Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Selçukluların Altın Çağında Siyasî Kriz Ve Müslüman Bürokratlar: Melikşah İktidarının Doğuşu

0 15.337

Dr. Lık Arifin MANSURNOOR

Büyük değişiklikler ve üstesinden gelmesi gereken zorlukların varlığı, halifelik kurumu için 11. yüzyılın belirleyici özellikleriydi. Çağımız bilim adamları Selçukluların Orta Doğu’ya gelmelerinin halifeliğin varlığını sürdürmesinde önemli bir faktör olduğunu düşünürler. Örneğin, Ira Lapidus, Selçukluların farklı siyasi gündem izlemelerine rağmen, Abbasi halifesinin şeref ve otoritesini canlandırmasına yardım ettiğinde ısrar eder. Daha önce de George Makdisi, 11. yüzyılın ikinci yarısında Sünni İslamın yeniden canlanmasının nedeni, Selçuklulardan -meşhur vezir Nizamülmülk dahil- daha çok Hambeli taraftarlarına atfedilmelidir, görüşünü savunur. Bütün bu fikirlerin ışığında inanıyorum ki 11. yüzyılın karmaşıklığı belirli kişi veya kuruluşların şemsiyesi altında basitçe genelleştirilemez; bu nedenle Müslüman toplumun kendine özgü hareketliliğini anlamak için zamanın birkaç olayını incelemek gereklidir. 11. yüzyılın en dinamik ve konuyla alakalı olgularından biri sultan Melikşah ve onun veziri -Nizamülmülk- arasındaki anlaşılması zor fakat ilginç ilişkilerdi. Her ne kadar bu olayın pek çok ayrıntısı M. H. al-Nakib tarafından anlatılmışsa da, onun çalışmasında bu ilişkilerin dinamizmi ve eşsizliğinden az bahsedilmiştir. Selçukluların zayıf Abbasi halifeleri döneminde siyasi iktidarı ele geçirmeleri Orta Çağ İslam tarihinde önemli bir dönemi simgeler. Her ne kadar Selçukluların Horasan ve daha sonra Irak’ta 1055’de ortaya çıkışları, o zaman Şii yanlıları tarafından kuşatılmış ve tehdit edilmiş, halife tarafından önceleri sıcak bir şekilde karşılansa da, halifenin siyasi-dünyevi gücü hususunda Selçukluların Şii Buveyhilerden daha iyi olmadıkları ortaya çıktı. Selçuklu Sultanı Tuğrul, halifenin kızıyla evlenme teklifinin reddedilmesi halinde, halifeyi ekonomik ambargoyla bile tehdit etti. Bu konuda Tuğrul’un politikasında ve karar verme sürecinde vezir el-Künderi gibi bir şahsın etki ve rolünü görmezlikten gelemeyiz.

Alp Arslan’ın 1063’te amcası Tuğrul’un yerine geçmesi, Alp Arslan’ın halifenin otorite ve şerefinin bir kısmını iade etmesi nedeniyle, halifenin bir miktar rahatlamasını sağladı. Böyle uyumlu bir ilişki her iki tarafın, diğer tarafın pozisyonu ve gücü hakkında karşılıklı anlayışından kaynaklandı. Halife, siyasi ve askeri yönden zayıf durumunun, Alpaslan’ın yönetiminde yükselen Selçuklulara rağmen iktidarını daha fazla hissettirmesi açısından kendisine yardımcı olmayacağının farkındaydı. Aynı zamanda, becerikli Nizamülmülk tarafından yardım edilen sultan da halifenin Müslüman toplum arasındaki ruhani konumunu takdir edebildi ve koruyabildi. Böyle bir nüfuz ve prestij elbette Selçukluların dünyevi iktidarlarını sürdürmelerine yardımcı olacaktı. Dolayısıyla, sultanın, İslam toplumunun değişik mensupları üzerinde otoritesini meşrulaştırmak için, halifelik onayına ihtiyacı olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda, Bağdat’ın Arslan Besasirî tarafından işgali deneyimine sahip halife, halifeliğin devamı açısından Selçuklular gibi güçlü yöneticilerin varlığının çok önemli olduğunu anladı. Her ne kadar, Büveyhiler döneminde olduğu gibi, halifenin otoritesi uygulamada Bağdat’la sınırlandıysa da, dini otorite ve ikta suretinde elinde tuttuğu nispeten büyük maddi kaynak onu memnun etti. Halife ve sultan arasında küçük ve önemsiz krizler vuku buldu, fakat bu olayların çoğunda, sultan sadece halifenin fikirlerini kabul etti.

Sultanın bu gerçekçi tavrı benimsemesinin nedeni, özellikle neredeyse bütün saltanatı boyunca seferler düzenlemiş olmasıydı; Bağdat’ı görmek için, en azından resmen, hiçbir isteği yoktu. Dolayısıyla, başarıları ve zaferleri kadar istikrar ve fetihler sırasında biriktirilen zenginlik ona tatmin ve gurur vermişti. Alpaslan’ın saltanatı süresince, halife kendi vezirini belirleme yetkisini -vezir sarayın dışında hatta başşehir Bağdat’ta bile, çok sınırlı bir güç sahibi olsa bile- elinde tuttu. Bu, çoğunlukla sultanın eyaletler ve şehir üzerinde daha güçlü kontrol sağlamak için kurduğu idari sistemin bir sonucuydu. Askeri ve idari temsilcilerini -şahne ve amid- (idarî işlerden sorumlu vali) eyaletlere ve, halifenin oturduğu Bağdat dahil, şehirlere göndermek sultanın uygulaması oldu. Böylece, amid’in Bağdat’taki varlığı ile şehrin fiili yönetimi, özellikle vergilendirme ve ikta’nın organizasyonu, tamamen sultanın temsilcileri tarafından denetlendi. Bu arada, şehrin iç güvenliği “Şahne”nin elindeydi.

Halifenin hareketsiz ve memnun görünmesine rağmen, bu hakimiyeti göz önünde tutarak, bir soru ortaya atabiliriz: Halifenin böyle bir durumu kabulüne ve pasifliği benimsemesine sebep olan neydi? Onun siyasi ve askeri zayıflığına ilaveten, Büveyhilerin zorla kabul ettirdiği katı denilebilecek sınırlandırma, kitleler nazarında siyasi desteğini büyük ölçüde zayıflattı. Bu arada, egemen Selçuklular halkça sevilmeyen halife tarafından karşı konulamayacak derecede güçlüydüler.

Alp Arslan 1072’de, doğu sınırında sürdürdüğü uzun seferler esnasında öldü. O zamana kadar, kendisini Akdeniz kıyıları ve Çin sınırları arasındaki geniş toprakların hükümdarı olarak ilan edebilmişti. Ölümünden sonra, genç Melikşah babasının veziri Nizamülmülk’ün tam yardımıyla tahta geçti. Genç sultanın tahta geçişi, sultan ile halife ve sultan ile deneyimli veziri Nizamülmülk arasındaki ilişkilerin diğer bir safhasına damgasını vurdu.

Sultan ve halife arasındaki ilişkilerde 1075’te genç Muktedi’nin büyük babası Kaim’in yerine halife olmasıyla huzursuzluk ortaya çıktı. Her iki lider de genç ve hırslı fakat açıkça tecrübesizlerdi; dolayısıyla zaman zaman onların anlaşmazlık ve sürtüşme içine düşmeleri şaşırtıcı değildi. Vezir Nizamülmülk’ün kendini görevine adamışlığı ve tecrübesi sayesinde, sultan, halifenin daha çok ruhani bir merkez olarak kalmasını sağlayabildi; hatta o derecede ki, halifenin vezirleri sık sık sultanın saray halkının arkadaşları oldular.

Selçuklular, siyasi şartlar gerektirdiğinde, kendi plan ve isteklerini halifeye zorla kabul ettirmekte tereddüt etmediler. Örneğin, Tuğrul Halife Kaim’in kızıyla evlenmek istemek ve hatta bu konuda ona gözdağı vermekte ısrar etti. Diğer taraftan, Halife Muktedi Selçuklularla evlilik yoluyla uzlaşma sağlamaya teşebbüs ettiği zaman, sultan bu evlenme teklifini, muhtemelen sadece böyle bir kararın siyasi avantajlarını gördükten sonra, soğuk bir şekilde kabul etti. Fakat, halifenin daha uyumlu ilişkiler oluşturabilmek umudu, Muktedi’nin sultanın kızıyla evliliğinden halifenin bir oğlu dünyaya gelince, tamamen yok olmadıysa da, başarısızlığa uğradı. Halifenin Mehmelek (sultanın kızını) ve onun oğlunu Bağdat’tan sürme çabaları sonuç vermesine rağmen, sultanın kendi siyasi çıkarları için torununu kullanması ihtimalinin önüne geçemedi.

Halifenin durumu, vezirleri sultanın himayesindekiler arasından atandığı zaman, çok değişken bir hal aldı. Halifenin sağ kolu olan bu vezirler, halifelik yönetimini kolaylıkla sultanın planlarına göre ayarlayabildiler. Genel olarak söylenirse, bu durum, iki genç yönetici arasında uyumsuz bir ilişkiye sebep oldu. Şüphesiz ki Melikşah güçlü ve zeki bir yöneticiydi, fakat başarısını-özellikle saltanatının ilk yıllarında çoğunlukla, babası Alpaslan’a hizmet etmiş ve kendini işine adamış, vezir Nizamülmülk’e borçluydu. Halife ve sultan arasındaki ilişkinin kötüleşmesinde Nizamülmülk’ün ne ölçüde katkısı oldu? Alpaslan’ın saltanatı süresince bu ilişkinin nispeten barışçı ve uyumlu olduğu gerçeği ışığında bu makale, Melikşah’ın saltanatının son yıllarında siyasi krizin odakları olarak ortaya çıkmış gözüken, halife, sultan ve Nizamülmülk arasındaki üçlü ilişkiyi inceler.

Melikşah’ın Saltanatı Döneminde Abbasi Halifeliği

Melikşah saltanatının başlangıcında neredeyse üç yıl halife Kaim ile ilişkilerini kuvvetlendirmeye yönelik jestler yaptı. Unutulmamalıdır ki Melikşah, eğer Müslüman halkların desteğini kazanmayı amaçlamışsa da saltanatının halife tarafından onaylanmasına ihtiyaç duymakta idi. Nizamülmülk – sultanlığı yönetmek için hem babasının hem de Melikşah’ın kendisinin güvenini kazandı- Melikşah’ın sultanlığı için halifenin onayını başarıyla elde etti. Halifelik ve Selçuklular arasındaki uzun ve nispeten olumlu ilişkilere dayanarak -özellikle genç ve tecrübesiz bir sultanın hükümdarlığa gelmesiyle- Kaim, dini ve hatta belli bir dereceye kadar Bağdat ve çevresinin yönetimine ilişkin otoritesini tekrar teyit edebildi.

Halife, sultanın asi amcası Kavurd’a karşı seferine destek vermek için halifelik milislerini General (nakib) al-Zaynabi komutasında göndermeye karar vermesi ile, göründüğü kadarıyla sultanın halifeye sadakati ve minnet duyması meyvesini verdi. Al-Zaynabi’nin savaşa-Melikşah’ın zaferinde rol oynayan bu önemli katılımı, Kaim’in oynayabileceği siyasi rolü açıkça gösterdi. Halifenin, sultanı desteklemek için siyasi ve askeri mücadelelere doğrudan katıldığını belirtmeye değer. Halife neden Kavurd’u değil de Melikşah’ı desteklemişti?

Halife, açıkçası, Nizamülmülk’ün rehberliği altında Melikşah’ın gücünün ve Alp Arslan döneminde oluşan statükoyu sürdürebileceğinin farkına vardı. En azından teoride, sultanın halifeden onay almaya ihtiyacı olduğu doğruydu, fakat pratikte gücünün pek çoğunu kaybeden halife, güçlü sultanın desteğini sağlamak için istekliydi. Halife şimdiye kadar sultandan aldığı geçerlikte olan imtiyazları korumak için, manevralarını diplomatik yolları kullanarak yapmalıydı. Sözleşme yapılması ve bayrak verilmesi şeklinde tezahür eden Sultanın onaması ile yetinmeyen halife, sultan ile kurduğu ilişkileri teyit etmek için İbn Cahir (baba) başkanlığında özel bir heyet gönderdi. Böyle bir yaklaşım geçici olarak halife ve sultan arasındaki iyi ilişkilerin sürdürülmesine yardım etti.

Fakat, devletin kontrolünü önemli ölçüde ele geçiren ve halifeyle muamelelerde çok tecrübeli olan vezir Nizamülmülk, halifenin azalan gücünü sınırlamak için girişimler başlattı. Halifenin oldukça küçük olan ikta’sının bir parçasına el koydu ve muhtemelen Bağdat’ta özel bir ordu olarak tuttuğu Oğuz’a verdi. Bu girişim halifeyi üzdü. Kaynaklarımız Nizamülmülk’ün bu girişimini hazırlayan sebepleri açıkça belirtmez; muhtemelen vezir, İbn Cahir (baba) tarafından halifeye verilen desteğin farkındaydı. Dolayısıyla, ikta’ya el koymak, Nizamülmülk’e halifenin güçlü bir ordu kurma kabiliyetini zayıflatmak için en iyi yol olarak göründü. Melikşah’ın sultanlığının propagandasını yapmak ve halife ile sultan arasındaki ilişkilerinin kuvvetlendirilmesi görevine ilaveten, İbn Cahir (oğul) Nizamülmülk’le ikta’nın müsaderesi konusunu görüşmeye mecbur edildi. Sonunda Nizam halifeye kötü davranmayı durdurmaya razı oldu, buna karşın halife el konulan ikta’sının geri iadesi için Oguz’a çok miktarda para ödemek zorunda kaldı. Diğer taraftan, Melikşah, Kaim’e verdiği hediyelerin fazlalığından açıkça belli olduğu gibi, halifeyle daha iyi bir ilişki kurmaya teşebbüs ediyordu. Bağdat’ta bir zamanlar şahne makamının verilmediği Aytekin Suleymanî halifenin sarayında, istek olduğu zaman halifeye hizmet edecek, sultanın “kişisel temsilcisi” (hacib-kelime anlamıyla mabeyinci) olarak atanmıştı.

Bağdat’ta 1073’te meydana gelen büyük selin şehirde yıkım ve maddi hasara neden olduğunu belirtmek dikkat çekicidir. Bu sebeple, üst düzey görevliler veya halifeye gönderilen hükümet temsilcileri onuruna verilen geleneksel törenler dahi iptal edildi. Bu münasebetle, Nizamülmülk’ün oğlunun, Mu’ayyid el-Mülk ve İbn Cahir’in (baba) gelişi nedeniyle bu tür törenler yapılmadı. Muhtemelen Mu’ayyid al-Mulk’ün itirazları ve kızgınlığı sebebiyle, saray daha sonraları para karşılığı uzlaşma teşebbüsünde bulundu. Kaim’in ölümüne kadar halife ve sultan arasındaki uyumlu ilişki sürdü. Bundan başka, Bağdat şahne’si şehrin düzen ve güvenliğinin korunması amacıyla halifeyle işbirliği yaptı.

Her ne kadar halife tam bir dini otoriteye sahip olsa da, sultanın özellikle Bağdat’ta bulunan belli çıkarları, halifenin otoritesini tam olarak kullanmasına yönelik her girişimi zayıflatmayı amaçlayan önlemleri gerekli kıldı. 1073’teki sel felaketi sonrasında, bazı dini liderler-Ebû Ishak Şirazı ve Şerif Ebû Cafer dahil- saraya gelerek (daha önce yaptıkları gibi) halifeden genel evler, alkollü içki satan ve kadınların şarkı söylediği yerler gibi eğlence yerlerinin, kapatılmasını istediler. Fakat, halife bu talepleri sadece sultanla temasa geçeceğine söz vererek cevaplandırdı. Sultanın bu gibi yerlerdeki çıkarının ne olduğunu -şehirdeki askerlerine eğlence sağlamak veya sadece vergi toplamak olup olmadığını- tam olarak bilmiyoruz. Dahası dini çevrelerin sel gibi felaketlerin sebepleri olarak addolunan bu yerlere itirazları, halkın geniş bir kesiminin -özellikle ordunun- bu eğlenceleri şu veya bu şekilde himaye etmeye karıştığını gösterir. Böyle ahlaksızlık elbette ‘ulema’ arasında kaygı uyandırdı. Fakat itiraz, Muktedi ertesi yıl tahta geçene kadar çözümsüz kaldı. Böylece Kaim, bu ufak kriz dışında sultanla karşı karşıya gelmekten uzak durmayı tercih etti. Aynı zamanda yeni sultanın, durumunu güvence altına almak ve halkın kendisine desteğini kuvvetlendirmek için, bu meselede halifeye karşı yatıştırıcı uzlaşmacı bir siyaset benimsemekten başka seçeneği yoktu.

Kaim’in ölümünü takiben 1075’te hilafeti üstlendiğinde sultanın Bağdat’taki gücü ve etkisinin tamamen farkındaydı. Halife, makamını korumak için, İbn Cahir’i (oğul) büyük miktarda hediyelerle İsfahan’a gönderdi. Bu zaten zengin olan sultanın kalbini kazanmak için değil, halifenin sultanın gücünü itiraf ettiğini göstermek içindi. Bundan başka, Banu Cahir’in tekrar vezir yapılmasıyla Bağdat’ta belli gelişmeler oldu. Şehirde Nizamülmülk’ün çeşitli politikalarına karşı güçlü ve yaygın söylentiler vardı. Sibt İbnü’l Cevzi’ye göre Nizamülmülk’e karşı düşmanlık halifenin veziri İbn Cahir’in (baba) çevresindeki bazı gruplar tarafından teşvik edildi. Bu olayların önemi, Sultanın Bağdat’taki hakimiyetinin şümullü olduğu ve bunun Nizamülmülk tarafından yapılandırıldığını göstermesiydi.

İbn Cahir (baba) -halifenin siyasetinden sorumluydu- halifenin prestijini artırmak için harekete geçti. Vezir -yeni, tecrübesiz halifenin himayesinde, halifelik işlerini idare etmekte daha bağımsız olduktan sonra- Bağdat’ta bir milis grubu teşkil etti. Bu tedbiri almakta onu destekleyecek, örneğin, Kaim’den torunu Muktedi’ye geçiş döneminde şehirde düzen ve güvenliği korumak için duyulan ihtiyaç gibi güçlü sebeplere sahipti. Sultanın şehri ele geçirme ihtimaline karşı vezirin -sultanın gücüne meydan okumak şöyle dursun- şehri savunmak istediği iddiasını bile destekleyecek hiç bir delile sahip değiliz. Fakat vezirin, halifenin ‘bağımsızlığını’ teyit etmeye teşebbüs ettiği daha sonra meydana gelen olaylarda açıkça anlaşılmaktadır. Bu hususta vezir, Kaim’in saltanatı döneminde farklı olarak, muhtesib’e (ahlak zabıtası), halifeliğe ait milislerin desteğinde, eğlence yerlerinin yıkılmasına ilişkin dini grupların istediklerini yerine getirmek için emir verdi. Dini gruplar arasındaki artan desteği vurgulamak için, İbn Cahir (baba) şehirdeki pek çok kurumda uygulanmak üzerine katı ahlaki yönetmelikler yürürlüğe koydu. Kaynaklarımız İsfahan’ın -Melikşah ve Nizamülmülk’ün- bu sıradışı faaliyetlere doğrudan tepkilerinin ne olduğunu söylemezler.

Takip eden yıla (1076) kadar, halife en azından Bağdat’a siyasi olarak hakim olmuş gibi görünmektedir. Halifenin vezirin halifenin pozisyonunu tekrar teyit etme teşebbüsüne cevaben sultan, şahne Kuhra’in’i, İbn Cahir’in (baba) son siyasi hareketleriyle ilgilenmeyi içeren özel bir görevle Bağdat’a gönderdi. Kuhra’in’in Bağdat’ta bulunuşunun gözdağı verici niteliğini idrak eden vezir kendi pozisyonu hakkında son derece korktu ve kaygılandı. Dahası vezir, Kuhra’in’in halife için bir mektup getirdiğini görünce halifeliğin iç işlerini teşhir etmesinden anlaşılacağı gibi, paniğe kapıldı. Sultanın sadece vezirin İsfahan’a karşı siyasi hareketlerini durdurmasını istediğini anlayınca, kısa bir süre sonra uygunsuz davranışlarından pişman oldu.

1076 yılının başında, halife sultanın emriyle bir kez daha ikta’sının bir kısmına (100,000 dinar) el konulması ile utanılacak bir duruma düştü. Bu el koyma ile halifeliğin sultanın Bağdat’taki ayrıcalıklarına önceki karışması arasında bir bağlantı olup olmadığı açık değildir. Fakat, belli ki bu el koyma olayı, ortaya çıkan krizi görüşmek üzere halifenin İbn Cahir (baba) ve Zafar’ın başkanlığında bir heyeti İsfahan’a göndermesine neden oldu. Ancak, heyet bu el koyma kararının geri alınmasını sağlayamadı. Sibt el-Cevzî bu konuda bize sadece “bir süre sonra sultan, halifenin ikta’sının ve ikta’nın mahiyetinin (hashiya) beratını bildiren bir mektup gönderdi” demektedir. Bu zamana kadar, şahne’nin Bağdat’taki-hatta bir dereceye kadar batı Irak’ta pek çok yerdeki-otoritesi daha da güçlendi.

1077’de Nizamülmülk-Melikşah’ın Bağdat’ta ikili politika izlediği daha açık hale geldi. Bir taraftan, müslüman halkın yaygın desteğini elde etme ümidiyle sultan, halifenin manevi desteğine şiddetle ihtiyaç duydu. Diğer taraftan, sultan başşehir Bağdat’ın kontrolünün gerekliliğini anladı. Nizamülmülk’ün sultanın siyaset yapıcısı olduğu kadarıyla, şahne ve amid’e ilaveten oğlu Muayyid al-Mulk ve Nizamiye medresesi vasıtasıyla şehirde kontrolünü ve halk desteğini kazanmak için manevra yapmıştı. Anlaşılan, Nizamülmülk’ün bu yöndeki politikaları, kendi siyasi çıkarlarını başarmak şöyle dursun, İsfahan ve Bağdat arasında uyumlu ilişkiler kurmaktan daha çok huzursuzluk ve ihtilafa neden oldu.

Nizamülmülk’ün hakim pozisyonda olduğu dönemde, özellikle kurduğu medreseler ve Şafi ‘ulemaya’ sağladığı mali destek vasıtasıyla, Şafilerin güçlendiği doğrudur. Yine de bu dönemde, Bağdat Hambeli olmayanların rahat ettiği bir mekan değildi. Bu olgu Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’ne Ebu Nasr’ın vaazını müteakiben kalabalıklar, diğer deyişle Hambeliler, tarafından saldırı düzenlendiğinde belirginleşti. Bu olayda çok sayıda kayıp verildi. Kriz neredeyse Ibn Cahir’in (baba), muhtemelen halifenin talebiyle, Hambeli lideri Şerif Ebû Cafer den çatışmaya son vermesini talep etmesine kadar kontrol altına alınmayacaktı. Uzayan çatışmalar halifenin veziri tarafından şehirdeki sultan ve Nizamülmülk’ün etkisini zayıflatmak amacıyla planlanmış gibi görünüyor. Çünkü, Nizamülmülk krizdeki rolü nedeniyle Ibn Cahir’in (baba) görevden alınmasını talep etmişti. Aynı zamanda, Nizamülmülk’ün Bağdat’taki dini politika hakkındaki kaygısı, Ebu Ishak’ın krizle ilgili çağrısına verdiği soğuk cevaptan anlaşılabilir.

Sultanın Ibn Cahir’i (baba) görevden alması talebine karşılık, halife onu vezirlik görevinden almadı. Bu arada, Ibn Cahir (oğul) İsfahan’a krizi çözmek için gönderildi. O, bu görevi başarıyla yerine getirdi. Nizamülmülk, Banu Cahir tarafından hazırlanan anlaşmayı tamamen kabul etti. Tarafların yakın kişisel ilişkileri bu anlaşmada açıkça önemli bir rol oynadı. Dahası, Ibn Cahir Nizamülmülk’ün diğer kızıyla evlendi. Bağdat’a dönüşü üzerine, İbn Cahir (oğul) Nizamülmülk’ten babasına -şüphesiz tarafların barıştırması için niyetlenilmiş -çeşitli hediyeler getirdi. Fakat, Ibn Cahir (oğul) başkente gelince, halife onu vezir olarak atamayı reddeden bir kararname yayınladı. Onun yerine, Ebu Şuca’yı geçiş dönemi veziri olarak atadı. Nizamülmülk, Ebu Shuja’nın adaylığına şiddetle karşı çıktı ve halifenin Ibn Cahir’i (oğul) vezir olarak atamasını -ta ki halife razı olana kadar- istemeye devam etti. Ebû Şuca’nın sadakatini korumak için halife onu, halifenin özel sekreteri sorumluluklarını üstlendiği Bab al-Hujra’da bir başka göreve nakletti.

Bu belli gelişmelerden halifenin, asıl ilgisi Bağdat’la sınırlı olmasına ve çıkarları özellikle vezirleri tarafından idare edilmesine rağmen, daha büyük güç kullanmak çabası içinde olduğunu çıkarabiliriz. Fakat, halifenin hemen hemen tamamen dini otoritesiyle hoşnut olmak zorunda olduğu kısa zamanda açığa çıktı. Muhtemelen, halifenin kendisini halka daha iddialı olarak sunmak konusunda tereddüt göstermesi, onun siyasi başarısızlığında büyük etkisi oldu. Bu arada, halifenin üstünlüğünü yeniden teyit etmeyi tasarlayan gayretli vezir, sultan-Nizamülmülk ikilisinin gücüne karşı koyamayacak kadar zayıflattı.

Muktedi’nin halifeliği zamanındaki (467-1075-93) diğer önemli bir gelişmede -bu türden ilk gelişme olmasa da- onun sultanın kızıyla evlenme teklifiydi. Evlilik fikrini ortaya atan halifeydi. Bunun sultanla ilişkileri geliştirmeyi amaçlayıp amaçlamadığı kaynaklarımızda açık değildir. Sultan, başlangıçta böyle bir teklife çok ilgi göstermedi. Hatta, halifeyi kızıyla evlenmek isteyen diğer sıradan taliplerle kıyasladı. Bu aşamada, Banu Cahir ve Nizamülmülk’ün bu evlilik teklifindeki rolünü görmezlikten gelinmemelidir, çünkü onlar bu evliliğin başarısı için dikkatli bir plan düzenlemiş gibi görünüyor. Onların çabaları, nişan merasiminden 6 yıl önce, Banu Cahir’in Bağdat’tan çıkarılması zamanında, 474 H/1082’de başladı.

Halife Banu Cahir’in azledilmesindeki tehlikeyi iyi biliyordu. Örneğin, halife onların görevden alınmalarından önceki yıl sultana iki farklı elçi grubu gönderdi. Nizamiye profesörü Ebu Ishak öncülüğündeki ilk elçi grubu iki görevle görevlendirildi: Amid Ebû’l-Feth’in Bağdat’ta vergi toplamasını kısıtlamasını sultandan istemek ve teklif edilen Banu Cahir’in görevden alınması hakkında İsfahan’a danışmak. Nizamülmülk’le kuvvetli bir kişisel ilişkisi olan Ebu Ishak göründüğü kadarıyla görevini başarmakta hiç bir zorlukla karşılaşmadı. Öyleyse, Banu Cahir’in görevden alınması yönündeki sultanın tavsiyesini halifeye getirmiş olabileceği mümkündür. Diğer elçi grubu, halifenin Banu Cahir’in görevden alınmasından sonra vezirlik için tercih ettiği Ebu Şuca tarafından öncülük edildi. Her ne kadar Ebu Şuca’nın halife tarafından mı gönderildiği yoksa kendi isteğiyle mi İsfahan’a gittiği kaynaklarımızda açıkça belirtilmemişse de, Ebu Şüca’nın Bağdat’a dönüşünde halifelik tarafından iyi karşılanması, Ebu Şüca’nın sultanı ziyaretinin halifenin bilgisi dahilinde gerçekleştiğinin bir işareti olabilir. İddia edildiğine göre, Ebu Şüca’nın İsfahan’a gelişi Banu Cahir’in görevden alınması önerisine bir çözümle diğer bir deyişle, Banu Cahir’in sultanın himayesi altında olması ile- sonuçlandı. Her halükarda, sultan Ebu Şüca vezirlik için adaylığına hiç itiraz etmedi.

Böyle bir anlayışa ulaşılmasına rağmen, halife Banu Cahir’in görevden alınmasına sultanın göstereceği tepkilerden çok endişe duymaktaydı. Bu, halifenin İbnü’l Reisü’r-Rüesa’yı geçici vezir olarak atamasından anlaşılır. Aynı zamanda, halifenin Banu Cahir’i görevden almasına razı olan sultan, Diyarbakır olaylarında uzman olan İbn Cahir (baba) hakkında diğer bir fikre sahipti. İsfahan’da bir süre kaldıktan sonra Ibn Cahir (baba) Mervani beyliğinin yönetimini ele geçirmek üzere görevlendirildi. Halife Banu Cahir’in gizlice Bağdat’ı terk ettiğinin farkına varınca son derece hayal kırıklığına uğradı. Gerçekten, sultandan onları korunmamasını istedi. Bu istek sultan tarafından ciddiye alınmadı, çünkü Banu Cahir sultan tarafından hoş karşılandı ve hatta İbn Cahir (oğul) sonraları halifenin veziri olarak tekrar aday gösterildi.

Halife kendi adamını atamak suretiyle Banu Cahir’in görevden alınmasından faydalanmaya teşebbüs etti. Fakat, bu makamı dolduracak Ebu Shuja zaten sultanla bir anlaşma yapmıştı. Dolayısıyla, yeni vezir halifenin, kendi çıkarlarını korumak için gereğini yapacağını umacağı bir şahıs değildi. Örneğin, 478/1086’da Bağdat’ta ayaklanma esnasında Ebu Shuja krizi kendi başına yatıştırmayı beceremedi ve şahne’den yardım istemek zorunda kaldı. Böyle bir olay, sultanın güç ve etkisine Bağdat’ta boyun eğen halifenin vezirinin zayıflığını açıkça gösterdi. Ebu Shuja’nın zaman zaman sultanın şehirdeki üstünlüğüne meydan okuyabildiği doğrudur. Fakat, onun nüfuzunu genişletme amacı, görevi bırakmasına sebep oldu. Aynı zamanda, halife Ebu Shuja’nın icraatından memnun olmadı ve görevden alınmasına razı oldu.

Sultanın kızının (Mehmelek) evliliğinden önceki yılda, halife Bağdat’ta bağımsızlığını sergiledi. İçkili yerler ve eğlence yerlerinin yayılmasına karşı kampanyalarını tekrarladı. Dahası, halkın esenliğini teşvik için halife ‘mezalim’ bürosunu canlandırdı. Böyle bir kuruluşun halifenin popülaritesine tesiri Wasit halkının, bölgelerindeki vergi memuru (nazır) tarafından işlenen adaletsizlikler hakkında halifeye şikayet ettikleri zaman belirginleşti. Halife meseleyi “sahibü’l- mezalim” havale etti. Diğer taraftan, böyle bir hareket halifenin benzer bir konuda daha önceki bir siyasetiyle karşılaştırıldığında oldukça tartışmalıydı. Bununla beraber, halifenin halk desteğini kazanmak için diğer bir teşebbüsü de onun ticari vergiler (mukus) gibi bazı mali tedbirleri yasaklayan, bazı vergileri (daraib) kaldıran ve 1087’de veba kurbanlarına yardım sağlanmasına ilişkin kararnamesiydi.

Sultanın kızının halifeyle evlenme merasimi vesilesiyle Bağdat’a yaptığı ilk ziyaretini her iki taraf kendi siyasi düşünceleri temelinde daha uyumlu bir ilişki kurmak için kullanıldı. Sultan çeşitli unvanları ve hediyeleri kabul ettiği zaman, halife, sultan üzerinde sadece ahlaki etkisini kuvvetlendirmek şeklinde de olsa, başarılıydı. Fakat, sultanın bu evliliğe görünüşte soğuk tavrı da onun evlilikten faydalanmasını engellemedi. Sonraları, bu evliliği kendi siyasi hırsları için yönlendirmeye çalıştı.

Sultan, İsfahan’a dönüşünden kısa bir zaman sonra, küçük oğlu Ahmed’i veliaht olarak atanmasını kabul etmesini ve Cuma hutbelerinde adının geçmesini halifeden istedi. Bu açıkça halifelik kurumunun geleneklerinde bir yenilik anlamına gelmesine rağmen, halife görünürde itiraz etmedi. Çok sayıda Türkmenin karısının (Mehmelek) sarayından çıkarılmasıyla aynı tarzda karşılık verdi. Bu eylem görünüşte onların Bağdat halkına karşı şiddete başvurmaları nedeniyle alındı. Fakat Mehmelek ile ilgili daha sonraki gelişmeler halifenin ondan ve oğlu Cafer’den kurtulmağa teşebbüs ettiğini gösterir.

Halife sultanın bu isteğinden, Ahmed’in atanmasına benzer biçimde Mehmelek’in oğlunun veliahtlığını meşrulaştırabileceği nedeniyle, kaygı duymuş gibidir. Dahası, Cafer’in doğumundan sonra halifenin Mehmelek’i kasten ihmal etmesi, muhtemelen Cafer’in tahta geçmesi ihtimalini safdışı etmeyi amaçlayan bir teşebbüstü. Diğer taraftan, sultan, torununu Muktedi’nin halefi konumuna gelmesi için çaba sarfetmiş olmalıydı. Bununla birlikte, Mehmelek’in kocasının, yani halifenin, ‘kötü davranışı’ hakkındaki şikayeti, sultanın onu ve Cafer’i İsfahan’a çağırmasına neden oldu. Halife tereddütsüz onların geri gönderilmesine razı oldu, çünkü muhtemelen bu durumu sultanın halifelik işlerine doğrudan karışmasından kurtulmanın en iyi yolu olarak gördü.

1090’da Bağdat’ta otoritelerin bastırmakta başarısız olduğu ciddi bir ayaklanma çıktı. Ibn al- Jawzi, Ibn Aqil’in açıklamasına dayanarak, ayaklanmanın sadece belirli aralıklarla tekrarlanan Hambeli-Şii hasımlığı olduğunu iddia etti. Fakat, ayaklanmadaki olayların detayları meselenin, toplulukların zengin ailelere ve pazar yerlerine giriştiği yağma ve çapulculuğun gösterdiği gibi, sosyo-ekonomik rahatsızlıklar üzerine odaklandığını işaret eder. Hatta Ibn al-Athir ayaklanmanın ‘sorun çıkaranlar’ (al-mufsidun) ve ‘kendi çıkarları için toplum düzenini bozan zümreler’ (al-‘ayyarun) tarafından kışkırtıldığını iddia eder. Kriz esnasında halife muhtemelen şehirde bulunan askerlerin kavgayı ve yağmayı durduramadığının farkına varması nedeniyle, kendisi milisleri ayaklanmacılara karşı örgütlenmeyi denedi. Kriz, Mazyadi beyi, Seyfü’d-devle’nin, halifenin isteği üzerine, askerleriyle sorun çıkaranları temizlemek için şehre gelmesine kadar halkı tehdit etmeye devam etti.

Sultanın Bağdat’ta yaygın biçimde eleştirildiği göz önüne alınırsa, o, krizden kısmen sorumlu tutulabilir. Bundan başka, Bağdat şahne’si Kuhra’in, kriz esnasında, Mehmelek ve oğluna eşlik etmek için İsfahan’daydı. Sultanın en azından ayaklanmaya belki de halifenin Bağdat’ta bile düzeni sağlayamadığını göstermek için müsamaha ettiği ve böylece torununu halifenin yerine tahta geçirmeyi umduğu tezini ileri sürmek abartılı olmaz.

Ayaklanmayı müteakiben 1090’da Bağdat’ta meydana gelen diğer gelişmeler bu konuda ışık tutabilir. Şahne Bağdat’a dönünce şehirde otoritesini kullanmak için çok aktif davrandı, ve hatta Basra’yı hedef alan Bedevi akınların kökünü kazımayı başardı. Bundan başka, halife, kendisi görünürde etkisiz vezirinden bıkmasına rağmen, sultan tarafından Ebu Shuja’yı vezirlikten almaya mecbur edildi. Ramazan 1092’de üst kademe bürokratları tarafından eşlik edilen sultan, bir cami ve kendisi ve yüksek rütbeli bürokratlar için saraylar inşa ettiği Bağdat’a doğru yola çıktı. Yine, Dicle nehrinin kenarında -vasıtasıyla başkentteki halk yığınları arasında kendisine duyulan sevgiyi artırabileceğini umduğu- büyük bir şenlik düzenledi.

Sultanın halifelik makamı için kendi hanedanlığını kurma isteği sadece Muktedi’ye karşı kişisel bir düşmanlık değildi, fakat bu oldukça stratejik bir hareketti. Sultan o zamanki müslümanlar arasında halifenin etkisini ve dini ününü takdir etti. Yine de sultan, aynı zamanda, imparatorluk için Bağdat’ın önemini anladı, fakat şehri tam olarak kontrol edemedi. Dolayısıyla, onun torununu tahta geçirme planı, özellikle kendisinin hâlâ orta-yaşlı olduğunu hesaba katarak, imparatorluk üzerinde tam bir hakimiyet kurmak ümidi ile yapılmıştı.

Melikşah Saltanatı ve Temsilcileri

Alp Arslan, Tuğrul’un 1064’te ölümü sonrasında Selçuklular arasındaki rekabetin farkına vardıktan sonra, büyük oğlu Melikşah’ı halefi olarak atamaya karar verdi. Bu Türk geleneğinde açıkça bir yenilikti. Saltanatının ilk yıllarında Melikşah, ailenin ileri gelenlerinden bazıları ona karşı ayaklandığı zaman büyük bir siyasi meydan okuma ile karşılaştı. Melikşah çok geniş sultanlığını düzenlemede hâlâ Nizamülmülk’e tamamen bağımlıydı. Bu hususta, sultanın veziri Nizamülmülk’e yetki devrinin mahiyetini incelemeye ihtiyacımız vardır. Nizamülmülk’ün gerçekte, Melikşah’ın tahta geçişinin ilk yıllarından bu yana devletin yapılanmasını idare ettiği sorgulanamaz. Hatta Nizamülmülk’ün Melikşah’ın veziri olmasını tavsiye eden Alp Arslan’ın kendisiydi. Fakat, yeni sultan, babasının kendisine bir vezir temin ettiğini anlamayacak kadar cahil değildi. Gerçekte, sultan güçlü bir kişiliğe sahipti. Eğer durum böyle idiyse, neden Nizamülmülk Alp Arslan’ın ölümünden sonra ve ordudaki kriz esnasında devlet üzerine tam yetkili olmayı doğrudan istemedi? Nizamülmülk’ün pratikte bu yetki aktarımından önce bile sultanlığı kontrol ettiği doğrudur.

Ordunun sultana bağlılığı Nizamülmülk’ün nüfuzu ve askerlerin ona rağbeti sayesinde başarıyla sağlandı. Melikşah hala onlara “yabancı” idi. Dahası, Nizamülmülk Türkmenlerin asi karakterlerinin, onların bağlılığını güvence altına almak için para vermesinin gösterdiği gibi, tamamen farkındaydı. Melikşah’a karşı Kirman’da başkaldıran Kavurd, isyanın sonucu hakkında ve kardeşi (Alp Arslan’ın) eski ordusunun -kendisinin Melikşah’a saldırdığını gördükleri zaman- kendi tarafına geçeceği konusunda iyimserdi.

Kavurd’un Hemedan’da yenilgisine kadar, Nizamülmülk mevcut haliyle ordu ve devlet işleri üzerindeki gücü ve etkisinden memnundu. Fakat, orduda olumsuz gelişmelerin bazı işaretleri ortaya çıktığında, anlaşılan Nizam sözde otoritesini tehdit edildiğini hissetti. Kaynaklarımız Kavurd’un ölümünden sonra sultanın ordusunda çıkan isyanın nedenlerine ilişkin birkaç yorumu verir. Nizamülmülk’ü genç sultandan ısrarla tam ve meşru güç istemeye davet eden bu isyandı. Görünüşe göre Nizamülmülk, orduda kendisine karşı herhangi bir potansiyel eleştiri hakkında çok kaygılıydı. Nizamülmülk’ün rakipleri askeri birlikler arasındaki hoşnutsuz grupları kendi çıkarları doğrultusunda, Nizamülmülk’ün devlet ve ordu üzerindeki güç ve kontrolünü tehdit eder ve bu otoritenin meşru olmadığını iddia eder bir tarzda kullandılar.

Vezir ve sultan arasındaki konuşma (Sibt Ibn al-Jawzi tarafından aktarıldığı şekliyle), tehdit edici ve güçlü bir Nizamülmülk’ün yanında, bize bu gücü meşrulaştırmak isteyen bir Nizamülmülk tasvir eder. Diğer bir deyişle, Nizamülmülk, saray halkı, divan ve orduda “meşru olmayan ve yabancı” bir efendiye neredeyse hiç itaat etmemiş bazı unsurların önemli bir muhalefeti ile karşılaştı. Yetkililerin Nizamülmülk’e verilmesi sadece bir makama atama yapılması niteliğinde değildi, ona doğrudan bağımsız bir ordu kurabileceği ve mali masraflarını karşılayabileceği çok büyük bir ikta verildi. Gelir ve ordu, özellikle bu devirde, bir yönetici için açıkça çok önemli meselelerdi. Böylece, Nizamülmülk, şimdiye kadar sultan unvanını taşımaksızın, fiilen ve hukuken Selçuklu imparatorluğunun yöneticisiydi. Ek olarak, iktidarı kullanmak açısından sınırsız bir hareket alanına sahipti. Bu kapsamı belirlenmiş yetkilendirme daha sonraları Nizamülmülk ve tecrübesi arttığı zaman tam bağımsız bir yönetici olarak davranmaya teşebbüs eden sultan arasında huzursuz bir ilişki yaratacaktı.

Güç aktarımını takip eden uzun yıllar, sultan, güçlü veziri Nizamülmülk’ün ellerinde sadece bir kuklaydı. Ancak 1076’dan sonra, Nizamülmülk’ün tavsiyesini dinlemeyerek emir Itsız’ın yerine kardeşi Tutuş’u Şam valisi olarak tayin ettiğinde, sultan kendi fikirlerini ifade etmeye başladı. Fakat, vezir karar verme mekanizmasında görmezlikten gelinemeyecek kadar güçlüydü. Örneğin, 1077’de Bağdat’ta Nizamiler (Nizamülmülk’ün takipçileri) Hambeliler arasında çıkan kavga ve bu olay sonrasında Bağdat ile İsfahan arasındaki ilişkilerde yaşanan kriz, tamamıyla Nizamülmülk tarafından tertiplenmişti.

Bir sonraki yılın Muharrem ayında, sultan kendisine ihanet ettiği gerekçesiyle ordu komutanını (sahib-ül ceyş) öldürerek tekrar daha kararlı bir şekilde bağımsızlığını ortaya koydu. Nizamülmülk’e sadakatinde şüphe olamayan sahib-ül ceyş’in öldürülmesi, sultanın en azından ordunun üst kademesini tekrar düzenleyerek askeri gücü kontrol altına alma teşebbüsü olarak değerlendirilebilir. Bu hareket Nizamülmülk üzerinde derin izler bıraktı. Gerçekten, vezir, zamanında Ebu Ishak’ın Bağdat’taki çatışmanın sonuçlandırılmasına ilişkin isteğine tereddütlü cevabından anlaşılacağı gibi, kendi geleceğinden kaygılanmaya başladı.

Nizamülmülk Bağdat’taki kendi çıkarları kadar sultanlığın işlerini de yürütmede oldukça ikna edici ve diplomatikti. Vezir, Hambelilerin şehirdeki gücünü çok iyi anlamış gibiydi; dolayısıyla açıkça onlara muhalefet etmek yerine Ibn Cahir (baba) gibi bazı şahısları suçlu olarak gösterdi. İsfahan’da ise her ne kadar sultan hakimiyetini ve kendi başına hareket etme kabiliyetini tekrar kazanmaya başlasa da, Nizamülmülk hâlâ icraatını sultan adına meşrulaştırabilecek kadar güçlüydü. Bu nedenle, Nizamülmülk’ün Ibn Cahir’in (baba) görevden alınması isteği sultan adına gönderildi. Bu arada, krizi yatıştırmak için gönderilen Ibn Cahir (oğul) sultanla değil, vezirle görüşmek zorunda kaldı.

Ibn al-Athir’e göre, Bağdat ve İsfahan arasındaki krizden sonraki yılın -1080- bütününde sultan, zamanını kuzenleri Beni Kavurd’ların arasında avcılık ve eğlenceyle geçirdiği Kirmanda inzivaya çekildi. Bu çekiliş sultan ve onun bağımsız veziri arasındaki ilişkiler açısından önemliydi. Sultan, saraydaki hareketsizlikten sıkıldı; kendini etkili vezirinden özgür hissetmek istedi. Fakat, Huzistan’da avlanırken al-Sharabi ve Kuhra’in, Nizamülmülk’ün temsilcisi ve arkadaşı Ibn Allan’ı öldürmek hakkında sultana danıştılar. Sultan bu fikri onayladı ve hatta onu nehirde boğarak öldürmelerini istedi. Tabi ki, sultan bu hareketin Nizamülmülk’ün çıkarlarına ters düştüğünün tamamen farkındaydı. Böylece sultan, gizlice de olsa, vezirinin iktidar üzerindeki tahakkümüne meydan okuma fırsatını yakaladı. Bu cinayetten yararlanarak sultanın, Ibn Allan’ın servetine el koyabildiğini ve bu Musevi temsilcinin yerine, al-Sharabi’yi Basra’ya -yıllık 100.000 dinar ve 100 at verilmesini öngören bir anlaşma ile- kendi zamin’i olarak atayabildiğini unutmamalıyız.

Yakın arkadaşının öldürülmesinin kendi gücünün belirgin bir biçimde kısıtlanması anlamına geldiğinin farkına varan Nizamülmülk, sultanın hareketini neredeyse üç gün evde kalarak hemen protesto etti. Ve sadece yoğun iknalar ve bazı tavsiyeler sonucunda tekrar görevine döndü. O zaman, vezir hem sultanın büyüyen güç ve desteğinin, hem de saray görevlileri arasındaki rakiplerinin kuvvetinin farkına varmış gibi göründü. Dahası, Ibn Allan’ın öldürülmesi, Nizamülmülk’ün hükümetin idaresindeki yetersizliğini göstermek için kullanılabilirdi, ki durum kuşkusuz sultanın zihninde vezirine duyduğu güveni zayıflattı. Devlet içindeki güçlü adam pozisyonu nedeniyle Nizamülmülk şimdilik sultanla uzlaşmakta hiçbir zorluk çekmedi. Basra’nın mali teşkilatı üzerindeki kontrolünü kaybetti, fakat hâlâ hakim konumunu korumayı başardı. Uzun tatil dönüşünde, sultan Nizamülmülk’ün verdiği davete çağrıldı. Orada vezir özür dileyebildi ve böylece sultanın olumsuz fikir ve eleştirilerinden çoğunu defedebildi. Gerçekten olgun sultanın gözünde ‘yanılmazlık’ maskesini kaybetmesine rağmen, Nizamülmülk hala güçlü bir adamdı.

Sultan artan gücünü pekiştirmek çabasıyla, ve muhtemelen de ekonomik ve askeri sebeplerle, Nizamülmülk’ün tavsiyesini görmezlikten gelerek binlerce askerini terhis etti. Bu dikkate değer olay, özellikle devletin ve de ordunun işlerinin yürütülmesinde, sultanın veziri hakkındaki olumsuz görüşünü ön plana çıkardı. Vezirin bu birliklere ilişkin beklentilerine ilaveten, pek çoğu sadece savaşma sanatında beceri sahibi olan askerlerin refahı hakkındaki kaygısı, onun terhise karşı çıkmasına neden oldu. Her ne kadar Melikşah sonraları Nizamülmülk’ün tavsiyesinin geçerliliğinin farkına vardıysa ve kendi asi aşiret mensuplarına -Tekiş- karşı düzenlediği seferler için daha çok para harcamak zorunda kaldıysa da, Nizamülmülk tarafları birlikleri zayıflatmayı becermesine yaraması nedeniyle aslında bu olaydan istifade etti.

Melikşah’ın üzerindeki vezirin azalan etkisinin farkına varan sultanın önde gelen yardımcıları, sultanın vezire karşı kendilerine teveccüh etmesi için yarıştılar. Bir taraftan onlar, Nizamülmülk’ün devlet ve de muhtemelen ordu üzerindeki kontrolünün kendi çıkarlarına olacak şekilde azaltılmasında rol oynadılar. Diğer taraftan, sultanın veziri eleştirmesinde rol oynadılar. Bu grubun önde gelenleri arasında Ibn Bahmanyar vardı. Bahmanyar bir zamanlar Nizamülmülk’ün rakiplerinden al-Sharabi’nin sekreteriydi. Muhtemelen, Nizamülmülk’ün mali durumu ve kurumları hakkında al-Sharabi’den bilgi almıştı. Bahmanyar yaptıkları toplantıda sultanı Nizamülmülk’ün yıllık mali sisteminin yetersizliği hakkında bilgilendirdi. Bahmanyar’a göre, Nizamülmülk belirli bölgeler için yıllık 700.000 dinar harcadı. Ek olarak, Nizamülmülk, İsfahan’a ilişkin mukavele kendisine tahsis edildiği takdirde (eyaletin zamin’i olarak), merkezi hükümete yıllık 70.000 dinarlık ek bir hisse temin edeceğine söz verdi. Kaynaklarımız önceki sözleşme sahibinin (zamin) kim olduğunu açıkça bildirmez, fakat özellikle Nizamülmülk’ün Ibn Bahmanyar’ı saf dışı etmek kararlığı göz önüne alındığında bu kişinin Nizamülmülk’ün adamı olduğunu ima ederler. Sultan, ilginç bir şekilde, eğer Sibt Ibn al-Jawzi’nin açıklamalarını takip edersek, Nizamülmülk’ün Ibn Bahmanyar’a karşı suçlamasını kabul etmedi. Aynı zamanda, sultan yine de vezire alenen karşı çıkmaya cesaret etmedi. Bu en azından, vezirin kudret ve etkisinin bir göstergesi olabilir.

Nizamülmülk, artan eleştirilere rağmen, gücünden bir şey kaybetmedi; Ibn Bahmanyar’ın kışkırtmalarından beş ay sonra bile tekrar sultan ve halifenin takdirini kazanmayı başardı. Halifenin, sultanın kızıyla evlenme planını tam olarak destekledi muhtemelen bu plan Banu Cahir ve Nizamülmülk tarafından tertiplenmişti. Bununla, sultan üzerindeki etkisinin azaldığının farkına varması nedeniyle, Nizamülmülk’ün halifeyle kişisel ilişkisini geliştirmek istemiş olması mümkündür. Böyle bir yaklaşım, Nizamülmülk’ün halifeye hizmet eden Banu Cahir üzerindeki tam kontrolü göz önüne alınırsa, savunulabilir gözüküyor.

Bu evliliği teşvik edenin halife olduğu aşikardı, fakat daha sonraları sultan bu evliliği kendisinin daha geniş siyasi çıkarları için kullandı. Halife bu evlilik yoluyla sultanla olan soğuk ilişkisini düzeltmek istedi. Halifenin bu evlilikten açık beklentisi neydi? Özellikle kaynaklarımızın halifenin üzerine yüklenen çeşitli olumsuz koşulları kendi isteğiyle kabul ettiğini bildirdiği dikkate alınırsa, bu beklentinin ne olduğunu tespit etmek kolay değildir. Aynı zamanda, evlenme teklifi, planlanmamış olsa bile, kuvvetli bir şekilde Nizamülmülk ve Banu Cahir tarafından desteklendi. Bu nedenle, Nizamülmülk’ün, bu evliliği desteklemede kendi neden (kaygı) ve çıkarlarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bundan başka, halifenin iltimaslı yardımcısı Ebu Shuja’nın Nizamülmülk’le ilgilenmek için İsfahan’da uzun süre kalması, halife-Nizamülmülk ilişkisinde yeni bir boyut oluşturmak için devam eden çabalar olarak yorumlanabilir. Fakat Nizamülmülk, Hambeli taraftarı halife ile sıcak ilişkiler başlatırken, aynı zamanda Bağdat’ta Şafi-Eş’ari öğretisini yaymayı himaye edince zor bir durumda kaldı.

Diğer bir taraftan sultan, Nizamülmülk’ün hakimiyetinden kurtulma çabalarını sürdürdü. Bu sefer hedefi vezirin oğlu ve temsilcisi ve aynı zamanda Belh’in valisi Jamal al-Mulk idi. Al-Bundari’ye göre, Jamal al-Mulk hem sultanın yardımcısı ve arkadaşı Ja’farak’ın öldürülmesi ve Ibn Bahmanyar’ın mal varlığına el konulması işlerine karıştı. Bu nedenle sultan, babasının koruması ve kayırması altında bağımsız fikirli bir aktör olan Jamal al-Mulk’den kurtulmak istedi. Böyle birinin saf dışı bırakılması elbette sultanın Nizamülmülk’ün gücü ve desteğini zayıflatmasına yardım edecekti. Sultan, Nizamülmülk’e doğrudan ve açık olarak meydan okumaktan kaçınmak için, Nişabur’un amid’i vasıtasıyla Jamal al-Mulk’ü zehirleyerek öldürmeyi tercih etti. Böyle yaparak sultan açıkça vezirle karşı karşıya gelmeksizin, Nizamülmülk’ün gücünü zayıflatmayı başardı.

Bu göstermektedir ki, sultanın Nizamülmülk’ten daha fazla gücü geri almak için manevra yaptığı bir zamanda, iki tarafın birbirlerine ihtiyaçları vardı. Bu karşılıklı çıkarlar, onların Banu Cahir’in görevden alınmasına hem de korunması konusunda benzer fikirlere sahip olmalarından anlaşılabilir. Nizamülmülk’ün Ibn Cahir (oğul) ve karısının Bağdat’tan çıkarılmaları karşısında fazlasıyla hayal kırıklığına uğradığını iddia eden tek otorite Sibt Ibn al-Jawzi’dir. O, aynı zamanda, Ibn Cahir’in şöyle dediğini rivayet eder: “Biz [Bağdat’tan] malımız ve ailemizle halifenin izni olmaksızın çıktık.” Sibt Ibn al-Jawzi’nin çelişkili açıklamalarda bulunduğu belirgindir. Dolayısıyla, daha önce değinildiği gibi, görevden alınma olayı İsfahan tarafından biliniyor olması ve onaylanması nedeniyle, Nizamülmülk – kişisel hoşnutsuzluğuna rağmen- aslında buna razı olmuş olmalıydı. Bundan başka, onların İsfahan’a ulaşmalarından kısa bir süre sonra, Ibn Cahir Diyarbakır’ı almakla görevlendirildi ve oğlu ise, bir ordunun başında Musul’a gönderildi. Banu Cahir’in atanması böylece hem sultan hem de Nizamülmülk tarafından planlanmış ve kararlaştırılmış gibi görünmekteydi.

Bu dönemde sultan devletin merkezi bir şahsiyeti oldu, ve artık vezirin ellerinde bir kukla değildi. Fakat, sultanın hala Nizamülmülk’ü kayırdığı ve ona ihtiyacı olduğu görülür. Sultanın artan güç ve desteği, devlet yönetimi üzerinde Nizamülmülk’ün pahasına sultanın güvenini kazanmak isteyen üst kademe görevlilerin çabalarının bir sonucu olarak da görülebilir. Bu tür girişimler şüphesiz Nizamülmülk’ün etkisini kontrol etmede sultanın gücünü artırdı. Belli ki sultan, vezirin karşı konulmaz gücünün ve etkisinin farkına vardığında böyle bir hareketi düşünmüş olsa bile, henüz ona karşı çıkmaya cesaret edemedi.

Ebu al-Mahasin, Nizamülmülk’e karşı sultana destek veren hırslı görevliler arasındaydı. İnşa ve tuğra görevini elinde bulunduran babasına yardımcı (naib, katib) olarak, Ebu al-Mahasin şüphesiz devletin işleri -maliye dahil- hakkındaki bilgilere ulaşmıştı. Ebu al-Mahasin, konumundan ve sultanla olan arkadaşlığından istifade ederek, Nizamülmülk’ün yetersiz mali sistemi hakkında sultana gizlice bilgi verdi. Sultan Ebu al-Mahasin’in kabiliyeti ve kişiliğine alaka duymaktaydı, ondan sonra Nizamülmülk’ün bir milyon dinarlık sözleşmesini (muhtemelen belirli bir bölge üzerine) ona verdi. Karşılaştığı bu krizi çözme metodu olarak Nizamülmülk eski uzlaşma tarzını -büyük bir davet düzenlemek ve sultanı çağırmak- tercih etti. Görünen o ki, Nizamülmülk ciddi bir şekilde tehdit edildiğini hissetti, çünkü Ibn Allan vakasının tersine, parayı etkili harcadığını ispatlamak ve muhtemelen potansiyel rakiplerini caydırmak için köle-askerlerini (gılman) teşhir etti. Nizamülmülk, bunu yaparak ve özellikle sultana değerli hediyeler ve daha fazla zenginlik sözü vererek, sultanla arasını düzeltebildi ve onu kendi tarafında tutabildi.

Diğer taraftan, Ebu al-Mahasin ve arkadaşları tutuklandı ve al-Mahasin kör edildi. Sibt Ibn al- Jawzi, Ebu al-Mahasin’in eylemlerinin Nizamülmülk’ün Banu Cahir’i korumasına cevaben halifelik sarayından yönetildiği iddiasını rivayet ederek bu olayı ayrıntılı bir şekilde inceler. Bu açıklama çok ciddiye alınmamalıdır, çünkü bu esnada artık sultan ve halife arasındaki ilişkiler Nizamülmülk’ün tek kaygı ve sorumluluğu değildi. Dahası, halifenin Ebu al-Mahasin’den ne tür bir çıkar sağlayabileceği açık değildir; ve Nizamülmülk’ün mali sisteminin detaylarını bilen halife değil, Ebu al-Mahasin idi.

Halifenin işlerinden çoğuna müdahale ettikleri ve belirleyici bir konumda oldukları bir zamanda, sultanın ve Nizamülmülk’ün hâlâ halifeyle araları iyiydi. Bu arada Nizamülmülk, oğlunun-Muayyid al- Mulk-Bağdat’ta bulunmasından, hem halifeyle işlerini yürütmek hem de şehirde kendi çıkarlarını korumak açısından, çok faydalandı. 1088’de Bağdat’ta yapılan halife ile sultanın kızının düğün merasiminde sultanlığı sultan değil Nizamülmülk temsil etti. Sultan, İsfahan’a giderken yolda muhtemelen Nizamülmülk’ün rızası olmaksızın, oğlu veliaht prens Ahmed’in adının hutbede anılmasını halifeden istemeye karar verdi. Nizamülmülk ve sultan arasındaki gerilim, sultanın, muhtemelen halifenin teşvikiyle, Bağdat’taki Nizamiye çarşısının halifelik sarayı yönetimi altına girdiğini ilan etmesiyle daha ciddileşti.

Bağdat’ı ilk ziyaretinden sonra sultan halifeyle uyumlu ilişkilerini bir müddet sürdürdü. Aynı zamanda, gayretli memurlardan Taj al-Mulk Nizamülmülk’ün zararına sultanın yüksek güvenini kazandığında, sultan ve Nizamülmülk’ün arasındaki ilişkide bazı değişiklikler oldu. Elbette sultan hâlâ Nizamülmülk’ün kendini adamışlığı ve sevilmesi nedeniyle kıymetini çok takdir ediyordu, fakat saray (dargha) tarafından, diğer bir deyişle Terken Hatun, desteklenen bir grup divan üyesi (ashab al-diwan) Nizamülmülk’ün destekçilerine karşı güçlü bir grup olarak ortaya çıktı. Melikşah’ın saltanatının son yılı esnasında Nizamülmülk, sultan ve devlet siyaseti üzerinde etkisiz, figüran olarak kenarda tutulurken, pratikte Taj al-Mulk devletin yönetimini kontrol etti. Sultan özellikle Nizamülmülk’ün çok yaşlı oluşunu ve akrabalarının ukalaca yönetime ve orduya tahakküm ettiklerini göz önüne alarak böyle bir yaklaşımı benimsedi. Taj al-Mulk sultanın üzerindeki etkisi dorukta olduğu bir zamanda, gereksiz projeleri ve yersiz gayeleri için hazineyi ölçüsüzce harcadığı gerekçesiyle Nizamülmülk’ü azletmesi için sultanı teşvik etti. Taçü’l-Mülk sultanın güvenini kazanabilmesi, çoğunlukla onun saray halkı üzerindeki hakimiyeti -ki bu onun saraya doğrudan ulaşmasının yolunu açtı- sayesinde gerçekleşti. Böyle bir pozisyonda iken Taj al- Mulk’ün, Nizamülmülk’ün tercih ettiği veliaht adayı Berkyaruk’un yerine Terken’in diğer oğlu Mahmud’u, daha önce olduğu gibi, veliahtlığa yükseltme hırsını desteklemesi şaşırtıcı değildir. Sultan, Mahmud’u veliaht atadığını ifade etmemesine rağmen, dolaylı olarak Zübeyde’nin oğlu yerine Terken’in oğlunu tercih etti. Muhtemelen, Terken’in sultana yakınlığı ve onun üzerindeki nüfuzu, sultanın veliaht tayini konusundaki görüşü üzerinde belli ölçüde etkili oldu. Gerçekten, 485H/1093 yılında vefat ettiği Bağdat’a yaptığı son ziyarette Mahmud’un yanında bulunan tek oğlu olması, yerine kimin geçeceğine ilişkin sultanın planını açıklayıcı nitelikte olabilir.

Sultanın hala genç olduğu göz önüne alındığında, veliahtlık meselesi Nizamülmülk ile Taj al-Mulk arasındaki rekabetin asıl meselelerinden biri olmayabilir. Taj al-Mulk ve başlıca arkadaşları anahtar makamlara atanmaları, sultanın Nizamülmülk’ün yetkilerini geri alma ve oğulları ve akrabaları vasıtasıyla devlete hakim olmasını önleme çabaları ile aynı zamana rastlar. Gerçekte Taj al-Mulk Nizamülmülk’e açıkça muhalefet edebilecek güçte değildi, fakat Nizamülmülk’ün hakimiyeti ve kayırmacılığına karşı özellikle saray eşrafı -divan üyeleri (ashab al-diwan) ve bazı komutanlar- arasındaki yaygın hoşnutsuzluk, sultanın Nizamülmülk yerine kendisine güven duymasının yolunu açtı.

Bunun sonucunda, Melikşah saltanatının son yıllarında sultanlığı kendi arzusu doğrultusunda yönetebildi. Sultan, tutkulu ve çalışkan yardımcılarının yardımıyla nüfuz sahibi veziri -Nizamülmülk- ile yaptığı uzun ‘mücadeleler’ sonrasında amacını gerçekleştirdi. Sultanın öncelikle Nizamülmülk’ün gücünü zayıflatmak için atadığı bu yardımcılar, bir süredir, devlet işlerini sultanın kontrolü dışında yönetecek derecede güçlü ve nüfuz sahibi oldular. Böyle bir durumda Nizamülmülk sultan nazarında faydası olmayan bir aktör konumuna geldi; daha da kötüsü, sultan onu çıkarlarını tehdit eden bir unsur olarak değerlendirdi. İlişkinin bu şekilde kötüleştiği bir zamanda -sultan ve halife arasındaki kriz derinleşmekte iken- Nizamülmülk’ün 1092’de öldürülmesi, sadece çağdaşlarının sultanı cinayetin teşvik edicisi olarak suçlamalarına neden oldu. Cinayetin diğer bir sebebi de, özellikle Melikşah’ın saltanatının son yıllarında-sultanın daha çok güç kullanmak ve sevilmek istediği bir zamanda Nizamülmülk’ün sultan ile halife arasındaki ilişkilerde dengeleyici ve etkisizleştirici bir unsur olarak ortaya çıkmasıydı.

Sonuç

Melikşah devlet üzerinde tam otoritesini Nizamülmülk’ten huzursuz olan bir siyasi grubun yardımıyla tekrar ele geçirdi. Sultan, Nizamülmülk’ün nüfuzu, kendini adamışlığı ve gücü nedeniyle, ona dolaylı yollardan muhalefet etmeyi tercih etti. Sultan bile, Nizamülmülk’ün gücünü azaltmaya yönelik girişiminde pek çok defa bahane bulmak ve açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu muammalı siyasal mücadeleler, Nizamülmülk’ün oğulları, akrabaları ve sadık temsilcileri vasıtasıyla devlet üzerinde kurduğu hakimiyetin delillerini teşvik etmekteydi. Gerçekten, genç sultan uzun yıllar devlet yönetiminde kenarda tutuldu. Nizamülmülk’ün böyle bir kapalı gruba bağımlılığı doğal olarak Selçuklu saray erkanı kadar yüksek düzey memurlar (ashab-al-diwan) arasında kıskançlığa yol açtı. Bu kişilerin Nizamülmülk’ün gücünü zayıflatmak amacıyla işbirliği yapmaları, dolaylı olarak Melikşah’ın gerçek bir yönetici konumuna gelmesine sebep oldu. Bunun sonucunda Nizamülmülk devlet işlerinde ikincil rolünü kabullenmek zorunda kaldı.

Fakat, Nizamülmülk’ün ordu, dini sınıf -fukaha, sufiler, kurra, ulema- ve bürokraside sahip olduğu büyük nüfuz, bu yeni yükselenlerin (homines novis) baskı grubundan etkilenmesini önledi. Nizamülmülk’ün katledildiği zaman Selçuklu sultanlığının gerçek bir destekçisi ve savunucusu olduğundan bir şüphe yoktur. Bu nedenle, Nizamülmülk’ün nüfuzunu ve devlet üzerindeki hakimiyetini sürdürme çabaları, onun kaygıları ve çıkarları doğrultusunda Selçuklu sultanlığının bütünlüğünü korumak içindi. Aynı zamanda Nizamülmülk’ün bürokrasi ve ordudaki yaygın nüfuzu, onların çıkarlarını yeni gruba karşı korumasını sağladı. Destekçilerinin ona sadakati, bu destekçilerin onun ölümünden sonra bile patronlarının rakiplerine karşı muhalefeti sürdürmeleri ile daha belirgin hale geldi.

Selçuklu devlet yönetiminde Nizamülmülk’ün hakimiyeti döneminde sultanın Bağdat’taki çıkarlarını Nizamülmülk tarafından, şahne, amid ve hacib gibi resmi temsilcileri, şehirde sahip olduğu dini -siyasal nüfuz ve saraydaki adamı -yani halifenin veziri- vasıtasıyla yönetildi ve korundu. Genç Muktedi’nin 1075’te halife olması, halifenin dünyevi gücünü yeniden kazanma çabalarında yeni bir dönemin başlangıcının işaretiydi. Her ne kadar bu çabalar Selçukluların halife ve toprakları -diğer bir deyişle Bağdat şehri- üzerindeki mutlak kontrolü nedeniyle boşa gitmişse de, bu çabalar Abbasiler ile Selçuklular arasındaki siyasi mücadelelerin örnekleridirler.

Halife, zayıflığının kaynaklarından birinin de kendi veziri olduğunu anlayınca, kendi adamlarından birini vezir yapma girişiminde bulundu. Elbette vezir değişimi halifenin gücünü pek fazla artırmadı. Fakat, bu icraat kesinlikle onu sultanın gözünde kuşku duyulacak bir kişi haline getirdi. Nizamülmülk’ün Melikşah üzerinde azalan etkisi ile eş zamanlı vuku bulan halifenin daha çok güç elde etmeye yönelik manevrası, artık kuvvetini artırmış bulunan sultana halifenin hamlelerine kendi siyasal kavramları ile muhalefet etme fırsatını verdi. Nizamülmülk, sultanın özünde-bağımsız otoritesinin -ki bu otorite doğrudan Tanrı tarafından verilmişti- kuvvetli bir destekçisi ve hatta savunucusu olmasına rağmen, halifelik kurumunun kendisine karşı değildi. Belki de bu kurumun sembolik prestijinin ve dini- kültürel alanda müslümalar üzerindeki pratik etkisinin -bu nedenlerle halifelik kurumu Selçuklu sultanlığını desteklemekte çok etkili olabilirdi- farkına varmıştı. Bu nedenle, halifeliğin mevcut haliyle korunmasının önemini anlamıştı.

Diğer taraftan, halifelikle ilgili meselelerde tecrübesiz olan sultan, özellikle de güçsüz bir halifenin bulunduğu bir dönemde iktidara geldiği dikkate alınırsa, halifelik kurumunun bu özelliğini takdir edemedi. Halifeyi, kendisinin doğrudan desteğine ihtiyacı olan zayıf bir yönetici olarak gördü. Halife, sultanın kızı ile evlendiği ve sultanın bir erkek torunu olduğunda durum daha da kötüleşti. Sultan şimdi bunu, halifelik makamına kendi soyundan birini yerleştirmek için bir fırsat olarak değerlendirdi. Böyle bir durumda Nizamülmülk gibi bir devlet adamının varlığı hâlâ hissedilmekteydi.

Zayıflamış ve nüfuzu azalmış olmasına rağmen, o, hem halifenin hem de sultanın gerekli olduğu fikrini savunmayı sürdürdü. Nizamülmülk’ün güçlü sultan ve zayıflayan halife arasında bir denge unsuru olarak davranması ve aynı zamanda sultan ile siyasi bir mücadelenin içinde bulunması, çağdaşlarının onu halifenin savunucusu olarak görmelerine neden oldu. Sultanın halifeyi görevinden uzaklaştırmayı planladığı bir dönemde Nizamülmülk’ün öldürülmesi, vezirin bu görünümün altının çizilmesine yol açtı.

Dr. Lık Arifin MANSURNOOR

Brunei Darusselam Üniversitesi / Bruneı

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 731-744

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.