Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Turgut Özal’ın Dış Politikası: Türkiye’ye 21. Yüzyıl Perspektifleri

0 11.147

Cengiz ÇANDAR

Türklerin ’ulus-devlet’i olarak 19. yüzyıla ait, Avrupa kaynaklı ‘ulus-devlet’ projesini ‘Türkiye Cumhuriyeti’ adıyla hayata geçiren ve ‘Türklerin 20. yüzyılına’ silinmez bir damga vuran hiç kuşkusuz Kemal Atatürk idi. Yaşam süresi ve eylemleri, 21. yüzyıl takvimini göremeden 20. yüzyıl içinde kalan, ancak Türk dış politikasının 21. yüzyıl parametrelerini çizen ise, yine hiç kuşkusuz, Turgut Özal’dır.

21. yüzyılın daha çok başındayız. Üstelik, Turgut Özal’ın sahneden çekilmesinden bu yana geçen süre, Türkiye’nin Sekizinci Cumhurbaşkanı’nın tarihteki yerini doğru biçimde belirlemeye imkan verecek ve serinkanlı bir değerlendirmeyle onu yerine oturtabilecek kadar, tarih yazımının genellikle öngördüğü mesafeyi katetmiş de değil. Turgut Özal’ın yaşam süresinde sahada ve sahnede olan ulusal ve uluslararası aktörlerin birçoğu siyasi rollerine devam ediyorlar. Dahası, onun dış politika anlayışını biçimlendiren ve etkileyen uluslararası konular ve sorunların birçoğu da gündemde yerli yerinde duruyorlar. Yine de, Türk dış politikasının, 21. yüzyılın ilk çeyreğine ya da en azından ilk on yılına yansıyacak eğilimlerinin, siyasi eylemini geçen yüzyılda tamamlamış olan Turgut Özal’ın vurgulamalarını taşıdığı 2000 yılından itibaren görülebiliyor, sezilebiliyor.

“Türkiye’nin Sekizinci Cumhurbaşkanı, bir ülkenin tarihinde bireylerin, ülke ve toplumun kaderine etki edebileceğinin olağanüstü parlak örneklerinden biriydi. Dünyanın ne yönde ve nasıl değiştiğini, Türk elitinin neredeyse tümünden daha hızlı ve doğru biçimde algılamış ve keskin bir vizyonla ve büyük ölçüde ‘volontarizm’le Türkiye’ye yön çizdirmişti.”[1]

Turgut Özal’ın Türkiye’nin 21. yüzyılı için öngördüğü perspektifleri saptamadan, Türk dış politikasının parametrelerini nasıl ve niye öyle anladığını kavramak mümkün olamaz. Özal’ın, Türk dış politikasının (ve dolayısıyla kendi dış politika çizgisinin) başlıca vektörlerini aydınlatacak nitelikteki ‘21. yüzyıl için Türkiye vizyonu’ teorik çerçevesi en geniş hatlarıyla 4 Haziran 1992’de Üçüncü İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı açış konuşmasında çizilmişti:

“Ben, ‘önümüzdeki on yıl içinde Türkiye’nin ana hedefi, sayıları nihayet onu-onbeşi geçmeyen ileri ülkelerden biri olmaktır,’ diyorum. ‘Türkiye, birinci sınıf ülkelerin arasına girmelidir ve girebilir,’

diyorum. Bu ana hedefin fizibilitesi vardır. Çünkü birinci sınıf büyük devlet olabilmenin şartlarından birincisi, iyi bir coğrafi konumda bulunmak, yeterli büyüklükte, nitelikti nüfustur. Türkiyemizin coğrafi konumu fevkalade avantajlıdır. On yıl sonra biz, önde gelen bir ülke olmaya namzet bir nüfus potansiyeline sahip olacağız. Bu, bizi Avrupa’da ikinci ülke yapacaktır.

Üçüncüsü, gelecek on yıl, Türkiye’nin önüne çok büyük istikbal açan bir dönemdir.

Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar Müslüman ve büyük kısmı Türk olan yeni devletlerle birlikte kendi gücümüzü daha tesirli hale getirebiliriz. Bu fırsatı iyi kullanabilirsek akılcı, gerçekçi, hakkaniyetli yöntemlerle işbirliğini ilerletebilirsek, hem biz hem de bu kardeşlerimiz dünya üzerinde önemli bir gruplaşmanın etkili fertleri olarak ortaya çıkabilirler.

Bunlar bize Allah’ın bahşettiği büyük imkanlardır, büyük avantajlardır. Bu avantajları mutlak surette kullanmalı, gücümüzü kuvveden fiile çıkarmalıyız… Ciddi hatalar yapmazsak, 21. yüzyıl Türklerin ve Türkiye’nin yüzyılı olacaktır.”[2]

Turgut Özal’ın, özünde bir Türkiye algılaması ve 21. yüzyılın uluslararası sistemini tahminine dayalı ve Türk dış politikasına bir 21. yüzyıl prizması sunacak nitelikteki bu sözlerinin, bir Türk devlet adamının ‘milli dürtüler’le harekete geçen bir ‘temennisi’nin ötesinde, objektif bir gözlemi ifade ettiği, yıllar sonra çeşitli uluslararası şahsiyetlerin Türkiye’ye ve 21. yüzyıla bakış açılarıyla ortaya çıkmıştır. Bunların başında, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle oluşan ‘tek kutuplu uluslararası sistem’in tepesine yerleşen, ‘tek süper devlet’ Amerika’yı 20. yüzyıldan 21. yüzyıla taşıyan Başkan Bill Clinton geliyor.

Clinton, tarihe belge niteliğinde düşecek ve birbirinin ardına yaptığı iki konuşmada Türkiye’nin 21. yüzyıl için taşıdığı ‘merkezi rolü’, Turgut Özal’ınkini andıran bir değerlendirmeyle vurgulamıştır. Berlin Duvarı’nın yıkılışının 10. yıldönümü münasebetiyle 8 Kasım 1999’da Washington şehrinde Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

“Gelecek yüzyılın (21. yüzyıl) büyük ölçüde, Türkiye’nin kendisinin, kendi geleceğini, bugünkü rolünü ve yarını nasıl tanımlayacağı ile biçimleneceğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye, Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’nın kavşağında bulunmaktadır; ve gelecek, eğer Türkiye, istikrarlı, demokratik, laik bir İslam ulusu olarak, tümüyle Avrupa’nın bir parçası olursa daha iyi biçimlenecektir.”

Clinton, Türkiye ve Türkiye’nin kişiliğinde yaklaşan yeni yüzyıldaki uluslararası sistemin mimarisine ilişkin bu gözlemini bildirdikten bir hafta sonra, Ankara’da TBMM’de yaptığı ‘tarihi’ konuşmada, bu gözlemini daha da açarak şu hususlara işaret etmiştir:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı ve yeni bir Türkiye’nin ortaya çıktığı dönemin gelişmeleri bu yüzyılın (20. yüzyıl) tarihini tümüyle şekillendirmiştir. Bulgaristan’dan Arnavutluk’a yeni uluslara doğmuş, ve-ilk Balkan savaşı ve Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Orta Doğu ve eski Yugoslavya’da günümüzün mücadelelerine uzanan-değişen sınırlar, gerçekleşmemiş ihtiraslar ve eski nefretlerin karmaşasından bir yeni çatışma yüzyılı fışkırmıştır. Türkiye’nin geçmişi, 20. yüzyılı anlamanın anahtarıdır. Ama daha önemlisinin, Türkiye’nin geleceğinin 21. yüzyılı biçimlendirmekte tayin edici olacağı düşüncesindeyim.”

Aslında Clinton’un, Turgut Özal’ın öngörülerini ve bu öngörüler ışığında Türk dış politikasına yön çizme gayretlerini doğrulayan gözlemlerinden daha önce, Özal’ın yaklaşımı, jeopolitik kriterlerle dünyanın yeni oluşumunu değerlendiren uzmanlar tarafından paylaşılmıştı. Bunlardan biri, 1980’lerin sonunda Fransa’nın Ankara Büyükelçisi olarak Türkiye’yi yakından gözlemiş ama asıl uluslararası şöhretini bir Orta Doğu uzmanı olarak yapmış olan Eric Rouleau’dur. Rouleau, Özal’ın ölümünden bir süre sonra itibarlı Amerikan dış politika dergisi Foreign Affairs’de Türkiye ile ilgili yazısında şu görüşü vurgulamıştı:

“Özal’ın kanaatleri, yeni uluslararası durumun jeopolitik ihtiyaçlarına gayet iyi uyuyordu. Berlin Duvarı’nın yıkılışı Türkiye’nin çift kutuplu dünyada uzun süredir devam eden stratejik rolünü sona erdirdi. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve bunu izleyen Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsızlığı Türkiye’nin gözlerini, kuzey sınırlarının ötesinde Müslüman-Türki diller konuşan 150 milyon civarında kardeş unsurun meskun bulunduğu geniş topraklara doğru açtı. Klastrofobi yılları birdenbire sona erdi.”[3]

Özal’ın sahneden çekildiği 1993 yılında Amerika’nın Türkiye, Orta Doğu ve Orta Asya uzmanlarından Graham Fuller şunları yazmıştı:

“Geçen on yılın gelişmeleri Türkiye’yi Orta Doğu’nun jeopolitik ön cephesine itti. Bu gelişmeye birçok faktör katkıda bulundu. Bunların en başında, Sovyetler Birliği’nin bir gecede beklenmedik biçimde yıkılışı ve imparatorluğunun parçalanması geliyor. Türkiye, bu muazzam olaydan, Geniş bölgelerin Sovyet denetiminden ani kurtuluşu, uzun zamandır kendisine kapatılmış bölgelerde; Balkanlar’da, Kafkasya’da, Karadeniz havzasında ve Orta Asya’da derhal bir oyun alanı sağladığı için, Türkiye, bu muazzam olaydan kârlı çıkan bir numaralı ülkedir.”[4]

Geoffrey Kemp, “Soğuk Savaş’ın sonu ve Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla gelen değişiklikler Avrupa ve Orta Doğu’nun stratejik cephe hatlarını radikal biçimde değiştirmiştir. Türkiye, şimdi kendisini, değişen çevrenin periferisinde değil merkezinde bulmaktadır. Balkanlar’da çok önemli bir role sahip, bir kilit Akdeniz gücüdür”[5] saptamasıyla, ‘Özalist parametreler’in isabetini teyid edenlerin arasına katılmıştır.

Richard Holbrooke, daha da ileri giden vurgulama ile “Soğuk Savaş’tan sonraki Türkiye, Soğuk Savaş dönemindeki Almanya’ya eşittir; farklı çıkarların kesiştiği bir pivot ülke.”[6]

Keskin jeopolitik öngörü ile, ‘21 yüzyılı Türklerin ve Türkiye’nin yüzyılı’ yapmak üzere bir ‘vizyon’ ve dolayısıyla bu ‘vizyon’a dayalı bir ‘misyon’ belirleyen Turgut Özal için, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Orta Asya’nın ‘Türk’ cumhuriyetleri Türkiye’ye, paha biçilmez bir ‘dış politika kozu’ sunmaktadırlar. Ancak, buradan Özal’ın Türkiye’ye temel dış politika yönelimi olarak Asya yönünü işaret ettiği sonucu çıkartılamaz. Özal, Türkiye’ye ‘ana hedef’ olarak ‘dünyanın sayıları onu- onbeşi geçmeyen ileri ülkelerinden biri’ olmayı işaret ediyor. Özal, bu nitelikteki ülkeleri ‘birinci sınıf ülkeler’ olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin bu ülkeler arasında sadece ‘girmesi’ gerektiğini bildirmekle kalmıyor, ‘girebileceğini’ belirtiyor.

Bu noktada, ‘akılcılık, gerçekçilik ve hakkaniyet sahibi olmak’ gibi dış politika yöntemlerinin geçerli olacağına temas ediyor. Bu bakımdan, Turgut Özal’ın Türkiye ve ‘Türkler’ için sunduğu ‘21.yüzyıl vizyonu’ bir hayal ya da bir ‘hayalperest proje’ olmaktan ziyade Realpolitik’in keskin ölçüleriyle ‘idealizm’in ‘ilkeleri’nin optimal bir bileşimine dayandırılmış olmaktadır.

Turgut Özal’ın Türkiye için ‘ana hedefi’, dünyanın ‘birinci sınıf ülkeleri’ne, yine kendi deyimiyle ‘sayıları onu-onbeşi geçmeyen ileri ülkeleri’ arasında yer almak olduğu için, bu, Türkiye ve Türklerin yüzyıllardır temel Batı (daha somut ifadeyle Avrupa) vocation’unu değiştirmiyor.

Özal’ın bu ‘ana hedef’ ve ‘temel vocation’a yönelik ‘akılcı ve gerçekçi’ yöntemler ile bakış açısı şu anlatımında, kendine özgü diliyle, açıkça yansımaktadır:

Gerçekçiliği hiçbir zaman hayatımda bırakmadım. Gerçek çözüm bu, gerçek nokta bu, diye de pratik çözümleri de hiçbir zaman bırakmadım. Ben, komplo teorilerinin yerine gerçekleri ararım. Yok Amerika şöyle düşünüyormuş, yok Türkiye’yi böyle yapacakmış. Bunların hiçbirinin doğru olmadığını bilirim ben. Özellikle dış politikada tezinizi anlatırken kavga etmek hiçbir sonuç getirmiyor. Tezinizi anlatırken hem gerçekçi, hem de ikna edici olmanız şarttır. Batı’nın aradığı budur.

Batılı veya istediğiniz kadar Hıristiyan yetişme tarzı deyin, ayrı bir yetişme tarzı. Bizim yetişme tarzımız bundan farklı. Ama biz bu yetişme tarzları arasındaki farkları bilerek, o ikisi arasındaki imtizacı kurmamız lazım.

Batı’ya meseleleri anlatmak bizim bakımımızdan daha kolay olabilir. Yani orada da gerçekçi olmak lazım, hayalperest olmamak lazım.”[7]

Türkiye jeopolitiğinin ‘sui generis’ özellikleri, Türk dış politikasının ‘esas yönü’ konusunda açmazlar doğurmaya müsaittir. Bu ‘esas yön’ ancak Türkiye jeopolitiğinin bu ‘sui generis’ durumunu açığa çıkarak ve bir ‘vocation’ sınavına tabi tutacak gelişme, 1990’da patlayan Körfez Krizi oldu. Türkiye, tarihi ve kültürel bağlarla çok yakından ilişkide bulunduğu ve en önemli ticari ortaklarından biri olan Irak ile yakın müttefiki, mensup olduğu kolektif güvenlik sisteminin yönetici konumunda bulunan Amerika arasında kaldı. Tutacağı taraf ya da hatta benimseyeceği ‘tarafsızlık’ davranışı, Türk dış politikasının 21. yüzyıla yönelik ‘esas yönü’nü belirleyeceği gibi, dış politikaya ilişkin ‘değerler sistemi’ndeki aidiyetini de gösterecekti.

Turgut Özal, bu ‘açmaz’ ve dış politika sınavı karşısında Irak’a karşı, Türk dış politika gelenekleri açısından hayli tartışmalı ama gayet net bir tavır aldı ve bu tavrı şu cümlesiyle açığa kavuşturdu: “Irak’ın yanında yer almaya veya tarafsız kalmaya dayanamayız. Hem Amerika, hem de Batı ile aramız açılır. Bu mümkün olamayacağına göre, hızlı ve akıllı davranmak şart.”[8]

Turgut Özal, ‘21. yüzyılı Türkiye ve Türklerin yüzyılı yapma’ ufkunu gerçekleştirmeye yarayacak ve Türkiye’yi ‘sayıları onu-onbeşi geçmeyen dünyanın birinci sınıf ülkeleri’ arasına dahil etme projesinin hizmetine girecek olan dış politikanın izleyeceği güzergah, kullanacağı enstrümanlar ve genel dış politika stili konusunda, paradoksal biçimde, Türk dış politika elitinin direnmesiyle karşılaştı. Paradoksal biçimde, zira Türk dış politika eliti de, geleneksel olarak ‘Batı yönelimli’ idi. Buna rağmen, Özal ile Türk dış politika eliti ve özellikle kurum olarak Dışişleri Bakanlığı’nın eğilimleri, uyumu ve yaklaşımı birbiriyle örtüşmedi.

Bunun bir sebebi şu satırlarda yatıyor: Türk eliti Varşova Paktı’nın ortadan kalkması üzerine NATO’nun işlevlerinin temelden ve bunun bir ‘kanat ülkesi’ olarak kendi önemini azaltacağı ve dış güvenliğinin olumsuz etkileneceği kanısındaydı. Özal’ın ‘Türkiye projesi’ ile Türk elitinin dış politika kaygıları birbirine ters düşüyordu. Özal, ne kadar ‘pro-aktif’ bir dış politikadan yana idiyse ve bu nedenle ‘revizyonist’ bir dış politikayı benimsemekteyse, Türk eliti o ölçüde ‘reaktif’ ve hiçbir dönemde duymadığı kadar derin kaygılar içinde, önündeki belirsizliklerden büyük bir ürküntüye kapılarak, ‘konservatif-muhafazakar’ bir dış politika takip etme eğilimindeydi.

1990-91 Körfez Savaşı esnasında, Özal ile hükümetten Genelkurmay’a kadar uzanan bir kavramsal yelpaze arasında sık sık beliren ters düşmeleri izah eden, zihniyetlerdeki bu farklılıklardır.

Türkiye’nin dış politikası, geleneksel olarak ‘güvenlik doktrini’ esas alınarak çizilmiştir ve yapısal özelliklerinden ötürü ‘revizyonizm’e kapalı muhafazakar-statükocu karakterdedir.

Bazı gözlemci ve uzmanların farkında oldukları olgu, Türk Dışişleri’nin, esas olarak ‘Atatürkist’ değil, ‘Kemalist’ yani ‘İnönü ekolü’nün izleyicisi olduğuna ilişkindir. Cumhuriyet’in kurucusu Kemal Atatürk, Cumhuriyet tarihinin ilk ‘revizyonist’ dış politika çizgisinin sahibi sayılır.”[9]

Turgut Özal, Türk dış politikasına ilişkin kendi ‘aktivizm’ini Atatürk’ün izleyicisi olmaya dayandırmış ve Türk dış politika elitinin kurumsal ifadesi olan Dışişleri Bakanlığı ile, Soğuk Savaş ertesinde ve 21. yüzyıl güzergahındaki farklılığını şöyle anlatmıştı:

“Dışişleri Bakanlığı’nın görevi, Türkiye’nin durumunu ve çıkarlarını korumak. Türk sınırlarını muhafaza etmek. İnanmışlar ki, biz başımızı çıkartırsak, bizi mutlaka vururlar. Onun için, etliye sütlüye karışmayalım. Dışişleri’ne göre, politika tespit edilirken önce etrafı gözlemek gerekiyor. Herkes ne yapıyorsa, onun ortalamasını almak, en başarılı sayılıyor. Herkesin peşinden gitmek, akıllı olmak zannediliyor. İsmet İnönü’nün devrinden kalan korkunç temenni, bizim Dışişleri’nin hakim çizgisi.

Türk dış politikasında iki çizgi var. Biri Atatürk’ün, biri İsmet Paşa’nın çizgisi. Atatürk, şartlar elverince Hatay’ı alıyor, Boğazlar rejimini Montreux’de değiştiriyor. İtalya’ya ve Almanya’ya karşı, İngiltere’nin, Fransa’nın yanına geçiyor. Fakat İnönü’nün çizgisi fevkalade tutucu. Sadece statükoyu devam ettiriyor. Alınabilecek şeyleri de almaya çekiniyor.

… İsmet İnönü, bir nevi son Osmanlı Paşası’dır. Atatürk ise statükoyu değiştirmeye çalışan bir reformcudur hep. Askeri, sivili, hariciyesi, dahiliyesi ile, Türk bürokrasisi, Atatürk’ün değil, İsmet İnönü’nün çizgisindedir.

Dış politikada ve Körfez Krizi’nde bu tutumu devam ettirdiğiniz takdirde, hem zelil duruma düşeceksiniz, hem ondan sonra da hiçbir yaptığınız fedakarlığın karşılığını alamayacaksınız.”[10]

Yepyeni bir uluslararası ilişkiler ikliminde, yaklaşan ve belirsizlikler yüklü yeni bir yüzyılın eşiğinde, Türkiye için ‘vizyon’ çizen bir dış politika mutlaka statükoculuğu reddeden, dolayısıyla ‘reformist-revizyonist’ karakteristikler taşıyan bir dış politika çizgisine oturmak zorundaydı ve Turgut Özal, tam da, bu yönüyle, Türk dış politikasının kendisinden sonraki dönemine -kendisine yönelik tüm itirazlara, hatta direnmeye rağmen- damgasını vurabilmiştir.

Söz konusu karakteristikleri, Cumhuriyet’in kurucusu Kemal Atatürk’ün de paylaştığının altını çizmekle, Özal, gerek kendi dış politika çizgisine bir ‘tarihi arka plan’ kazandırmakta, gerekse Türk dış politikasının yeni yüzyıldaki atılımcı yönünü Atatürk’ün isminin sağladığı ‘meşruiyet çizgisi’ne yerleştirmekte ve ayrıca ‘devletin devamlılığı’ diye tanımlanan yönetim ilkesini canlı tutmuş olmaktaydı.

Turgut Özal’ın dış politikaya bakışında, Anglo-Sakson (günümüzde Amerikan) özellikler taşıyan ‘pragmatizm’ de, ‘revizyonist dış politika’ anlayışının adeta zorunlu bir vektörü olarak kendisini göstermektedir.

Dış politikada, Realpolitik kurallarının çerçevesi içine yerleşen, gerçekçi ve akılcı tarzın imkan tanıdığı ‘pragmatizm’ en çarpıcı biçimde kendisini Körfez Krizi’ne yaklaşımında ortaya koymuştur. Özal, ‘pragmatizm’ kavramını telaffuz etmeden, ‘pragmatist yaklaşımı’nı şu sözcüklerle dile getiriyor:

“Körfez Krizi başlayınca, Başkan Bush, bize ‘Boru hattını kapatır mısınız? dedi. Kapatırsak, Türkiye’nin uğrayacağı zararı karşılayacağını söyledi. Onun üzerine, kendisine, ‘Birleşmiş Milletler’den bu konuda uyulması gereken kararı hemen aldır, o zaman yapabiliriz’ dedim. Zaten o kararı hemen aldılar Güvenlik Konseyi’nde. Şimdi bize Dışişleri Bakanı Baker’ı, diğer ülkelere de Savunma Bakanı Cheney’i yolluyor.

Baker’ın gelişinden iki gün önce, Güvenlik Konseyi’nin Irak’a karşı zecri tedbirlerin alınması kararı çıktı. Ben, hemen Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırdım. ‘Derhal Türkiye-Irak petrol boru hattını kapatıyoruz’ dedim. Tabii bu karar şok etkisi yaptı. Oysa ben Baker’ın gelince aynı şeyi isteyeceğini biliyorum. O söyledikten sonra kapatırsanız, ‘Amerika baskı yapıp, kapattı’ diyecekler. Nitekim, Baker geldiği zaman bir talepte bulunamadı. Biz zaten kapatmıştık boru hattını. ‘Size şöyle yardım edeceğiz, böyle destek vereceğiz’ gibi laflar söyledi. Arkasından da, gülerek, giderken, ‘President Özal. Eğer boru hattını kapatmasaydınız, biz de sizin limanlarınıza abluka uygulayacaktık’ dedi. Boru hattını kapatmasaydık, Yumurtalık’a, açık limana abluka gelecek ve gemileri sokmayacaklardı. O duruma düşmek, bir ülke için zordur.”[11]

Turgut Özal’ın zihniyeti açısından ‘negatif’ten yola çıkarak ortaya konulan bu ‘pragmatizm’, Saddam Hüseyin’e ilişkin bakış açısı ve değerlendirmede ise, son derece ilginç ve geçerliliğini on yıl sonra, bambaşka uluslararası şartlarda kanıtlayacak bir biçime bürünmektedir. ‘Pragmatizm’ ile ‘uzak görüşlülük’ ve bunlarla birlikte ‘Realpolitik’in davet ettiği ‘akılcılık’ ve ‘gerçekçilik’ Turgut Özal’ın, devamla yaptığı şu açıklamasında görülebilmektedir.

“Genel hatları ile Körfez Krizi’nde daha başka adımlar da atabilirdik. Mesela asker gönderebilseydik, daha iyi olurdu. Tecrübe sahibi olurduk. Subaylarımız, yüzyılın en ileri teknolojilerini yakından öğrenirdi.

Zaten şu faraziyeyi yaptıktan sonra, korkacak bir şey yoktu: Irak bu işi kaybedecek! Saddam bu işi kaybedecek!

Ben bu işi başından gördüm. Birçok insan, pek çok dışişleri mensubu ve bazı büyükelçilerimiz dahil, Amerika’nın bu işi yapamayacağını düşünüyorlardı. O yüzden de, bana direniyorlardı. Bugün de aynı şeyi söyleyeceğim. Saddam gitmeden Amerika’nın Irak’la münasebetleri düzelmez. Diğer ülkelerin de, Irak’a herhangi bir yardımda bulunmasına mani olunur. Yani kimse hesabı yanlış yapmasın. Saddam konusunda hata yapılmasın.”[12]

Bu gözlemin ardından on yıl geçtikten sonra, ‘Saddam sorunu’nun ve o eksen üzerinde ‘Irak sorunsalı’nın, 11 Eylül 2001 sonrası uluslararası ilişkiler sisteminin adeta mihenk taşı halinde bulunması, Turgut Özal’ın ‘vizyon keskinliği’nin bir başka çarpıcı işaretidir. Dış politika pragmatizm, çok kez, bir ‘vizyon isabeti’ ile eş anlamlı hale gelebilmektedir ve bu buluşmayı tutturabilmek için uluslararası kalibrede bir devlet adamlığı gerekmektedir.

Aynı şekilde, Turgut Özal’ın genellikle ‘pragmatizm’ diye algılanabilen bir başka temel dış politika yaklaşımı, Türkiye’nin yaklaşık yarım yüzyıllık ‘milli davası’ olarak kabul gören Kıbrıs sorununda da, bir ‘vizyon isabeti’ne işaret etmektedir.

Kendisinden önceki ve sonraki Türk siyaset adamlarının tümünden daha farklı ve gayet açık bir tavırla, Turgut Özal, Kıbrıs sorununda ‘çözüm kavramı’nı öne çıkartmıştır. ‘Milli dava’ olarak takdim edilen ve ‘çözüm yanlısı’ olmanın, ‘milli davadan vazgeçmek’ ya da ‘milli çıkarlardan taviz vermek’ sayıldığı ve bu yüzden bir tür ‘tabu’ karakteri taşıyan Kıbrıs sorununa ilişkin olarak Turgut Özal’ın yaklaşımını ve yaklaşımının ardındaki gerekçeleri, şu sözleri izah etmektedir:

“Bu konuda, Türk kamuoyunu meydana getiren merkezler de, karar mekanizmaları da, belirli bir düşüncenin sahibi değil. Bir krizin, milli dava adı altında yıllarca saklanması yanlıştır.

Burada da siyasi cesaret şart. Çözümden kaçmak ve kalıcı çıkış yolu aramamak, cesaret değildir.

Kıbrıs’ta karar vereceksiniz. İki ayrı Kıbrıs devleti mi, yoksa gevşek bir federasyon içinde yaşayan iki ayrı toplum mu? Bu kararı verip, cesaret ve kararlılıkla politikanızı uygulayacaksınız.

Bence, gevşek bir federasyon daha iyi çözüm.

Bu durumda, Türkiye’nin de, Yunanistan’ın da, iki ayrı Türk ve Rum devletinde asker bulundurup, üs kurmak mecburiyetleri olmaz.

Neticede, bu mesele çözülebilir. Ama bunun için, uluslararası çapta devlet adamlığı lazım. Çözüm için kararınızı verip, yola çıkacaksınız.

Türkiye’nin önünde bir dağ gibi duran Kıbrıs’ın çözülmesi için en uygun zaman budur. Körfez Savaşı’ndan sonra değişen dünyada, Doğu-Batı bloklaşmasından doğan inatlaşmalar da bitti. Dünyanın her yerinde, en çözülmez gibi duran problemler çözülüyor. Biz bu ortamda, Kıbrıs’ı hâlâ çözümsüzlüğe müebbeden mahkum şekilde koruyup, buna milli dava dersek, yanlış duruma düşebiliriz.”[13]

2002 yılının sonundan önce Avrupa Birliği genişleme sürecinin ilk dalgasında yer alacak ülkelerin isimlerinin ilan edilmesi ve bunlar içinde uluslararası alanda Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla tüzel kişilik sahibi olan Kıbrıs’ın Rumlar tarafından temsil edilerek bu genişlemenin içinde yer almasının büyük ölçüde kesin sayılması, Türkiye’yi Kıbrıs’ta ciddi biçimde çözüm arayışını desteklemeye sevketti. Zira, Avrupa Birliği’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi’nden itibaren, ‘AB aday üyesi’ sıfatını kazanmış olan Türkiye’ye Kıbrıs nedeniyle AB üyelik perspektiflerinin tümüyle kapanması ihtimali belirdi. 1999 Helsinki Zirvesi, Türkiye’yi ‘diğer aday ülkelerle aynı şartlarda’ mütalaa ettiği ve böylece AB’yi ‘münhasıran bir Hıristiyan kulübü olmaktan çıkarttığı’ kararlarında, Kıbrıs’ın, Türk ve Rum toplumları arasındaki sorunun çözüme ulaştırılmasıyla, birleşik kimliği ile AB’ye tam üyeliğini teşvik ederken, ‘çözüm’ü üyelik tarihi gelip çattığı vakit, bir ‘ön şart’ olmaktan çıkartmıştı. Söz konusu tarih, yaklaştığı vakit, Kıbrıs’ın Türk tarafını dışlayarak AB’ye üye olması ve bu arada bu yüzden Türkiye’nin AB üyeliğinin imkansızlaşması ihtimali güçlendi. Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı, 1998’den beri çözüm arayışının görüşmelerle devamı için bir ‘ön şart’ olarak gördüğü ‘konfederal çözüm’ün Kıbrıs Rum tarafınca benimsenmesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin egemenliğinin kabulünden vazgeçmek zorunda kaldı ve ‘çözüm arayışı’ için görüşme masasına oturulmasını destekledi.

Bu arada, ‘milli dava’ kavramında da bir erozyon meydana gelmiştir. Avrupa Birliği üyelik ufkunun tehlikeye girmesi ihtimali, gerek Türkiye’de, gerekse Kıbrıs Türk toplumunda belirli çevrelerin kaygısına yol açmıştır. ‘Milli dava’ çevresinde talep edilen ‘milli dayanışma’ dürtüsü zayıflamıştır.

Dolayısıyla, Kıbrıs’a ilişkin gelişmelerin gelip dayandığı noktadan, retrospektif biçimde on yıl geriye bakıldığında, Turgut Özal’ın dış politika anlayışının geçerliliği Kıbrıs sorununa ilişkin olarak da doğrulanmış olmaktadır.

Türk dış politika parametrelerine getirdiği yeni bakışla, ‘milli dava’ kavramını bile ‘akılcılık ve gerçekçilik’ süzgeciyle Realpolitik’in kurallarının çerçevesine oturtan Turgut Özal’ın bu ‘vizyon sahibi’ özelliğinin yanısıra, bir de Türkiye için bir ‘dış politika misyonu’ savunuculuğu söz konusudur.

‘Misyon dış politikası’, uluslararası ilişkilerde, çok kez, ‘pragmatizm’le bağdaşmadığı varsayılan ve Realpolitik yani güçler dengesine dayalı dış politika anlayışıyla uyuşmaz addedilen ‘idealizm’e dayanır.

Turgut Özal’ın, Türk dış politikasının vazgeçilmez veçhelerinden biri saydığı ‘Müslüman kimlik’, Türkiye’nin ‘dünyanın on-onbeş birinci sınıf, ileri ülkesi içine girmesi’ni ‘ana hedef’ olarak amaçlayan çizgisinde Türkiye’ye ‘misyon’ yükleyen bir ‘ideolojik boyut’ getirir.

Söz konusu ‘Müslüman kimlik’, 21. yüzyıla endeksli Türk dış politikasını, Turgut Özal’ın gözünde ‘münhasıran Türk cumhuriyetleri ve Orta Asya eksenli’ olmaktan çıkartır ve daha geniş bir ‘Müslüman hinterland’da aktif kılmaya yöneltir.

Bunun en vurucu örneği, Turgut Özal’ın Bosna-Hersek’e ilişkin olarak Türkiye adına duyduğu sorumlulukta somutlanmıştır. Turgut Özal’ın ölümünden sadece iki ay önce, 18 Şubat 1993 günü İstanbul’da Taksim Meydanı’nda düzenlenen Bosna-Hersek mitinginde yaptığı konuşma, 20. yüzyıl Türk tarihinin en önemli dış politika belgeleri arasında sayılması gereken değerdedir. Ne yazık ki, dönemin şiddetli Türk iç politika çalkantıları, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamlarının siyasi hasım durumunda bulunan şahsiyetlerin arasındaki siyasi kutuplaşmanın mevzileri haline gelmiş olması ve bu sebeplerden ötürü, Bosna-Hersek mitinginin Özal’a siyasi kazanç sağlatmamak amacıyla önemsizleştirme girişimleri, Türk dış politika tarihinin en önemli belgeleri arasında yer alması gereken konuşma metninin dikkatlerden kaçmasına yol açmıştır.

Bu önemli ‘dış politika belgesi’nin birçok bölümünün aktarılması, Özal’ın dış politika anlayışının doğru ve en geniş boyutlarıyla ve özellikle Türk dış politikasına yüklediği ‘misyon’ boyutuyla anlaşılması ve 21. yüzyılda Türk dış politikasının parametrelerini ölçebilmek için gereklidir:

“… Bugün bu meydanda bizi biraraya getiren, sıradan bir iç mesele değildir. Küresel bir problem hakkında tavrımızı ve kararlılığımızı belirtmek için toplandık. Bu topluluk Türk halkının global problemler üzerindeki söz hakkını vurgulamaktadır. Bu meydandan yükselen ses ve mesaj, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası platforma gönderdiği ‘Ben de varım’ mesajıdır.

Sizler ortaya koyduğunuz mu hassasiyet, bu tepki ve bu heyecanla yalnız Bosna-Hersek’teki mazlum Müslüman kardeşlerimize arka çıkmış olmuyorsunuz. Bununla birlikte ve aynı zamanda, başta Balkanlar olmak üzere, kan ve barut fıçısı haline gelmiş olan bölgemizin insan hakları, huzur ve barışın korunması için en büyük teminatın Türkiye olduğunu da bütün dünyaya göstermiş oluyorsunuz. Sizler burada bütün bir İslam dünyasının da, insanlık aleminin de ortak vicdanını temsil ediyorsunuz.

Türkiye, bir Okyanusya adası değildir. Dünyanın en sancılı bölgesinde, Balkanlar’da, Orta Doğu’da ve Kafkaslar’da asırlardan beri kendi gücüne yaslanarak ayakta kalmayı başarmış onurlu bir ülkedir. Bağımsızlığını başka devletlerin hesaplarına ve inayetine borçlu olmayan, kendi gücüyle ayakta kalabilmiş hür ve müstakil bir ülkedir. Ve bu ülke şöyle böyle bin seneden beri Batı toplumlarıyla sıcak temas halindedir. Fakat, Bosna-Hersek’in kaderi Endülüs gibi olmayacaktır.

Ve belki de en mühimi Türkiye laik bir ülkedir, Türkiye demokratik bir ülkedir, Türkiye Müslüman bir ülkedir. Bu üç unsur, Türkiye’yi yeniden oluşmakta olan dünya sahnesi içinde benzersiz ve son derece önemli bir konuma getirmiştir.

Bugün Bosna-Hersek’teki Müslümanları, bu Müslüman ve Avrupalı toplumu Türkiye’ye yönelten, onların nazarında Türkiye’yi bir ümit sembolü haline getiren esas sebep de işte budur.

And olsun ki, Türkiye Cumhuriyeti varoldukça Bosna-Hersek’in yokolmasına göz yummayacaktır.

Bosna-Hersek, endüstrileşmiş Batılı ülke ve toplumların arasında, asırlarca hiçbir ciddi bunalıma sebep olmadan insani ve medeni ölçülere riayet ederek yaşamış Müslüman ve Avrupalı bir toplumdur.

Bizim içinse, bu özelliğinin yanısıra, yirminci asrın sonra varlığını sanki yeniden keşfettiğimiz yeni bir Endülüs’tür Bosna-Hersek.

Türkiye ve Türk milleti, Bosna-Hersek’in ikinci bir Endülüs trajedisinin yaşanmasına asla izin vemeyecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Tarihin yüz seneden sonra getirip önümüze bıraktığı bu yadigara sahip çıkmak bizim için insani, tarihi, milli ve dini bir borçtur. Bir namus borcudur. Bu borcu ödeyeceğiz. Evet, bu mesele bizim için hem mesuliyet ve vebaldir, hem de büyük bir şanstır. Türkiye ne bu vebalden kaçabilir, ne de bu şerefi reddedebilir. Çünkü biz Türkiyeyiz, çünkü bugün Bosna-Hersek Türkiye’nin ta kendisidir. Ve bugün bütün bir Türkiye boydan boya Bosna-Hersek olmuştur.

Başta Türkiye olmak üzere, İslam ülkelerinin çoğunluğu, Bosna-Hersek için birşeyler yapabilmek için seferber olmuştur. Fakat iftihar ve sevinçle ifade etmek lazımdır ki, Türkiye bütün İslam dünyası içinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da büyük bir dirayetle öncülük ve rehberlik etmektedir.

Birkaç gün önce döndüğüm Amerika seyahatinin sebep ve gayeleri arasında, bu meselenin başta Başkan Clinton olmak üzere yeni Amerikan yönetiminin ve diğer etkili çevrelere gerektiği gibi anlatılması hususu ilk sırayı alıyordu. Memnuniyetle ifade etmeliyim ki, bu gaye büyük ölçüde tahakkuk etmiş ve yeni Amerikan yönetimi kısa sürede Bosna-Hersek meselesini belirli bir plan çerçevesinde gündemine almış bulunmaktadır. Yeni yönetimin bana ifade ettiği görüşü, kısaca, bu konuda ellerinden geleni yapacakları şeklinde olmuştur. Öyle zannediyorum ki, yeni yönetim evvela ve son bir kere daha meselenin sulh yolu ile hallini teklif edecek ve fakat bununla netice alınamadığı takdirde askeri müdahaleye kadar gidecek olan daha etkili tedbirler söz konusu olacaktır.

Amerika’nın ardından, özellikle Avrupa’nın bu meseleyi ciddiyetle ele alması kaçınılmazdır. Bugünkü Avrupa, Rönesans ve Reform Avrupası’nın, Aydınlanma Avrupası’nın kültür ve medeniyet mirasını reddedemez, yücelttiği evrensel insani değerleri çiğneyemez.

Bosna-Hersek’te toprağa düşen aziz şehitler!

Nur içinde yatınız, rahat uyuyunuz, geride bıraktıklarınıza 60 milyonluk Türkiye, 200 milyonluk Türk dünyası ve 1 milyarlık İslam alemi sonuna kadar sahip çıkacaktır. Bütün dünyayı da bu yolda seferber etmeye manevi huzurunuzda söz veriyoruz.”[14]

Turgut Özal’ın dış politika felsefesinin ve Türkiye için öngördüğü ‘küresel rol’ün tüm unsurlarının bu konuşma metnine sığmış olması bakımından, 18 Şubat 1993 Bosna-Hersek mitingi konuşması çok önemli bir dış politika belgesi taşımaktadır. Bu arada, Özal hesabına bir ‘vizyon isabeti’ daha bu vesileyle kanıtlanmaktadır. Bosna müslümanlarının soykırım boyutlarına yaklaşan ‘etnik temizlik’ hedefi olmaları ve Bosna-Hersek’in siyasi coğrafyadan silinmesi ihtimali, bu konuşmadan iki buçuk yıl sonra, Amerikan askeri müdahalesi sonucunda durdurulmuştur. 1995 sonbaharında gerçekleşen bu müdahale, 1999’da Amerikan öncülüğünde Kosova Müslümanlarına yönelik ‘etnik temizlik’in önüne geçen NATO hava harekatına emsal teşkil etmiş ve Balkanlar’da Osmanlı bakıyesi Müslüman varlığının korunması sağlanabilmiştir.

Turgut Özal’ın konuşması analiz edildiğinde, Bosna için yaptığı ‘Endülüs referansı’, Türkiye’nin dış politikasının bir ‘Müslüman tarih şuuru’ içinde şekillenmesi zorunluluğunu anlatmaktadır. ‘Türkiye’nin, Bosna-Hersek’in Avrupa’da ikinci bir Endülüs trajedisine izin vermeyeceği’ vurgusu ise, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak, tüm İslam dünyasına yönelik ‘misyon’unu ifade etmektedir. Bosna’nın ‘Müslüman Avrupalı bir ülke ve toplum’ olduğu göndermeleri ise, Türkiye’nin kendisine ilişkin Avrupa ‘vocation’u ile uyum halinde olmamakla kalmamakta, ‘Türkiye’nin boydanboya Bosna haline geldiği’nin altının çizilmesi Türkiye’yi ‘Avrupa Müslümanlarının sorumlusu’ rolüne büründürmektedir. Turgut Özal, Türkiye’ye yüklediği bu ‘misyon duygusu’ ve rol ile, bir yandan İslam alemine ‘rehberlik’ iddiası ortaya koymakta, diğer yandan bu ‘rol’ aracılığıyla, Amerika’yı ve giderek Avrupa’yı Türkiye’nin dış politika yörüngesi için devreye sokmak amacıyla kullanmayı tasarlamaktadır.

21. yüzyılın Türk dış politikasının parametrelerini belirleyen Özal’ın dış politika zihniyetinin özünü yansıtan bu konuşmanın ardından yaptığı en dikkate değer konuşmalardan biri 22 Mart 1993’te Antalya’daki Türk Dünyası Kurultayı’nda yaptığı konuşmadır. Bu konuşması, tümüyle ‘Türk dünyası’na hasredilmiştir. Aynı şekilde, sanki bir ‘mistik misyon dürtüsü’ ile son dış gezisini Orta Asya Türk cumhuriyetleri ve Azerbaycan’a yaptıktan sonra, dünyadan çekilmesi de, Turgut Özal’ı ‘Türkiye ve Türklük’ bağlamında tarihin özel sayfalarına yerleştirmiştir.

Ölümüne bir aydan kısa bir zaman kala, ilk kez toplanan ‘Türk Dünyası Kurultayı’ndaki konuşması da, Turgut Özal’ın dış politika zihniyetine ilişkin ilginç ipuçları sunuyor ve bu konuşma da Türk dış politika kayıtlarında önemli bir belge değeri taşıyor.

“Daha dün, şairlerin:
‘Biz genç Doğulular, bir gün hepimiz,
Erzurum, Kars, Maraş, Bayburt, Ardahan.
Kılıçların kınından çekildiği an
Bilin ki dostlarım vermeden aman
Al atlar üstünde bir şafak vakti
Sefere çıkacağız Doğu’dan!.”

diye hasretiyle yanıp tutuştukları bir rüya gerçek olmuş ve bugün Kırgızı, Özbeki, Kazakı, Türkmeni, Tatarı, Azerisi, Gagavuzu, Yakutu ve daha nicesiyle birlikte topyekun ayağa kalkmış olan Türklük alemi, Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya neredeyse her gün sefere çıkmaktadır.

… 17. asırdan beri inişe geçmiş olan Türk tarihinin, belki bir dala asla geriye döndürülemeyecek olan şanslı yükselişinin başlangıcında duyduğumuz bu haklı heyecanın yanısıra, şuurunda olmamız gereken mesuliyet ve mükellefiyetlerimizi de bir an olsun hatırdan çıkarmamak zorundayız. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte uluslararası askeri, siyasi ve sosyal dengeler altüst olmuş ve yepyeni bir milletlerarası siyasi tablo ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş’la birlikte kırk yıldan fazla devam eden uluslararası statükonun bozulmasına paralel olarak, bugüne kadar titizlikle gözetilen jeopolitik ve jeostratejik hassasiyetler de büyük ölçüde geçersiz hale gelmiş ve yerini yeni arayışlara bırakmıştır.

Bu vaziyet karşısında bizim için hayati ehemmiyet taşıyan soru şudur:

– Oluşacak statüko ve uluslararası düzen, hangi esaslar çerçevesinde şekillenecek ve bizim bu yeniden inşa sürecinde oynayacağımız rol, taşıyacağımız sorumluluk, takınacağımız tavır ve nihayet gözeteceğimiz hedef ne olacaktır?

Konuşmamın başında da zikrettiğim gibi, tarihimizin parlayan yıldızı bize bu soruyu sorma görevini de, bu soruya verilecek cevabın gösterdiği istikamette yılmaz bir azim ve kararlılıkla yürüme misyonunu da omuzlarımıza yüklemektedir.

Sebebi gayet açıktır.

Her ne surette şekillenirse şekillensin, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bölgede oluşacak statüko ve düzenin asli unsurları ve en mühim parçaları bizler olacağız.

Bir yandan, önümüzdeki muhtemel statüko ve siyasi düzen içinde sözü dinlenir aktörlerden biri olmaya özen gösterirken, diğer yandan milletlerarası politika sahnesinin bütünlüğünden de gözlerimizi ayırmamamızı gerektiriyor.

Netice itibarıyla, gayet açıktır ki, uluslararası siyasi düzen, ne kadar süreceğini tam kestiremediğimiz bir yeniden inşa süreci içine girmiştir. Bizim Türk dünyası olarak, bu yeniden inşa ameliyesine çok ciddi katkılarda bulunabileceğimize inanıyorum.

Türklük alemi için yarınların bugünlerden daha güzel olacağından hiçbir şüphe ve tereddüt duymuyorum. Milli geleceğimizin parlak ufukları şimdiden aydınlanmaya başlamıştır bile. Yeter ki, sözlerimin başında da vurguladığım gibi bölgemizde yaşanan bu hercümerce rağmen bizler üzerimize düşen görev ve misyonun ne olduğunu unutmayalım.

Önümüzdeki bu kutlu göreve de, bu tarihi misyona da gerektiği gibi sahip çıkmak zorundayız. Görevimizin zorluğu ve misyonumuzun ağırlığını biliyoruz…”[15]

Bu konuşmada da görülebileceği gibi, ‘dünyanın birinci sınıf ülkeleri arasına girmek’ Türkiye için ‘ana hedef’ niteliğini korumakta ve Türk dünyası, Türkiye için bir ‘kültürel-jeopolitik hinterland’ değeriyle Özal’ın zihninde ‘yeni uluslararası mimari’nin şekillenmesinde temel sütunlardan biri olma şansına sahip olmaktadır. Bu noktada, ‘volontarist’ yaklaşım tekrar ortaya çıkmakta, ‘sorumluluk’ ve ‘yükümlülük’ gibi subjektif unsurlara hayatiyet kazandırılmakta ve bunların tümü bir dış politika türevi olarak ‘misyon’a bağlı kılınmaktadır.

‘Jeopolitik’ gibi bir ‘objektif unsur’dan ‘misyon’ gibi bir ‘subjektif’ unsura uzanan yelpazenin sentezi, Turgut Özal’ın, Türkiye’nin rehberliğinde Türk dünyası dayanaklı, daha geniş İslam dünyası zemininde, uluslararası etkili rolüne dönüştürülme projesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir başka prizmadan bakıldığında, bu yaklaşım, gayet yaratıcı ve yaratıcı olduğu kadar şu boyutu ile belirmektedir:

“Özal’ın anlayışına göre, Soğuk Savaş bitimiyle dünya ABD’nin merkezi bir güç olduğu tek kutuplu bir sisteme doğru gidiyordu. Ancak, bu, Özal’ın kendi deyimiyle ‘kararsız bir denge’ durumudur. Dünya tarihinde pek raslanır bir durum değildir ve kalıcı da olamaz. Özallar, bipolar bir dengeleme olacağını düşünüyor ve bunun yeni güç adayları arasında Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı görüyordu. Uluslararası serbest ticaret sistemine doğru giden dünyada ayrı bölgesel gruplaşmaların ortaya çıktığını belirterek Avrupa Birliği, ABD-Kanada-Meksika’dan oluşan bir serbest ticaret bölgesinin, Japonya’yı merkez alan, Uzak Doğu’da belki de önümüzdeki asırda (21. yüzyıl) en önemli merkezlerden olmaya aday aday bir gruplaşmanın ve bunun karşısında gelişen bir Pasifik tarafının varlığını dile getiriyordu.

Özal’a göre, bütü bu gelişmeler karşısında Türkiye için gelecek dönem önünün açıldığı çok önemli bir süreç olabilirdi. Ekonominin ülkeler arasındaki münasebetlere çok büyük tesiri olduğuna inanan Özal, Türkiye için kendi bölgesinde üç önemli sahanın açıldığını düşünüyordu: Orta Asya bölgesi, Balkanlar ve Orta Doğu bölgesi. Bu bölgeler, yeni dönemde Türkiye’nin tesir edebileceği açılımlar olarak görülüyordu. Özal, Türkiye’nin, önünde açılan bu yeni fırsatları akılcı bir şekilde kullanması gerektiğini düşünüyor, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya ve Güney’de çok önemli roller oynayabileceğini, dünyanın genel sisteminde, Avrupa Topluluğu’nu öncelikle değerlendirmekle beraber ABD’ye, Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne ve Uzak Doğu’ya ayrıca önem vermek durumunda olduğunu belirtiyordu.

Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan Müslüman ve büyük bir kısmı Türk olan yeni devletlerde nüfuz alanları yaratma olanağı ortaya çıkmıştı ve Türkiye bu avantajı kullanmalıydı. ‘Ve 21. asır Türkiye’nin ve Türklerin asrı olmalıdır’ cümlesiyle Özal ihtiraslı bir hedeften bahsediyordu. Etnik, kültürel özellikleri, Türkiye ile olan ve olabilecek bağları nedeniyle Orta Asya cumhuriyetleri, Türkiye’nin Asya’ya giden istasyonları gibiydiler. O bakımdan Özal, Türkiye’yi Pasifik-Atlantik mihverinin tam ortasında, gerek Atlantik havzasına, gerekse Pasifik havzasına eş mesafeli, önemli bir ülke olarak görmüştür.

Bir yandan Osmanlılık boyutuyla Balkanlar ve Orta Doğu’ya, bir yandan Türklük kimliğini de pragmatik biçimde kullanarak ‘Türk Dünyası’ üzerinden Asya’ya açılmayı hesaplamıştır. Bu durum, Türkiye’ye çok özel bir ekonomik ve dolayısıyla siyasi rol kazandıracaktı. Özal, müstakbel süper kuvvetin ikinci kutbunun muhtemelen Çin-Japonya ekseninde kurulacağını düşündüğü için, Türkiye’yi ‘Türk Dünyası’ üzerinden 21. yüzyıla ayarlama, böylece müstakbel süper devletle ilişkilerin geliştirilmesini tasarlamıştır.”[16]16

Turgut Özal’ın, dış politikada Türkiye’ye sunduğu 21. yüzyıl perspektifleri, dolayısıyla, hiçbir ihtimali dışlamayacak ve her türlü ihtimale Türkiye’nin uyum sağlaması ama bunu yapabilmesi için, aktif, hareketli ve es-nek bir dış politika aracılığıyla uluslararı sistemde bir ‘ağırlıklı rol’ ve ayrıca bir ‘misyon’ sahibi olması önerisiyle şekillenmektedir. Şöyle genelleyebilir ve bir sıralama sunabiliriz:

– Türkiye, yüzünü -esas olarak- Batı’ya çevirecektir.

Bu yönde, Türkiye, tek kutuplu uluslararası sistemin tepesindeki, ‘tek süper devlet’ Amerika ile ‘stratejik ortaklık’ oluşturacaktır.

Türkiye, Batı tercihi kurumsal çerçevede değerlendirildiğinde, Avrupa Birliği içinde yer almalıdır.

Özal’ın 1987’de ani bir ‘diplomatik hamle’ ile AB’ye üyelik başvurusunda bulunmasını, Özal dış politikasının temel taşlarından biri olarak algılamak gerekiyor. O tarihteki adıyla Avrupa Topluluğu (AT) Konseyi’nin Türkiye’nin başvurusunu uygun bulmaması, Özal’ı Türkiye için ‘stratejik’ gördüğü hedeften vazgeçirtmemiş ve Türkiye’nin AB üyeliğini ‘uzun, ince bir yol’ olarak tanımlamasıyla, ‘hedef’te ısrarını yansıtmıştır. Ayrıca, AB üyeliğinden önce dahi olsa, Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği’ne gitmesini, bir direktif olarak Türk diplomasisine vermiştir.

– Türkiye, Batı yönelimli yani ‘dünyanın birinci sınıf ülkeleri içinde yer alma’yı hedefleyen dış politikasında, Orta Asya Türk cumhuriyetlerini Türkiye’nin ‘dış politika hinterlandı’ değerlendirecek; ‘Türk dünyası ekseni’nin Türkiye’nin ‘rehberliği’nde oluşması, Türkiye’ye özel bir uluslararası konum kazandırarak, ‘ana hedefi’ne onu yaklaştıran bir ‘diplomatik ve ekonomik koz’a dönüşecektir.

– Türkiye, bir Müslüman ülke olma bilinciyle, İslam dünyası için de bir ‘emsal’ oluşturacaktır. Türkiye’nin Osmanlı mirası, Osmanlı coğrafyası içinde ve özellikle Avrupa’nın Balkan havzasındaki Müslüman toplumlar ve ülkelerin sorumluluğunu üstlenmesi şansını sunmaktadır.

Yani, Turgut Özal’ın 18 Şubat 1993 Bosna-Hersek konuşmasında Türkiye’yi ‘yeni oluşmakta olan dünya sahnesi için benzersiz ve önemli konum’a yerleştiren ‘üç unsur’ olarak sıraladığı ‘laik- demokratik-Müslüman’ nitelikler, Türk dış politikasında ‘Batı yörüngeli, Türk ve Müslüman kimlik’ olarak ve her biri, birbirini tamamlayan ve birbirinden özerk ‘girdiler’ olarak yer almaktadır.

Turgut Özal’ın dış politika felsefesi, Osmanlı mirası ve jeopolitik alanı üzerinde belirli bir ‘kültürel kimlik’ ve ‘tarih şuuru’na dayanan, 21. yüzyılın ‘küreselleşen teknolojik dünyası’na uyum sağlayan ve bu yolla Batı uygarlık sisteminin kurumları içine yerleşen ve dünyanın ‘önde gelen ülkelerinden biri’ olmayı amaçlayan ve bu amaca uygun bir hareketlilik içinde bulunmayı zorlayan ihtiraslı bir ‘gelecek projesi’ koymaktadır. Türkiye’nin çok yönlü kimlik özellikleriyle, 21. yüzyıl dinamiklerinin buluşturulmasını öngören bir ‘sentez’dir.

Turgut Özal, Türkiye’ye, dış politika alanında da ‘21. yüzyıl perspektifleri’ sunmuştur ve sunduğu perspektifler, Özal’ın sahneden çekildiği 1993’ten sonra uluslararası alandaki gelişmeler değerlendirildiğinde ve 21. yüzyılın başından bakıldığında geçerliliğini sürdürmektedirler.

Cengiz ÇANDAR

Gazeteci-Yazar / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 282-290


Dipnotlar:
[1] Cengiz Çandar, Türkiye 1990-2010: Senaryolar, Foreign Policy, İstanbul, Ocak/Şubat 2001.
[2] 3. İzmir İktisat Kongresi 4-7 Haziran 1992, Açılış Konuşmaları, T. C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, 1993.
[3] Eric Rouleau, Foreign Affairs, New York, December/January,  1993.
[4] Graham E. Fuller, Turkey’s New Eastern Orientation, Turkey’s New Geopolitics, Graham E. Fuller and Ian O. Lesser, A Rand Study, Westview Press, 1993.
[5] Geoffrey Kemp and Robert E. Harkavy, Strategic Geography and the Changing Middle East, Carnegie Endowment for Peace, Washington, D. C., 1997.
[6] Richard Holbrooke, Hearing, Senate International Relations Committee, 1998.
[7] Mehmet Barlas, Turgut Özal’ın Anıları, Birey Yayıncılık, İstanbul, Ağustos-2000.
[8] Ibid.
[9] Cengiz Çandar, op. cit.
[10] Mehmet Barlas, op. cit.
[11] Ibid.
[12] Ibid.
[13] Ibid.
[14] Cengiz Çandar, Özel Arşiv.
[15] Türkiye Günlüğü, 22. Sayı, Bahar 1993, Ankara.
[16] Gülistan Gürbey, Özal’ın Dış Politika Anlayışı, ‘Kim Bu? Özal-Siyaset, İktisat, Zihniyet, Boyut Kitapları, Kasım 2001, İstanbul.
(Turgut Özal’ın ‘Dünyadaki Yeni Dengeler ve Türkiye’ konulu Pazar Toplantıları’nda yaptıkları konuşma-17 Kasım 1991-, President Otel, İstanbul ile ‘Dış Politika ve Ekonomi Açılarından Türkiye’nin Stratejik Öncelikleri’ adlı uluslararası sempozyumun açılışında yaptıkları Konuşma-5 Kasım 1991-The Marmara Oteli, İstanbul’dan, dipnotlarla).
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.