Bugünkü politik haritaya bir göz atıldığında, 1991 yılında hazırlıksız olarak bağımsızlıklarına kavuşan Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan Cumhuriyetlerinin aralarında belirlenen sınırlar merak uyandıran bir hal almaktadır. Söz konusu sınırlar, sadece doğal bölünmelerin ortaya çıktığı bölgelerde değil, aynı zamanda nüfus yoğunluğunun fazla olduğu bazı yerlerde bile garip kıvrımlar çizmektedir. Meselâ, bu sınırlar ıssız çölün ortasında aniden yön değiştirmekte veya Amu Derya’nın aşağı kısmı ile Fergana vadisi arasında coğrafi bakımdan bir bütünlük arz eden yerleşim yerlerinden ve şehirlerden yılan gibi kıvrılarak geçmekte ve böylece bir ülkenin sınırları içinde diğer ülkeye ait olan adalar oluşturmaktadır. Bu görüntü -1936 yılına kadar yapılan az sayıdaki sınır düzeltmelerini bir tarafa bırakacak olursak- Sovyetlerin himayesinde 1924 yılında uygulamaya konulan, Orta Asya’nın “Millî devletler şeklinde sınırlandırılması” çabasının bir sonucudur.
Bu bölgede sınırlar Batılı değer yargılarına göre ilk defa 1924 yılında çizilmemiştir. Daha 19. yüzyılın son çeyreğinde Rusya’nın bu böglerdeki işgalleri neticesinde toprak mülkiyeti alanında radikal bir yeniden yapılanma gerçekleşmiştir. Birbirine karışmış göçer ve yerleşiklerin yaşamından oluşan, karşılıklı olarak birbirleriyle savaşan veya ittifak kuran büyüklü küçüklü hakimiyet alanlarının var olduğu yerlerde, artık Avrupaî tarzda çizilen devlet sınırları varlıklarını hissettirmektedir. Rus ve İngiliz çıkarlarının karşılıklı olarak birbirlerini sınırlamaları, Afganistan’a giden güney sınırlarının, Afganistan’ın garip bir tırtıl şeklinde kuzeydoğuya uzantısı olan ve (o zamanlar) iki büyük devletin birbirlerine doğrudan temasına engel olması için oluşturulan Vahan Koridoru’nu da içine alacak şekilde -bugün hâlâ var olan- sınırların oluşmasında etkili oldu.
19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya tarafından işgal edilen veya himaye altına alınan ve 1924’ten sonra “millî devletler olarak sınırları belirlenen” Orta Asya’nın bölgelerinin -ilhakına giden adımları ve bu süreçle ilgili sınır belirlenmesine detaylı olarak girmeksizin- 20. yüzyılın başında şu şekilde bir idarî yapılanma vardı (Daha iyi anlaşılabilmesi için, hatta kaba hatlarıyla bugünkü devletlere dağılımını da veriyorum): Güneyde toprakları bölünmüş sözde bağımsız fakat himaye altında iki tane Doğulu devlet yapısındaki Buhara Emirliği gibi (üçte ikisi Özbekistan’a geri kalanı ise Tacikistan’a ve ufak bir parçası ise Türkmenistan’a ait) Amu Derya’nın aşağı kısmının güneyinde kalan Hive Hanlığı (büyük bölümü Özbekistan’a, kalan kısmı ise Türkmenistan’a) dahil oldu.
Orta Asya’nın söz konusu olan ana gövdesi, daha önceleri Türkistan Genel Valiliği idaresi altında beş ayrı vilayete ayrılmıştı: 1. Kuzeydoğuda Semirce (büyük bölümü Kazakistan’a küçük bölümü ise Kırgızistan’a ait); 2. Buradan batıya doğru bağlantılı Aral Gölü’ne kadar geniş bir şerit şeklinde uzanan Saydar Vilayeti (büyük bölümü Kazakistan’a bir bülümü Özbekistan’a gitti); 3. Hazar Denizi’nin batı sahilinden Aral Gölü’ne kadar Hive ve Buhara sınırları ile çevrili olan Transhazar Vilayeti (Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan’a ait); 4 ve 5. Yukarda tarif edilen bölgelerin merkezi konumunda bulunan Semerkant (büyük bölümü Özbekistan’a, geri kalanı Tacikistan’a ait) ve Fergana Vilayeti (bugün Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında bölünmüş durumda).
1917 Devrimi bu bölgeye herhangi bir değişiklik getirmedi. O zamanlar var olan, ister idarî yönden isterse siyasî veya askerî bakımdan olsun, doğal olarak o zamanki Batılı Rus Çarlığı’nın menfaatlerinin ve gayelerinin sonucu belirlenmiş olan sınırlar olduğu gibi muhafaza edildi. Sadece Türkistan’ın dış sınırı -biçimsel olarak- 1 Mayıs 1918’de bir deklarasyonla aynı yılın Ekim ayında yasallaşarak Türkmenistan’ın tamamını içine alan “Sovyet Federasyonu Türkistan Cumhuriyeti” olarak değişikliğe uğradı.[1] Bu Türkistan Cumhuriyeti, 1919 yılı sonuna kadar eski Rus İmparatorluğu topraklarında “Ekim Devrimi”nden hemen sonra genişlemeye başlayan, her tarafta açılan iç savaş cepheleri ve fizikî uzaklığı dolaysıyla, uzun dönem önce Petrograd’daki, daha sonra Moskova’daki yeni Sovyet hükümranlığının etki alanının oldukça dışında kaldı.
Türkistan’ın geçici olarak Merkez Rusya’dan kopuk olması, Moskova’nın etki alanına girmesinden sadece altı ay sonra parçalanmasının ciddî bir şekilde gündeme gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Mayıs-Haziran 1920’de Moskova’daki Politbüro’da Türkistan’da atılacak adımlarla ilgili temel esaslar üzerinde çalışıldı. Hazırlanan ilk taslakta, değişik milletlerin özerk cumhuriyetler olarak yapılanmalarına imkan verilmesi gerektiği hususu belirtilmekteydi. Bu düşünceden hareketle, Türkistan’ın toprak ve etnografik konumu itibariyle vilayetlere bölünmesi, bunu takiben Özbek, Kırgız (=Kazak) ve Türkmen emekçilerinin kendi varoluşlarını ilgilendiren yapılanma hakkında kesin bir karar vermek amacıyla Şura Kongresi’nin toplantıya çağrılması öngörülmekteydi.[2]
Bu ibareleri içeren belge daha Sovyetler Birliği zamanında açıklandı ve bu da olağanüstü bir şey değildi. Aslında Sovyet yöneticilerin bu belgeyi açıklamadaki amaçları, Parti Programı’nda belirlenen hedefler doğrultusunda “Milletler Politikası” yürütüldüğü intibaını vermek istemeleriydi. Daha Sovyetler Birliği zamanında da bu taslakla ilgili Politbüro kararı açıklanmıştı. Bu taslakta, söz konusu olan “Türkistan’ın İç Yapılanması” ile ilgili olarak “Cumhuriyetin üçe bölünmesi başlangıçta verilmiş bir karar değildir” ibaresi kullanılarak düzeltilme yoluna gidildiği görülmektedir.[3] Sonraki karar alma sürecinde bu konu, Türkistan Merkez Yürütme Komitesi’nin yani Türkistan hükümetinin “idari yapılanmadaki yeni dağılımının Türkistan’daki milletlerin durumuna göre yapılması gerektiği”[4] konusuyla sınırlandırıldı, fakat bu proje daha sonra sümen altı edildi.
Anlaşılan o ki, Sovyetlerin Orta Asya’da ilk sınır belirleme projelerinin başlangıcı, daha o zamanlar ve sonraları kamuoyunda ve propagandalarda ifade edilenden farklı olarak, Moskova ile Taşkent arasında “Milletler Sorunu” çözümünde politik öncelikleri değişik şekilde ortaya koyduklarının açık işaretlerini de vermektedir. Olayların arka planına yüzeysel bir bakış bunu doğrular niteliktedir. 1920’de Türkistan’ın milletler bazında parçalanması düşüncesini isteyen ve bir kaçhafta sonra da aynı şekilde ve başarıyla Türkistan’ın bütünlüğünün korunması yönünde tavır takınan kurum aynıydı: Türkistan Komisyonu, kısaca (Turkkomissija). Bu biraz da garip bir intiba uyandıran davranışı daha iyi anlayabilmek için en azından bu Komisyon’un ortaya çıkışını ve çıktığı yerin karakter yapısını ortaya koymak zaruri görünmektedir.[5]
Turkkomissija 1919 yılı güzünde Türkistan’la bağlantının tekrar kesin olarak gerçekleşmesinden sonra Moskova tarafından atanarak, resmi görevlerinde de ifade edildiği gibi, Türkistan halklarının kendi geleceklerini belirlemede milletler arasındaki her türlü eşitsizliği ve bir milletin içinde çöreklenen grubun, başkalarının sırtından geçinen seçkin sınıfın haklarını yok etmek olan “Rus Sovyet hükümetinin esas politikasının temel prensiplerini gerçekleştirmek için” Taşkent’e gönderilmiştir.[6]
Turkkomissija’nın görevlendirilme ile ilgili kulislerine bakıldığında, görevlendirme ile birlikte elle tutulur politik amaçların güdüldüğü ortaya çıkmaktadır. Meselâ 3 Eylül 1919 tarihindeki Temel Esaslar Tasarısı’nda şöyle denilmektedir:
“1) Türkistan ve ona komşu ülkelerdeki politikalarda en öncelikli olarak iki görevin ortaya konulması gerekmektedir: Birincisi, Türkistan’ın komşu ülkelerdeki devrimci hareketler zincirinden kurtarılması için onları desteklemek; ikincisi, Türkistan’dan ekonomik yönden istifade etmek.
2) Hindistan, Pakistan, İran gibi ülkelerde, onların bizatihi önemli olmalarının ötesinde (İtilaf Devletlerinin dikkatlerini bizim cephelerimizden başka yerlere çekmek, onları politik sorunlarla karşı karşıya bırakmak gibi) bu ülkeler dünya devriminin gelişiminde, zincirin zorunlu bir halkasını oluşturmaktadırlar… Bu yüzden Türkistan, Doğu ülkelerindeki ayaklanmaların, devrimci savaşların öncüsü olmalıdır.”[7]
Sadece Türkistan’ın iç politikasında etkinlik kazanma isteği, Moskova’nın ilk ve öncelikli amaçlarından biri değildi, tersine bu geniş bir şekilde ortaya konmuş stratejinin bir parçasıydı. Gayet açıktır ki bu strateji Sovyet gücünün Türkistan’da istikrarlı bir şekilde varlığını sürdürmesi ve buna bağlı olarak olumlu bir etki kazandırılmasıydı. Bundan başka, geniş halk kesiminin sempatisinin kazanılması istenmekteydi. 1917 sonrası Sovyetler tarafından ilan edilen ve sadece sınırlı olarak tanınan “Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, değişik çatışmalardan kaynaklanan kayıplar bir tarafa bırakıldığında, doğuda huzursuzluğu körükleyen politik bir araç olarak kendini göstermişti. “Doğu’da Devrim Planı” başta Hindistan olmak üzere, 1919 yazında Moskova yönetiminin kısa zamanda ümit ettikleri dünya devrimi yolundaki reel politika planlarının ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktaydı.[8]
1919’a kadar Türkistan Sovyet yönetiminin yaptıkları, o zamanki Moskova yönetimine göre, ne ideolojik açıdan, ne de pragmatik yönelimleri açısından, devrim tarihinin şerefli sayfalarını oluşturmuyordu. 1919 güzünde Turkkomissija Türkistan’a vardığında, oradaki durum hiç de iç açıcı değildi. Türkistan iki yıl içinde ekonomik bakımdan çökmüştü; üç bölgede, özellikle Fergana’da belli bir oranda, Semirce’de ve Transhazar’da çıkış nedenleri ve mütemadi olmaları, yerel Sovyet yöneticilerinin keyfi yönetim hatalarından kaynaklanan iç çatışmalar hüküm sürüyordu; %95 oranında çoğunluğu oluşturan Müslüman halk, Sovyet idaresinde ya hiç temsil edilmiyor veya çok az temsil ediliyordu. Türkistan’daki Sovyet hükümeti, önceleri genel olarak askerler ve demiryollarında çalışanlardan az sayıdaki Avrupa-Ruslarından oluşmuştu ve kendilerini “Proletarya Diktatörlüğünün” temsilcisi zannediyorlardı. Devrimci düşünceleriyle “dar kafalı Müslüman yığınlarına” -kendilerinin ifade ettigi gibi- nüfuz etmeyi başaramadıkları gibi, 1919 sonbaharına kadar Moskova’nın sınırlı müdahalesinden dolayı iktidarlarını gözle görülür bir şekilde kuvvetlendiren yerel Müslüman temsilciler de başarısız kaldılar.[9]
Turkkomissija’nın Avrupa-Rus militanlarından oluşan “Proletarya Diktatoryası” altında “Kolonyalizm Jürisi”nin kurularak, onlardan zararlı olanların birkaçının iktidardan uzaklaştırılması ve ilk iş olarak “Müslüman Komunistler”le sıkı işbirliği geliştirmeleri, Sovyet gücünün Türkistan’daki halkın çoğunluğunun arasında benimsenmesi ve kök salması hususunda fazla bir şey değiştirmemiştir; zira kısa zamanda aşılamayacak kadar fazla olan çıkar farklılıkları ortaya çıkmıştı. Bir örnek verecek olursak; ilan edilen “Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” -ideolojik kamuflaj bir tarafa bırakılırsa- Moskova’nın aslında tavizsiz merkezci düşüncelerine uygun düşen görüşlerine karşın “Müslüman Komunistler” tarafından ileri derecede özerklik olarak anlaşılmaktaydı. Buna rağmen “Kendi Kaderini Tayin” sorunsalında, 1919 sonunda değişen politik şartlar muvacehesinde çıkar farklılıkları ortaya çıkana kadar, Taşkent’te ancak Ocak 1920’de aynı anda yapılan “Müslüman Komunist Teşkilatı”nın III. Bölge Konferansı ve Türkistanlı Rus Komünist Partisi’nin Bölge Konferansı’nda, Turkkomissija üyelerinin bir kısmının onayıyla Türkistan’ın %95 Müslüman olan halkıyla kendi varoluşlarını hedefleyen kararlar alınabilecek kadar bir ilerleme sağlanmıştır. Bu süreç, tahrif edilerek, kısaltılmış şekliyle ve kısa süre sonra Sovyetlerin dağılmasına kadar şamar oğlanı durumuna gelmekten kurtulamayan “Türkistan Cumhuriyeti”, “Türk-Sovyet Cumhuriyeti” ve Türkistan RKP’si “Türk Komunist Partisi” ismini alarak, iki isim değişikliğinde kendi ifadesini buldu.
“Rus-Sovyet Federasyonu’nun” ya da Rus Komunist Partisi çatısı altında gerçekleşecek olan ve kısa zamanda beklenen Dünya Devrimi’nin hizmetinde “Avrupa Emperyalizminin temeli” olarak nitelendirilen Doğu’ya, o zamanlar büyük önem verildiğinden dolayı tüm bu gelişmelerin görüldüğü kadarıyla ideolojik bir çerçeveye oturtulmasına özen gösterilmekteydi.[10] Alınan söz konusu kararlar bir ay sonra, o sıralarda seyahatte olan Turkkomissija üyesi ve Türk Cephesi Kumandanı[11] Michail Vasileviç Frunze tarafından tekrar kaldırıldı. Daha biraz önce “Müslüman Komünistler”in Sovyetlerce kabul gören ve o zamana kadar açık olarak kamuoyuna ilan edilen politik-ideolojik çizginin takip edildiği kanaatine dayanan özerklikle ilgili çabaları, birden bire millîyetçilik olarak damgalandı.
1920 Eylülü’ne kadar Orta Asya’nın kaderini önemli ölçüde etkileyen Frunze, belli ki, daha çok pragmatik yönü ağır basan sert bir çizgide hareket etmekteydi.[12] Bu çizgiye, meselâ, Türkistan’da “Müslüman Kızılordu” kurma çabalarına karşı şiddetle karşı çıkma da dahildi. Bu konudaki gerekçesi ise, Kızılordunun inançlara göre değil de, olsa olsa “yerel birlikler” halinde millet esasına göre kurulabileceğini ve bunun da tabii olarak sadece doğrudan doğruya Rus Kızılordusu’nun teşkilatlanma yapısı ve idaresi altında oluşması gerektiği yönündeydi. Frunze’nin “Millet” kavramından mevcut şartlarda anladığı, Türkistan’ın dört büyük halk grubu olan Özbekler, Kırgızlar (=Kazaklar), Türkmenler ve Taciklerdi (Buharalılar).[13] Bunlar da aslında o zamanlar askerin eldeki bilgilere dayanarak üstünkörü yaptığı etnik tanzime uygun düşmekteydi.[14] Gerçi bu kesinlikle gerçek durumu ifade etmiyordu -hangi kategorileştirme bunu yapabilir ki?- fakat o zamanlar etkin olan siyaset dilinin kapsadığından daha fazla ayrıntılı bir resim ortaya koymaktaydı: “Müslümanlar”, “yerliler”, “Türkistanlılar”-veya Lenin’in Mart 1919’da, 19. yüzyıldaki en iyi Rus üslûbuyla ifade ettiği gibi: “Kırgızlar ve Sarten”.[15]
Moskova’daki Politbüro’nun Türkistan’la ilgili bundan sonraki harekat tarzının açıklandığı1920 Mayısı’na kadar olan birkaç gelişme böyleydi. Bu istişarelere Taşkent’ten iki delegasyon gelmişti. Bunlardan biri, “Müslüman Komunistlerin” yönetim kadrosuna, diğer ikisi altı üyeli Turkkomissija’dan gelmekteydi. Turkkomissija temsilcilerinden biri, o zamana kadar Komisyon’un başkanı durumundaki Salva Zuraboviç Eliavan’dı. Her iki delegasyon da ilerleyen sürelerde isteklerinin bazılarından vazgeçmek durumunda kaldılar. Meselâ, “Müslüman Komunistler” Kızılordu’nun çekilmesi ve Turkkomissija’nin lağvedilmesi ile ilgili isteklerinde başarıya ulaşamadılar ve diğer taraftan Turkkomissija’daki sertlik yanlıları da, Türkistan’daki yerel yönetimleri ellerine geçirme gibi yakışık almayan isteklerini gerçekleştiremediler.[16]
Turkkomissija’nın kendisinin teklif ettiği, Türkistan’ın üçe ayrılması ile ilgili düşüncesindeki değişikliğe gelince, bununla ilgili (Turkkomissija’nın) 14 günde bir yayınlanan haber bülteninde, 1920 Haziranı’nın ilk yarısında şunlar yazılmaktaydı:
“… (Şayet) bu cumhuriyetleri kurma konusundaki düşünce, yakın gelecekte her hangi bir somut fiiliyata gidecekse, bu (konuda) adımların atılması hususunda merkezi (Moskova) uyarmayı bir zaruret olarak addediyoruz. Yoldaş Eliava ve Rudzutak’ın[17] da hazır olduğu Turkkomissija’da millî cumhuriyetlerle ilgili teklif münakaşa edildiği şekliyle açıkça panislamist çabalara,[18] Müslüman aydınların ileri gelenlerine, onları destekleyen tüccarlara ve din adamlarına karşı bir teklifti. Cumhuriyetler hakkındaki karar bu şekliyle en son alınacak bir önlem olarak kalmalı fakat bu tüm diğer alternatiflerin tükendiği andan itibaren uygulamaya koyulmalıdır. Fakat böyle bir karar hiçbir şekilde ve asla güncel bir slogan haline geitirilmemelidir. Halihazırda Türkistan, bir mayalanma sürecinden geçmektedir ve geniş Müslüman halkın çoğunlunun sempatisini kazanma imkanlarını gösteren birçok işaretler vardır. Cumhuriyetlerle alakalı alınacak hızlı bir karar, tüm Türkistan’daki çalışmayı büyük bir kaosa götürür ve şüphesiz tüm cumhuriyetlerdeki millîyetçiliğin en olumsuz şekliyle uçların lehine olur;[19] zira bizim bütün bir Türkistan’a bile hizmet verecek yeterli derecede kuvvetlerimiz yok.[20] Bölgenin ekonomik imkanlarından faydalanmak hemen hemen imkansız hâle gelebilir. Şimdiki politik durum ve Buhara sorunundan kaynaklanan gergin ortam, Türkistan’ın iç politikasına yönelik dikkatli ilişkilerin kurulmasını ve hâlihazırdaki yapısının muhafaza edilmesi zaruretini dikte ettirmektedir.”[21]
Turkkomissija’nın Taşkent’te kalan üyelerinin raporlarına kısa bir bakış, 1920 Mayısı’ndan Haziran ayına kadar Türkistan’ın üçe ayrılması üzerine yapılan tartışmaların Rus yöneticileri tarafından milletler politikası düşüncesinde ciddî bir rol oynamadığını, önemsenmediğini özlü bir şekilde göstermeye yeterli olmaktadır. Buna bağlı olan düşünceler, o sırada gelişen iktidar mücadelesinde çözüm yollarındaki kriterlerin sadece birine yönlendirilmesine yardımcı olmuştur. Gayeler vasıtaları meşru kılar. Yukarıdaki metinde zikredilen, “Buhara sorunundaki gergin durum”un arkasında yatan neden, Turkkomissija’nın 1919 yılı Aralık ayı sonunda “Emirlik”in “tam bağımsızlığını” tanıması[22] fakat aynı zamanda Buhara’nın geleneksel Rus çıkarlarına uymayan en ufak bir hareketine müsamaha gösterilmemesiydi. Sadece bununla kalınmamıştı; söz konusu günlerde Turkkomissijanın 1919 Haziranı’nın ilk yarısında yayımladığı bültende ifade edildiği gibi, “Buhara’nın şu veya bu şekilde defterinin dürüleceği”[23] çok önceden kararlaştırılmıştı. Üç ay geçmeden Buhara Emirliği önceden planlanmış askerî bir müdahale ile devrildi. Müdahale harekâtı, gecikmeyle ve devrim süsü verilerek gerçekleştirilen bir adım olduğundan, Moskova yönetimi harekâtın bedelini çekinceleriyle birlikte ödemek zorunda kaldı. Bu “devrim” liderleri, talimat gereği Kızılordu’yu yardıma çağırmışlardı.[24]
Emirliğin yerine Buhara Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Hive Hanlığı daha 1920 başında askerî bir harekâta kurban gitmişti ve şimdi Harezm Sovyet Cumhuriyeti ismini almıştı. Bu iki Cumhuriyet de – kağıt üstünde- bağımsızdılar. Mevcut olan sınırlara da -bir yıl sonra bile- özellikle stratejik nedenlerden dolayı dokunulmadı. 1921 Ağustosu başında Moskova’daki Politbüro, Aleksandr Abromovic Ioffe’yi bir talimatla Türkistan’a görevlendirme kararını verdi ve (bununla) ilgili toplantının protokolünde diğer kararların yanı sıra şunlar tespit edildi:
“Türkistan’ın SSCB sınırları içinde tutulması (Rus) Sovyet Cumhuriyeti’nin dünya politikasını güdebilmesi için coğrafyanın uygunluğu açısından önemlidir. Oynadığı önemli rolü ve Doğu vilayetlerindeki Müslüman unsurların sayıları sebebiyle Türkistan’ın elde tutulması SSCB’nin güvenliği açısından zorunludur. Ekonomik açıdan da özellikle pamuk üretim yeri olarak büyüktür. Türkistan örnek bir Sovyet Cumhuriyeti olmalıdır. Oradaki milletler arasındaki ilişkilerin zorluğundan dolayı kolonyalizme savaş açmalı, fakat Cumhuriyet’in Rus emekçi halkının dayanağı olması durumunu tahrip etmeyecek şekilde bir denge politikası gütmeliyiz. (…) Bir taraftan Türkistan’ın özerklik prensibine sıkı şekilde riayet ederken, (aynı zamanda) oradaki genel politik gidişat üzerinde kararlı etkinliğimizi, yerel Sovyet yönetimlerini birer oyuncağa dönüştürmeksizin korumalıyız. (…)”[25]
Komşu ülkelerle dostane ilişkilerin, şimdiye kadar olduğu gibi, devam ettirilmesinden bahsedilerek adı geçen toplantı protokolünde şöyle devam edilmektedir:
“İngiltere ile yapılan antlaşmanın[26] bizim için önemi her zaman göz önünde bulundurulmalı ve bundan dolayı Türkistan’da resmî olarak Hindistan Devrim Merkezi olmamalıdır. Buhara ve Hive bağımsız sayılmaktadırlar ve tüm Müslüman dünyasının gözü üzerlerindedir. Bizim oralardaki politikamız planlı bir şekilde ve merkezin talimatları doğrultusunda uygulanmalıdır. Hive’nin ve Buhara’nın bağımsızlıklarına gösterişli şekilde riayet edilmeli. Bizim iç işlerinde kat’î suretteki etkinliğimizdeki amaç, orada şimdilik yeri doldurulamayacak olan tüccar Sovyet hükümetlerini ortadan kaldırmadan milletlerarası uzlaşmayı sağlamak ve reformları gerçekleştirmek olmalıdır.”[27]
“Millî Uzlaşma” kavramı, öncelikle geleneksel motivasyonu ağır basan Türkistan’da, özellikle Fergana’da 1918’den beri alevlenen Buhara’da ve Hive’deki sözde devrimlerden sonra aniden genişleyen Basmacıların silahlı direniş hareketine atfedilmektedir. “Millet Probleminin” çözümü Ağustos 1921 başlarında dahi Moskova yönetiminin özellikle ilgisini çekmiyordu. Moskova’nın Türkistan’la ilgisi, Turkkomissija’nın 1919’da görevlendirildiği esnada aktüel olan Avrupa-Rus halk grubunun, nüfusun %95’inin oluşturduğu Müslüman yerlilerle olan ilişkileriyle sınırlıydı. loffes’in (Türkistan’a) görevlendirilmesindeki talimat da bu konularla ilgiliydi. Moskova’nın doğudaki devrimci- stratejik hedefleri, Sovyet propagandasının emperyalist azılı düşmanı İngiltere ile Mart 1921’de yaptığı ticaret anlaşmasını tehlikeye sokmamak için, Moskova’nın o andaki güncel çıkarlarının gerisine itildi. O anda pratikte geçerli olan politik şartlar önceden hazırlanmış ideolojik teorilere ve propaganda amaçlı iddialara üstün gelmekteydi.
Ne kadar ortaya çıkarmak istenirse istensin, 1919-1921 yılları arasında yapılan somut siyasî yapılanma esnası hakkında yürütülen mütalaalar ve malûm propagandalar arasındaki uçlarda gidip gelmeyi, 1924 yılına kadar olan ve daha sonra yapılan “Millî Devletlerin Sınırlandırılması” konusunu – sade ve basit şekilde ifade edecek olursak- elimdeki açıklanma değeri son derece yüksek olan belgelerin yetersizliğinden devam ettiremeyeceğim. Bugüne kadar Sovyet Orta Asyası’nda yapılanların üzerinde duran bir sis perdesiyle karşılaşıyoruz. Bu sis içinde Şubat-Mart 1924’te Buhara ve Türkistan hükümetlerinin “Millî Sınırları Belirleme” ile ilgili “istekleri” görünmektedir. Buhara, hemen bu isteğiyle birlikte daha sonra belirlenen sınırlara -önceden belli edilmişcesine- çok benzeyen bir taslak hazırladı. Harezm ise, aynı tarihlerde bu şekildeki kararlara katılmayı reddetti ve bu kararında 1924 yılına kadar sebat etti.[28]
Haklı olarak kabul edilebilir ki, Buhara’nın, Türkistan’ın ve Harezmin bu birden bire gelişen ani atağının arkasında Moskava yönetimi bulunmaktaydı.[29] Fakat bununla ilgili herhangi bir karar veya ona dayanak teşkil edecek mülahazalalar -bildiğim kadarıyla- bugüne kadar gün yüzüne çıkartılmadı. Bundan dolayı, niçin özellikle o zamanda veya hangi somut verilerle “Millî Sınırların Belirlenmesi”ne aniden başlanıldığı gibi sorular sadece spekülatif olarak cevaplanabilir. Bu gibi spekülasyonları destekleyen dayanaklar bir taraftan bu konulardaki gelişmelerle ilgili az veya çok esaslı tetkikler ve Sovyet iktidarının yönetim çevrelerinin ideolojik düşüncelerinde, diğer taraftan “Millî Devletlerin Sınırlarının Belirlenmesi” hareketinin o zaman kamuoyunda yapılan propagandalarda öne sürülen gerekçelerde bulunmaktadır. Bu şekle yönelik olan düşüncelerle olguların gerçek iç yüzüne mutlak olarak yaklaşmak mümkün olmadığından -anlattıklarımdan da yeterince açıklandığını umuyorum- “Millî Devlet Sınırlarının Belirlenmesi” ile ilgili ön gelişmeleri ve önceden alınan kararları paranteze alarak bu sorunun uygulanmasına dönüyorum.[30]
Burada da, konuyu ağırlaştıran bilgi eksikliği ile karşı karşıya kalıyoruz. Dışarıdan bakıldığında olayların gidişatı her açıdan bilinmekte, fakat yakından incelendiğinde bunların geniş ölçüde, aslında başka mahfillerde alınan kararları takip eden tüm organizasyonların, ajitasyon kampanyaları ile zincirleme oluşan cılız kararları ve yaptırımları olarak ortaya çıkmaktadır.
Şayet bu lüzumsuz şeyler bir tarafa bırakılırsa, işin özünde geriye sadece Moskova’daki parti yönetimi ile işleri bir bakıma kendi aralarında kararlaştıran yerel parti yöneticileri kalmaktadır. “Millî Devletlerin Sınırlarını Belirleme”ye yönelik projeyi içerik olarak yürüten bu çekirdek (kadro) -sembolik olarak ifade edilecek olursa- önümüzde bazı kemikleri eksik olan fakat birkaç yerinde et parçacıkları sallanan bir iskelet olarak durmaktadır. Bu konunun işleniş şeklini üç hususa borçluyuz: 1) Eylemin kurgulanması sorunsuz olmadı, 2) Partinin aldığı önlemlere objektif eleştiri sınırlı da olsa mümkündü ve 3) Tacik tezinin temsilcileri “Millî Devletlerin Sınırlarının Belirlenmesi” nden hemen sonra ve bunun ötesinde hâlâ bugüne kadar bu olaylar esnasında ciddî bir şekilde kandırıldıklarını hissetmektedirler. Bu şartların yankıları iz bırakacak şekilde yirmili yılların Sovyet medyasında yayınlanan, bu olaylardan[31] daha ziyade üçüncü maddedeki nedenler, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra gelişmelere ışık tutan bazı belgelerin gün yüzüne çıkmasına neden oldu.[32]
Kaynakçayla ilgili gelişmeler bu kadar. Şimdi asıl meseleye, hem de ilk önce teşkilatlanmanın ortaya çıktığı çerçeveye bakalım. Sınırların tespitiyle ilgili işlemlerin yürütülmesi görevi 1922’de başka bir isim altında Turkkomissija’nın yerini alan Rus Komunist Partisi Merkez Komitesi’nin Orta Asya Bürosu’na verilmişti. Yapılacak olan “Millî Devletlerin Sınırlarının Belirlenmesi” ile ilgili somut ve kapsamlı sorular, oluşturulan bir komisyon tarafından Orta Asya Bürosu’nda müzakere edilerek karar alınacak hâle getiriliyor veya ön kararı alınıyordu. Zira son söz Moskova’nındı. -Kesin bir şey bilinmemesine rağmen- Moskova’nın hareket tarzının, meselâ daha önce bahsedilen Harezm olayında, sonradan Polit Büro tarafından sınırlandırılan aykırı davranışlarda görüldüğü gibi, taktik olarak tahammül etme, sabır gösterme şeklinde zannedilmektedir. Olayların gidişatına bakıldığında, Moskova daha önceden alınmış kararları doğrudan dikte ettirmekten ziyade, Orta Asya’dan gelen teklifleri kendi istediği doğrultuda yönlendirme yoluna gidiyordu. Bu teklifleri hazırlayan, başta Orta Asya Bürosu ve onun tarafından bu iş için oluşturulan Komisyon görevlerini iki sahfada yapıyorlardı. Birinci adımı Mayıs 1924 ortasında Orta Asya Bürosu’nun hâlâ mevcut olan üç cumhuriyetin temsilcilerinden oluşan 11 kişilik Komisyon 14 gün içinde üç toplantıda yediye karşı dört oyla “Millî Devlet Sınırlarının Belirlenmesini” onayladı; çizilecek millî sınırları tespit etti ve çalışmaların sürdürülmesi için bir komisyon kurulması kararı aldı. İkinci adımda, Eylül başına kadar sınırların gerçekten çizilmesi işlemi Merkez Bölge Komitesi ve ona bağlı olan Türkmen, Özbek, Kırgız ve Kazak “millî büroları” aracılığıyla yürütüldü. Taciklerin konusunda, “Özbek bürosunun” içinde daha sonra oluşturulan üç kişilik bir alt komisyon karar verdi. Karakalpaklar temsil edilmiyordu; onlar güya Eylül/Ekim 1924’te ilk defa başvurmuşlardı ve bundan dolayı da onlara bugün hâlâ geçerli olan özerklik verilmişti. Anlaşılan o ki, kesin toprak alması gereken büyük halkların belirlenmesi, fazla münakaşalar olmadan yürütülmüşe benzemektedir. Bu yüzyılın başına kadar sayısız göç ve kendiliğinden yerleşim süreçleri sonunda, Orta Asya’nın nüfusu yoğun olan alçak bölgelerinde oluşan ve insanı şaşkına çeviren (kültürel) farklılıklar, yabancılık, kendi doğal yaşam tarzlarını ortaya koyan ve bugün birbirleri ile hiç alakası olmayan halkların karışıklığına bir göz atılırsa, bunun şaşırtıcı bir durum olduğu o zaman anlaşılır. Buna karşılık, Sovyet iktidarının temsilcilerinin kafasında uzun zamandır değişik faktörlerin etkisi altında etnik kavramlarla uğraşırken, tabiatıyla milletler politikasının isteklerinin değişimi içinde halkların durumu ve halkların tabiiyetleri ile ilgili bir taslak oluşmuştu.
Meselâ modernist Müslümanlar tarafından devrimden önce reddedilen, fakat Çarlık zamanında genel olarak, azlığı veya çokluğu gözetilmeksizin Türkçe konuşan halkların çoğunluğuna ve Farsça-Türkçe olmak üzere iki dilli yerleşik halklara “Sarten” denilmekteydi. Bu duruma uygun olarak, en azından 1919’dan itibaren Sovyet iktidarının yerel yöneticilerinde de “Sarten” kavramının Orta Asya’yı en son fetheden Türk asıllı hâlâ aşiret şeklinde yapılanmış yarı yerleşik yarı-göçebe halk arasında var olan Özbekler ile aynı anlamda kullanma eğiliminin kendini gösterdiği gözlemlenmektedir. Devrimden önce dil bakımından Türkleşmiş İran aslının bir unsuru olan Taciklere “Sarten” denilmesi görüşü ağırlıktaydı.[33]
Her ne olursa olsun -bu soru(n)ların sistematik şekilde araştırılması henüz bitmemiştir.- “Millî Devlet Sınırlarının Belirlenmesi” işini yürütme düşüncesinde olanlar halkları sorunsuz bir şekilde kabaca bölmeyi başarabilecekleri konusunda kavramsal yeterliliğe sahiptiler. Bu gözlüğün prizmasından kesin şekilde belirlenen “milletlere” bölünmesi gereken, az veya çok belli şekilde eskimiş bir halıyı görüyorlardı. Bölge komisyonlarındaki yerel yöneticiler, bu iş için teorik olarak dışa ilan edilen iki kriter kullanıyorlardı: Asıl olarak bir “milletler politikası prensibi” ve ikincil olarak da resmiyette ticarî cazibe merkezlerinin, yol bağlantılarının ve sulama sistemlerinin anlaşıldığı belli bölgeleri içeren ekonomik kriterdi.[34] Gerekli olan bilgilerin ve kararların alınmasında yardımcı olan faktörler olarak, o zamanlar mevcut olan istatistiki kaynaklardan yararlanıldığı sanılmaktadır. Fakat bunların niteliklerinin -nazik bir ifadeyle- çok iyi durumda olmadığı bilinen bir şeydir.
Ekonomi ve “milletlerin” oluşumu ile ilgili o zamanlar yapılan açıklamlarda da kabul edildiği gibi, güvenilir kaynak yoktu ve bazı (konularda) ise hiçbir bilgi mevcut değildi. Türkistan’la ilgili ana kaynakları, 1917’de tarımda yapılan tahmini bir sayım ve 1920’de yapılan bir bölgede sadece çoğunlukla konuşulan dilin kayda alındığı, fakat meselâ Ferganada Basmacılarla çatışma dolayısıyla hiç yapıl(a)mayan nüfus sayımı oluşturmaktaydı. Harezm için herhangi bir belge yoktur ve Buhara için ise Emirlik idaresinin 1917 yılındaki nüfus sayımı ile ilgili hesaplamalar kullanılmaktaydı. Bu veriler, etnik kökenle ilgili hiç bir bilgi içermiyordu. Bu belgeleri temel veri olarak kullanmak Merkezî İstatistik İdaresi’nin “Buhara Cumhuriyeti halkının nüfus (sayısına) dair” yazılan rapordaki tavsiyesine de uymaktaydı.[35] Bu (raporda) çeşitli kurumların halkın tamamını kapsayan ve 1,2 ile 2,7 milyon arasında değişen “her iki cinse ait canlılar”[36] yazılıydı. 1917’deki kaynaklara dayanılarak yapılan hesaplamalar ortalama olarak kabul ediliyordu ve adı geçen raporda da açık bir şekilde şöyle deniyordu: “Her ne kadar bu (teknik-politik) Komisyon’un (1922’de Profesörler Cerdançev ve Poslavski başkanlığında çalışan) verileri tam inandırıcı olmasa da, onların sıkı bir şekilde resmi mahreçli kaynak olmaları en büyük avantajlarıdır”[37]
Bu gibi verilerin, genel kararlar verebilmede büyük ölçüde yardımcı olamayacağı gibi, hele detaylı sorunların çözümünde ise hiçbir yardımı olmaz. Başka bir yerden öğreniyoruz ki, kararlar “bazı durumlarda ilgili tarafların oybirliği veya çoğunluk esasına göre alındı.”[38] Bu işin yapıldığı yer ise Bölge Komisyonlarıydı. Bununla ilgili iki örnek: 1) Tacik bölgesinin kararı ve 2) Taşkent’in nasıl Özbekistan’ın başşehri olduğu ile ilgili kararlardır.
Tacikler için özerk bölge kurulması düşüncesini, Buhara Vilayeti’nin Özbek işlerini yürüten temsilciler kabul ettiler. Onlar (bu işi yaparken) 1924 yılına kadar, öncelikle Basmacılarla şiddetli çatışmaların merkezinde olmasıyla bilinen Doğu Buhara’ya gözlerini dikmişlerdi.
Bölge Komisyonu’ndaki Tacik temsilciler, Ağustos başlarında “Özbek millî bürosu”nun temsilcileri ile beraber çalışarak hazırladıkları kendi bölgelerinin bir taslağını Komisyona sundular. Burada kullanılan istatistiki verilere göre, Türkistan’da ve Buhara’da yaşadığı kabul edilen 1,2 milyon Tacikten sadece 400.000’inin öngörülen “özerk bölge”de yaşadığı, geriye kalanların ise bu bölge dışında, Özbekistan’da bulunduğu ortaya çıkmıştı. Bu durum büyük oranda Buhara ve Semerkant gibi şehirleri ve yörelerini, bunların dışında Fergana vadisinin güneybatısını ilgilendiriyordu. Tacik temsilciler, Tacik halkının “kuvvetli bir bütün olarak” bir araya gelmesinin “coğrafi ve ekonomik şartlardan dolayı mümkün olmadığını” açıkladılar.[39] Bu tasarıya karşı Kazakların bir temsilcisi “bu birazcık, halkın kendi kaderini tayinine benzedi; Tacik yoldaşlar anlaşılan kendi çözümlerinden memnun olsalar da ben, bundan memnun değilim (Gülüşmeler)”[40] diyerek sorunun doğru şekilde ortaya konmadığını belirtmiştir.
Litvanyalı Bölge Komisyonu başkanı Otto Janoviç, Karklin’de “Tacik yoldaşlar” tarafından sorunları ile ilgili ortaya koydukları çözüme çekincesi olduğunu belirterek, aynı zamanda taslakların çoğaltılıp dağıltıldıktan sonra üzerinde görüş bildirilmesi için yapılmadığının kabul edilmesi gerektiğini belirtmekte.[41] Bütün bu olanlara bakmaksızın, Özbek temsilciler, Tacik yoldaşlarıyla üzerinde anlaştıkları paylaşım sorununun bir an evvel karara bağlanması için zorluyorlar ve sınırların ilerde daha doğru bir şekilde yeniden düzenlenebileceğini gerekçe olarak ileri sürüyorlardı.
Sonuç olarak “Tacik Sorununda” geniş ölçüde teklif edilen, çözüm şeklinde kabul edildi. Daha sonra değişen ise sınırlardan çok, halkın istatistiki durumu ile ilgili bilgilerdi. Bölge Komisyonu’ndaki Özbeklerin aşağı yukarı üçte biri “Millî Devlet Sınırlarının Belirlenmesi” olayının sonucu olarak Taciklerden oluştu ve (bunların) daha sonraki yıllarda Tacikistan’ın sınırlarının genişlemesi yolunda yoğun mücadele verdiklerini ufacık bir not olarak ilave etmek gerekir.[42]
1929’da Fergana’nın küçük bir parçasının (Kuzistan’ın başkenti ile birlikte) Leninabad Vilayeti’nin Tacikistan’a bağlanması ve kendini (Sovyetler) Birliği’nin bir cumhuriyeti seviyesine yükseltmesi belki bu çabaların bir sonucuydu.
Devrimden önce en azından 1920’ye kadar değişik bir bakış açısından bakılması sonucu bir milyon nüfusu olan bir halk olarak görülen Tacikler, 1925 başında 700. 000’lik “her iki cinsten canlıları” ile harab olmuş 250 kişilik nüfusu olan başkenti Duşambe ve nihayet kendi özerk Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti’nin büyük bölümünü kapsayan büyük bir problemle, Basmacılarla karşı karşıya kaldılar. Besbelli ki son olay daha sonra Tacik Cumhuriyeti olarak kurulan kendi bölgelerinin oluşturulmasında önemli gerekçelerden biriydi. Bunu “Özbekistan KP (b) Tacik Obkom Üyeleri”nin 19’u imzalayarak Özbekistan KP (b) Merkez Komitesi’ne gönderdikleri 24 Mayıs 1928 tarihli mektuptaki ifadeler göstermektedir. Orada diğer meselelerle birlikte bu konuda şöyle denmektedir:
“Özbek Sovyet Cumhuriyeti tarafında kalan Taciklerin, Tacik Sovyet Cumhuriyeti’ne katılmaları ancak Doğu Buhara bölgesindeki bir dizi şartlar yerine getirildikten sonra gerçekleşmelidir (Bölge Komisyonu, 1924’te “Millî Devlet Sınırlarının Belirlenmesi” esnasında böyle ifade etmişti). Bu şartlar başlıca şu hususları amaçlıyordu: Basmacılarla olan iç savaş cephelerinin ortadan kaldırılması, şûraların oluşturulması, cumhuriyetin devlet şeklinde yapılandırılması, ekonominin tekrar işler hale getirilmesi ve diğerleri. Biz Özbekistan’da kalan Tacik bölgelerinin, Tacik Sovyet Cumhuriyeti’ne ilhak edilmesinin en uygun zamanının şimdi olduğunu düşünüyoruz. Tacik halkının devletini kurması, Orta Asya’daki diğer Cumhuriyetlerle (Kırgız, Türkmen vs.) aynı şartlarda gerçekleşmelidir.”[43]
Bundan kasdedilen Semerkant, Buhara ve başka küçük bölgelerin Tacikistan’a katılmasıydı. Fakat -daha önce de değinildiği gibi- Tacik istekleri doğrultusunda fazla bir şey değişmedi.
1928’de temsilcilerinin canını sıkacak şekilde hedeflerine ulaşamayan, sonrakiler tarafından da kolayca atlanan Taciklerin olayından farklı olarak, Orta Asya’nın Merkezi Taşkent’te “Millî Devlet Sınırlarının Belirlenmesi” esnasında karşılıklı çıkar çatışmaları hüküm sürüyordu. Bu konuda da Bölge Komisyonu’nun ikinci toplantısında karar verildi. Komisyon çalışmalarında canlı tartışmaların olduğu intibaını veren toplantılarla ilgili stenografi tutanakları açıklandı.[44]
Toplantı başkanı her defasında tartışma konularını azaltmak için çaba sarf ederken “Millî Büro’nun” temsilcileri, sonu gelmeyen, temelsiz münakaşalara dalıyorlardı. Komisyon üyeleri sanki gerçekten bağımsız devlet kuruyorlarmış gibi işlerini heyecanlı bir şekilde yapıyorlardı. Orta Asya’nın ekonomik ve ticarî merkezi olan ve aynı zamanda Moskova’nın oradaki siyasî-idarî merkezi konumunda bulunan Taşkent üzerinde Kazak, Özbek ve fazla iddialı olmasa da Kırgız temsilciler hak iddia ediyorlardı. İki büyük rakip olan Kazak ve Özbek temsilciler, Taşkent konusunda toplantılar esnasında çok defa birbirleriyle çatışan teklifler öne sürüyorlar ve kendi savundukları tezin en büyük gerekçesi olarak değişik istatistikî belgeleri keser gibi kendi taraflarına yontuyorlar ve bilgileri değişik şartlardan yola çıkarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlardı. Bütüncül bir tartışma zemini oluşturmadan veya en azından karşıt görüşlerin arka planını tarafsız olarak açıklamak ve tüm komisyon üyelerine dağıtmak için en ufak bir çaba göstermeden toplantı sonunda altıya (6) karşı iki (2) oyla Taşkent’in Özbekistan’a ait olduğu kararı alındı. Karar alınmadan bir saat önce toplantı başkanı Karklin, Kazakların itirazlarına karşı gelecek şekilde şöyle demişti:
“Buradaki halkın çoğunluğunun her şeye rağmen Özbek olduğunu düşünüyorum ve bu sorunun başka türlü kararlaştırılacağı konusunda şüphem var. Bu akşam Taşkent’in kaderinin büyük bir ihtimalle önceden çizildiğini söylemek mümkündür. Taşkent’in Kırgızistan (=Kazakistan) başkenti olma ihtimali zordur.”[45]
Son söz tabiî ki Moskova’nındı. Moskova -büyük bir ihtimalle kendisinin önceden aldığı- ve bugüne kadar hasır altı edilmiş uzlaşma önerisi olan Semerkant’ın Özbekistan başkenti olması ile ilgili kararda olduğu gibi bu karara da sınırlamalar getirmişti. Semerkant’ın belli başlı önemli fonksiyonları, ancak 1931 yılında -sessiz sedasız- Moskova’nın Orta Asya’daki yetkili organlarının merkezî konumunu zaten koruyan Taşkent’e taşındı.
“Millî Devlet Sınırlarının Belirlenmesi”nden hemen sonra Orta Asya Bürosu’nun başkanı İshak Abromoviç Zelenskij Moskova’ya gönderdiği raporunda tafsilatlı bir şekilde şöyle anlatıyordu:
“Bizim attığımız ilk adımlar, tarafımızdan millî devlet sınırlarının belirlenmesine, millî cumhuriyetlerin kurulmasına ilişkin çalışmalardır. Bu çalışmayı biz bir taslak olarak yürüttük ve burada tamamlanmamış bir çok şey vardır, bu iş balta ile yürütülmüştür.”[46]
Geriye dönüp olayların oluşumuna baktığımızda, Zelenskij’in hedeflediği mütevaziliğin yanlış olmadığı görülmektedir. Buna rağmen eski kasaba, bucak ve şehir sınırlarını takip eden yeni sınır tespiti, sonraları çok az değişikliğe uğradı. Devlet sınırının Sovyetler Birliği içindeki önemi -formaliteler bir tarafa bırakılırsa- hemen hemen sıfırdı. Sadece özel kültürel çerçeve içinde onlara belli bir anlam veriliyordu. “Millî” gelenekler, “millî” diller, “millî” edebiyat ve “millî” tarih yazımı, ciddî bağımsız devletler, yani başlangıçta geçici geçiş dönemi olarak düşünülen ve yeterli derecede sınırları belli olmayan millî devlet ipoteği altında ezilmektedirler. Bu görüntü içinde bir sürü dinamitleyici unsur bulunmaktadır. Millî devletlerden ziyade az çok eski Sovyetlerin “Millî Devletler”, yapay bünyelerinin olduğu yerlerde, 1924’te etnik yapıya vurulan balta darbesinin yankısı hâlâ bugüne kadar devam etmekte ve şimdi şiddetli olarak hissettikleri bağımsızlıkları için mücadele vermektedirler.
Humbolat Üniversitesi Asya ve Afrika Çalışmaları Enstitüsü, Berlin / Almanya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 18 Sayfa: 862- 871