Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Selçuklu Türkiyesi’nde Para

1 48.997

Yrd. Doç. Dr. Ahmet ALTINTAŞ

Tarihin çok eski çağlarından beri altın ve gümüş gibi değerli madenler, mübadele aracı olarak kullanılmıştır. Bu madenler, para halinde kullanıma sunulacağı zaman devletlerin darphanelerinde belirli şekil ve ölçülere uyulmak kaydı ile darp edilirdi. Bu paraların üzerinde çoğu kez, devletle veya onu kestiren hükümdarla ilgili işaret ve yazılar bulunurdu. Yani para, bir cephesiyle manevî, öteki cephesiyle maddî bir hâkimiyet ve hükümdarlık sembolüdür. Para vasıtasıyla, hem hükümdarın unvan ve lakaplarını, hem de zamanının ekonomik durumunu öğrenmek mümkün olur. Öte yandan, para, hükümdarın siyasî statüsünü, yani bağımlı veya bağımsız bir hükümdar olduğunu belirlemek bakımından da önemli bir belge sayılır.[1] Kıymetli maden hükmünde olmamakla beraber bakır metali de para şeklinde darp edilerek, küçük ölçüdeki alışverişlerde kullanılabilmekteydi. Devletler arası ticaret vs. gibi sebeplerle başka ülkelerde de kullanılabileceği her zaman muhtemel olan sikkelerin devletler arası bazı standartlara uygun olarak darp edilmesi gerekmekteydi.

Türkiye Selçukluları, Anadolu topraklarına ulaşıp burada yeni bir yurt edinme mücadelesi verdiği ilk yıllarda, kendi darphanelerinde basılmış paraları olmadığından, piyasada mevcut olan Büyük Selçuklu, Abbasi ve Bizans[2] paralarını kullanmaya devam etmişlerdir. Daha doğru bir ifade ile Selçuklu Türkiyesi’nin ticarî münasebetlerini sürdürdüğü bütün Müslim ve gayrimüslim ülkelerin paraları piyasada geçerliliğini sürdürüyordu.[3] Bilhassa Abbasî sikkelerinin İslâm ülkelerinde yaygın bir kullanım alanı mevcuttu ve Türkistan’da yaşadıkları yıllardan beri bu sikkeleri tanıyor ve kullanıyorlardı. Bu itibarla, Selçuklu sultanları daha sonra kendi adlarına kestirdikleri paralarda Abbasî sikke geleneğini örnek almışlar,[4] başka hükümdarların sikke darbında kullandıkları madenleri onlar da kullanmışlardır. Sikke darbında kullanılan bu madenler, altın, gümüş ve bakırdan (bronz) ibarettir.[5]

A. Dinar (Altın Para)

İslâm aleminde teamül haline gelen anlayışa göre, 14 krat ağırlığında (2.95 gr. veya 2.97 gr.) altın sikkeye “dinar” denilmekteydi.[6] Bahsedilen bu ağırlık, değişik ülkelerde ve değişik dönemlerde ufak tefek farklılıklar göstermektedir. Selçuklu Türkiyesi’nde Abbasî dinarları, yaygın bir şekilde tedavülde bulunuyordu. Altın sikke kesimi, devletlerin ekonomik gücüyle orantılı olduğundan her devlet, istediği zaman altın sikke kesemiyordu. Selçuklu sultanları arasında ilk altın sikkenin I. Alaeddin Keykubâd tarafından darp ettirilmiş[7] olduğu şeklindeki iddialara rağmen, muahhar meskükat kataloglarında bu tarih, daha gerilere doğru götürülmektedir. Yeni araştırmalarda, II. Kılıçarslan’ın da altın sikke (dinar) darp ettirdiği,[8] bu sikkede isim olarak “Kılıç bin Mesud” ibaresinin yer aldığı belirtilmektedir. Aynı kaynaklar, onun 573 tarihli, Konya’da darp ettirilen 4,20 gr., ağırlığında dinarından bahsetmektedir.[9] Yine aynı araştırmalarda Yapı Kredi Bankası’nın koleksiyonunda bulunduğu belirtilen II. Süleymanşah’a ait 597 tarihli, süvari tasvirli 7.20 gr. ağırlığında, Konya’da darp edilen altın sikkeden de söz edilmekte, ancak bu ifadelerin ötesinde hiçbir ayrıntıya yer verilmemektedir.[10] I. Alaeddin Keykubâd’dan önce dinar darp ettiren sultanlardan biri de onun selefi ve ağabeyisi olan I. İzzeddin Keykavus’tur. Spink Son Auction I.’de neşredilen bu sikkeye ait bilgilerin mahdut olmasına karşılık, yine aynı sultanın, Şerafettin Erel koleksiyonunda mevcut olan altın sikkesiyle ilgili ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Birincisinin 614 tarihli, 4.55 gr., ikincisinin 615 tarihli ve 4.40 gr. olduğunu öğrendiğimiz sikkelerin her ikisi de Sivas’ta darp edilmiştir.[11]

Selçuklulardan bize intikal eden kaynak eserlerde, I. Alaeddin Keykubâd’ın altın sikkelerinden ve bunlara verilen özel isimlerden bahsedilmektedir.[12] Ancak daha önceki sultanların altın sikkelerine dair hiçbir işaret verilmemektedir. Bu itibarla, bir çok araştırmacı da Selçuklularda altın sikke darbını I. Alaeddin Keykubâd ile başlatmaktadır. Tespit edildiği kadarıyla I. Alaeddin Keykubâd, 618-631 yılları arasındaki muhtelif yıllarda Kayseri, Konya ve Sivas darphanelerinde on ayrı parti halinde darp ettirmiştir. İlk kesilen dinarın ağırlığı 2.86 gr. olup dirhem-i şer’i karşılığı olan 14 krata tekabül etmektedir. Daha sonraki iki      tanesi 4.1 gr., bir tanesi 5.23 gr. Ve diğerleri ise yaklaşık 4.5 gr. ağırlığında basılmıştır.[13] Dikkat edildiği takdirde bu sonrakilerden en ağır olanının dışındakiler, yaklaşık olarak 1 miskal (21 krat =1.5 dirhem) ağırlığında tutulmuş ve muhtemelen halifelerin tedavülde bulunan altın sikkelerine büyüklük olarak uydurulmaya çalışılmıştır. Altın sikkeler üzerinde “dinar” ibaresinin yer alması gelenek olduğu halde, 618 yılında kesilen ve halife dinarlarından küçük ölçekli olan sikkeye “dirhem” ifadesi konulmuştur.[14] Bu ifadenin sehven konulmuş olmasını kabul edemeyeceğimiz gibi, hilafet makamına karşı tevazu olarak da değerlendirmek çok makul görülmemektedir. Belki de bu işlem, uzun yıllar boyunca halkın dinar olarak tanıdığı halife altın sikkeleriyle aralarında mevcut olan ağırlık farkından dolayıdır.

Selçuklu Türkiyesi’nde bu tarihten sonra birkaç sultanın daha altın sikke bastıkları görülmektedir. Bu sultanların ilki Alaeddin Keykubâd’ın halefi ve oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’dir (1237-1246).[15] II. İzzeddin Keykavus’un birinci ve ikinci saltanatı (1254-1259), (1246-1249), üç kardeşin müşterek saltanatı (1249-1254),[16] IV. Rükneddin Kılıçarslan (1259-1266), III. Kıyaseddin Keyhusrev (1266-1284),[17] II. Gıyaseddin Mesud (1308-1308) ve III. Alaeddin Keykubâd (1298-1302) dönemlerine ait altın sikkeler mevcuttur.[18] Haçlı seferleriyle başlayan yeni dönemde ekonomik üstünlüğü ele geçiren Avrupa, uzun bir aradan sonra yeniden altın para darbına başlamıştır. Floransa’da 1252’de zambaklı “florino”, Cenova’da 1284’te kuşlu “genovino” ve Venedik’te de “dukato” adlarıyla tanınan altın paralar basılmıştır.[19] İslâm ülkeleriyle çok yoğun bir ticarî faaliyet içinde bulunan bu ülkelerin paraları, bütün doğu piyasalarında tanınmaktaydı. 3.559 gram ağırlığında olan bu altın paralar Selçuklu Türkiyesi’nde de kullanılıyordu.[20]

Selçuklu siyasî birliğinin parçalanması ve dahilî muharebeler ticareti olduğu gibi, para piyasasını da etkilemiştir. Beyliklerin kuruluş dönemlerinde, kendileri bir iki deneme[21] dışında altın para basamadıkları gibi, mevcut Selçuklu altınları da piyasada bulunamaz olmuştu. Ülkede Batı altınları (duka, flori vb.) kullanılıyordu. Bundan sonra altın para ancak Fatih zamanında basılmıştır.[22]

B. Dirhem

“Dirhem” veya “direm”, geleneksel anlamda bir dirhem ağırlığında basılmış olan gümüş sikke anlamına gelmektedir. “Direm” şeklindeki telaffuz Farsça olup aynı anlamı ifade etmektedir. Selçuklu Türkiyesi’nde çok yaygın olan dirhem, gerek devletin maliye hesaplarında ve gerek halkın günlük piyasa işlemlerinde esas alınan değer ölçüsüdür.

Selçuklu Türkiyesi’nde ilk gümüş sikke, II. Kılıçarslan’ın otuzuncu saltanat yılının tarihini taşımakta olup 581 tarihlidir ve Konya’da kesilmiştir.[23] 14.5 krat ağırlığa sahip olan bu gümüş sikkenin belki en ilginç olan tarafı, üzerine “dirhem” yazılması gerekirken “dinar” yazılmış olmasıdır. Daha sonra İlhanlı Dönemi’nde Gazan Han tarafından kesilen 60 krat ağırlığındaki gümüş paralara da “dinar” ifadesi yazılmıştı.[24] Bu dönemde, Selçuklularla komşu olan bütün Türk devletlerinde genel anlamda “para” kelimesi karşılığında “dirhem” kelimesi kullanılmakta ve bastıkları bakır paralara da “dirhem” ifadesi yazılmaktaydı. Bununla bağlantılı olarak Türkiye Selçukluları da, daha önce dirhem adıyla bastıkları bakır sikkelerden sonra ilk gümüş sikkelerine “dinar” yazmışlardır. Fakat bu usul, II. Kılıçarslan’dan sonra terk edilmiştir. Selçuklulara komşu ve onların tabiiyetinde olan, civardaki bütün Türk devletleri ve ilk dönem beyliklerinden hiçbirinde gümüş sikke mevcut değildir.[25] Daha sonraki yıllarda I. Alaeddin Keykubâd’ın saltanatının son yıllarına tesadüf etmesi muhtemel Kilikya Ermeni Baronluğu’na ait bir gümüş sikkeye de kataloglarda rastlamaktayız. Rupenitlerden I. Hetum tarafından kesilmiş olan ve tabiiyetine binaen Arapça olarak I. Alaeddin Keykubâd’ın adını da ihtiva eden bu sikke, Selçuklu ananesine uygunluğu itibariyle konumuzu ilgilendirmektedir. 15 krat ağırlığında olan bu sikkenin basım tarihi ve basım yeri bilinmemekle beraber Sis’te darp edildiği tahmin edilmektedir.[26] Esasen Kilikya Ermeni Kontları, Sultan II. Süleymanşah’tan itibaren Kösedağ bozgununa kadar (1243) Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarları adına paralar darp etmeye devam etmişlerdir.[27]

Alaeddin Keykubâd’ın tahta geçişine kadar şer’i dirhem karşılığı olan 14 krat civarında kesilmeye devam edilen Selçuklu dirhemi (halk arasındaki isimlendirme ile “Aded”)[28] onun zamanında örfî dirhem karşılığı olan 16 krata çıkarılmak suretiyle daha cazip hale getirilmiştir.[29]

Selçuklu dinarlarının alışılan vezni, 1252’ye kadar çok az iniş ve çıkış göstererek istikrarını muhafaza etmiştir. Fakat Moğol nüfuzu döneminde IV. Rükneddin Kılıçarslan’ın idaresinde bulunan Sivas darphanesinde 1252-1256 yılları arasında düşük vezinli gümüş dirhemler kesilmeye başlamıştır. II. İzzeddin Keykavus’un Hâkim olduğu Konya darphanesi, aynı yıllarda eski veznini muhafaza etmesine rağmen, Sivas darphanesindeki sikkelerin gümüş miktarında yapılan kısıntı, ülkede mali sıkıntının başlamış olduğunu göstermektedir. Hatta üç kardeşin müşterek saltanatı sırasında ortaya çıkan ihtilaflardan faydalanan bazı açık gözler Sivas’ta sahte sikke basmaya dahi cür’et etmişlerdir.[30] Bu durum, devlet iktisadiyatı bakımından bir zaaf teşkil etmektedir; bu nedenle Sultan II. İzzeddin Keykavus, Türkiye’nin her tarafında nüfuzunu sağladıktan sonra 1257’de dirhemi eski veznine çıkarmaya muvaffak oldu.[31]

1243 ile 1327 yılları arasında Moğol tahakkümü altındaki Selçuklu Türkiyesi’nde meydana gelen siyasî ve içtimaî buhranların sebep olduğu tahribata rağmen, iktisadî sahadaki yıkılışın 1280’den sonra hızlandığını kabul etmek gerekir. Buna rağmen Sultan II. Gıyaseddin Mesud’un (1284-1296) saltanatının ilk yıllarına kadar küçük iniş çıkışlarla gelen dirhemin vezni, tekrar yükselerek 14 kratın üstüne çıkmıştır. Fakat 1298 yılından itibaren Selçuklu saltanatında meydana gelen otorite boşluğu dolayısıyla dirhem, tarihinde görülmedik bir düşüşle 10 krat ağırlığına kadar düşmüş ve Selçuklu saltanatı sona erinceye kadar bir daha kendini toparlayamamıştır.[32] Bu buhran döneminde bir kısım Moğol idareciler, darphanecilerle anlaşarak düşük ayarlı paralar bastırmışlar ve bu yolla büyük menfaatler sağlamışlardır.[33]

Selçuklu dinarlarının Selçuklu dirhemlerine oranı hakkında çok kesin malumata sahip değiliz. Fakat I. Alaeddin Keykubâd döneminde hilafet merkezindeki oran bire on civarındaydı.[34] Yani bir ölçek saf altın aynı miktardaki 10 ölçek gümüşe karşılık geliyordu. Bunu sikke cinsinden ifade etmek gerekirse; 10 dirhem (gümüş sikke) bir dinara (1 dirhem ağırlığında altın sikkeye) eşit sayılmaktaydı. Bu oranın Selçuklu Türkiyesi’nde de aynen geçerli olduğunu kabul etmek hatalı olmayacaktır.[35] Gazan döneminde ise hem İlhanlı ülkesinde ve hem de Altınordu’da altının gümüşe oranının 1/12 olduğu daha net bir şekilde bilinmektedir[36] ki aynı oranın dönemin Türkiyesi’nde de geçerli olduğu muhakkaktır.

Selçuklularda “Nısfıye” adıyla basılmış gümüş paralar da bulunmaktaydı. Ne zamandan itibaren uygulamaya başlandığına dair kesin bilgimiz mevcut olmamakla beraber, XIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren var olduğunu tahmin edebiliriz. Nısfiyeler, tedavülde bulunan gümüş dirhemlerin yarı ağırlığında sikkelerdi.[37]

Türkiye tarihinin bir dönemine damgasını vurmuş olan Moğolların da kendi hükümdarları adına Anadolu’da kestikleri sikkeleri mevcut olduğundan dolayı bizim konumuzu bir miktar ilgilendirmektedir. Bu itibarla Moğol sikkelerine kısaca temas etmek gerekmektedir.

1243 Kösedağ bozgunu ile başlayan ilk dönemde Moğollar, Selçuklu Devleti’nin mali ve iktisadî yapısına müdahale etmemişler ve muhtar bırakmışlardır.[38] İlhanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren bu muhtariyeti tedricen kaldırmışlardır. Anadolu’da ilk Moğol sikkeleri Hülagü (öl. 1265) zamanında darp edilmiştir. Buradaki maden ocakları da onların tekeline geçmiştir.[39] Bununla beraber, Anadolu’da Moğol iktisadî sistemi ancak 1277 senesinde Abaka Han’n Mısır seferinden itibaren tatbik edilmiş olduğu görülmektedir. Bu sefer dönüşünde Aladağ’da, “Memalik-i Rûm” valisi olarak şehzade Kongurtay’ı ve memleketin imar ve iktisadî işlemleri için de Sahip Şemseddin Cuveynî’yi göndermiştir. Bu döneme kadar Anadolu’da mevcut olmayan “tamga” vergisini de Cuveynî’nin ihdas ettiği bildirilmektedir.[40] İlhanlılar, Anadolu’nun Ahlat, Aksaray, Ankara, Beypazarı, Kayseri, Kırşehir, Konya, Malatya, Sinop, Sivas, Tokat vb. gibi şehirlerinde, Arapça ve Moğolca müşterek ibareleri içine alan paralar bastırmışlardır.[41] Bu şehirlerde Moğol hükümdarları adına kesilen sikkeler, ekseriyetle Selçuklu dirhemlerine benzetiliyor ve ağırlığı 2.2 gr. ile 2.6 gr. arasında seyrediyordu. 1320’lerden sonra bir ara biraz yükselerek 2.8 grama çıkmıştır, fakat 1335’te tekrar 2,4 grama düşerek devam etmiştir.[42]

İlhanlılar döneminde Anadolu’nun, Kars’ın, Kirman’ın ve Mardin’in ayrı ayrı sikkeleri bulunmakta, fakat bunların arasında Anadolu’nun akçesi daha sağlam addedilmekteydi.[43] Bununla beraber, tabi devletlerin kendi aralarındaki iktisadî mücadeleleri ve bazılarının para ayarlarını fazla indirmesi gibi sebeple İlhanlı devlet maliyesi için bazı sıkıntılar ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Gazan Han (1295¬1304), sikke basma hakkını muhafaza eden devletlerden bu hakkı alarak ülke içerisinde yeni bir “para birliği” kurmak lüzumunu hissetti.[44] Bu ıslahat yeni bir para sistemi kurmak değil, aynı zamanda Argun ve bilhassa Geyhatu zamanındaki magşuş altın ve gümüş paraların yerine saf dinar ve dirhem darp etmek ve muhtar vilayetlerin sikkelerin ortadan kaldırarak paraya yeknesak bir şekil vermekten ibaretti.[45] Daha önce tedavülde olan ve aşağı yukarı 6 dirhem vezninde gümüş sikke olup adına “Dinar-ı Rabih” (Dinar-ı Raiç, Dinar-ı Tebrizî) denilen paranın ağırlığı yeniden tespit edilerek 3 miskale ayarlandı,[46] altın sikkelerin ünitesi ise bir miskal olarak sabit tutuldu.[47] Böylece, Geyhatu ve Argun zamanındaki iktisadî buhranlardan dolayı ortadan kaybolan altın, Gazan Han’ın ıslahatından sonra tekrar ortaya çıkmaya başladı.[48] Buna rağmen Ebu Said dönemine (1316-1335) gelindiğinde gümüş dirhemlerin vezninin yine bozulduğu hatta Gazan’ın yaptığı ıslahat öncesinden daha kötü bir duruma düştüğü görülmektedir.[49] Ebu Said devrinde yarım miskal bir miskal, iki miskal ve üç miskal ağırlığında altın dinarlar da piyasaya arz edilmiştir, fakat daha sonra bu paraların vezinlerinde meydana gelen ölçüsüzlük sonucu, yarım ve tam ölçüler karşılık bir duruma gelmiştir.[50]

Selçuklu Devleti’nin dağılma sürecine girmesiyle ortaya çıkan beyliklerin altın sikkeleri, mevcut koleksiyonlarda görülmemektedir. Selçukluların uyguladıkları para politikalarına bağlı kalan beyliklerde de, altın ve gümüşün yurt dışına çıkarılması yasağı devam ediyordu.[51] XIII. yüzyılın sonlarına doğru Selçuklu ülkesinde hissedilen gümüş darlığının beyliklerde de aynen hissedildiği muhakkaktır. Bu itibarla, kendi adlarına gümüş para darp eden beyler, kendilerine “Selçuklu Nısfiyesi”ni örnek alarak yarım dirheme yakın ölçülerde para darp etmeye başlamışlardır. Yarım dirhemlik bu gümüş paralar, çoğunlukla “akçe” diye isimlendirilmiş olup daha sonraları bir dirhem vezninde para darp etmek durumu hasıl olunca bu yeni paraya da “çift akçe” ismini vermişlerdir.

Osmanlılar, 1327’ye kadar son Selçuklu Sultanı II. Mesud’un kestirdiği sikkeleri kullanmışlardır. Sultanın kendisi vefat etmiş olmasına rağmen, 2,3 gr. ağırlığında kestirmiş olduğu dirhemleri Orhan Bey zamanına kadar tedavülde kalmıştır. Orhan Bey, 1327’de istiklalini ilan ettiğinin bir belgesi olarak kendi adına ilk para kestirdiği zaman, son Selçuklu sikkesindeki vezne bağlı kalarak 2,3 grama ayarlamıştır. “Çift akçe” adını alan bu para Selçuklu dirhemiyle eşit ölçülerde olduğu gibi, yine aynı kişi tarafından daha sonra basılan gümüş para da “akçe” diye isimlendirilmiş olup Selçuklu nısfiyesiyle eşit ölçüdeydi.[52]

Diğer beyliklerde de küçük ölçeklerde gümüş paralar darp edildiği görülmektedir.[53] Ancak, bilhassa Avrupalı tüccarlarla en çok muhatap olan Saruhan, Aydın ve Menteşe beyliklerinde dikkat çeken farklı bir durum mevcuttur. Avrupa ile yapılan yoğun ticaretin bu beyliklerin para sistemi üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Nitekim, Aydınoğulları, Ayasluğ darphanesinde Venedik dükaları tipinde gümüş para basmışlardır.[54] Venedik Cumhuriyeti’nin protestosunu mucip olmasına rağmen bu işlemin ticarette kolaylıklar sağladığı muhakkaktır. Bahsedilen diğer beyliklerde de İtalyanlarla ticarî işlemlerini kolaylaştırmak için, “gigliati” (çilyati veya jilyati) tipinde özel gümüş sikkeler basılmıştır.[55] Örnek aldıkları gigliatı sikkesinin aslı Napoli’de Anjou hanedanı prenslerinden Robert van Anjou (1309-1342) tarafından darp edilmişti. Latin lejandlı olan bu paraların günümüze kadar ulaşanları olmuştur. Aydınoğlu Umur Bey’in darp ettirdiği gigliati tarzındaki parası 1346 tarihli olup Efes’te basıldığı görülmektedir.[56] Menteşeoğullarından Orhan Bey (?-1345?)’e ait olan sikkenin basım yeri olarak Balat gösterilmektedir.[57] Aynı kişinin “zilliatus saracinatus” denilen başka bir sikkesi daha olduğu söylenmektedir.[58] Yalnız “saracinatus” kelimesi, Haçlıların Avrupa’dan getirdikleri gümüşlerle İslâm aleminde kestikleri Fatımî altınlarının ve Eyyûbî gümüş dirhemlerinin taklidi olan “sarraçenata” sikkelerini çağrıştırmaktadır.[59]

C. Pul (Fels: Mangır)

Selçuklu Türkiyesi’nde para darbında kullanılan kıymetli madenlerden birisi de bakırdır. İslâm aleminde Fels (çoğulu fülüs) diye isimlendirilen bakır sikkelerin darp edilmesi Hz. Ömer dönemine kadar geriye götürülmektedir. İslâm öncesinde Bizans İmparatorluğu’nda da yaygın olarak kullanılmaktaydı. Rengi kırmızı olduğu için bu paralara halk dilinde “füls-i ahmer” deniliyordu. Fels darbı hükümdarlık hukukundan sayılmadığı için mahalli makamlar, bu konuda serbest bırakılmıştır. Bundan dolayı farklı ağırlık ve ebatlarda felsler basılmış dinar ve dirhemlerin aksine felsin tedavülü sadece basıldıkları bölgelerle sınırlı kalmıştır.[60]

Selçuklu sultanlarından I. Kılıç Arslan’ın Bizans tarzında iki sikkesine tesadüf edilmiş olmasına rağmen bunları Selçuklu sikkelerinden saymanın ne derece doğru olacağı tartışmalıdır. Çünkü bu sikkeler, muhtemelen Bizans bakır sikkelerine sürsaj metoduyla “es-Sultan”, “bin Süleyman” ifadeleri ilave edilerek elde edilmekteydi.[61] Bunları bir yana bırakırsak Selçuklu Türkiye’sinde ilk bakır sikke I. Mesud (1116-1155) zamanında darp edilmiştir.[62] Darp edildiği yer kesik olduğu ve tarihinin tamamı da okunur durumda olmadığı için bazı özelliklerini bilememekteyiz. Şeklen kendi dönemindeki İslâm devletlerinde kullanılan bakır sikkelere benzetilmiş olmakla beraber yüzündeki yazılarda kullanılan “el- Abdü’z-Zaîf”, “el-Muhtac ilâ Rahmetillah” ibareleri özellik arz etmektedir.[63] II. Kılıçarslan’ın kestirdiği mangırların[64] ebadı babasının paralarını nispetle biraz daha küçülmüştür. Bakır sikkelerin genellikle işçiliği ve yazıları biraz kaba ve intizamsızdır.[65]

Bakır sikkelerin alım gücünü hesap edebilmek için dönemin ağırlık ölçülerinden yola çıkmamız gerekmektedir. Fesl, aslında bir ağırlık ölçüsü olarak bir dirhemin doksan altı da biri olarak kabul edilen küçük bir birimdir. Para ölçüsüne tatbik edildiği takdirde, bir dirhem ağırlığındaki gümüşün doksan altıda biri kadar küçük bir değer ifade etmektedir ki bu kadar küçük ebatta bir gümüşün para olarak tedavülde kullanılması pratikte pek mümkün görülmemektedir. Yaygın adıyla fels veya pul denilen bakır sikkeler, bahsedilen çok küçük ölçüdeki gümüşün teorik olarak karşılığı kabul edilmektedir. Bu anlamda bakır sikkelerin ağırlıklarının ve ebatlarının büyüklüğü veya küçüklüğü değerine etki etmemektedir. Piyasada mevcut bakır sikkeler, aynı dönemin gümüş sikkelerinin ihtiva ettiği gümüş madeni oranı bağlantılı olarak değer kazanmakta veya kaybetmekteydi. Bakır sikke darp ettiren kişiler zaman zaman bu sikkelerin değerini ya üstüne yazdırarak veya halka ilan ettirerek değerini belirledikleri gibi çoğu kez bu değer, tedavülde bulunan gümüş sikkelerin ağırlığı ve safiyeti göz önüne alınmak suretiyle halk arasında kendiliğinden oluşmaktaydı.

XIII. yüzyılın ikinci çeyreğinde çoğu kez bir dirhem ağırlığının daha üzerinde gümüş sikke darp ettiren Selçuklu sultanlarının pulları (fels), bire yüz yirmi oranını muhafaza etmekteydi.[66] Teorik olarak 1/96 oranında olması gereken bakır sikkenin değerinin 1/120 şeklinde işlem görmesi, piyasada kullanılan bir dirhemlik gümüş sikkelerin gramajının yüksek ve gümüş yüzdesinin fazla olması anlamına gelmekteydi. Bu durumu bir örnekle izah etmek gerekirse; normal bir ölçüde 1 gümüş dirhemle 96 ekmek alınabiliyor ise, daha yüksek kalitede basılmış diğer bir gümüş dirhemle 120 ekmek alınabiliyordu. Ancak iki örneğin aynı sultan döneminde aynı anda olması mümkün değildir.

Selçuklu Sikkelerinin Formal Özellikleri

Sikkeler, kesildikleri dönemle ilgili çok yönlü ipuçları verdiklerinden dolayı fevkalade tarihi ehemmiyeti haiz belgelerdir. Sikkeyi kestiren hükümdarın siyasî vaziyeti, itikadî kanaati, hâkimiyet sahası ve döneminin teknolojisi ile ilgili bilgi verebileceği gibi dönemin devlet maliyesiyle ilgili oldukça bariz bilgilere de işaret edebilmektedir. Biz bu başlık altında, Selçuklu sikkelerinin formal özelliklerine umumi hatlarla temas ederken ebatları ve gramajlarını bir yana bırakarak diğer hususiyetlerine göz atacağız.

Selçuklu sultanlarının muasırları olmaları dolayısıyla Abbasi halifelerinden dört kişinin ismi, Selçuklu sikkelerinde yer almaktadır. Bu kişiler, İmam Nâsır Lidînillan, İmam Zâhir Biemrillah, İmam Mustansır Billah ve İmam Mutasım Billah’tır. 1258’de Bağdad’ın Moğolların eline geçmesiyle hilafet merkezi dağıtılmış ve halife şehit edilerek hilafete son verilmiştir. Öte yandan hayatta kalan halife bulunmamakla beraber IV. Kılıçarslan ve III. Keyhusrev’in[67] sikkelerinde son halife; “el-İmamu’l- Masum Billah” veya sadece “el-İmamu’l-Masum” şeklinde yer almıştır.[68] Halife adının yer almadığı sikkelerde ise halife isminin nakşedildiği mekana “el-mülkü lillah”, “el-İzzetü lillah” veya “kelime-i tevhid” gibi ifadeler yerleştirilmiştir.[69]

Selçuklu sikkelerinde ayet, zikir ve dua türünden bazı ifadeler yer almaktadır. Bu ifadeler arasında Besmele Kelime-i Şahadet ve dört halife isimlerinin haricinde; “el-minnetü lillah, el-azametü lillah, halleddellahü mülkehü, halledellahu mülkehü ve hallede memleketehü, el mülkü bi’l-adl” ibareleri dikkat çekmektedir. Ayrıca birkaç sikkeye Saff suresinin dokuzuncu ayeti ya kısmen veya tamamen nakşedilmiştir.[70]

Selçuklu sultanlarının sikkelerine akseden bazı lakaplar da şunlardan ibaretti: ” “Nâsır”, “Kasîm”, “Burhan”, “Berâhîn”, “Şah”, “es-Sultanü’l-Azam”, “es-Sultanü’l-Muazzam”, “es-Sultanü’l-Kâhir”, “el- Melikü’l-Kâhir”,”Ebü’l, Feth”, “Emîrü’l-Müminîn”, “Zillüllah fi’l-Alem”, “es-Sultanü’l-Galip”.[71]

Selçuklu sultanlarının sikke darp ettirdikleri şehirler ise şu şekilde sıralanmaktadır: Konya, Kayseri, Erzurum, Malatya, Sivas, Dunaysır, Lülüve, Yemişpazar (Gümüş Pazar), Antakya, Madenşehr, Erzincan.[72] Beylikler döneminde ise bu isimlerden farklı olarak Karaman, Kastamonu ve Şehr-i Germiyan (Kütahya) gibi merkezlerde de para darp edilmiştir.[73]

Selçuklu sultanları kestikleri sikkelerde İslâmî ananelere bağlı kalmayı yeğlemişler ve hilafet makamına olan maddî ve manevî bağlılıklarının bir işareti olmak üzere onların dirhem ve dinar usullerini kendilerine esas kabul etmişlerdir.[74]

II. Kılıçarslan’ın kestirdiği bakır sikkenin arka yüzüne Gurlularda olduğu gibi Asya milletlerinin sikkelerinde kullanılan eli mızraklı süvari tasviri ilave edilmiştir. Bu tasvir, birkaç Selçuklu sultanının gümüş ve bakır sikkelerinde yer almıştır. Birkaç gümüş ve daha çok bakır sikkelerde tekrarlanan bu tasvir, zaman içerisinde ufak tefek değişikliklere uğramıştır. Muizeddin Kayserşah’ın bakır sikkesinde bu tasvirdeki süvarinin mızrağının önüne bir av hayvanı ilave edilmiş, kardeşi Muğisuddin Tuğrul’un ve Rükneddin Süleymanşah’ın sikkelerinde ise mızrak yerine süvarinin elinde üç çatallı bir teber (balta) tercih edilmiştir.[75] En son, yine II. Kılıçarslan’ın oğullarından I. Gıyaseddin Keyhusrev’de rasdığımız tasvirde süvari eli mızraklı olarak nakşedilmiştir.[76] Kilikya Ermeni baronlarından Hetum’un Selçuklu Devleti’ne tabiiyeti zamanında kestirmiş olduğu sikkesinde de aynı süvari tasviri eli baltalı olarak görülmektedir.[77]

II. Gıyaseddin Keyhusrev’e gelindiğinde, sikke üzerindeki tasvirin mahiyetinde esaslı bir değişiklik fark edilmektedir. Bu değişiklik, esasen Fars hükümdarlarından Hüsrev Perviz ile hanımını temsilen eski İran’ın kültürünün bir parçası kabul edilen “Arslan ve Güneş”, (Şîr ve Hurşît) motifinin Selçuklu meskükatında ilk olarak yer alması şeklinde gösterilebilir.[78] Bazı kaynakların ifadesine göre II. Gıyaseddin Keyhüsrev, darp ettireceği sikkelerin üzerine çok sevdiği karısı Gürcü Hatun’un ve kendisinin portrelerinin yerleştirilmesini talep etmiş, ancak devlet adamları bu fikri uygun bulmayarak aynı şahsiyetleri Güneş ve Arslan figürleri ile temsil etmeye Sultan’ı ikna etmişlerdi.[79] Bu motif, aynı sultanın sikkelerinde küçük ilavelerle tekrar edilmiştir. Bu ilaveler, motifin altına hilal, tek yıldız, üç yıldız, iki alem, veya güneş ışığını ifade eden çizgilerin şekillerindeki farklı görünüm olarak ifade edilebilir.[80] Benzer bir motife III. Alaeddin, Keykubâd’ın (1298-1302) sikkelerinin birinde tesadüf etmekteyiz ki burada güneş silinerek yalnız Arslan tasviri yer almıştır. II. Gıyaseddin Keyhusrev’in bir sikkesinde ise ortada güneş, altta ise kuyrukları birbirine dolanmış biçimde iki arslan yer almıştır.[81]

Uzun zamandan beri Selçuklu meskükatında yer almayan süvari tasvirini, VI. Rükneddin Kılıçarslan tarafından Sivas’ta darp ettirilen bir sikkede tekrar görmekteyiz. II. Kılıçarslan dönemindeki motifin, taklidi olan bu yeni motife küçük ayrıntılar ilave edilmiştir. Meselâ buradaki süvarinin elinde ok ve yay, başı hizasında bir hilal ve atın ayakları arasına denk gelen bölgeye bir çiçek nakşedilmiştir.[82]

I. İzzeddin Keykavus sikke darbında yeni bir tarz uygulamıştır. Bu şekilde bir tarz değişikliği, daha sonra gelen sultanlar için de bir anane oluşturmuştur. Bu sultanın döneminde yapılan en büyük tarz değişikliği, yazıların sikke yüzeyinde oluşturulan kare bir alan içerisine istiflenmesi olmuştur. Ancak bu yeni tarzın Kuzey Afrika devletlerinden Benî Hafs ve Muvahhitlerden alındığı söylenmektedir. Bu dizayn daha sonraki yıllarda basılan bir çok Selçuklu sikkesinde de taklit edilmiştir.[83]

Selçuklu sikkelerinde geliştirilen kompozisyonlar, Batı’dan daha çok Doğu özellikleri ortaya koymaktadır. Hem kaligrafik özellikleri hem de monogram yapıları, ayrıca üzerlerinde bulunan değişik varyasyonlar aynı paralelliği göstermektedir.[84] I. Alaeddin Keykubâd’a kadar geçen dönemde kesilen sikkelerde hemen hemen tamamen kûfî hatlar kullanılmamıştır. I. Alaeddin Keykubâd ise, yazı stili konusunda bir tarz değişikliğine giderek Arabî (Nesih) ve Kûfî yazılarla donatılmış yeni tarz sikkeler bastırmış, satırlar arasına değişik sayıda yıldız ve çiçekler koydurmuştur.

Sikkelere çoğu kez darp edildiği tarih yazılmıştır. Bu tarihlerden bir kısmı yazılı ibare şeklinde olduğu gibi yalnız rakamlarla gösterildiği de olmuştur; hatta hem yazılı ibare ile hem de rakamla tarihlendirilmiş sikkeler de mevcuttur. Nitekim I. Alaeddin Keykubâd’ın bu şekilde yazı ve rakamla tarihlendirilmiş sikkelerinin bir tanesinde bir yıllık tarih farkı mevcuttur ki bunun sebebi henüz izah edilememiştir. II. Gıyaseddin Keyhusrev’e kadar sikkelerin baskı tarihleri, genellikle nesih yazıyla belirtildiği halde bu dönemden itibaren rakam ve yazı türünün her ikisi de kullanılmış fakat yazılı kısımda nesih yazı kullanıldığı halde rakam kısmında divanî rakamlar denilen (siyakat benzeri) özel işaretler ve özel kısaltmalar yer almıştır. Bu şekilde divanî rakamlar ve kısaltmalar kullanılmak suretiyle bazı sikkelerin üzerine yalnız darp edildiği yıl yazılmamış; hatta ay dahi ilave edilmiştir.[85]

Yrd. Doç. Dr. Ahmet ALTINTAŞ

Karadeniz Teknik Üniversitesi Giresun Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 386-392


Dipnotlar :
[1] S. Koca, “Türkiye Selçuklu Devleti Hükümdarlarının Aldıkları ve Kullandıkları Hakimiyet ve Hükümdarlık Sembolleri”, III. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri, 20-22 Mayıs 1993, (Ayrı basım), Konya 1994, s. 151.
[2] İbn Bîbî, el-Evâmirül-Alaiyye fi’l-Umûri’l Alaiyye, Tıpkı basım, nşr. A. S. Erzi, Ankara 1956; Selçuk-name, I-II, trc. Mürsel Öztürk, Ankara 1996 s. 56; trc. I, s. 75; C. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, trc. Y. Morgan, İstanbul 1979, s. 173; T. Baykara, I. Gıyâseddin Keyhüsrev, (1164-1211), Gazi Şehit, Ankara 1997, s. 59.
[3] Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, trc. A. Yaran, Ankara 1988, s. 223.
[4] Gordlevski, s. 222.
[5] T. Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 116.
[6] H. Sahillioğlu, “Dinar”, DİA, IX, s. 353; M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I, İstanbul 1993, s. 451.
[7] İsmail Galip, Takvim-i Meskükât-ı Selçukiyye, İstanbul 1309, s. 38.
[8] S. Koca, “Türkiye Selçuklularında Ekonomik Politika”, Erdem, 8/23”, s. 404.
[9] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, Türkiye Selçuklu Sultanları ve Sikkeleri, Kayseri 1996, Erciyes Ün. Yay., s. 49.
[10] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 70.
[11] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 87.
[12] İbn Bîbî, s 233; Yazıcızade, Tevarih-i Al-i Selçuk, (İbn Bibi’nin eserinin Osmanlıca çevirisi), nşr. MTH. Houstma; (Historide Des Selijoucides D’Asie Minure D’apres İbn Bibi. Texte turcpublie, dapres Les Mss. De leide et de Paris Leiden 1902. ) s. 225; “Sikke-i Alâî” ve “Sikke-i Keykubadî” ifadeleri için Bkz. S. Koca, Ekonomik Politika”, s. 475; Ay. Müe., Hükümdarlık Sembolleri, s. 52.
[13] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 98-99.
[14] İ. Galip, Takvim-i Meskükât-ı Selçukıyye, İstanbul 1309, s. 38.
[15] İ. Galip, a.g.e., s. 47; H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 122-123.
[16] İ. Artuk, “II. Keyhusrev’in Üç Oğlu Adına Kesilen Sikkeler”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1993, s. 269 vd.
[17] İ. Galip, a.g.e., s. 81.
[18] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 148, 164, 181, 185, 208-209, 239, 255.
[19] H. Sahillioğlu, “Dinar”, s. 354.
[20] C. Cahen, a.g.e., s. 316.
[21] Beyliklerde az da olsa altın sikke darbı denenmiş olduğu bilgisi şifahi rivayetlere dayanmaktadır. Günümüzde mevcut olan sikke kataloglarına henüz aksetmemiştir.
[22] O. Turan, “Selçuk Türkiyesi ve Dünya Ticareti”, Türk Yurdu, 50/10”, s. 6.
[23] O. Turan, a.g.e., s. 6.
[24] C. Cahen, a.g.e., s. 316.
[25] İ. Galip, a.g.e., s. 7.
[26] İ. Galip, a.g.e., s. 41.
[27] S. Koca, “Ekonomik Politika”, s. 152; Ay. Müe., Sultan I. İzzeddin Keykavus (1211-1220), Ankara 1997, s. 82.
[28] İbn Bîbî, s 361; Yazıcızade, asıl metinde “Aded-i Sultânî” şeklinde geçen ifadeyi “Sultanî Akçe” şeklinde beyan etmektedir. Fakat Alaaddin Keykubat zamanında gümüş paraya henüz “Akçe” denilmeye başlandığı kanaatinde değiliz. Bkz. s. 222.
[29] M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İctimai Tarihi I, (1243-1453), İstanbul, 1995., s. 363.
[30] İ. Artuk, a.g.m., s. 269.
[31] M. Akdağ, s. 363.
[32] M. Akdağ, s. 363.
[33] Akrasayi, s. 221; trc., s. 274.
[34] İ. Galip, a.g.e., s. 39.
[35] Gordlevski, s. 223.
[36] Z. V. Togan, “Reşideddin’in Mektuplarında Anadolu’nun İktisadi ve Medeni Hayatına Ait Kayıtlar”, İFM XI, (1955)., s. 6, 7.
[37] M. Akdağ, a.g.e., s. 365.
[38] S. Koca, “Hükümdarlık Sembolleri”, s. 151.
[39] Ömerî, Mesalikü’l Ebsar fi Memalikü’l-Emsar, nşr. F. Teaschner, Leipzig 1929 s. 20.
[40] Z. V. Togan, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti I”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası I, (İstanbul 1931), s. 18.
[41] A. Temîr, Kırşehir Emiri Cacaoğlu Nureddin’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 1989., s. 156, nu. 1.
[42] M. Akdağ, a.g.e., s. 363.
[43] Z. V. Togon, a.g.m., s. 10.
[44] B. Spuler, İran Moğolları, trc. Cemal Köprülü, Ankara 1987, s. 330.
[45] Z. V. Togan, a.g.m., s. 10.
[46] Z. V. Togan, a.g.m., s. 4.; C. Cahen, a.g.e., s. 316; H. Sahillioğlu, “Dirhem”, s. 354, 371.
[47] B. Spuler, a.g.e., s. 330.
[48] Z. V. Togan, a.g.m., s. 2.
[49] B. Spuler, a.g.e., s. 332.
[50] Z. V. Togan, a.g.m., s. 12.
[51] Ömerî, s. 19; O. Turan, “Dünya Ticareti”, s. 6; K. V. Gül, Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması, İstanbul, 1971, s. 218.
[52] M. Akdağ, a.g.e., s. 365 vd.
[53] Bu sikkeler için bkz. İ. Galip, a.g.e., s. 111 vd.; C. Cahen, a.g.e., s. 317.
[54] Venedik’te basılan altın paraya duka, Florasnsa’da basılana Flori denmektedir. Aydınoğullarının taklit ettikleri Napoli Krallığı’nın parası ise gümüştü.
[55] W. Heyd, Yakın Doğu Ticaret Tarihi, trc. E. Z. Karal, Ankara 1975, s. 607, 609; T. Baykara, Aydınoğlu Gazi Umur Bey (Paşa), Ankara 1990, s. 81.
[56] H. Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara 1968, s. 50, 121.
[57] P. Wittek, Menteşe Beyliği, çev. O. Ş. Gökyay, Ankara 1986, s. 154.
[58] P. Wittek, a.g.e., s. 69.
[59] H. Sahillioğlu, “Dirhem”, s. 370.
[60] İ. Artuk, “Fels”, DİA, XII, s. 310.
[61] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 42.
[62] S. Koca, “Ekonomik Politika”, s. 474.
[63] İ. Galip, a.g.e., s. 2, 5.
[64] Mangır kelimesi Moğolca olup, Moğol döneminden itibaren bakır sikkeler için kullanılmaya başlanmıştır.
[65] İ. Galip, a.g.e., s. 8, 18, 24, 40.
[66] Eflakî II, Menakıbu’l-Arifîn, nşr. Tahsin Yazıcı; trc. Ankara 1980, s. 629; trc. Tahsin yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, II, İstanbul 1989, s. 48; Gordlevski, s. 234. Ankara 1980; trc. Tahsin yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, I-II, İstanbul 1989.
[67] F. Köprülü, “Anadolu’da Türk Medeniyeti”, Milli Tetebbular Mecmuası, II/5, (İstanbul- 1331), s. 211.
[68] İ. Galip, a.g.e., s. 76; H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 28; İ. Artuk, a.g.m., s. 286.
[69] İ. Galip, a.g.e., s. 72.
[70] İ. Galip, a.g.e., s. Giriş.
[71] İ. Galip, a.g.e., s. Giriş; H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 5 vd; S. Koca, “Hükümdarlık Sembolleri”, s. 149.
[72] S. Koca, a.g.m., s, 474.
[73] İ. Galip, a.g.e., s. Giriş; H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 29-34.
[74] C. Cahen, a.g.e., s. 173; Oysa aynı dönemlerde Artukoğulları, Danişmendiler, Atabekler gibi Selçuklulara komşu devletler İslâmî geleneğe riayet etmiyorlardı. Bu devletler ağırlıklı olarak Hıristiyan ülkelerinin sikke geleneğini kendilerine örnek almış bulunuyorlardı; Bkz. İ. Galip, a.g.e., s. 6; C. Cahen, a.g.e., s. 172 vd.
[75] İ. Galip, a.g.e., s. 8, 11, 13, 17; H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 49.
[76] T. Baykara, Gıyaseddin, s. 56.
[77] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 128-129, 143.
[78] İ. Galip, a.g.e., s. 51, 53.
[79] Cenâbî, El-Eylemü’z-Zahir, (Anadolu Selçuklularıyla ilgili kısmı nşr. Muharrem Kesik), basılmamış yüksek lisans tezi, İstanbul 1994, s. 22; Ahmed b. Mahmut, Selçukname II, nşr. E. Merçil, İstanbul 1977, s. 155.
[80] İ. Galip, a.g.e., s. 43, 47.
[81] İ. Galip, a.g.e., s. 97; H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 133.
[82] İ. Galip, a.g.e., s. 63-64.
[83] İ. Galip, a.g.e., s. 24; H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 23.
[84] H. Erkiletlioğlu-O. Güler, a.g.e., s. 22, 26-27.
[85] İ. Galip, a.g.e., s. 38, 39, 55, 94.
1 yorum
  1. oğuzhan ceylan diyor

    çok kapsamlı bir araştırma olmuş elinize sağlık

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.