Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Sefaretnameler

0 16.319

Doç. Dr. Belkıs Altuniş – GÜRSOY

Osmanlı İmparatorluğumun yabancı ülkelere gönderdikleri elçilerin kaleme aldıkları mektup, risale, seyahatname, takrir ve havadisnamelere sefaretname adı verilir. Bu sefaretnameler,[1] padişaha sadrazama veya reisülküttaba (=dışişleri bakanı) arz edildiklerinden resmî bir nitelik taşırlar. Osmanlı Devleti; padişahın cülûsunu bildirmek, barış teklifinde bulunmak, hediyeler götürmek, padişahın bir mektubunu iletmek, barış yapmak veya mevcut barışı yenilemek, vergi istemek, kazanılan bir zaferi duyurmak, tahta yeni çıkan bir Avrupalı kralı tebrik etmek, taç giyme törenine katılmak, antlaşma şartlarını görüşmek, antlaşma şartlarına uyulmadığı durumlarda şikâyette bulunmak, arabuluculuk etmek, öteki devletlerin Osmanlılar hakkındaki görüş ve fikirlerini anlamak, Osmanlı Devleti’ne taraftar kazanmak, gidilen devleti bir üçüncü devlet aleyhine savaşa teşvik etmek, Osmanlı Devleti’nin alacaklarını toplamak, iyi dostluk ilişkileri kurmak gibi vesilelerle yabancı ülkelere “fevkalâde elçi” diye de adlandırılan geçici elçiler göndermiştir. Oysa Avrupa’da daimî ve sürekli diplomasi XV. yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşmeye başlamıştır. Batı’da daimî elçiler öncelikle İtalyan devletleri tarafından 1450’lerden itibaren oluşturulmuştur. XV. yüzyılda İtalya daimî ve organize olmuş diplomasinin merkezi olmuştur. Papalık, diplomasi sahasında ilk gerçek uluslararası kuruluşun müessisi konumundaydı. XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa’da karşılıklı temsilcilikler ihdasına başlanmıştır.[2]

Batılılar, İstanbul’un fethinden itibaren Venediklilerin başlattıkları bir uygulamayla İstanbul’da daimî elçiler bulundurmuşlar, ayrıca imparatorluğun birçok yerinde konsolosluklar ihdas etmişlerdir.[3] Osmanlı Devleti’nin dört bir yanına dağılmış olan bu konsolosluklar, siyasî, ticarî ve adlî olmak üzere üç ayrı tip görevi icra ederken, bir yandan da halkla ve Osmanlı yetkilileriyle her türlü münasebeti yürütmüşlerdir. Bu konsolosluklar, Osmanlı ülkesini kontrol altında tutmanın yanı sıra, bu ülke hakkındaki en doğru ve en yeni bilgileri, en güvenilir bir biçimde kendi ülkelerine ulaştırırlardı. Yani her çeşit istihbarat görevini üstlenirlerdi. 1825 yılında İngilizlerin Osmanlı Devleti içinde 11 konsolosluk örgütü mevcutken; bu sayı, 1856 yılında 85 konsolosluk ünitesine yükselir.

Venedikliler 1454, Polonya 1475, Rusya 1497, Fransa 1525, Avusturya 1528, İngiltere 1581, Felemenk 1612 yılından itibaren İstanbul’da daimi elçiler bulundurmuşlardır.[4] Bu elçiler Osmanlı Devleti ve Türklerle ilgili rapor ve hatıralar da yayımlamışlardır. Osmanlı Devleti ise daimî elçi diyebileceğimiz ilk “ikamet elçisi”ni XVIII. yüzyılda III. Selim zamanında İngiltere’ye göndermiştir. 1793-1797’de ilk ikamet elçisi olarak Londra’ya giden Yusuf Agâh Efendi’yi 1797-1800’de Londra’ya giden İsmail Ferruh Efendi, 1797-1802’de Paris’e gönderilen Moralı Esseyyid Ali Efendi, 1803- 1806’da Paris’e giden Halet Efendi (1803-1806), 1806-1811’de Paris’te kalan Muhib Efendi, 1797- 1798’de Berlin’e gönderilen Ali Aziz Efendi, 1797-1800’de Viyana’ya gönderilen İbrahim Arif Efendi takip etmiştir.[5]

Bu uygulama, Avrupa Devletleri arasında geçerli olan diplomasi kurallarının Osmanlılarca da kabul edildiğini gösterir. Hammer’in eserinde verilen ve Osmanlı Devleti’nce 1774’te yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar 36 ülkeye gönderilen geçici ve daimî elçilerin -bazı isim ve sayı eksiklikleri olmakla beraber-listede 205 elçi veya maslahatgüzar tespit edilmiş bulunmaktadır.[6] Osmanlı Devleti’nin ikamet elçileri bulundurmaktaki geç kalmışlığı, onun kendisinden emin ve müstağni oluşu ile izah edilebilir. Ama ne yazık ki bu istiğna tavrı, zaman içinde diplomasi ve siyaset açısından aleyhte işleyecektir.[7]

Osmanlı Devleti’nde elçiler, “fevkalâde büyük elçi”, “büyük elçi”, “orta elçi”, “küçük elçi” ve “maslahatgüzar” gibi adlandırılmalarla sınıflandırılmaktaydı. Basit bir memuriyetle veya sırf mektup götürmek için yollanan kimselere de “nameres” denilmekteydi. Gidilecek ülkelerin o günkü şartlar dahilinde Osmanlı Devleti nezdindeki itibarı ve o devletlerin Babıâli’ye göndermiş oldukları elçilerin sınıfları, bizim o ülkelere giden elçilerimizin de sınıfını tespit etmekteydi. Elçiler konusunda Avrupa ülkeleri arasında geçerli olan mütekabiliyyet (=karşıtlık) esasına bir diplomasi kuralı olarak Osmanlılar da uydular. Ülkeler karşılıklı olarak elçileri karşılama, ağırlama, uğurlama, hediyeleşme gibi hususlarda birbirine denk düşecek bir tavır tutturmaya çalışırlardı. Çeşitli meslek gruplarından tercihen lisan bilen, mevki ve şöhret sahibi kimseler “tertîb-i muhâverat ve desâis-i nasaraya ıttılâ hâsıl etmiş bir kârdan-ı dakika-şinas”[8] olmak kaydıyla bu göreve getirilirlerdi. Bu mesleğin eğitimini almış tecrübeli ve lisan bilen şahsiyetlerin elçiliğe tayin edilmeleri, ancak XIX. yüzyılda gerçekleşecektir. Osmanlı Devleti, elçi tayin ettiği kimselere dönüşlerinde geri alınmak kaydıyla rütbe ve paye vermekte, yetkilerini artırmaktadır. Büyükelçilere Rumeli ve Anadolu Beylerbeyiliği, orta elçilere Defterdarlık, Nişancılık, Mekke payesi, İran’a gönderilen ulema sınıfına mensup elçilere Anadolu Kadıaskerliği ünvanları verilmektedir.[9]

“Elçi Hazinesi” adı verilen hazineden zengin ve gösterişli eşyaların çıkartılarak; hem gidilen yerlerin ileri gelenlerine hediyeler götürülmekte, hem de elçi ve maiyetindekilerin kullanımı için ihtişamlı, kıymetli, giyim-kuşam, eşya ve aksesuarlar temin edilmekteydi. Örneğin 1774’de Rusya’ya geçici olarak gönderilen Abdülkerim Efendi, son derece değerli bir eşya olan II. Bayezid Han’ın murassa hançerini beline takarak bu ülkeye gitmişti.[10]

Osmanlı Devleti’nin bu konuda son derece fedakâr ve cömert davrandığı elçilerin götürdükleri hediyelerin listesinden ve kullandıkları eşya ve malzemenin kalitesinden anlaşılmaktadır. Elçiler ve maiyetindekiler, bu eşyaları emaneten alıp kullanmakta, geri döndüklerinde iade etmektedirler. Elçilere, yabancı ülkelerce verilen hediyeler de bu hazineye mal olmaktadır. 28. Çelebi Mehmed’in Paris’e sefaretle gidişinde de “renk renk sırma işlenmiş beyaz dibalar, gümüş takımlarla donatılmış midilliler, mücevherli ok ve yaylar, top top kumaşlar, nadide Hint abadileri, kıymetli kürkler ve gül yağları ile nice tefarik eşya” götürdüğünü biliyoruz.[11]

Paris’e ilk ikâmet elçisi olarak gönderilen Moralı Esseyyid Ali Efendi’nin Directoire’ler ve bakanlar için götürdüğü hediyelerin listesi şöyledir: “İpekten muhteşem bir çadır, on at, kıymetli kumaşlar, esans ve parfümler”[12] Halet Efendi, Paris Elçiliğine tayin edildiğinde Bonaparte ve Talleyrand’ın eşlerine verilmek maksadıyla biri on beş bin kuruş, diğeri de on bin kuruş değerinde kumaşlar, takılar ve kokulardan müteşekkil iki bohça ile başbakana verilmek üzere ikisi bin beşer yüz, ikisi onar bin ve biri de yedibin beş yüz kuruş değerinde beş bohça götürmekteydi.[13]

1665’de Viyana’ya giden Kara Mehmed Paşa ile ilgili bir hediye verme törenini Evliya Çelebi’nin satırlarından okuyalım:

Paşadan hediye defterlerini alıp gittiler. Onlardan gelen defter mucibine hediyeler krala, anasına, baş vezire, baş papaza, baş arşake ve vezir makamında olanlara ve başta olan dinsizlere bütün hediyeler hazır oldu. Ertesi… Zilkade ayının Pazar günü, çasar, ikinci vezir ve baş komisar ile kendi hanto arabalarından sekiz adet mücevherli, cilâlı, murassa, mineli araba göndermiş ki, insanın gözü kamaşır.

Paşa hintoya bindi. Ağalar atlarına binip hazır oldular. Önce sekiz adet divanhâne döşemesi, altın nakışlı ibrişim halıçaları, sekiz adet hanto arabalarla ileri gittiler. Sonra direkli bir otağ bir hanto arabaya yüklediler. Yanları sıra samur kürklü ağalar, piyâde saraçlar, çaşnigirler, çadır mehterleri ve mehterbaşı geçti. Sonra üç baş asil at, biri cevahir ve murassa eğerli, cevahir takımlı, topuz ve gaddareleri, bahri hotaslı, altı adet cevahire bürünmüş yancıklı, at başında murassa çifteli ile, sağ ve solunda kırmızı dolamalı has ahır yedekcileri, has ahır kalfası ile geçti. Bir at sade dîbadan çullu yelkendez yörük at, sonra bir küheylân at, hep cevahir eğerli, murassa özengili, temiz ve silâhlı örtülü at, kralın anasına, yine ahır halifeleriyle geçtiler. Sonra yirmi çift ağır kuşaklık hil’atların herbiri, atlar üzerinde ağaların elinde geçtiler. Sonra hünkârî ve hezarî destar-ı Muhammedîler, ondan sonra on okka gül suları, sonra şemâme, ham anber, sırmalı bohça içinde geçti. Sonra bu hakîr de on göbek hıten miski, benim ayakdakşım kapucular kethüdâsı ile geçtik. Sonra paşa kekhüdâsı Hüseyin Ağa elinde şah sorgucu, baş kapıcıbaşının elinde bir cevahir topuz ile paşa kethüdîsı atbaşı beraber geçtiler. Sonra paşa Tuna üzerindeki köprüden araba ile geçip kaleye girip küheylân atına bindi.

Bütün atı ve kendisi altınlara ve cevahire garkolmuş, ağır ağır giderken selimî destar üzerine cevahirli şâhâne sorguç takınmıştı. Pâdişahın mektubu koynunda idi. Mektubun kesesi ve cevahirli altın kozalağı paşanın yakasında görünüyordu. Samur kabaniçse, bütün mataracıları, tüfenkçileri, şatırları silâhdar, çuhadar ve bütün iç ağaları, pürsilâh, hediye götüren ağalar ve diğer ikişer ikişer

atbaşı beraber geçtiler. Böylece çasarın sarayı meydanının kapısından içeriye evvelâ kaliçeler, sonra pâdişah otağı, atlar girip meydanda durdular. Bizler de hediyelerle saray meydanına girip, kral sarayı divanhânesine çıkacak kapıda hepimiz atlardan inip küçük komisar ve küçük tercümanlar önlerimize düşüp, yedi kat saraydan çıkıp, yedi tabakasında önlerimize düşüp, yedi kat saraydan çıkıp, yedi tabakasında neler neler gördük. Bu yedi kat sarayı dolaşa dolaşa, üç büyük divanhâneyi geçip 197 basamak merdiven çıktık. Aşağı katlar merdiven değildir. Burada kral at ile çıkıp, ondan sonraki katları kâh piyâde, kâh kol tezkereyle hamal kefereler yukarı tabakalara çıkarırlar. Yedi katta yedi büyük divanhâne vardır ki her biri üçer dörder bin kefere alır. Duvarlarına rengârenk nakışlı halılar asılmıştır. Nice yüz pencereleri var ki hepsi cam, billûr, necef ve morandır. Sekizinci divanhâne bizzat çasarındır… Hepimiz çıktık. Paşa yüksek bir tahtta oturdu. Paşa, mataracıbaşı ile hakîri içeriye, kralın küçük divanhânesine gönderdi. (Varın, görün, kral tahtından inüp, kapının iç yüzünde durur mu?) deyince varıp gördük. Meğer çasar, tahtından inmiş, mataracıbaşıyı sırmalı mehabetlû Hacı Bektaş üsküfü ile görünce, hemen başından şapkasını çıkarıp hakîre ve mataracıbaşıya tapınıp selâm alır gibi bir iki eğilip doğruldu. Biz de gördüğümüz gibi paşaya haber verdik. Paşa hemen ağır ağır, ayak ayak yürüyerek kral divanhânesinden içeriye girince kral on adım ileri geldi. Elçi paşa da apul apul yürüdü.”[14]

Sonderece ihtişamlı ve renkli bir alayın resmedildiği yukarıdaki satırlar, bir tiyatro dekoru manzarası arz etmektedir.

Osmanlı elçileri yanlarında gittikleri ülkenin hükümdarına verilmek üzere “nâme-i hümayun” veya “hümayun-nâme” denilen padişah mektubu ile başbakana sunulmak için yazılmış sadrazam mektubunu taşırlardı. Akabinde gittikleri ülkenin kralı ve başbakanı tarafından padişaha ve sadrazama atfen yazılmış birer mektup ve mukabil hediyelerle geri dönerlerdi.

Üç yıllığına elçi olarak tayin edilen kimselere ve maiyetindekilere yolluk verilir, aylık bağlanırdı. Ülkelerinde bıraktıkları aileleri için de maaş ödenirdi.[15]

Elçilerin yanlarında genellikle kalabalık bir maiyetleri olurdu. Bu maiyetin sayısı değişken olmakla beraber bazen bine kadar ulaşmaktadır. Elçinin evlat, kardeş, kayınbirader gibi yakın akrabalarının çoğu zaman bu maiyete dahil olduğunu bilmekteyiz. Fenerli Rumlardan seçilmiş tercümanlar da bu kafilerle katılmaktadırlar. Bir örnek teşkil etmesi bakımından Moralı Esseyit Ali Efendi’nin maiyeti hakkında bilgi verelim: Directoine hükümeti misafir ağırlama cihetince kendisine düşen masrafları azaltmak, hem de muhtemel sıkıntılara meydan vermemek maksadıyla elçilik maiyetine bir sınırlama getirmek ister. Bu husus taraflar arasında müzakere konusu olur ve neticede elçilik personelini 18 kişiyle sınırlı tutmaya karar verirler. Bu personelin içinde bir imam, bir Türk kâtip, iki Rum tercüman, kâhya görevini üstlenen bir ağa, bir oda uşağı ve on iki hizmetkâr mevcuttur. Rum tercümanlardan biri olan Codrika’nın Fransız menfaatleri için gayret gösterdiğini, Divan tarafından casuslukla suçlandığını, Osmanlı Devleti’ne geri döndüğü takdirde ölüm cezasına uğrayacağı hususunu belirtelim. Diğer tercüman Manolaki’nin de Ali Efendi’nin bilgisi dışında çok büyük borçlar yaptıktan sonra elçilikten kaçtığını ve Osmanlı vatandaşı olmayı reddedip, Fransa’ya iltica ettiğini biliyoruz.[16] Batılı devlet mensupları da başlangıçta genellikle Türkçe bilmediklerinden tercüman kullanırlardı, yani Osmanlı Devleti Avrupalılar ile ancak tercümanlar aracılığı ile iletişim kurabiliyordu. Bu tercümanlar da genellikle tarafların görüşlerini birbirlerine aynen iletmek yerine söylenilenleri değiştirip bozarak karşı tarafa aktarmaktaydılar. Diplomasinin de içinde bulunduğu pek çok hususta lisan öğrenme mecburiyetini hisseden Batı, tedbirler düşünmüş, çeşitli eğitim kurumları yoluyla bu meseleyi halletme yoluna gitmişti.

Ebubekir Râtib Efendi, Viyana Şark Dilleri Mektebi’ni ziyaret ettiğinde bu hususla ilgili intibalarını şöyle aktarmaktadır. “… anda bi akademya olup ancak Türki ve Arabî lisanlarına talime mahsûs olmağla eğerçi içinde sâir elsine ve ulûm ve fünûndaki tahsil olunur lakin asl-ı vaz’ı elsine-i selâseye olduğundan ismi Akademya Asya ile mevsûmdur. Asya Anadolu ikliminden ibaret olmayla her devlet muhâbere ve mükâtebe ve musalâha ve muhârebesi olduğu düvel ü milelin lisanlarına vâkıf ve tercümesine ârif olmak lâzım ve emr-i mühimdir. deyü mezbûr akademiyayı bina ve tertib etmiştir. Ehl-i İslâm’a müteallik elsine olduğundan nâzırı dahi aslından Asitane’de dil oğlanı ve maslahatgüzar ve hâlâ prens Kaunitz kaleminde müsteşar ve Devlet-i Aliyye’nin tahrirâtını hulâsa ve tercümeye memuriyetle sâhib-i itibar olmağla, bizi mezbûr akademiyaya davet ve ziyaret ve fizika dedikleri fünûndan yirmi beş nev’ acâib ve garaib izhâr ve irâet ettiler. İki senede bir kere anda olan etfâlden iki neferi Dersaadet’e irsâl ve dil oğlanı hizmetinde istihdâm ve sonra baş tercüman olur. Hâlâ bunda olan Nemce tercümanı mezbûr akademiyada taallüm edip, Asitâne’de tekmil-i lisan etmiştir.[17]

Bu teklif mahiyetindeki izah, zaman içinde ihtiyaçların yönlendirmesiyle cevap bulacak, Osmanlı Devleti güçlü bir biçimde lisan bilen eleman ihtiyacını duyacaktır. Müslümanların uzun süre “Diyâr-ı küfr” de oturmaları hoş karşılanmadığından bu hususta biraz ağırdan alınacak, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın Batı’ya daha önce öğrenci yollaması örnek alınarak ilk Türk öğrenciler, 1827’de Fransa’ya gönderilecektir.[18] İlk daimî elçimiz Yusuf Agâh Efendi’nin maiyetindeki Mehmed Derviş Efendi ile Mehmed Tahir Efendi, Avrupa’da dil eğitimi gören yani Fransızca öğrenen ilk Türk gençleridir.[19] II. Mahmut döneminde Avrupa’ya tahsil için yüz elli öğrenci gönderilecektir. Tıbbiye’de öğrenim dili Fransızca olacak ve bu maksadı gerçekleştirmek içinde hoca getirilecektir. 1832 yılında Babıali Tercüme odasının kurulması da bu sebepledir. Tercüme odasının arkasından kurulan Mabeyn kalemi, Tophane kalemi, Gümrük kalemi gibi odalar da birer lisan okulu hüviyeti arz eder.

Savaş veya barış görüşmeleri yapmak üzere bir araya gelen Osmanlı Devleti ile komşu ülkelerin elçileri “hudud mili” denilen bir yerde buluşurlardı. Sınırda toprak yığınlarından küçük bir tepe oluşturulur ve üzerine bir çadır kurulurdu. Tepenin Osmanlı topraklarına bakan tarafına beş adam boyunda bir çam direği, karşı ülkeye bakan tarafına yine beş adam boyunda bir başka çam direği dikilirdi. Direklerin arasındaki mesafenin ortasında dikilen daha uzun bir çam direğinin bulunduğu yere “hudud mili” denilir ve tarafların elçileri orada buluşurdu.[20]

Elçiler gittikleri ülkenin sınırından içeriye girdikten sonra, artık o devletin misafiri sayılmakta, o ülke sınırları içindeki yol harcamaları, ikamet ve iaşe giderleri karşılanmaktadır. Osmanlı elçileri, yol giderlerinin karşılanması konusunda son derece tok gözlü davranmışlar, çok defa kendi masraflarını kendileri karşılamaktan başka, kendilerine mihmandarlık eden o ülkenin görevlilerinin dahi masraflarını âdetten olmadığı halde üstlenmişlerdir. Yabancı elçilik heyetlerine “tayinat” adı altında maddî destek verilirdi. Ülkeler arasında karşıtlık (mütekabiliyyet) esas olduğundan Osmanlı Devleti, hazineye çok yük getiren bu uygulamayı kaldırmak için İngiltere’ye giden ilk ikamet elçisi Yusuf Agah Efendi’den İngilizlerce harcamaları için verilecek olan parayı reddetmesi istenmiştir. Bu şekilde davranmakla Osmanlı Devleti’ne gönderilen elçiler için yapılan harcamaların aza indirilmesi düşünülüyordu.[21]

Elçilerin veya maiyetlerindeki memurların kaleme aldığı sefaretnamelerin sayısı konusunda net bir bilgimiz yoktur. Unat’ın verdiği kırkaltı, Yalçınkaya’nın verdiği kırksekiz sayıları[22] hiç şüphesiz ki henüz bilinmeyen sefaretnamelerin ortaya çıkmasıyla çok daha yukarıya çekilebilir. Ayrıca çeşitli sebeplerle tamamen kaybolmuş bulunan bu tarz başka kalem mahsûllerinin varlığı da düşünülebilir. Eldeki bazı sefaretname metinleri de noksandır. Sefirler ve sefaretnamelerle ilgili olarak yurt dışındaki arşiv belgeleri, tarihî vesikalar, hatıralar ve o günün gazeteleri taranmak suretiyle Türkiye dışında da birçok çalışmalar yapılmaktadır.

Konuyla ilgili birçok eserde, ilk sefaretname olarak Kara Mehmet Paşa’nın 1655’de yazılan Viyana Sefaretnamesi gösterilmektedir. Oysa, ilk sefaretnamenin Fatih Devrinde 1495’de Viyana’ya gönderilen Hacı Zağanos adlı Çavuşun imzasını taşıyan bir eser olduğu ve bu sefaretnamenin ayrıntıları iyi yakalayan tecrübeli bir diplomatın kaleminden çıkmış bulunduğu bilinmektedir.[23]

1655 yılında yazılan Viyana Sefaretnamesi, Kara Mehmet Paşa’nın kâtibi Evliya Çelebi tarafından kaleme alınmıştır. Merasim ve teşrifatla ilgili bilgiler dışında Paşanın kabul ve ağırlama hususlarında kendi isteklerini dayatan fazlaca mağrur bir tutum içine girdiğini anlatan kısımlar dikkat çekicidir. Evliya Çelebi, bu seyahatle ilgili intibalarını Seyahatnamesinde de nakledecektir.[24]

1688’de Viyana’ya gönderilen ve dört yıl orada kalan Nişanlı Zülfikar Efendi’nin sefaret raporu da tarihî malumat ihtiva eden yazısıyla son derece değerlidir.

Şıkk-ı Sani Defterdarı olup 1719’da bir Viyana Sefaretnamesi kaleme alan İbrahim Paşanın üslubundaki sadelik ve samimiyetle dikkati çeker.[25] İbrahim Paşa, yolculuğu, güzergâhları, yerleşim bölgeleri arasındaki mesafeyi, sınırda elçi değişimi törenini anlatır. Belgrad’ı ve Avusturya’nın o günkü halini ahalisiyle birlikte verir. 1730’da Viyana’ya giden elçi ve Tavuku reis olarak tanınan Hacı Mustafa Efendi’nin Viyana Sefaretnamesi, güzergahlar, görülen yerlerin tasviri gibi konulardan ziyade Nemçe Devleti’nin kuruluşunu 1701-1714 arasından cereyan eden tarihî olayları, Karl V. devrinden başlayarak Avusturya, İspanya ve İtalya veraset meselelerini, Viyana’daki diplomatik hususları ihtiva eder. Fikrî seviyesi ileri bir kimse olan Mustafa Efendi, Nemçe’nin Osmanlı Devleti için kuvvetli bir düşman sayılmayacağını söyler. Bu imparatorluğun devamlı savaşlar neticesinde fakir düştüğünü, kıtlık ve pahalılık içinde olduğunu ifade eder. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin hazinece zengin olduğunu belirtir.

Hattî Mustafa Efendi’nin 1748’de kaleme aldığı Nemçe Sefaretnamesi’nde Viyana ile ilgili bilgiler verilir. Rasathane, opera, laboratuar gibi birçok yeri gezen elçi, protokol konularında kendi isteklerini dayatan bir tavır içine girmekten çekinmemekte, önceleri Türk hakimiyeti altında olduğu halde sonradan elden çıkan topraklarla karşılaştığında esef etmektedir.[26] Ahmet Resmi Efendi’nin 1758’de kaleme aldığı Viyana Sefaretnamesi’nde Avusturya İmparatorluğu’nun tarihi ile ilgili bilgi verilmiş, görülen yerlerle ilgili tespit ve gözlemler dile getirilmiştir. Bir taraftan Kral saraylarını, saray bahçelerini, Viyana’nın dört, beş katlı binaları, meydanları anlatılırken bir taraftan da, bu ülkede devlet ve milletçe israftan kaçınan ve tasarrufa ehemmiyet veren bir idarî yapılanmanın söz konusu olduğundan bahsedilir. 1791-1792’de Avusturya’ya giden Ebubekir Ratib Efendi, Viyana elçiliği sırasında biri sefaretname olmak üzere altı takrir kaleme almıştır. Sefaretname’de[27] Avrupa’nın askerî, idarî ve mali teşkilatı hakkında incelemeye dayanan geniş bir bilgi yer almaktadır. Yolculuğunu ve Viyana’yı da anlatan Ratip Efendi, bu müddet içinde Avrupa’ya dair olabildiğince geniş bilgi toplamaya çalışmış, edindiği bilgileri konularına göre sınıflandırarak, ülkesi yöneticilerinin istifadesine sunmuş, iç ticaretin gelişmesi, yerli malların kullanımı ve millî servetin yabancı ülkelere gitmemesi, damga resimlerinin konulması, bütçe açığının azaltılması, hususlarında padişaha tavsiyede bulunmuştur. Ayrıca, ülkenin içine düştüğü zor durumdan da padişahların sorumlu olduğunu büyük bir cesaretle dile getirmektedir. Askerî iki okulun işleyiş tarzını en ince teferruatına kadar veren Ratib Efendi, Avusturya Macaristan imparatoruna, başbakan ve başbakan yardımcısı ile Avusturyalı diplomat Cobenzl’e on dört adet mektup yazmıştır.[28]

Bu sefaretnamenin bir özelliği de bir şair olan Ebubekir Ratip Efendi’nin, yaşadığı durumlar, beğendiği ve takdir ettiği müesseselerle ilgili manzumeleri eserine serpiştirmiş olmasıdır. Sebin’de davet edildiği bir balodaki göze hitap eden güzellikler için, Viyana’da gördüğü Asya Akademisi dolayısıyla, Tameşvar kalesini görünce Osmanlı’nın orada, o kale için kan akıtmış olmasının verdiği acı hatırayla birer manzume kaleme alır.[29] Nizam-ı Cedid’in kurulmasında bu eserin ve benzerlerinin önemli ölçüde rolü vardır.[30]

Avusturya ile ilgili bu sekiz sefaretnameden kısaca bahsettikten sonra Rusya ile ilgili sefaretnamelerden bahsedebiliriz. Bu sefaretnamelerden elde bulunan birincisi 1722-1723 yılında Rusya’ya gönderilen Nişli Mehmed Ağa’nın sefaretnamesi’dir. Günlük şeklinde tutulan ve alaylı bir üslupla kaleme alınan bu eserde de taraflar arasında teşrifat konusunda müzkereler yaşandığı anlatılmaktadır. Mehmed Emnî Paşa’nın 1740-1742’de kaleme aldığı Rusya Sefaretnamesi de 37 beyitlik manzum bir önsöz ile başlamakta, arkasından yazarı hakkında bilgi vermektedir. Bu sefaretname, hem Osmanlı-Rus münasebetleri, hem de Rusya tarihiyle ilgili olarak bilgi veren bir eser mahiyetini teşkil eder. 1741’de Petersburg’da Mehmed Emnî Paşa tarafından imzalanan senet ile Osmanlıların Rusya çarlarını imparator ünvanıyla anmaları kabul edilmekteydi. Derviş Mehmed Efendi’nin 1755’te kaleme aldığı Rusya Sefaretnamesi, İstanbul-Petersburg arası güzergâhları ve Petersburg şehrine ait bilgileri ihtiva etmektedir.

Rus ordularının İsveç sınırlarında yığıldığına dair de haber vermektedir. Şehdî Osman Efendi’nin 1757-1758’de kaleme aldığı Rusya Sefaretnamesi’nde de yolculuk ve güzergahların anlatımından sonra Petersburg şehri etraflıca tanıtılmaktadır. Bu şehrin iklimi ve çevresi, Peterhof Sarayı ve bahçeleri tasvir edilir. Tiyatroları ve Tsarskoié-Sélo sarayını da ziyaret eden elçi Kronştat tersane ve kalesini, Baltık Denizi donanmasını, kanalları, devlet müze ve matbaasını görmüştür. Bu eserde, Rus ordusunun teşkilâtı ve talim düzeni konusu da ele alınmaktadır. Elçi, kendisine sığınan Türk ve Müslüman esirler sebebiyle Ruslarca sıkıntıya uğrasa da, bu insanlara sonuna kadar sahip çıkar.

1767-1768’de Rusya’ya gönderilen Kesbî Mustafa Efendi, İbretnumâ-i Devlet adını verdiği Sefaretnamesi’nde bizzat katıldığı 1768 Osmanlı-Rus Savaşı’nın kısa bir tarihini kaleme almıştır.

1771-1775’de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya harp ilân etmesiyle Kırım serdarı olarak harbe katılan İbrahim Paşa’nın kâtibi Necati Efendi’nin kaleme aldığı bu Rusya Sefaretnamesi, Kırım’ın Ruslar tarafından zabtı, savaşın Kırım’da, geçen safhaları ile esir düşen İbrahim Paşa’nın Rusya’da geçirdiği esaret hayatını anlatmaktadır. Eser, Ahmet Resmî Efendi’nin mağlubiyetle neticelenen bu harbi değerlendirişi ve yenilgi sebepleri üzerinde fikir yürütüşü ile son bulmaktadır.

1774’de Rusya’ya gönderilen Abdülkerim Paşa da 1775-76 yılında maiyetindeki Mehmed Emin Nahifî Efendi tarafından kaleme alınan Sefaretnamesi’nde yine kış şartlarının ağırlığı sebebiyle güzergâhlarda kalıp beklemeyi gerektiren yolculuğunu ve elçi mübadelesi işleminin yapılması esnasında ortaya çıkan teşrifat meselelerini anlatır. Eser, Moskova şehri, imparatoriçe Katerina’nın sarayı, tiyatro ve operalar, maskeli balo, ziyafetler, kış bahçeleri, yetimhaneler, Rus para sistemi gibi hususlarda bilgi vermektedir.

Mustafa Rasih Paşa’nın Rusya’ya geçici elçi olarak tayini[31] vesilesiyle maiyet memurları Seyyit Abdullah Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Elçinin yanında oğulları Abdüşşekür Efendi, Mehmed Nuri ve İbrahim Ethem Efendiler yer almaktadır. 1793-1794 yılında kaleme alınan bu Sefaretname, III. Selim hakkında yazılmış manzum ve mensur bir methiye ile başlamaktadır. Sınırdan Petersburg’a varıncaya kadar ki safahat, tahsilatlı bir şekilde kaleme alınmıştır. Ruslara esir düşen Müslümanların memlekete iadelerini taleb eden elçi, bu konuda zorlu mücadeleler vermiştir. Rusların ordu teşkilatı, toprakları halkı, şehirleri ve parası hakkında bilgi verilen eserde, bu ülke halkının ev düzenleri ve günlük yaşayışları da anlatılmıştır.

Rusya ile ilgili sekiz sefaretname hakkında kısaca bilgi verdikten sonra, İngiltere ile ilgili sefaretnameler üzerinde durabiliriz. Bu ülke ile ilgili bilinen ilk sefaretname 1793-1796 yılında ilk daimî Türk elçisi olarak İngiltere’ye giden Yusuf Agah Efendi’nin[32] kaleme aldığı Havadisname-i İngiltere adının taşıdığı anlama uygun olarak hadiseler hakkında bilgi vermekte, siyasî görüşmeler ve üstlerinden aldığı emirlerle bunlara verdiği cevapları ihtiva etmekte olduğundan, bu yanıyla da diğer sefaretnamelerden ayrılır. Yusuf Agah Efendi’nin sır kâtibi Mahmud Rauf Efendi’nin 1793-1796’da yazdığı eserde, İngiltere yolculuğu ve Londra’ya varış, İngiltere’nin askerî ve idarî yapılanması ve Londra anlatılır. Fransızca olarak kaleme alınmıştır.[33] Bu eser, bir Türk diplomatının Batı lisanıyla yazdığı ilk kalem tecrübesi olması itibariyle de önem taşımaktadır. 1832’de Londra’ya giden Mehmed Namık Paşa’nın eseri, alışılmış sefaretnamelerin dışında bir keyfiyet arzeder. Bu eser, 60 civarında siyasî rapordan müteşekkil olup, yazarın, İngiltere’ye giderken menzillerde, Londra’da ve dönüş yolunda, Avrupa başkentlerinde yabancı devlet adamları ile yaptığı görüşme ve yazışmaların toplanmasıyla ortaya konmuştur.

İngiltere ile ilgili bu üç sefaretnameden sonra Fransa ile ilgili bu cinsten kalem mahsullerine geçebiliriz. 1720-1721’de Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin kaleme aldığı Sefaretname[34] bu kabil eserlerin en çok bilinen ve en çok etkili olanıdır. Çelebi, Paris’in saray ve bahçelerini dolaşmış, Paris tıbbiyesini, hayvanat ve nebatat bahçelerini, halı, ayna, imalathanelerini, rasathane, matbaa, kiliseler, kale ve istihkâmlar, opera ve apartmanlarla Parisli kadınlara dair müşahadelerini eserinde nakletmiştir. III. Ahmet ve sadrazamı Nevşehirli Damat bu sefaretnameden etkilenerek, eserde ortaya konan birçok hususu hayata geçirmeye çalışmışlardır.

Paris’teki daimî ilk Türk elçisi Moralı Seyyid Ali Efendi’nin 1797’de yazılan Sefaretnamesi’nde[35] de yolculuk güzergahlar, Paris şehri, saraylar, tersane, hastahane, müzeler, balolar, okullar, rasathane, ticarî, ziraî hayat ve iş kolları ile ilgili pek çok husus ifadesini bulur. Fransa mamur bir ülkedir; halkı ise zengin ve mesuttur. Ali Efendi tespitlerini ortaya koyarken mukayese etme yoluna gider. Bu eser baştan aşağı “bizde de olsa” diyen bir zihniyetin teklifler manzumesi olarak karşımıza çıkar. İhtilal sonrası Fransa’nın tarihî durumu, iç meseleleri, siyasî yapı, karışıklıklar ve savaşlar, Napolyon ile ilgili tespit ve değerlendirmelerden de bahsedilir. Âmedi Galip Efendi’nin 1802’de kaleme aldığı Fransa Sefaretnamesi’nde[36], yolculuk, menziller ve Paris şehri ile ilgili bilgi verilir. Eserin elde olan kısmı yarım kalmış bir cümle ile son bulmaktadır. Sadrazam Said Paşa bu eseri sefaretnameler içinde en “müdekkikâne” bulur. Elçinin Fransa’dan gönderdiği mektuplar yarım kalmış olan bu eseri belli bir ölçüde tamamlar.

Seyyit Abdurrahman Muhib Efendi’nin 1808-1811 tarihlerini taşıyan Sefaretnameleri iki tanedir. Bunlardan küçük sefaretnamede, Paris şehrini, mahkemeleri, hastahaneleri, kütüphaneleri, rasathaneleri, okulları, öğrencileri, imparatorun muhafız askerlerini, sefir kabulü törenlerini, pasaport uygulamasını, telgrafla haberleşme sistemi, barut ve top yapımı, Fransa’nın çeşitli yerlerindeki yayımevlerini, pozitif ilimlerin çok gelişmiş olduğu hususlarını anlatmakta, gidiş ve dönüş yolculuğunu güzergâhları ile beraber hikâye etmektedir.

Elçinin büyük sefaretnamesi ise, altı yıl boyunca Muhib Efendi’nin Osmanlı Devleti ile yaptığı yazışmaları, Fransız hükümeti ile gerçekleştirdiği siyasî görüşmelerin ayrıntılarını, yabancı sefirlerin notalarını, birçok yabancı devlet adamı ile yaptığı görüşmeleri, Babıali’nin kendisine gönderdiği talimat tutanakları ile elçinin şahsî görüşlerini ihtiva etmektedir. Gelecek nesillere faydalı olmak amacıyla böyle bir kalem tecrübesine giren Muhib Efendi, eserinin mukaddimesinde bu niyetini ortaya koyar.

Fransa ile ilgili sefaretnamelerin bir başkası da, elçi Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi’nin 1806 yılında kaleme aldığı Sefaretname-i Fransa’dır. Bu eser, Vahid Efendi’nin, Napoléon’la buluşmak üzere Lehistan’a yaptığı seyahatı, Napoléon’la mülakatını, Viyana üzerinden Paris’e gidişini, Napoléon tarafından ikinci defa kabul edilişini ve nihayet yurda dönüşünü kapsar.

1838 yılında Paris sefareti baş kâtibi olarak Fransa’ya tayin olunan Mustafa Sami Efendi, Avrupa Risalesi’ni,[37] başkaları gibi cami, köprü cinsinden hayrat yapacak parası olmadığını, bu yüzden halkı ve memleketi için faydalı olmak amacıyla kaleme aldığını söyler.

Çeşitli başlıklara bölünmüş olan kitap, Avrupa, Paris, Fransızlar hakkında genel bilgi vermektedir. Sami Efendi, okur yazarlığın, ilmî hayatın ve teknik hayatın gelişmişliğinden, her sene çok sayıda kitap basıldığından bahseder. Ülke zengin ve mamurdur. Halk refah içindedir. Bütün bu iyi ve güzel şeyler tek bir sebepten kaynaklanır. “Eğitim”, Matbaanın icadı, ilmin gelişmesi ve yayılması hususunda en büyük âmil olmuştur. Şinasi’den evvel karşılaştığımız “hubb-ı vatan ü millet” kavramları risalenin tamamına yön verir.

1845’de Paris Büyükelçiliği mazlahatgüzarı olan Abdürrezzak Bâhir Efendi’nin kaleme aldığı Risale’nin büyük bir kısmı Fransa, son onbeş sayfası Londra hakkındadır. Yazar, ekonomi, ziraat, ticaret, endüstri, borsa, ulaştırma, inşaat ve şirketler, resim, müzik, tiyatro, kütüphane, saray ve şatolar hakkında bilgi vermektedir. Paris ile Londra’yı ahalisi itibariyle mukayese eden yazar, İngilizleri daha üstün bulur.

Fransa ile ilgili bu sefaretnamelerden sonra Lehistan’a dair yazılmış sefaretnamelere geçebiliriz. Bunların ilki elçi Mehmet Efendi’nin 1730’da kaleme aldığı Lehistan Sefaretnamesi’dir.

1755’de elçi Ziştovili Ali Ağa’nın kaleme aldığı Lehistan Sefaretnamesi de[38] bu ülkeye dair eldeki ikinci sefaretnameyi teşkil eder. Ali Ağa’nın maiyet memurlarından biri tarafından kaleme alınan bu manzum eser 350 beyittir. İstanbul’dan hareketinden itibaren yolculuğu Üsküva’da Leh kralı ile karşılaşması, hediyeleri takdim edişi anlatılmaktadır. Eserin dönüş yolculuğu faslını anlatan kısmı yoktur. Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nda elçinin Lehistan içindeki güzergâhını gösteren bir harita vardır.

1763-1764’de Prusya’ya gönderilen Ahmet Resmî Efendi’nin Prusya Sefaretnamesi[39], maiyet memurlarından Ahmet Azmi Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Sefaretname elçinin yolu üzerinde bulunan yerleşim bölgeleri, Lehistan şehirleri, ülkenin iç işleri hakkında bilgi vermektedir. Berlin’e varan Ahmet Resmî Efendi, bu şehri anlatmakta, Prusya’nın genişleme maksadıyla giriştiği harpler hakkında bilgi vermektedir. Elçi, başvekil ve kral tarafından kabulünü ve kralla yaptığı resmî görüşmeyi dile getirmektedir. Tiyatro ve balolar hakkında da bilgi veren Resmî Efendi, sefaretnamesinin son kısmında, Prusyalıların askerlik nizamı, kral Frederik’in icraatı ve savaşları gibi konulara da değinmektedir.

1790-1792’de Berlin’e elçi olarak atanan Ahmet Azmi Efendi’nin Prusya Sefaretnamesi’nde[40] yolculuğunu anlatır. Sefaretnamenin “Tezyil” kısmında da Prusya’nın iç nizamı; halkın gündelik hayatı, hazinenin durumu, Prusya ordusu ve silahları hakkında bilgi verilir. Elçi, intibalarını bir teklifler manzumesi halinde III. Selim’e arzeder.

Giritli Aziz Efendi’nin 1797-1798’de kaleme aldığı Prusya Sefaretnamesi, Berlin’e gönderilen elçinin seyahat intibalarını ihtiva etmektedir.[41]

Elimizde İtalya ile ilgili olarak Mahmud Sadık Rıfat Paşa’nın 1838’de kaleme aldığı tek bir sefaretname[42] bulunmaktadır. Resmî nitelik taşımayan bu eserde yazar, gördüklerini bizim kültürümüz ve sanatımızla mukayese etme yoluna gitmiştir. Şehirlere ait bilgiler, teşrifata dair tafsilatı ihtiva eden bu yazı eski nesrin, en sade nesir örneklerinden biri olarak kabul edilebilir.

Elçi Vasıf Efendi’nin 1788’de kaleme aldığı İspanya Sefaretnamesi[43] İstanbul’dan gemiyle yola çıkıp, Barcelona’ya varan elçi, askeri talem ve müesseseleri, Endülüs dönemine ait eserleri, kütüphaneleri, kralla çıktığı av eğlencesini, saray ve saray bahçelerini, İspanya’nın tarihini, İspanya Cezayir Sulh antlaşmasını, Cezayir’in komşu devletlerle olan münasebetini anlatmaktadır.

1732-1733’de Mehmed Sait Efendi, hem Rusya’ya tabi olmak maksadıyla bir antlaşma yapmayı tasarlayan bu ülkenin durumunu yerinde incelemek, hem de Osmanlı Devleti’nin İsveç’ten alacaklarını tahsil etmek maksadıyla Stockholm’a gönderildi. Bu sefaretnamede yolculuk, karşılama törenleri, elçinin Kral Frederik tarafından karşılanışı, kralla aralarında geçen konuşma anlatılmaktadır.[44]

Batı devletleri ile alakalı olan bu sefaretnamelerden sonra, Doğu ile yani Asya ile ilgili eserlere geçebiliriz. Bu coğrafya ile ilgili olarak İran hakkında en çok sefaretname yazılan ülkelerin başında gelir. İran’la ilgili sefaretnamelerin ilki Ahmet Dürri Efendi’nin 1721’de kaleme aldığı İran Sefaretnamesi’dir.[45] Bu eserde de seyahat sefahatı, İran saray hayatı, İran idaresinde olan Kafkas ülkeleriyle bu ülkenin ilişkileri, idarî durumu anlatılır. Osmanlı Devleti ile İran’ın karşılıklı samimî olmayan dostluk gösterilerine değinilir. Bu ülke ile ilgili ikinci Sefaretname 1746-47’de İran’a elçi olarak giden Kesriyeli Ahmed Paşa’nın maiyetindeki Kırımlı Rahmi Efendi’nin kaleme aldığı İran Sefaretnamesi’dir. Bu eserde Türkçe, Arapça ve Farsça beyitler bulunur. Güzergahları anlatmakla işe başlayan Rahmi Efendi, İran’a varıldığında kendilerini güvensiz bir ortamda ve iç karışıklıkların içinde bulmuştur. Huzursuzlukların hüküm sürdüğü İran’da Nadir Şah’a karşı ayaklanmalar olduğundan bir düzensizlik ve bunun verdiği bir emniyetsizlik söz konusuydu. Bu durumda geriye dönme kararı alan elçilik heyeti, Kerkük Bağdat valisi Ahmed, Kesriyeli yolundan İstanbul’a varmışlardır.

Bir diğer İran Sefaretnamesi, 1746’da İran’a giden Mustafa Nazif Efendi’nin sefaretnamesidir. Elçi, seyahatini, gördüklerini, Nadir Şah’ın temsilcisi Hasan Ali Han’la gerçekleştirdiği müzâkereleri ve yaptığı resmî ziyaretleri anlatır.

1776’da İran’a elçi olarak giden Sünbülzade Vehbi Efendi, Kaside-i Tannane adıyla manzum bir sefaretname kaleme almıştır. Vazifesini yerine getirip Bağdat’a geçen Vehbi Efendi, İran’ın idaresinin elinde bulunan Abdülkerim Han ile Bağdat valisi Ömer Efendi arasındaki meseleleri çözmek için görevlendirilen Vehbi Efendi, durumu yerinde görüp anlayınca hadiselerin bu şekilde gelişmesinden Bağdat valisi Ömer Efendi’nin sorumlu olduğunu fark eder. Menzilinde bulunan Bağdat’a geldiğinde ise, Ömer Efendi’nin husumetini çektiğinden onun tarafından hakkında Babıaliye şikâyette bulunulnur. Neticede Kaside-i Tannane’yi kaleme alarak kendi suçsuzluğunu ve olup bitenleri kaleme alır.

1807’de Seyyid Mehmed Ref’î Efendi’nin kaleme aldığı İran Sefaretnamesi, elçinin İran devlet adamları ile yaptığı resmî ve özel görüşmelerin özetini vermektedir.[46]

1811’de İran’a elçi gönderilen Yasincizade Seyyid Abdülvehhab Efendi’nin maiyetindeki Bozoklu Osman Şakir Efendi’nin kaleme aldığı resimli bir sefaretnamedir. Yazar, eserini gerçekle ve uygun ve canlı bir üslupla yazmaya, yazısı ve resimleriyle estetik bir görünüm arzetmesine önem verdiğini belirtir. Yarım kalmış olan sefaretnamede menzillerle ilgili 31 adet renkli resim vardır. O günün şartları içindeki yollar, asayiş durumu, sosyal ve ekonomik hayat ve bayındırlık durumu hakkında eleştiri mahiyetini de taşıyan bilgiler vermektedir.

Afrika kıt’ası ile ilgili Fas Sefaretnamesi’nin ilki 1785-1786’da elçi Seyyit İsmail Efendi’nin kaleme aldığı takrirdir.[47] Fas-Cezayir-Tunus ve Trablus münasebetlerini anlatan bu takrir, Osmanlı Devleti’ne bu konudaki tavsiyeleri de ihtiva etmektedir.

1787’de Ahmet Azmi Efendi’nin kaleme aldığı Fas Sefaret takriri de Osmanlı-Rus münasebetlerini bir yönüyle aydınlatan bir mahiyet taşımaktadır.

Sefaretnamelerin manzum olarak kaleme alınanları varsa da genellikle nesir olarak kaleme alındıkları bilinmektedir. Nesir halinde yazılan sefaretnamelerin bazen mukaddime kısmı manzum olmakta, bazen de aslen bir şair olan metin yazarı eserine yeri geldikçe manzum parçalar serpiştirmektedir.

Rik’a, rik’a kırması ve nesih olarak kaleme alınan ve Türkçe yazılan bu eserlerden sadece Mahmud Rauf Efendi’nin yazdığı sefaretname Fransızcadır. Bu eserler genellikle, devrin nesir geleneğine uygun olarak Allah’a hamd, peygambere salavat, devrin padişahına tazim ve dua ihtiva eden satırlarla başlarlar.

Eski inşa tarzına bağlı olan bu çalışmalar ağdalı bir dille ve uzun cümlelerle kaleme alınmışlardır. Elçi veya maiyet memurlarından birinin yazdığı bu eserler, resmî bir hüviyet arz ederler. Elçinin görevlendirilişi ile beraber yolculuk hazırlıkları başlar, hazırlıkları hediyelerin tanzimi, maiyetin seçimi, elçinin huzura kabulü, hil’at giymesi, “nâme-i hümayun”u ve sadrazamın mektubunu alışı merasiminden ve bütün eksikliklerin karşılanmasından sonra, aynı güzergâhı maiyetiyle birlikte son derece gösterişli bir alay teşkil eden kafile, halkın arasından ilerleyerek yola koyulurdu. Sefaretnamelerde yolculuk, uğranılan yerler, köy, kasaba, şehirler, konaklama yerleri, elçi alayını karşılama, ağırlama ve uğurlama törenleri anlatılır. Osmanlı elçisi, Devlet-i Âliyye”nin şanını korumaya had safhada itina eder, bahşiş dağıtmada, bir hizmete mukabele etmede son derece eli açık davranır. Kendisinin ve maiyetindekilerin kıyafet ve aksesuarlarına dikkat eder, ihtişamlı ve zengin görünmeyi, iyi intibalar bırakmayı esas alan bir tavır sergiler. Elçi, mensup olduğu devletten dolayı mağrur ve müstağnidir. Büyük bir devletin temsilcisi oluşunu her vesileyle tebarüz ettirmek ister. Teşrifatla ilgili konularda kendi isteklerini dayatan bir tutum içinde olmayı tabiî bir hak olarak görür. Elçinin geçtiği yerlerin ahalisi Osmanlı görmek maksadıyla mahşeri kalabalıklar oluştururlar. Elçinin konakladığı yerlerde de büyük kalabalıklar yaşanır. Genellikle kara yoluyla seyahat eden elçi, hinto denilen ve atla çekilen binek arabasına veya Lostorya denilen yine atlar tarafından çekilen bir çeşit karavana biner. Yolculukların deniz veya gemi yoluyla yapıldığı da olur.

Elçiler gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını anlatırken, dikkatli bir gözlemci olmaya, sebep-netice zincirini kurmaya dikkat ederler. Paris büyükelçisi olan Halet Efendi hariç, elçilerin tamamı Avrupa’da mamur ülkeler, çalışan, üreten, iyi yaşayan ve eğlenmesini bilen müreffeh bir halkla karşılaşıp gördüklerini gizli veya aleni takdir duygularıyla dile getirmişlerdir. Batı âdet ve inanmalarıyla ilgili konularda tenkitçi olsalar bile, ilmî, teknik ve sanatla ilgili gelişmeleri beğenmişler, iyi idare ve iyi düzenden etkilenmişlerdir.

Elçilerin karşılaştıkları her çeşit durum ve uygulamayı kendi ülkelerinde gördükleriyle, yarı kapalı veya açık bir şekilde mukayese ettikleri açıktır. Avrupa’daki idarî yapılanma, devlet ve belediyecilik hizmetlerini anlatılırken, halktan gücüne göre vergi alındığı ve birçok hizmetin bu sayede gerçekleştiği dile getirilir. İşler, kanun ve kurala göre yürütüldüğünden keyfî bir uygulama yoktur. Herkes kanuna tabiîdir. Memurlar, işinin ehlidirler. İlme ve sanata önem verilen Avrupa’da, devlet büyükleri ilim ve sanat erbabını himaye ve teşvik ederler. Pek çok sefaretnamede, eğitimin Avrupa’daki iyi giden her çeşit yapılanmanın temeli olduğu vurgulanır. Her kademedeki okulların yanısıra, çiftçilik, ziraat, askerlik, madencilik, musiki gibi her çeşit zenaat ve sanatın öğretildiği meslekî okullar elçilerimizin dikkatini çeker. Sağır ve dilsizler için bile özel eğitim kurumlarının bulunuşuna değinirler. Matbaa sayesinde kitap basımı çoğalmış, okuma yazma, öğrenme ve ilimde yaygınlaşma imkânı artmıştır.

Avrupa ülkelerinde iş imkânları çoktur. Halı, porselen, seramik atölyeleri kurulmuştur. Ticarî kolaylıklar, yolların emniyetli ve düzgün olması, güzergâhlarda konaklama imkânları bulunuşu dolayısıyla mesafeler arasındaki alım-satım işlerinin kolaylaşması da refahı artıran bir husus olarak kaydedilir.

Şehirlerde sokak ve caddeler cetvelle çizilmiş gibi düzgün ve döşelidir. Bu sebeple toz ve çamurun bulunmadığı temiz bir şehir, numaralanmış ev ve tabelalı dükkânlar, dört beş katlı evler, saraylar ve saray bahçeleri yine bir teklifler manzumesi şeklinde ifadesini bulur. Müzeler, kütüphane, hastahane, nebatat ve hayvanat bahçeleri, seralar, rasathane ve tersane, yine elçilerin beğenerek anlattıkları yerlerdir. Elçiler, gördükleri teknik uygulamaları, dikkatle kaydederek, Osmanlı Devleti’ndeki ilgili birime ulaştırırlar. Mesela Esseyyid Ali Efendi, Toulon’daki Tersanede gördüğü hartuc kalıbı üretmedeki bir uygulamayı sıcağı sıcağına Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Efendi’ye yazar.

Ziyafetler, balolar, operalar, tiyatrolar ve konserler de elçilerin inceden inceye tasvir ettikleri hususlardandır. Tiyatroda, şimşek, gök gürültüsü gibi tabiat hallerinin canlandırılışı elçilerin hayretini mucib olur. Kadınların rahat ve serbest oluşları, hayatın her tezahüründe erkeklerle beraber oluşları, itibar görmeleri, çalışma hayatı içinde yer almaları, kütüphanelerin kadınlarla dolu oluşu elçilerimizin önemle bahsettikleri gözlemlerindendir.

Osmanlı temsilcileri, gittikleri ülkelerin tarihini, yaşanılan zamanın tarihi ve siyasî hadiselerini, komşuluk münasebetlerini, başka ülkelerle yaptıkları savaşları ve devlet idarecilerinin özelliklerini anlatırlar. Gazetelerdeki günlük havadislerden önemli gördüklerini tercüme ettirerek, Osmanlı Devleti’ne ulaştırırlar.

Elçilerimizin hemen hepsi görüp yaşadıklarından daha fazlasını bilip anlatmak ve bize aktarmak çabası içinde görünürler. Bulundukları ülke temsilcileriyle karşılıklı görüşme ve yazışmaların bir kısmı bu sefaretnamelerde yer alırken, bir kısmı devlet sırrı sayıldığından gizli tutulmuş, bu eserlerde yer almamıştır.

Dilini bilmedikleri bir ülkede sadece resmî ölçüler içinde gezip görseler de, diplomasi tecrübesi yeni olduğundan, muhataplarını iyi tanımadıkları, yabancı dil bilmedikleri, çoğu zaman sadık ve iyi tercüman ve personele sahip olmadıkları halde, yine de iyi niyetli ve idealist davranırlar. Siyasî ve ticarî konularda yeterince başarılı olamasalar da bulundukları ülkelerin idareci ve devlet mensuplarıyla, o ülkede ikamet eden diğer ülke elçi ve temsilcileriyle iyi ilişkiler kurmaya gerekli protokol kurallarına uymaya özen gösterirler.

Elçilerle Babıâli arasındaki haberleşme düzeninin iyi olmaması ve elçilerin gerektiği anda ülkelerinden talimat alamamaları, işlerini zorlaştırmaktadır. Ülkelerine haber veya bilgi ulaştırırken de- başta süratli vasıtalara sahip olmamak-pek çok güçlükle karşılaşmaktadırlar. Maaş ve harcamalarla ilgili olarak da hep gecikmeler yaşanmakta, bu yüzden ekonomik sıkıntıya uğramaktadırlar.

Sefaretnameler, Osmanlı modernleşmesinde bir program görevi görürler. Babıâli Batı Devletleri hakkında ilk elden edinilmiş bu teklifler manzumesini zaman içinde kademeli olarak hayata geçirecektir. Sefaretnamelerde de anlatıldığı gibi Babıâli, askerî okullar, talimli ordular, silah, top ve mühimmat üretimi gibi konularda elçilerden yardım bekleyecek, yetişmiş askerî ve sivil personelin Osmanlı Devleti’nde çalışmak için teminini isteyecektir. Yine Türk tıbbının yenileşmesinde Ebubekir Ratip Efendi’nin Avusturya’dan gönderdiği doktorların önemli rolü olacaktır.

Matbaanın kuruluşu ve bu yolla öğrenmenin yaygınlaşması 28 Çelebi Mehmed’in yanında götürdüğü oğlu Mehmed Said Efendi ve onun arkadaşı İbrahim Müteferrika sayesinde gerçekleşecektir. 1839’da Tanzimat Fermanı, Fransa’da elçilik yapmış olan Mustafa Reşid Paşa’nın vasıtasıyla hayata geçirilecektir.

Kısacası Sefaretnameler, Türk modernleşmesinde önemli bir rehber görevi üstlenmişlerdir.

Doç. Dr. Belkıs Altuniş – GÜRSOY

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 582-591


Dipnotlar :
[1] Sait, Sefirler ve Şehbenderler, Matbaa-i Ebuzziya, Kostantiniye 1307 (1889); Unat, Faik Reşat, Sefirler ve Sefaretnameler, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1992; Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev.: Coşkun Üçok, Ankara 1992.
[2] Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında İlk İkamet Elçisinin Rolü, Toplumsal Tarih, S. 32, Ağustos 1996, s. 45.
[3] Kocabaşoğlu, Uygur, “Britanik Majestelerinin Osmanlı İmparatorluğundaki Konsoloslukları 1856”, Toplumsal Tarih, S. 22, Ekim 1995, s. 49-54.
[4] Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretmeleri, s. 14 (Bu tarihler çeşitli kaynaklarda farklılıklar gösterirler. Meselâ Hammer’in Büyük Osmanlı Tarihi’nde c. 10, s. 142-164 yer alan listede İngiltere’nin 1581, Avusturya’nın 1520, Fransa’nın 1534, Polonya’nın 1476, Rusya’nın 1495, Venedik’in 1408, Felemenk’in 1612’de ilk elçilerini göndermiş olduğu kayıtlıdır.
[5] Kuran, Ercüment, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasî Faaliyetleri 1793-1821, Ankara 1988, s. 13-46.
[6] Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul 1992, c. 10, s. 165-173.
[7] Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul 1966, s. 123-125.
[8] Raşit Tarihi, c. V, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1282 (1866), s. 29-30.
[9] Unat, s. 23-24.
[10] a.g.e., s. 26.
[11] S. İ., “Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Paris’te”, Resimli Tarih Mecmuası, c. 2, S. 13, Ocak 1951, s. 638.
[12] Herbette, Maurice, Fransa’da İlk Daimî Türk Elçisi Moralı Esseyyid Ali Efendi (1797-1802), Çev.: Erol Üyepazarcı, İstanbul 1997, s. 12.
[13] Karal, Enver Ziya, Halet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği, Kenan Basımevi, İstanbul 1940, s. 11. Başbakanlık Arşivi, Cevdet, Hariciye No: 8246 vesika.
[14] Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 11. cilt, İstanbul 1970, s. 80-81.
[15] Başbakanlık Arşivi, İrade Defter-i Hariciyye No. 649, ek 1.
[16] Herbette, Maaurice, Moralı Esseyyid Ali Efendi, s. 13, 161.
[17] Abdullah Uçman, Nemçe Seyahatnamesi, Tarih ve Toplum, S. 69, Eylül 1989, s. 31-159.
[18] Kuran, Ercümend Ekrem, Türkiye’nin Batılılaşmasında Osmanlı Daimi Elçiliklerinin Rolü, II. Türk Tarih Kongresi, 20 Ekim 1961 Ankara T. T. K. Basımevi Ankara 1962, s. 494.
[19] Bkz. Yalçınkaya, Mehmed Alaaddin, Osmanlı Zihniyetindeki Değişimin Göstergesi Olarak Sefaretnamelerin Kaynak Defteri, Otam, S. 7, Ankara 1996, s. 323.
[20] Evliya Çelebi Seyahatnamesi, c. II, s. 41-42; Tarih-i Cevdet, c. 6, s. 122-123; Tuncer, Dr. Hüner, Osmanlı Devleti’nde İlk Diplomasi Uygulamaları, Tarih ve Toplum, S. 12, 1984, s. 58.
[21] Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, Osmanlı Devleti’nin Yeniden YapılanmasıÇalışmalarında İlk İkamet Elçisinin Rolü, Toplumsal Tarih, S. 32, Ağustos 1996, s. 51.
[22] Unat, s. 46; Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, Osmanlı Zihniyetindeki Gelişimin Göstergesi Olarak Sefaretlerin Kaynak Defteri.
[23] Karamuk G. Hacı Zağanos’un Elçilik Raporu, Belleten, 1992, s. 391-408 Topkapı Sarayı Arşivi no. 8568’de bulunan bu raporla ilgili olarak Faik Reşat Unat da bilgi vermektedir. (Bkz. Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameler, s. 43-44.
[24] Evliya Çelebi Seyahatnamesi, c. II, İstanbul 1970, s. 59-103.
[25] Ahmet Refik, Pasarofça Muahedesinden Sonra Viyana’ya Sefir İzamı, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, cüz 40, 1 Teşrin-i evvel 1332/14 Ekim 1916, İstanbul 1334 (1916), s. 211-221.
[26] Savaş, A. İbrahim, Der Gesandtschaftshericht des Mustafa Hattî Efendis über Seine Gesandtschaftsreise nach Wien, Viyana 1989 (basılmamış doktora tezi).
[27] Bilim, Cahit, Ebubekir Ratib Efendi’nin Nemçe Sefaretnamesi, Belleten, c. 54, S. 209, Nisan 1990, s. 261-293.
[28] Kara Tuncer, Hadiye, Tuncer, Hüner, Osmanlı Diplomasisi ve Sefaretnameler, Ankara 1997, s. 105-124.
[29] Uçman, Abdullah Nemçe Seyahatnamesi, Tarih ve Toplum, S. 69, Eylül 1989, s. 27-32.
[30] Karal, Enver Ziya, Ebubekir Ratib Efendi’nin Nizam-ı Cedid Islahatında Rolü, V. Türk Tarih Kongresi 12-17 Nisan 1956 Ankara, Kongreye sunulan Tebliğler, Ankara 1960, s. 347-355.
[31] Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul 1966, c. 6, s. 121-123. Bilim, Doç. Dr. Cahit, Mustafa Rasih Paşa’nın Rusya Sefaretnamesi, Otam, S. 7, Ankara 1996, s. 15-37.
[32] Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, The First Permanent Ottoman-Turkish Embassy in Europe The Embassy of Yusuf Agah Efendi, to London (1793-1797) basılmış doktora tezi, Birmingham Üniversitesi 1993: Tarih-i Cevdet, c. 6, s. 125-126.
[33] Mahmut Raif Efendi, Journel du Voyage de Mahmoud Raif Efendi en Engleterre écrit par luy même, İstanbul Topkapı Sarayı, III. Ahmet Kütüphanesi, no. 3707.
[34] Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c. VI, s. 504-514. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Sefaretnamesi, Haz.: Abdullah Uçman, Tercüman 1001 Temel Eser; S. İ. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Paris’te, Resimli Tarih Mecmuası, S. 13, Ocak 1951, s. 636-639.
[35] Gürsoy, Belkıs Altuniş, Moralı Esseyyid Ali Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, Erdem, sayı 37 (Mart 2002’de basılacak); Herbette Maurice, Fransa’da Daimî İlk Türk Elçisi Moralı Esseyit Ali Efendi, Çev.: Erol Üyepazarcı, İstanbul 1997. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c. 6, s. 524-526.
[36] Gürsoy, Doç. Dr. Belkıs Altuniş, Âmedi Galip Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, Erdem, c. 9, S. 27, Ocak 1997, s. 911-941.
[37] Tanpınar, Ahmet Hamdi, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 124-127; Ercilasun, Prof. Dr. Bilge, Mustafa Sami Efendi, Avrupa Risalesi, Haz. Remzi Demir, Ankara 1966; Mustafa Sami Efendi’nin Türk Yenileşme Tarihindeki Yeri, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1983, s. 71-80; Gürsoy, Belkıs, Bir XIX. Asır Sefaretnamesi, Avrupa Risalesi, Türk Yurdu, c. XV, S. 93, Mayıs 1995, s. 36-40.
[38] Abdurrahman Şeref Bey, Manzum Bir Sefaretname, Tarih-i Osmanî Encümenî Mecmuası, cüz 13, 1 Nisan 1328/14 Nisan 1912, İstanbul 1330 (1912), s. 779-795
[39] Ahmed Resmî Giridî (1700-1783) Viyana ve Berlin Sefaretnameleri, Sadeleştiren Bedriye Atsız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980.
[40] Tarih-i Cevdet, c. V, s. 482-494.
[41] H. Schmiede, Ahmet, Osmanlı ve Prusya Kaynaklarına Göre Giritli Aziz Efendi’nin Berlin Sefareti, İstanbul 1990.
[42] Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 120-124; Asıltürk Baki, Sadık Rıfat Paşa ve İtalya Seyahatnamesi, Hakkı Dursun Yıldız Armağanı, Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1995, s. 319-330 (Oğuz Karakartal ile birlikte); Kurdakul, Necdet, Mehmet Sadık Rıfat Paşa, Tarih ve Toplum, s. 70 Kasım 1989, s. 56-61; Gürsoy, Ülkü, Sadık Rıfat Paşa ve İtalya Seyahatnamesi, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Ankara 1999, s. 374-395; Tanpınar, s. 122-124. Tarih-i Cevdet, c. 4, s. 480-494.
[43] Tarih-i Cevdet, c. 4, s. 480-494.
[44] Yanko İskender Hoca, Sadrazam Said Mehmed Paşa Merhumun Stockholm’a vukû’ bulan sefaretinden avdetinde sadaret-i uzmaya takdim eylediği takrîr, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, cüz 11, 1 Kanun-i evvel 1327/14 Aralık 1911, İstanbul 1329 (1911), s. 660-677. Raşit Tarihi, c. V, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1282 (1866).
[45] Raşit Tarihi, c. V, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1282 (1866).
[46] Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, 8. cilt, S. 43, 44.
[47] Tarih-i Cevdet, c. III, s. 386.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.