1956.
♦ İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I-XII, Beyrut 1355/1965.
♦ Karaçelebizâde Abdülaziz, Ravzatü’l-Ebrar, Mısır 1284.
♦ Mehmed Halid, Mufassal Tarîh-i İslâm, İstanbul 1316 (1898).
♦ Merçil, Erdoğan, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1997. Ömer Ferruh, Târîhu Sadri’l-İslâm ve’d-Devleti’l-Emeviyye, Beyrut 1976.
♦ Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, (çev. Ahmet Naim-Kamil Miras), I-XII, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1976.
♦ Sevim, Ali-Yücel, Yaşar, Türkiye Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara1989.
♦ Sevim, Ali-Yücel, Türkiye Tarihi, I-III, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara1990.
♦ Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (tahkik: M. Ebu’l-Fadl İbrahim), I-VIII, Beyrut 1387/1967.
♦ Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1971.
♦ Turan, Osman, Selçuklular ve İslâmiyet, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1971
Dipnotlar:
[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, IV, 7-262; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-T ârih, II, 384-568; Aynı eser, III, 5-95; el-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, s. 120-144; Mustafa Fayda, Halid b. Velid, s. 382-423.
[2] Taberî, a.g.e., IV, 258; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 95-97; Aynı müellif, Üsdü’l-Gâbe, VII, 317 vd.; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VII, 153; Karaçelebizâde Abdülaziz, Ravzatü’l-Ebrâr, s. 136, 450-451; Mevlânâ Atâullâh b. Fazlullâh el-Hüseynî, Ravzatü’l-Ahbâb, III, 290; Diyarbekirli Said Paşa, Mir’âtü’l-İber, VI, 165 vd.; Mehmed Halid, Mufassal Târîh-i İslâm, I, 247; Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, I, (cüz: 1, 2), 623; Ömer Ferruh, Târîhu Sadri’l-İslâm ve’d-Devleti’l-Emeviyye, s. 114; Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 129; Hüseyin Algül, Hala Sultan ve Eyyûb Sultan, s. 15 vd.
[3] Adı geçen kaynaklar; Ayrıca bk. Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 129.
[4] Ayrıntılı bilgi için bkz. Taberî, IV, 258; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 97; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n- Nihâye, VII, 153; İbn Sa‘d, Tabakâtü’l-Kübrâ, VIII, 435; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 317 vd.; Mevlânâ Atâullâh, Ravzatü’l-Ahbâb, III, 290; Hersekli Mehmed Kâmil, Metâli‘ü’n-Nücûm, II, 317; İbnü’l-İmâd el- Hanbelî, Şezerâtü’z-Zeheb, I, 36; Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 129; Hüseyin Algül, Hala Sultan ve Eyyûb Sultan, s. 21-26; Bu seferde şehit düşen hanım sahabi ile ilgili şöyle bir rivayetten söz edilir: Rivayete göre bu ünlü hanım sahabi, Hz. Peygamber’in, “Ümmetimden denizde gaza eden ilk muharipler, cennete girmeye haketmişlerdir” dediğini işitmiş ve “Yâ Resûlellâh! Ben bunların içinde miyim?” diye sormuş, Hz. Peygamber de, “Sen onların arasındasın” buyurmuştur. (Bkz. Buhârî, Cihâd, 12; Müslim, İmâre, 16; Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, VIII, 337-340; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 317; Karaçelebizâde, Ravzatü’l-Ebrâr, s. 450 vd.; İbn Sa‘d, Tabakât, VIII, 435). Selçuklu tarihi alanında araştırmalarıyla tanınan Osman Turan, “Selçuklular ve İslâmiyet” adlı eserinde bu hadisi, “Ümmü Haram’ın bu deniz seferine iştirak edeceğinin Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından müjdelenişi” olarak yorumlar. Bkz. Osman Turan, a.g.e., s. 130.
[5] Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 130.
[6] Bu konudaki farklı rivayetleri bir arada tetkik için bkz. Hüseyin Algül, Hala Sultan ve Eyyûb Sultan, s. 40-43.
[7] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 118; Ömer Ferruh, Târîhu Sadri’l-İslâm ve’d-Devleti’l-Emeviyye, s. 114; İ. Hami Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I, 239 vd.; Aynı müellif, İstanbul Fethinin İnsanî ve Medenî Kıymeti, s. 9 vd. İ. Hami Danişmend, bu gazayı İslâm ordularının tarihte başlattıkları İstanbul gazalarının ilki olarak zikreder.
[8] Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 132-133.
[9] Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 132-133; Aynı müellif, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 282 vd.
[10] İbn Bibî, el-Evâmiru’l-Alâiyye, (nşr. A. S. Erzi), s. 95 vd.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, (Trc. A. Ağırakça-A. Özaydın), XII, 209 vd.; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 285; Ali Sevim- Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, I, 107-108; Hüseyin Algül-Osman Çetin, İslam Tarihi, IV, 348.
[11] İbn Bibî, a.g.e., s. 60 vd.; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 308-310; Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, s. 150-151; Aynı müellifler, Türkiye Tarihi, I, 111.
[12] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 335-338; Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, I, 114.
[13] Osman Turan, a.g.e., s. 335-337; Hüseyin Algül-Osman Çetin, İslam Tarihi, IV, 359.
[14] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 342-347; Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 140; Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, s. 157; H. Algül-O. Çetin, a.g.e., IV, 361.
[15] Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 136; Aynı müellif, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 344.
[16] Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buhârî, Târîhu’l-Kebîr, I (İkinci Kısım), 81; et-Târîhu’s-Sağîr, I, 341; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, II, 24; Hakim, Müstedrek, IV, 422; Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, VI, 219; Bu kaynaklarda yer alan rivayetlerin kıyaslanması ve fetihle ilgili bir analiz için bkz. İsmail Lütfi Çakan, Fetih Hadisi ve Akşemseddin’in Fetihteki Yeri, Akşemseddin Sempozyumu Bildirileri, (Akşemseddin Hazretleri Vakfı Yayınları, Ankara trz.), s. 153-163.
[17] Buhârî, Ta‘bîru’r-Rü’yâ, 12; Cihâd, 3; Müslim, İmâre, 16; Ebu Dâvud, Cihâd, 9.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.