Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Özal Dönemi Türk Dış Politikasının Temel Anlayışları

0 14.099

Dr. Muhittin DEMİRAY

Kuşkusuz Turgut Özal, Başbakanlığı ve ölümüne kadar Cumhurbaşkanlığı döneminde içte ve dışta izlediği politika ve yaptığı icraatlarıyla Türkiye’nin bir dönemine damgasını vurmuş ve etkisi hala kaybolmayan, yaşadığı dönemde olduğu gibi bugün de yaptıkları ısrarla referans olarak gösterilerek övülen veya eleştirilen ender devlet adamlarından biridir. Hem şahıs hem de devlet adamı olarak tipik bir politikacı portresi çizmeyen Özal, uyguladığı politikalar ve bu politikaları uygulama esnasında benimsediği metod açısından da kıyasıya eleştirilere maruz kalmıştır.

Aşağıda Özal’ın belki de en fazla eleştiri konusu olan dış politikasının dayandığı temellerin uluslararası sistemin getirdiği esaslar çerçevesinde bir değerlendirilmesi yapılmaya çalışılacaktır. Hemen şunu belirtmelim ki yaşadığımız çağda bir ülkenin iç politikadaki önceliklerini dış politikadaki tercihlerinden, dış politikadaki tercihlerini de dünya sisteminin esaslarından ve uluslararası kurumlarının oluşturduğu genel amaçlarından soyutlamak mümkün değildir. Dış politika, uluslararası sistemin hem şartlarına göre oluşmakta hem de bu şartların oluşturduğu politikanın bir devamı niteliğindedir.[1] Bu bakımdan bir ülkenin dış politikası ile ilgili değerlendirme yaparken uluslararası sistemin hareket noktalarının, yapısının ve konjonktürel önceliklerinin göz önünde bulundurulması gerekir. Zaten herhangi bir ülke dış politikasının temel esaslarını belirlerken uluslararsı ekonomik ve siyasi sistemin önceliklerini dikkate almak durumundadır. Bunları ifade etmemizdeki amaç, Özal döneminde Türkiye’nin dış politikasını irdelerken uluslararası sisteme yön veren aktörlerin 70’li yılların sonlarında ve 21. yüzyılın eşiğinde nasıl bir dünya görmek istediklerini ve Türkiye’nin Özal dönemine tekabül eden uluslararası ekonomik ve siyasi alandaki bu değişime verdiği tepki örneklerle değerlendirilecektir.

1. Özal Öncesi Uluslararası Sistemden Yeni Ekonomik Düzene Geçiş

70’li yıllardaki dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığı zorluklar ve çalkalanmalar, özellikle 1979’da petrol fiyatlarının yeniden artması ile ortaya çıkan ekonomik kriz, sanayileşmiş ülkelerle az gelişmiş ve kalkınmakta olan ülkelerin ilişkilerini çıkmaza sürükledi. Petrolün pahalanmasının yanında, endüstri ülkeleri ekonomik alanda yapısal sorunlarla karşılaştılar. Keynes’in ekonmik modeli temelinde yapılandırılan ekonmideki arz politikası dünya çapında bütçe açıklarının büyümesine ve dolaysıyla da enflasyonun azmasına ve 60’lı yıllara oranla dünya ekonomisinin küçülmesine neden oldu.[2]

80’li yılların başında neoliberal anlayış temelinde ortaya çıkan “Üçüncü Kalkınma Programı” ile Serbest Piyasa Ekonomisi, uluslararası sistemde “Reaganomics ve Thatcherismus”[3] ile politik arenada uygulayıcısını buldu. 60’lı yıllarda ortaya atılan “Kalkınma ile Gelişme” ve 70’li yıllarda uygulanmaya konulan ve açlığa karşı mücadele olarak lanse edilen “Temel İhtiyaçlar Stratejisi” beklenen başarıların gerisinde kaldılar. Bu gibi kalkınma projeleri gerçek ihtiyaç sahipleri olan geniş fakir halktan çok devlet bütçelerinin işine yaramakta, bu kaynaklar girişimcileri destekleyen liberal politik esaslara göre değil de merkezde devletçi plan ekonomisinin ekonomi bürokratları tarafından planlanmakta ve yönlendirilmekteydi. Böyle bir ekonomik sistemde ise bürokratlar ülke kalkınması üzerinde daha fazla söz sahibi olmakta ve bunun sonucu olarak da fertlerin girişimci ruhu ve serbest piyasa ekonomisinin olmazsa olmaz şartı olan risiko almaya hazır ve dinamik girişimcilerin önünün açılması ve desteklenmesi engellenmekteyedi.

Dünya Bankası’nın 1983 yılında hazırladığı, dünya Kalkınma Raporu’da neoliberal anlayışı destekler nitelikte bir sonuca ulaşmıştı. Dünya Bankası bu raporunda az gelişmiş ülkelerde devlet organlarının gereğinden fazla güçlendiklerini, ekonomik gelişmeyi engellediklerini ve özel girişimi boğduklarını belirterek, bu devletlerin lüzumundan fazla bürokratik bir yapıda olduklarını, verimsiz ve çoğunlukla da yolsuzluk ve rüşvetin kol gezdiğini ifade ederek böyle bir sistemle işleyen ülke ekonomisinin Dünya İktisadi Sistemi’nin temel şartlarına entegre olmasının mümkün olmadığı tesbiti yapılmaktaydı.[4] Bu tesbitten çıkan sonuç ise ekonominin bürokrasinin zincirlerinden kurtarılması ve devletin ekonomiden elini çekerek altyapı, güvenlik ve siyasi istikrara öcelik vermesi gerektiği yönündeydi.

Türkiye, 1978 tarihinde Dünya Ekonomik Zirvesinde[5] (Bonn) alınan kararların aynı zamanda bir aksiyon programı çerçevesinde hayata geçirilmesinin takip edilmesi yönünde katılımcı ülkelerin aldıkları kararlar doğrultusunda 24 Ocak 1980 yılında Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF)’nin katılımlarıyla hazırlanan ve “24 Ocak Kararları” olarak bilinen “İstikrar Programı” ile Serbest Piyasa Ekonomisi’ne geçti.

Ülkeler arasındaki yapısal eşitsizliği kaldırması ve uygulanan ülkelerde demokratik bir yapılanma beklenen neoliberal serbest piyasa ekonomisi, uluslararası alanda malın, üretimin, yatırımın ve paranın serbestçe dolaşabileceği bir ekonomik sistemin propagandasını yapmaktaydı. Yani öngörülen dünya ekonomik sisteminde ulusal devlet anlayışı yerini, ticari devlet[6] anlayışına bırakmalıydı. Bu ekonomide dünya sistemi ile bütünleşme sürecinde özellikle Türkiye ve Asya Kaplanları olarak adlandırılan Uzak Doğu ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkelerin dünya pazarında pay sahibi olmak için, geliştirilmesi ve üretilmesi fazla spesifik uzmanlık gerektirmeyen sanayi mallarının dış pazarın talebine göre çok çeşitli mal üretimine geçme çabaları vardı. Buna bağlı olarak ülke ekonomilerinin birbirleri ile geliştirdikleri ticari ve siyasi işbirliği 80’li yıllarda karşılıklı bağımlılık (Interdependenz) olgusunun ülkeler arası ilişkilerde artmasına yol açtı. Ticari, yatırım ve finans alanlarında ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığın artması, üretimin küreselleşmesini ve buna bağlı olarak uluslararası alanda yeni iş kollarının geliştirilmesini beraberinde getirdi.[7] Dünya piyasasında sınırlarötesi yatırımlar 1983-90 yılları arasıda dünya üretiminin dört katı, dünya ticari gelişmesinin ise üç katından fazla bir gelişme gösterdi. Dünya Ticaret Konferansı (UNCTAD)’ın verilerine göre Özal’ın vefat ettiği 1993 yılında 38.000 uluslararası firma (multinationale Unternehmen = MNU) dünya çapında 207.000 şubeleri ile anavatanlarının dışında 2121 milyar Amerikan doları sermayeyi kontrol etmekte ve 73 milyon insan çalıştırmaktaydılar.[8] Bu veriler bize ekonomik sistemin küreselleşme sürecinde katettiği mesafeyi göstermektedir. Buna bağlı olarak herhangi bir ülkenin kendi içinde almış olduğu ekonomik ve toplumsal alandaki bir karar, diğer ülkeleri de etkilemekte veya tersini ifade edecek olursak, dünya ekonomik sistemi, herhangi bir ülkeinin dünya sistemindeki mevcut yerini koruyabilmesi veya daha fazla pazar sahibi olması, o ülkenin dünya pazarına açılabilecek esnekliği ve kabiliyeti göstererek, dünyadaki ticari ve siyasi bölüşümden pay sahibi olabilmesi gerekli olan ekonomik, sosyal ve toplumsal değişimi gerçekleştirmesine başlıdır.

2. Özal’ın Dış Politika Anlayışına Bir Yaklaşım

Dış politika, genel anlamda ifade edecek olursak, bağımsiz bir Milli Devlet içinde organize olmuş toplumun genel siyasi, ekonomi askeri ve sosyokültürel menfaatlerinin dış ülkere karşı korunmasıdır. Dış politika tek tek olaylardan oluşmamakta, tersine milli, bölgesel ve küresel çerçevede ele alınan ve birbirleriyle uyumlu olması gereken, ekonomik, siyasi, ideolojik, askeri ve güvenlik gibi unsurların toplamının hesaba katıldığı ve değerlendirildiği bütüncül bir stratejiden meydana gelmektedir.

Dış politika, devletin yürütme erki (hükümet) tarafından yürütülür ve yönlendirilir. Real teoriye göre (Morgenthau) Dış politika bir ülkenin uluslararası sistemde mevcut gücünü devam ettirmesini, geliştirmesini ve güvenlik altına almasını sağlar.[9] Bir ülkenin dış politikadaki yaptırım gücü o ülkenin ekonomisinin kuvvetine, siyasi yapılanma biçimine, jeopolitik konumuna ve dış politikayı yürütenlerin uluslararasi ilişkilerde kendi tezini savunabilme ve karşı tarafı ikna edebilme kabiliyeti ile orantılıdır.

Bu bütüncül strateji, sorunların tesbit ve tarif edilmesi, kendi çıkarlarının tesbiti, muhtemel çözüm önerilerinin ortaya konması ve nihayetinde şartların gerektirdiği belirli tedbirlerin alınması hususunda karar verilmesi gibi unsurları içeren bir dış politik karar alma süreci çerçevesinde gerçekleşir. Bu değişik faktörler üzerinde yapılan çalışmalar esnasında birbirleri ile rekabet halinde olan bazı görüş ve düşüncelerin mücadelesine sahne olduğu için bu süreç bürokratik bir idari yapı içinde gerçekleştirilir.

Dış politikadaki karar verme sürecinde toplumun dış politika konularındaki talepleri politik sisteme transfer edilir, başka taleplerle birleştirilerek dış politikada gerçekleştirilebilecek ve iç politikada da toplumun değişik grupları tarafından kabul edilebilir bir hale getirilir.[10]

Dış politikadaki karar alma süreci, devlet ve toplum içinde örgütlenmiş değişik çıkar grupları ve bu grupların güç mücadelesindeki yaptırım güçleri oranlarında etkilenir veya yönlendirilir. Milli menfaatleri korumak, başka ülkeler yanında saygın bir yer edinmek, diğer faktörlerin yanında (askeri, ekonomik vs.), bölgesel ve küresel değişmelere ve gelişmelere zamanında ve makul bir şekilde reaksiyon göstermeyi de kapsar. Burada dış politika ile ilgili bir değerlendirmede uluslararası ilişkilerde örnek olarak kabul gören kuralları, yapısı ve her ülkenin bağlı bulunduğu ve kendini uymakla mükellef gördüğü uluslararası sistemin konjonktürel tezahürünün göz önünde bulundurulması gerekmektedir.[11]

Türkiye’de dış ve güvenlik politikalarının temel stratejileri Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından belirlenmekte ve Dış İşleri Bakanlığı’nca yürütülmektedir. Genel olarak Türk siyasi hayatında -10 yıllık DP dönemi ve 8 yıllık ANAP dönemi bir tarafa bırakılırsa kısa süren koalisyon hükümetleri dönemlerinde dış işleri bakanlarının sık sık değiş(tiril)meleri, Dış İşleri Bakanlığı’nda siyasi iradenin dış politikada insiyatif sahibi olmalarını zorlaştırmaktadır. Bunun ötesinde Türk dış politikası “Dış Politikanın Önceliği”[12] prensibine göre şekillenmekte ve yürütülmektedir.

Özal’ın iktidara gelmesi ile birlikte dış politikaya başka bir faktör daha eklendi. Bu dış politikada karar alma sürecinde ‘ekonomik unsurun’ ön plana çıkmasıydı[13] Çıkar çatışmaları ve düşmanlıklar, ilgili devletlerin menfaatlerine olamayacağına göre, dış politika, ülkeler arasındaki iktisadi ve ticari ilişkilerin geliştirilmesinin sartlarını ve bunun için gerekli olan temel esasları ortaya koymalıydı.[14] Türkiye’de ağırlıklı olarak uygulanan klasik “meslek diplomasisi”[15] yerine, giderek dış politika ile ilgili görüşlerinin ve uygulamalarının kendini hissettirdiği Özal döneminde “koridor” Türkiye’nin geleneksel dış politikadaki diplomatik oyun kurallarına uymayan[16] Özal’ın dış politika ile ilgili tarzına ayak uydurmakta zorluk çekmekteydi.

Özal, yabancı devlet adamları ile ilişkilerinin kurulmasında devletin resmi yetkilileri yerine bazen iş adamlarını aracı olarak tercih ederdi[17] Özal’ın dış politikadaki gelişmelerle ilgili olarak Dış İşleri Bakanlığı’na danışmadan ani kararlar aldığı da bilinen bir durumdur. Özal’ın dış politkada karar alma sürecindeki bu alışılmadık tutumu altında onun genel anlamda Türk bürokrasisini ve özellikle Dış İşleri Bakanlığı bürokrasini, İnönü döneminin derin izlerini taşıyan ve elastiki bir anlayış ve yapıda görmemesi,[18] ikinci olarak da ekonomik ve ticari ilişkilerin ağırlıklı olduğu Özal dönemindeki daha çok ‘ticaret adamı’ tarzıyla yürütülen dış ilişkilere dış işleri bürokratlarının alışık olmaması yatmaktadaydı[19] Bunun ötesinde stratejisini ve hareket tarzını iki kutuplu sistem ve güvenlik anlayışına göre belirleyen Dış İşleri Bakanlığı’nın bürokratik yapısı, Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra gereği gibi hızlı ve ani karar almayı gerektiren Soğuk Savaş sonrası yeni döneme adapte olamasında zorlanması, Özal’ın özellikle Kuvyet Krizi ve Savaşı esnasında kararları tek başına veya kendi danışmanları ile beraber almasına neden olmuştur. Bu bağlamda Özal’ın dış politikadaki görüşleri ve amaçları ile geleneksel Türk dış politikası çerçevesinde hareket etmeye alışmış bürokratlarla aralarında usul açısından anlayış farkının olması da Özal’ın dış politika ile ilgili kararları tek başına vermesinde başka bir etken olmuştur.

Özal, geleneksel Türk dış politikasını “pasif” olarak nitelendirmekte ve bu politika tarzının temelinde “beni ısırmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışının yatmakta olduğunu ifade ederek, hiç kimseyle ve hiçbir yerde herhangi bir insiyatif kullanılmamasının modern anlayışa uymadığını ve Türkiye’nin modern Dünya tarafında olması gerektigini ifade etmekteydi.[20] Uluslararası sistemdeki büyük değişim ve dönüşümlerin ilk habercisi olan Kuveyt Savaşı’nda yukardaki ifadeleri sarfeden Özal, Kuveyt Savaşı ile ilgili strateji ve harekatı Cumhurbaşkanı olarak neredeyse tek başına yürütmüştür.

Bir kişi tarafından yürütülen dış politikanın, demokratik ve liberal ilkeleri kendine şiar edindiğini her fırsatta ifade eden Özal’ın kendisinin savunduğu bu ilkelere uymadığı, demokratik bir sistemde toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulunduran ve devletin kurumlararası işbirliği sonucu ortaya konması gereken dış politikadaki karar alma sürecinin şartlarına uymadığı açıkça ortadadır. Bu yönetim tarzı demokratik kurallara uymamasına rağmen, dünya sisteminde ve bölgede yaşanan hızlı değişimin, o oranda hızlı ve seri karar alması gerektiren şartlarda belirlenmiş bir politika takip etmesini sağlayan[21] Özal’ın tek başına karar almadaki davranışının dış ilişkilerde olumlu katkıları olmuştur.

Kuveyt Savaşı esnasında müttefiklerin yanında olmanın milli çıkarlar açısından getireceği kar ve zararı hesaba katarak[22] Türkiye’nin milli çıkarlarının o günkü şartlarda ABD’nin yanında olmasının gerektiği düşünceşinden hareketle İncirlik’ten kalkan uçakların Irak’ı vurması ve Özal’ın Kuzey Irak’taki Kürt liderleri ile görüşmesi, Türk dış politikasının geleneksel esaslarından birini oluşturan “Komşu Devletlerin İç İşlerine Karışmama Prensibini”nden sapmalar meydana geldiği de gözlemlenmektedir.[23]

ABD Başkanı Bush’un Kuveyt Krizi esnasında ilan ettiği Yeni Dünya Düzeni ve birbiri arkasına gelen bölgesel ve küresel değişimin getirmiş olduğu şartlara Türkiye’nin milli çıkarları doğrultusunda uygun politika üretmeye çabalaması Özal tarafından “aktif dış politika” olarak tanımlanmıştır. Emekli büyükelçi Ercüment Yavuzalp’e göre dış politika ile ilgili hareket tarzında “akif” veya “pasif” olarak tanımlanabilecek bir dış politik anlayış olamaz. Dış politika şartlara ve duruma göre “aktif” veya “pasif” olabilir. Asıl olan dış politikada doğru karar vermektir. “Pasif” politikadan anlaşılan sadece olaylara seyirci kalmak olarak da anlaşılmamalıdır.[24] Aktif politikadan anlaşılması gereken -Özal’in görüş ve uygulamaları da bu doğrultuda olsa gerek- uluslararası sistemin stratejilerini, araçlarını ve unsurlarını gereği gibi değerlendirerek bu çerçevede dış politikadaki hareket alanını genişletebilmek amacıyla tüm ilgili ülkelerin karşılıklı çıkarlarına uygun bir dış ve güvenlik politikasının şartlarını oluşturarak, kendi milli çıkarların genişlemesini sağlayacak bir politika izlemektir. Doğru bir dış politikanın yürütülmesi esnasında gelişen olaylara doğru teşhis koyarak ve uygun stratejiler geliştirerek, her zaman kazanç getirmese de en azından milli çıkarların zedelenmesi önlenmelidir. Bu çerçevede Özal’ın ortaya koymuş olduğu dış politikayı aktif fakat savaş çığırtkanlığı yapan veya emperyalist hedefler koyan biri olarak algılamamak gerekir.[25] Türkiye’nin Karadeniz Ekonomik İşbirliği’nin oluşumunun baş aktörü olması bu yukarda belirttiğimiz ve Özal tarafından yürütülen “aktif dış politika”nın bir ürünüdür. Aynı şekilde Bosna Savaşı’nda uluslararası kurumlar ve devletler nezdinde yaptığı diplomatik girişimlerde etkili olması ve Türk Askerinin BM Barış Gücü çerçevesinde Somali’de BM Barış Gücü[26] (UNUSOM II) komutanlığını alması yine Bosna Hersek’e BM Barış gücü çerçevesinde asker gönderilmesi Özal döneminde başlatılan aktif politikanın hanesine yazılacak gelişmelerdir.

3. Özal Dönemi Türk Dış Politikası

1983-1993 yılları hem Türkiye açısından hem bölge açısından hem de uluslararası sistemdeki radikal değişiklik açısından çok hareketli yıllar olmuştur. Talihin ne garib cilvesidir ki Özal ne kadar Türkiye’nin komşuları, bölge ülkeleri, Avrupa ülkeleri ve ABD ile ikili ilişkilerin düzeltilmesi için çaba gösterdi ve ekonomik alanda işbirliğinin geliştirilmesi için çaba sarfettiyse, o oranda komşularımızla ve bölgede işbirliğinin geliştirilmesi ve güvenlikle ilgili problemle karşı karşıya kalmıştır. İran ile Irak arasında 1988, yılına kadar kadar süren savaş, ekonomik olarak Türkiye’ye kazançlar getirdiği kadar, Türkiye’yi Kuveyt Savaşı ile birlikte bölge ülkeleri arasında bir problem olmaktan çıkıp, uluslararası bir nitelik kazanan ve Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden Kürt sorunuyla karşı karşıya gelmesine neden olmuştur. Soğuk Savaşın, stratejistleri ve dünya politikacılarını şaşırtacak bir biçimde aniden sona ermesi ile Sovyetlerin dağılması ve balkanlardan Orta Asya’ya kadar uzanan coğrafyadaki siyasi, kültürel, etnik çatışmalar Türkiye’nin alışılmadık bir biçimde dış politika ile ilgilenmeye, hızlı karar almaya zorlamıştır.

Özal döneminde neoliberal anlayış Türk dış politikasında ilişkilerin geliştirilmesinde “Dış Politika’nın Ekonomik Temellere” dayandırılması ve aynı zamanda Türkiye’nin toplumsal yapısının liberalleştirilmesi yolunda önemli bir gereklilik olarak görülmekteydi. 80’li yıllarda dünya ekonomik sisteminde gözlemlenen küreselleşmenin yanında giderek artan bir bölgeselleşme süreci de başladı.[27]

Özal dönemi dış politikasını yönelim itibarıyle üç ana bölüme ayırmamız mümkündür. Özal’ın dış politikadaki sac ayağının birini Türkiye’nin ikili anlaşmalarla ve karşılıklı çıkar birliği temeline dayalı işbirliğinin siyasi ve ekonomik alanda komşuları ile, ikinci ayağını bölge ülkeleri islam dünyası ile işbirliğini geliştirmek ve üçüncü ayağını da batı pazarına açılmak ve batı kurumları ile (AT, BAB, AGIK) var olan ilişkileri en üst seviyeye çıkarmayı hedefliyordu. Özal’ın bölge ülkelerine yönelik yeni politikası daha iktidarının ilk aylarında kendini belli etmekte ve Batı basınında Özal’ın, Türkiye’nın Orta Doğu’nun Japonyası olmasını istediğini,[28] Özal’ın politikasının daha modern bir Türkiye hedeflediğini[29] ve Özal’ın ekonomiyi liberalleştirmek istediği[30] şeklinde yorumlanmaktaydı. 1980 12 Eylülü’nde askeri yönetimin iş başına gelmesindan sonra neredeyse tamamen durma noktasına gelen Türiye-AT arasındaki kurumsal ilişkiler, ancak 1986 yılında tekrar başlayabildi. Fakat buna rağmen Avrupa Parlamentosu 11 Aralık 1986’da aldığı bir kararda Türkiye’nin demokratikleşmede katettiği yolu takdire değer bulduğunu fakat Türkiye ile normal ilişkilerin kurulabilmesi için vaktin henüz erken olduğunu belirtmekteydi.[31]

Türkiye’nin 14 Nisan 1987 tarihinde AT’a tam üyelik müracaatı Özal döneminde Türkiye’nin dış politikadaki önceliğini de ortaya koymaktaydı. Türkiye, 80’li yıllarda ABD ile olan ilişkilerini 29.3.1980 tarihinde iki ülke arasında yapılan “Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması”[32] temelinde geliştirmeye çalıştı. Türkiye’nin ABD ve AT ile ilişkilerini geliştirmek istemesinde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girerek Avrupa değerler sisteminin bir parçası olmayı hedefleyen dış politikasının temel yöneliminin yanında tabii ki ABD ve AB’ın (o zamanlar henüz AT) ekonomik ve siyasi imkanlarından faydalanarak dünya sistemi ile daha kolay entegrasyonu gerçekleştirmek amacı yatmaktaydı. Dünya ticaret hacminin %70’nin AB, ABD ve Japonya arasında paylaşıldığı[33] göz önüne alındığında, ABD ve AB’la ilişkilerin düzeltilmesi ve geliştirilmesinin önemi de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Uluslararası sistemin siyasi etkinliğinden çok ekonomik ve ticari alanlarda ağırlığını hissettirmesine paralel olarak Özal döneminde Türkiye’nin dış politikadaki önceliklerini büyük ölçüde ekonomik ve ticari ilişkilerin boyutları belirlemekteydi. Yani başka bir ifadeyle Özal’ın dış politikası büyük oranda ekomik ve ticari temellere dayanmakta ve hareket noktasını birtakım ideolojik kaygılardan çok tipik bir işadamı tarzı ile kar-zarar paritesi oluşturmaktaydı. Fakat Özal, uluslararası sistemin Türkiye’ye dayatmak istediği şartları aynen uygulamak yerine Türkiye’nin içte demokratik bir toplum yapısına kavuşması ve dış ilişkilerde Türkiye’nin jeopolitik, tarihi, dini, askeri ve ticari faktörleri iyi bir şekilde kullanmaya çalışarak, bölgesel (İrak-Iran Savaşı) ve uluslararası çıkar çatışmalarından Türkiye’nin milli menfaatleri doğrultusunda en iyi şekilde yararlanma yollarını aramaktaydı. Bu bağlamda serbest piyasa ekonomisinin öngördüğü temel şartlardan olan devlet ve toplumun liberalleşmesini[34] Türkiye’de demokratik kurumların yerleşmesi ve ferdin vatandaşlık bilincinin gelişmesinin önşartı olarak görmekteydi. Yani Özal, “Kendini değiştirmeden umudunu dünyadaki güç dengelerinin değişimine bağlayan, siyaseti toplumsal düzeyde değil uluslararası düzeyde anlamlı gören rejim ve zihniyetler”in[35] bir temslicisi olarak değil de, tersine dünyadaki gelişmelerin ve yönelimlerin Türkiye’de askeri müdahalelerin bir daha gerek olmayacak şekilde siyasal ve toplumsal alanda demokratikleşmenin kök salması ve kurumsallaşması için iyi bir fırsat olarak algılamaktaydı.

Özellikle Soğuk Savaş’ın yeniden kızıştığı bloklararası son gerginlik yıllarında (Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ile İran İslam Devrimi ile Sovyetler’ın güney kuşağında batılılar aleyhine kaybedilen stratejik müttefik İran) ve aynı zamanda 80’lı yıllarda Türkiye’nin etrafında olan gelişmeler -İran-Irak Savaşı, Türkiye’nin Bulgaristan, Yunanistan ve Suriye ile olan gerginliği, Türkiye’nin PKK teröründen kaynaklanan güvenlik sorunları ve PKK’yi destekleyen komşularla olan ilişkilerin düzenlenmesinde ve iş birliğinin geliştirilmesindeki zorluklar, Özal’ın dış politikada bölgeye yönelik yapmak istediği atılımları engelleyen unsurlar olarak karşısına çıkmaktaydı. Fakat tüm bu zorluklara rağmen Özal döneminde Türkiye, komşularından başlayarak bölge ülkeleri, İslam dünyası ve Batı dünyası ile ikili ve kurumsal ilişkileri öncelikle ekonomik işbirliği çerçevesinde geliştirme yoluna gitmiştir.

3.1. Dış İlişkilerde Denge Politikası

Özal döneminde dış politikadaki ilişkilerin temelini serbest piyasa ekonomisinin belirlediği politik çerçeve oluşturmaktaydı. Bu bağlamda Özal, hem Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerinde hem de diğer ülkelerle olan ilişkilerde oluşturulacak güvenlik, barış ve istikrar ortamının sürekli olabilmesi, bölgesel ve dünya barışının korunabilmesi için ekonomik ve ticari ilişkilerin uzun vadede ülkeler arasında ekonomik, kurumsal, siyasal ve sosyal yönden karşılıklı bağımlılığa dönüşmesiyle mümkün olacağı görüşündeydi.

Özal, komşuları ile ilişkilerinde onları ilk elde bir tehdit unsuru olarak değil de ekonomik ve ticari alanlarda işbirliğininden başlayarak her alanda zamanla karşılıklı bağımlılığı geliştirerek, etrafında istikrar ve güven ortamının oluşacağı bir Türkiye hedefliyordu. Bu bağlamda çözülmesi zaman alacak ve ilişkileri zedeleyecek sorunların siyasi platformlarda çözüm yollarını boşuna arama yerine, pragmatik davranarak, mevcut sorunları dondurmak suretiyle ilişkilerin düzelmesinde ve geliştirilmesinde öncelikleri ekonomi ve ticari işbirliğinin geliştirilmesini sağlayacak yolları aramak Özal’a daha mantıklı gelmekteydi. Özal bunu şu şekilde ifade ediyordu: “Ülkeler arasındaki ekonomik ilişkiler ne kadar geniş kapsamlı ve uzun vadeli olursa, ülkeler arasında, bölgede ve dünyada o oranda da istikrar, barış ortamı dosthane ilişkiler ve ticari birliktelik sağlanır”.[36]

Özal döneminde Türkiye’nin dış politikasında hem komşu ülkelerle hem İslam dünyasıyla ve hem de Batı ile ilişkilerin geliştirilmesinde daha önceki dönemlere oranla bir denge politikası takip edildiği gözlerden kaçmamaktadır. Bu anlamda Türkiye’nin jeopolitik, jeokulturel ve jeoekonomik konumu da göz önünde bulundurularak Doğu ile Batı arasında bir köprü vazifesi görmesi gerektigi görüşünden hareketle, Türkiye’nin hem Batı hem de komşu ve İslam ülkeleriyle ilişkilerinin geliştirilmesi birbirlerini tamamlayan faktörler olarak tanımlanmıştır. Fakat bu denge politikası Türkiye’nin Batı’yla olan bütünleşme amacına bir alternatif olarak geliştirilmemiştir.

Köprü işlevinin gereği gibi yerine getirilmesi köprünün birbirlerini bağlamak istediği kıyılara olan bağlantısı ile alakalıdır. Yani köprü işlevinin tam olarak yerine getirilmesi, her iki kıyıda aynı oranda sağlam bağlantıların ve temellerin olmasını gerektirir. Özal 1987 bütçesi üzerinde 9.12.1986 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmasında bunu şöyle ifade ediyordu: “Ülkemiz gelişmiş Batı ülkeleriyle zengin petrol kaynaklarına sahip İslam ülkeleri arasında stratejik bir mevkiye sahiptir. Bulunduğumuz bu mevkinin, hem avantajları ve hem de bize yüklediği bazı güçlükler vardır. Her köprü, birbirinden ayrı düşmüş iki kıyıyı birbirine nasıl bağlar ise, ana tercihleri farklı olan bu iki kültürü kendi yapımızda tenakuza düşmeden yekdiğerine bağlamak mecburiyetindeyiz.”[37] Bu ifadeler Türkiye’nin sadece Orient ile Okzident arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini anlatmıyor, bunun ötesinde Özal’ın iç politikaya bakışının da anahtarını vermekteydi. Özal, bunun ötesinde Türkiye’nin bölgede komşuları ve İslam ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdiği ve İslam ülkeleri tarafından kabul gördüğü oranda Türkiye’nin Batılı ülkelerde ve kurumlarındaki yerinin sağlamlaşacağı ve Batılı ülke ve kurumlar tarafından kabul gördüğü oranda da komşular ve İslam ülkeleri nezdinde arzu edilen bir partner olarak itibarının artacağını ifade ediyordu. Türkiye bu dönemde Türk dış politikasının ana unsurlarından biri olan “Çifte Stratejiye” dayanan yani Batı değerleriyle ve kurumlarıyla bütünleşmeyi hedefleyen bir dış politikanın yanında, milli çıkarları korumak, ekonomik ve güvenlik alanında imkanlarını genişletmek amacıyle daha önceleri sadece NATO’nun güvenlik temelinde bölgeye bakışının çerçevesine çıkmayan ve sürüncemeye terkedilen bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi esasına dayanan bu uygulamayla Türkiye’nin dış politikasına yeni bir dinamizm kazandırılmıştır.

3.2. Uluslararası İlişkilerde Sivilleşme Çabaları

Ekonomik çerçevede diğer ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi, Özal tarafından Türkiye’nin diğer ülkelerle olan sorunlarının çözümüne yardımcı olması ve mevcut sorunların çatışmaya değil, iş birliğine dönüşerek barış ortamının sağlanmasında önemli bir araç olarak görüldü. Özal’ın özellikle ilişkilerin problemli olduğu Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri ekonomik işbirliği temelinde geliştirmesi yönündeki çabaları bu çerçevede görülebilir.

Yunanistan’da Papandreu Başbakanlığındaki Sosyalist PASOK hükümeti iktidara geldikten sonra Yunanistan’a yönelik asıl tehdidin Türkiye’den geldiği iddasına dayanan yeni bir savunma doktrini hazırlarken, Özal 1984 yılında Yunan vatandaşlarına -dış işleri ve istihbarat birimlerinin muhalefetine rağmen- vize uygulamasını tek taraflı olarak kaldırdı. Özal bu konuda da ekonomik çerçeveden yaklaşmaktaydı ve 31.03.1984 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında Yunan vatandaşlarının Türkiye’ye gelmelerinin ekonomiye katkı sağlayacağını savunmaktaydı. Özal aynı konuda 1987 bütçesi ile ilgili 9.12.1986 tarihinde TBMM’sinde yaptığı konuşmada 200 bin Yunan vatandaşının Türkiye’yi ziyaret ettiğini ve bu insanların Türkiye’den ayrılan kimseler olduğunu, Türkiye’yi gezdiklerini söyleyerek halklar arasında düşmanlıkların olmadığına inandığını ifade etmektedir.[38] Özal burada komşularla ilişkilerin başka bir perspektifine de işaret etmektedir: Değişik ülkelerin insanlarının ülkeleri karşılıklı olarak ziyaretinin birbirlerini tanımalarına, önyargıların karşılıklı olarak kalkmasına ve bunun da ülkeler arasında devlet düzeninde ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunacağını düşünmekteydi. Bu aynı zamanda Özal’ın Osmanlı mirasının vermiş olduğu tarih, kültür ve coğrafi yakınlığın komşu ülkeler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine ve gelişmesine yardımcı olacağı görüşü ile de ilgiliydi. Anitkabir’e ziyareti resmi programdan çıkarmak şartıyla Türkiye’ye geleceğini söyleyen İran Başbakanı Musawi’nin bu isteği -Dış İşleri ve bazı kesimlerin muhalefetine rağmen- Özal’ın kabul etmesinin altında yatan neden de Türkiye’nin İran’la olan ticaret hacminin yüksekliği[39] ve Özal’ın İran pazarını kaçırmak istememesi, ticari ilişkileri daha da geliştirmek arzusuna dayanmaktaydı.

Özal döneminde bir taraftan dış ilişkilerin ekonomik boyutu ön plana çıkarken diğer taraftan dış politikada Özal’ın çizgisini Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde yaşadığı ve ulusal güvenliğini tehdit eden birçok soruna rağmen “Uluslararası Sistemin Sivilleşmesi” olarak algılamak mümkündür. Uluslararası Sistemin Sivilleşmesi diye ifade edilen yaklaşım, ülkeler arasında var olan sorunların çözümünde çatışmaların engellenmesi, sorun çözme sürecinde savaşın bir çözüm aracı olarak ortadan kaldırılmasını öngörmektedir. Demokratik bir sistemde çatışma ve ortaya çıkan ihtilafların değişik kurumsal platformlarda karşılıklı olarak ifade edilmesi, problemlerin çözüm süreçlerinde uzlaşma platformlarında değerlendirilerek tarafların kabul edebileceği çözüm yollarını aramayı içermektedir.[40]

Uluslararası Sistemin sivilleşmesi temelinde çatışmaların ve şiddetin azaltılması, uygun çözümlerin bulunması konusunda, ‘Güç Rekabeti’ ve karşılıklı bağımlılık (Interdependenz)[41] temelinde çözüm aranmaktadır. Bu konu şu şekilde ifade edilmektedir:

“Uluslararası sistemde uzun zamandır iki süreç gözlemlenmektedir: Değişik boyutlarda kendini gösteren Güç Rekabeti ve değişik oranlarda var olan karşılıklı bağımlılık durumu. Uluslararsı sistemin bu iki faktörü barış projesinin ilgi alanı içindedir: Güç Rekabeti ile meşgul olunmakta, çünkü güç mücadelesi sıcak çatışmalara şiddete kadar varabilir, Interdependenz ise güç mücadelesinin altını oyarak veya onu kuşatarak bu rakabeti etkisiz hale getirebilir. Bu iki faktör arasında diyalektik bir ilişki bulunmaktadır: Güç rekabetinin boyutları küreselleştiği oranda Interdependenz anlayışının çatışmaların önlenmesine yardımcı olması konusundaki şansı azalır; (İki ülke arasında) karşılıklı bağımlılık ne kadar belirleyici olur, ilişkilerde etkinlik gösterirse, o oranda da güce dayalı rekabetin geri plana itilmesi ve kaçınılmaz gibi görülen çıkar çatışmalarının barışcıl yollarla çözümlenmesine yönlendirilmesi ihtmali büyük olur. Şiddet tehdidi ile özellikle sıcak çatışmaların çıkması ihtimalinin büyük olduğu güç rekabetinde sorunların çatışmaya dönüşmeden barışcıl bir ortamda çözebilecek ilkelerin, platformların ve kriz çözme mekanizmalarının oluşturulması sivillişme sürecinin bir ödevidir. Sivilleşme süreci her şeyden önce sorunların şiddetin bir sorun çözme aracı olarak başvrulmadan barışcı yollara dönüştürülmesi ile ilgilidir. Burada asıl amaç, gücün azaltılması veya tamamen ortadan kaldırılması değil, ilişkilerde gücün sınırlandırılmasıdır.”[42] Burada şöyle bir düşünceden hareket edilmektedir: Toplum içinde şiddet kullanmasını istemeyen, bunun ona utanç vereceğini ve çevresi tarafından horlanacağını bilen fert, sorunların çözümünde çatışmayı körüklemekten ziyade kendisini kontrol etmesini bilecek, sorunun çözümü için başka yollara ve araçlara başvuracak ve şiddet kullanmaktan vazgeçecektir. Bunun ötesinde kendi kendini kontrol etmesini bilen ve iyi bir oto kontrol sistemi geliştiren, toplum içinde de kendi güvenliğinden kaygı duymayacak ve kendi hissiyatını kontrol altına almayı ve uzlaşmacı bir tavır sergilemeyi becerebilen ferd, böylece kendi kontrolünü kendi yapacak ve dışarıdan özgürlüğünü, hareketini kısıtlayacak zoraki sınırlamalara maruz kalmayacaktır.[43] Aynen ferdin toplum içinde gösterdiği bu davranış tarzı gibi ülkelerde uluslararası camiada kendisini zora ve sıkıntıya sokacak şiddet kullanmaktan vazgeçerek sorunların halledilmesinde barışcıl yolları deneyecek ve dışarıdan bir zorlamaya ve müdahaleye fırsat bırakmadan kararları kendi alacaktır. Özal’ın dış politikada birçokları tarafından eleştirlere neden olan uluslararası konjonktüre göre tavır takınması konusunda izlediği yol yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ilişkilerin sivilleşmesine uygun olan bir anlayış tarzına dayanmaktaydı.[44]

Türkiye ile Yunanistan Mart 1987’de Ege karasuları ve Ege Denizi üzerindeki hava kontrolü konularındaki anlaşmazlıktan dolayı savaşmanın eşiğine geldiklerinde, Özal’ın Yunanistan altı deniz mili dışına çıkmadığı sürece Türkiye’nin de Ege’de altı milin dışındaki karasularında petrol araştırması yapmayacağı açıklaması iki ülke arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası olan “Davos Ruhu”na giden yolu açtı. 31 Ocak 1988’de Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu ile Türkiye Başbakanı Turgut Özal’ın arasında gerçekleşen Davos Zirvesi’nde iki ülke arasında var olan sorunların çözümünde savaşı ve şiddet kullanmayı sorun çözme aracı olarak kullanmayacakları ve bu konuda savaşla ve şiddet kullanmakla tehdit etmeyecekleri konusunda anlaşmaya varmaları, iki ülke arasındaki güç rekabetinde güç kullanarak problemlerin halledilmeye çalışılması yolunun sınırlandırılması veya kapanması ve iki ülke arasındaki çatışma ortamının sivilleşme sürecine geçmesinde önemli bir adım oluşturmuştur. Uluslararası camiada ABD Başkanı Nixon’un Çin’i ve Mısır Devlet Başkanı Sedat’ın İsrail’i ziyareti kadar önemli görülen Özal’ın Haziran 1988 tarihinde gerçekleştirdiği Menderes’den (1952) sonra ilk olan Atina ziyareti, Yunanistan ile Türkiye arasında var olan bugünkü barış politikasının temellerini atmıştır. Keza Özal’ın özellikle komşu ülkelere, İran ve Irak’a iktidara gelmesinin hemen ardından birden fazla olan ziyareti, PKK ve GAP (su sorunu) dolaysıyla ilişkilerin sürekli bozuk olduğu Suriye’yi (Temmuz 1987) ziyareti; müttefik ABD’nin muhalefetine rağmen Moskova (1985 Başbakan, 1991 Cumhurbaşkanı olarak) ziyareti ve Doğalgaz Antlaşması, çeşitli Arap ve İslam ülkleri ile Uzak Doğu’ya yani Asya Kaplanlarına yaptığı ziyaretler; ABD ve Avrupa ülkelerine yaptığı ziyaretler bir denge politikası ve Türkiye’nin dış pazarda yatırım imkanlarını ve ticari işbirliğini geliştirmeye yönelik çabalardı. Daha 1985 yılında Türkiye, İran ve Pakistan arasında kurulan ve Sovyetler’in dağılmasından sonra Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetleri’nin de üye olduğu (1992) Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO)’nun hayata geçirilmesi 80’li yıllarda dünya ekonomik sistemindeki küreselleşmeye paralel olarak gelişen uluslararası ticaretin ve siyasetin buna gağlı olarak ülke güvenliğinin sağlanması yönünde bölgeselleşme trendini vaktinde görerek bu konuda alınmış isabetli bir karardı.

3.3. Dış Politikada Yeni Kimlik Yeni Açılım: Neo-Osmanlılık

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte Balkanlar’da Orta Doğu ve Orta Asya’ya kadar uzanan cografya, Soğuk Savaş sonrası belirsizliklerin, etnik çatışmaların ve savaşlardan en yoğun oldugu bölgelerdi. Türkiye’nin hem joepolitik olarak merkezinde olduğu hem de tüm tarihi, dini ve etnik bağlarının bulunduğu bu bölgeler, aynı zamanda Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasında stratejik öneme sahip ve milli çıkarlarını ve güvenliğini birinci derecede ilgilendirlen bir konumdaydılar. Bu bakımdan Özal’ın Cumhurbaşkanlığına rastlayan bu dönemde Kuveyt Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Dünya Sistemi’nin yeniden yapılanma sürecinde Türkiye’nin de yeni bir dış politika ile yeni bir strateji geliştirmesi gerekiyordu.

Özal uluslararası sistemde Soğuk Savaş dönemi dengelerinin ve status quo’nun bozulduğu ve yeniden yapılanma sürecine girdiği Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin uluslararası sistemin sadece edilgen bir uydusu konumunda değil, Dünya’nın yeniden yapılanma sürecine aktif olarak katılmak suretiyle küresel sistemi yönlendiren dünya ülkelerinden biri olmasını hedefliyordu. Bu bağlamda Özal’ın bu dönemde ortaya attığı iç politikaya yönelik “İkinci Değişim Programı”[45] ile dış politikada Balkanlar’dan Özal’ın ifadesi ile “300 yılda bir gelebilecek tarihi bir fırsat” olan Orta Asya’yadaki Türki Cumhuriyetleri’ni kapsayan geniş bir alanı içine alan bölgeye yönelik “Neo-Osmanlılık”[46] tezi Dünya Sistemi çerçevesinde Türkiye’nin bölgede etkinliğini artırmayı ve Türkiye’yi “Dünya’da 15 en zengin ülke arasına getirmeyi” hedefleyen yeni bir atılım planıydı. Neo-Osmanlılık, Nur Vergin’e göre Türkiye’nin egemenlik sınırlarının ötesindeki eski Osmanlı mirasina sahip çıkma anlayışını içermekteydi. Aynı şekilde Neo-Osmanlı görüşü, devlet seçkinlerinin ortaya koydukları politikaya karşı geliştirilmiş ve devlet elitleri tarafından sessizce kabul görülen Dünya Sistemi’nin edilgen bir parçası durumuna getirilme anlayısında karşı durma politikasıydı.[47] Neo-Osmanlı Konseptine göre Türkiye’nin yeni dış politikası, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bölgede Osmalı mirasının yeniden hatırlanması ve Türklerin ikinci plana itilen kimliklerinin bütününü oluşturan unsurların dış politikaya yansıtılmasıydı. Bu yüzdendir ki Özal’ın o dönemde “Türkiye Cumhurbaşkanı, Müslüman Osmanlı” olarak adlandırılmasında bir beis görülmemiştir.[48] Kendisine yakıştırılan bu ünvana uyan davranış sergileyen Özal, kendini Kuzey Irak’taki Kürtlerin hamisi olarak görmekteydi ve 18 Şubat 1993’te Taksim meydanında Bosna katliamını protesto eden halka, Bosnalıların 60 milyon kardeşlerinin bulunduğunu, Bosna’nın Türkiye’nin Endülüsü olduğunu ve Bosna’nın kaderinin Endülüsün kaderi gibi olmasına Türkiye’nin müsade etmeyeceğini söylüyordu.[49] Neo-Osmanlılık aslında Özal’ın iktidara geldiği günden beri uyguladığı politikanın, uluslararası şartların değişmesinin de yardımıyla, nihai hedeflerini ortaya koymaktaydı. Nur Vergin Özal’ın 1985 tarihinde ABD’ye yaptığı resmi ziyarette ABD’li yetkililere söylediği “Biz sizden yardım istemiyoruz, biz sizinle ekonomik alanda iş birliği yapmak istiyoruz” sözleriyle daha o zamanlar Türk dış politikasında Neo-Osmanlı anlayışın izlerini taşıdığını ifade etmektedir.[50] Yani içte demokratik kurumların demokratik bir anlayışın yerleştiği, ekonomisini geliştirmiş, hem Doğu hem de Batı ülkeleri tarafından itibarlı bir ülke olarak görülen bir Türkiye. Bu bağlamada Neo-Osmanlı’nın “akıncıları” ne askerler ne de dış işleri mensuplarıydı. Bu “akıncılar” Cengiz Çandar’ın deyimiyle “emperyal vizyon’un[51] motoru olan işadamlarından oluşmaktaydı ve Özal’ın hedeflediği Dünya’nın en zengin 15 ülkesinden biri olmak ancak Türkiye’nin içeride devletin milletin değerleriyle barışmasıyla, fertlere vereceği güven ortamında ekonomik olarak dünyaya açılmasıyla mümkün olabilirdi.

Sonuç

Gerek 80’li yıllarda Özal’ın dış politikaya getirdiği yeni dinamizm ve gerekse Kuveyt Savaşı, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetler Birliği ile Yugoslavya’nın dağılmasından sonra uluslararası sistemde meydana gelen boşluk ve belirsizlik ortamı, Türkiye’nin kırk yılı aşkın devam eden bloklaşma temelinde geliştirilen dış politika ve savunma stratejilerinin değişmesini zorunlu kıldı. Bu dönemde Türkiye bir taraftan dış politikasında tarihi, kültürel, dini, etnik ve stratejik etki alanında aktif siyaset anlayışı geliştirmeye çabalarken diğer taraftan uluslararası sistemin yeniden yapılanması esnasında ABD, AB gibi dünya sisteminin şekillenmesinde söz sahibi olan ülke ve kurumlarla stratejik iş birliği geliştirmenin yollarını arayarak uluslararası arenadaki etkinliğini artırmanın çabasına girdi. Diğer taraftan bölgede ilişkilerin geliştirilmesinde insiyatif kullanarak ekonomik ve güvenlik alanlarında iş birliğinin artırılması konusunda çaba gösterdi. Bu bağlamda Türkiye, bizatihi kurulmasında öncülük ettiği ve 1992’de İstanbul’da üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü gibi bölgesel kurumlar aracılığı ile bölgede çıkabilecek muhtemel çatışmaları örgüt içindeki mekanizmalarla dengelemeye ve barışçı yollardan çözmeye ve böylece geçiş sürecinden bölgesel barışı ve istikrarı korumaya yönelik açılımlar yaparken, yine aynı örgüt çerçevesinde bölge ülkeleri ile ekonomik iş birliğini geliştirerek hem ekonomik ve ticari alanda yapısal entegrasyonu gerçekleştirmeyi hem de üye ülkeler arasında karşılıklı güven ortamının geliştirilmesini amaçlamaktaydı. Karadeniz Ekonomik İş birliği kurulmadan önce daha Kuveyt Savaşı esnasında Özal, Kuveyt Savaşı sonrası, Orta Doğu’da değişen dengelerin ve ortaya çıkan boşluğun Türkiye’nin liderliğinde doldurulabileceğini[52] ifade ederken yine ekonomik ilişkilerin liberal anlayış temelinde geliştirilmesi ve Orta Doğu’da barış ve istikrarın yeniden tesis edilip korunabilmesi için ekonomik bir birliğin kurulması önerisini ortaya atıyordu.[53] Soğuk Savaş sonrası belirsizliklerin yoğun yaşandığı dönemde Özal’ın dış politikada gösterdiği çabalar, ekonomik iş birliği çerçevesinde güvenlik, barış ve istikrarın korunması için karşılıklı menfaatlerin korunduğu bir güven ortamı meydana getirilmesine ve Türkiye’nin komşularıyla sorunlu bir ülke olmaktan çıkıp, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir alanda ekonomik, ticari ve güvenlik alanlarında iş birliğini geliştirmiş bir barış kuşağı oluşturulmasına katkı sağlamaktı. Sovyetlerin dağılmasından sonra oluşturulmaya çabalanan fakat başarıya ulaşamayan Türki Cumhuriyetlerle her konuda ortak hareket etme isteğinin bir tezahürü olan, Türk Dünyası Birliği’nin kurulması için emek sarfeden Özal’ın son yurt dışı gezisi olan ölümünden bir hafta önce gerçekleştirdiği yüklü ve yorucu bir program olmasına rağmen beklentilerin altında gerçekleşen hatta düş kırıklığı ile buruk bir şekilde geri dönülen Orta Asya gezisi bir bakıma dış politikada alınacak başarıların sabır ve uzun vadede ve ancak yeteri kadar faktörlerin bir araya gelmesinden sonra gerçekleşebileceğini de göstermiş olmaktadır.

Dr. Muhittin DEMİRAY

Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi  

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 291-300


Dipnotlar :
[1] Bkz. R. Seidelmann, “Außenpolitik”, Wichard Woyke (editör) “Handwörterbuch Internationale Politik”, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 5. Auflage, 1994, s. 15.
[2] 1963-73 yılları arasında ortalama %6 olan büyüme hızı 1973-82 arasında %2’ye düştü. GATT internationale Trade. Alıntı: Gerhard Fels, Krisenpunkte des Weltwirtschaftssystems, “K. Kaiser/H. -Peter Schwarz (editör), “Die Weltpolitik” Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1987, s. 169 dipnot 1.
[3] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Franz Nuscheler “Das Nord-Süd-Problem”, Grundwissen Politik içinde; Bundeszentrale für politische Bildung, 1993, Bonn, s. 383 ve devam.
[4] A.g.e., s. 360-361.
[5] Dünya Ekonomik Zirve toplantısına ABD, İngiltere, Federal Almanya, Fransa, Japonya, İtalya ve Kanada devlet ve hükümet Başkanları ile AT-Komisyonu Başkanı katıldı. Norbert Kloten, “Die Koordinierung westlicher Wirtschaftspolitik”, K. Kaiser/H. -Peter Schwarz (editör), Weltpolitik, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1987, s. 378-397.
[6] K. Kaiser/B. May, “Weltwirtschaft und Interdependenz”, K. Kaiser/H. -Peter Schwarz (editör) Die neue Weltpolitik, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1995 s. 396.
[7] A.g.e., s. 398.
[8] Bu konuda bkz. Michael Kreile, “Die Industrialisierung von Produktion und Dienstleistungen”, K. Kaiser/H. – Peter Schwarz (editör), Die neue Weltpolitik, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1995, s. 214 ve devam.
[9] R. Seidelmann, “Außenpolitik”. Wichard Woyke, (editör), a.g.e.., 1994, s. 16.
[10] Ernst-Otto Czempiel, “Der Zusammenhang von Selbstbestimmung. ” In: Erich Reiter (Hrsg.) “Jahrbuch für internationale Sicherheitspolitik” 1999, s. 84.
[11] R. Seidelmann, a.g.e.., 1994, s. 15.
[12] “Dış Politika’nın Önceliği (Primat der Außenpolitik) kavramı uluslararası sistemde” bağımsız ülkeler arasında sıkı ve katı kurallar çerçevesinde gerçekleştirilen her türlü güç mücadelesi olarak” anlaşılmaktadır. Buna göre dış politikada alınan kararlar, kamuoyu tarafindan tartışma konusu olmamalı ve değerlendirilmemelidir. Dış politika bu iş, konusunun uzmanı olan, dış politikayı yürüten ve yönlendiren devlet adamına bırakılmalıdır. Bu bakımdan “dış politikanın önceliği prensibi” kendisini toplumun beklentilerinden ve değerlerinden muaf tutma hakkını kendinde görür. Bundan başka iç politikadaki yapılanma ve ihtiyaçların, dış politikanın istekleri doğrultusunda şekillendirmesi öngörülmektedir. Bu konuda bkz. Erwin Häckel, “Ideologie und Außenpolitik”. Wichard Woyke (editör), a.g.e.., 1994, s. 145.
[13] Ufuk Güldemir, Cumhuriyet, 12. 11. 1991.
[14] Başbakan Özal’ın Basın Toplantısı, Ankara, 31. 3. 1884.
[15] Klasik Meslek diplomasisi 19. Yüzyılda büyükelçilik mesleğinin gittigi ülkedeki önemini ve misyonunu ifade etmektidir. Uluslararası ilişkilerde zamanla gelişen diğer diplomaktik girişimlere oranla büyük elçilik mesleğinin önemi azalmıştır. Onun yerine 20. Yüzyıl da daha çok konunun uzmanlarından oluşan delegasyonlar, sık sık çeşitli platformlarda görüşme imkanı bulan hükümet ve devlet başkanları bu görevi üstlenmektedirler. Bkz. Hedley Bull, “Die anarchische Gesellschaft”. Karl Kaiser/Hans-Peter Schwarz editör), a.g.e.., 1987, s. 42 ve devam.
[16] Bkz. Ercüment Yavuzalp, Dış Politika’da Oyunun Kuralları, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 1998, s. 40 ve devam.
[17] Başbakan Özal ile o zamanlar ABD Başkan yardımcısı olan Bush arasında ilk ilişkiyi sağlayan, bir işadamı olan Tarık Şara’dır. U. Güldemir, Cumhuriyet, 12. 11. 1991.
[18] Bu konusa bkz., Mehmet Barlas, Turgut Özal’ın Anıları, Sabah Yayınları, İstanbul, 1994.
[19] Bu konu ile ilgili olarak bkz. E. Yavuzalp, a.g.e.., 1998.
[20] Y, Gökmen, Özal Sendormu, a. a. O., 1992, S. 16.
[21] Osman Gönültaş, “Rolle und Beitrag der Türkei”. Harmut Zeher (editör)” Der Golfkonflikt”, 1992, s. 298.
[22] Bu konuda Cumhurbaşkanı Turgut Özal 18 Ağustos 1990 tarihinde Türk basın mensuplarıyla Çankaya’da bir bir toplantı düzenlemiş ve Özal bu toplantıda yazılmaması kaydıyla Türkiye’nin Kuveyt Krizindeki tutumunu, temel stratejisini ve o yabancı devlet adamları ile yaptıkları görüşmelerden ortaya çıkan sonuçları ve Türkiye’nin sıkıntılarını anlatmıştır.
[23] H. Kramer, a.g.e.., 1991, S. 30.
[24] E. Yavuzalp, a.g.e.., 1998, S. 81 ve devam.
[25] Şule Kut, “Türkiye’nin Soğuk Savaş Sonrası Dış Politikasının Anahtarları” Gencer Özcan/Şule Kut (editör) En Uzun On Yıl, 2000, “En Uzun Onyıl -Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar”, Büke Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2000 s. 43 ve devam.
[26] Bkz. Çevik Bir, Somali’ye Bir Umut, Sabah Kitapları, Birinci Baskı, İstanbul 1999.
[27] Bernhard May, “Die neuen Herausforderungen für den Freihandel”, K. Kaiser/H.-Peter Schwarz (editör), Die neue Weltpolitik, Bonn, 1995, s. 241.
[28] Paus B. Henze, The Christian Science Monitor, 21. 02. 1984.
[29] Heiko Flottav, Süddeutsche Zeitung, 21. 02. 1984.
[30] David Barchard, Financial Times, 20. 12. 1983.
[31] Avrupa Topluluğu Resmi Gazetesi, Nr. C7/109, Dok. B2-1234/86.
[32] Türkiye ile ABD arasında yapılan “Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması” için bkz. Kurt Jakobs Zur Entwicklung der amerikanisch-türkischen Beziehungen, SWP-Ebenhausen, 1980, und Ali L. Karaosmanoğlu, “Basra Güvenliği ve Doğu Anadolu’daki Havaalanları Tartışması: Yanılgılar ve Kuruntular”, Dış Politika Dergisi, (Foreign Policy), Ankara, Mayis 1893, S. 3-9.
[33] K. Kaiser/B. May, a.g.e.. S. 397.
[34] 80’li yıllarda uygulanmaya konulan Neoliberalizme eleştirel bir bakış için bkz. “Friedhelm Grützner, “Neoliberalismus und Kommuntarismus” In: Vorgänge Zeitschrift für Bürgerrechte und Gesellschaftspolitik. Nr. 148, 4/99 (Dezember) s. 40-41.
[35] Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak, 16 Ocak 2002.
[36] Başbakan Özal’ın Mısır Devlet Başkanı ile birlikte Basın Açıklaması, Kahire, 15. 2. 1988, Başbakan Özal’ın Dış Seyahatlerde Konuşmaları 1987-1988, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1988, s. 5.
[37] Başbakan Turgut Özal’ın 1987 Bütçesi Sebebiyle 9 Aralık 1986 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Yaptığı Konuşma, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1986, s. 34.
[38] Başbakan Turgut Özal’ın 1987 Bütçesi Sebebiyle 9 Aralık 1986 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Yaptığı Konuşma, Başbakanlık Basımevı, Ankara, 1986, s. 17.
[39] Türiye’nin İranla 1984 yılında 3 Milyar Dolarlık ticaret anlaşması imzaladı ve İran Türküye’nin F. Almanya’dan sonra 1985’te en büyük ticari ortağıydı.
[40] R. Meyers, 1993, s. 283-85.
[41] Güç kavramı uluslararası bir aktörün, yani bir ülkenin, başka bir ülkeyi veya ülkeleri normalde yapmayacağı işleri zor kullanarak yaptırabilme veya ilişkilerin sonuçlarını etkileyebilme kabiliyeti olarak tarif edilmektedir. Inderdependenz ise genel anlamda ülkelerin arasındaki ilişkilerde birbirlerini değişik şekilde ve oranlarda etkileme durumudur. Robert O. Keohane/Joseph S. Nye, “Macht und Interdependenz”, K. Kaiser/H. -Peter Schwarz (editör), Weltpolitik, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1987, s. 75.
[42] D. Senghaas, alıntı: R. Meyers, Grundbegriffe, Grundstrukturen und theoretische Perpektiven der Internationalen Beziehungen”, Grundwissen Politik içinde. Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1993, s. 284.
[43] R. Meyers a.g.e.. s. 283.
[44] Irak’ın Kuveyt’ işgalin ardından 7 Ağustos 1990 tarihinde Irak’a BM tarafından uygulanmaya konan ekonomik ambargo kararına (karar 661) Türkiye’de uyarak aynı gün Kerkük- Musul-Yumurtalık petrol boru hattını kapattı. Bu husuta Özal ağır eleştiriye maruz kaldı. Özal bu konuda 18 Ağustos 1990’da Çankaya’da Türk basın mensuplarına yayınlanmaması şartıyla (off the record) yaptığı açıklamada, BM kararından bir gün sonra Türkiye’ye gelen ABD Dış İşleri Bakanı Baker’in Özal’a ‘Şayet boru hattını kapatmasaydınız liman çıkışında de gemileri albukaya alacaktık’ dediğini belirterek, böyle bir durumda Türkiye’nin zorda kalacağını ifade etmektedir. Özal, zaten alınması gereken bir kararı almada erken davranarak, Türkiye’nin dış politikasına dışardan herhangi bir müdahaleye imkan tanımamıştır.
[45] Bkz. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Marmara Kulübünde Konuşmaları: “Geleceğe Bakış- Değişim-” İstanbul 16. 10. 1992, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 2000’li Yıllara Doğru Konuşmaları, Bilgisayar Kongresi. Atatürk Kültür Merkezi, 28 Mayıs 1990, Ankara, 3. İzmir İktisad Kongresi, 4-7 Haziran 1992, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Açılış Konuşmaları.
[46] Neo Osmanlılık kavramı Türkiye’de ilk defa Nur Vergin ve Cengiz Çandar tarafindan ortaya atılmış ve Özal’ın o dönemdeki dış politikada öngördükerinin çerçevesini tanımlayan bir kavramdır. Özal’ın Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bölgede Türkiye’nin oynayacağı rolü ve bunu hangi temellerde gerçekleştirmesi gerekiğini Türkiye Günlüğü Dergisinde yayımlanan Mustafa Çalık’la yapılan bir mülakatında (Türkiye’nin önüne Hacet Kapıları) anlatmaktadır. Neo-Osmanlılık Projesinin Türkiye’nin klasik politikasının bir devamı olup almadığı konusundaki tartışmalar için bkz. Şaban Çalış, “Ulus Devlet ve Kimlik Labirentinde Türk Dış Politikası”, Liberal Düşünce Dergisi, Kış/1999; M. Hakan Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika”, Liberal Düşünce Dergisi, Kış/1999; Metin Sever/Cem Dizdar, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları,        2. Baskı, Ankara, 1993; Muhittin Demiray, Die regionale Außen – und Sicherheitspolitik der Türkei in der Ära Özal (1983-1993) Vor dem Hintergrund der innenpolitischen Entwicklungen”, Doktora Tezi, Hamburg Üniveristesi, Internet Doktora Sitesi, 2001 Hamburg,
[47] Nur Vergin, Yeni Zemin, Ocak 1993, s. 93.
[48] Zeynep Göğüs, “Türkiye Cumhurbaşkanı: Müslüman Osmanli”, Hürriyet, 19. 04. 1993.
[49] Türkiye Günlüğü, 22/Bahar 1993, s. 8-15.
[50] Nur Vergin, Yeni Zemin, Ocak 1993, s. 93.
[51] M. Sever/D. Dizdar (editör), a.g.e.., 1993, s. 110.
[52] Özal: “Ankara wird Führungsmacht” (Ankara lider ülke olackatır), FAZ, 25. 1. 1991,
[53] Cumhurbaskani Turgut Özal ile Mülakat, Hürriyet, 31. 3. 1991.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.