Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlılarda Kürk Kullanımı

0 16.199

Yrd. Doç. Dr. Zeki TEKİN

Kürk, tarih boyunca hemen hemen her toplumun ilgisini çekmiş olup, daha önceleri sadece giyinmek için kullanılırken bir zaman sonra süs, giyim aksesuarı olarak ve toplum içindeki itibarı ve statüyü gösteren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk zamanlar insanların avcılıkla geçindiği devirlerde avlanılan hayvan postları sadece giyinmek ve vücudu dış etkilerden korumak için kullanılmıştır. İlerleyen çağlar içerisinde insanlar kumaş dokumasını icat ettikten sonra hayvan postu kullanımı azalmış, fakat avlanılan ve yetiştirilen hayvanların derileri bir ekonomik değer olarak yaşamın diğer alanlarına yönlendirilmiştir.

Deri kullanımın en itibarlı şekli; uzun tüylü hayvan postlarının kürk adı altında giyim malzemesi olarak kullanılmasıydı. Özellikle kış aylarında ve soğuk günlerde insanların kendilerini ısıtmak için kürk giymeye yönelmeleri, özellikle şömine, soba gibi ısıtma araçlarından yoksun olan doğu toplumlarında kürkün kıymetini artırmıştır.[1] Bu konu da D’ohsson şöyle demektedir; “Bu ülkede evlerin yapısı hafiftir. Bütün evlerin birçok penceresi vardır.

Halk ocak ve soba kullanmayı bilmez. Hatta bir çokları evlerinde ateşsiz çalışırlar. Bu durumda kürk bir lüks maddesi olduğu kadar bir ihtiyaç maddesi de olmaktadır”. Aynı şekilde Midhad Sertoğlu ise, “sert kış günlerinde ahşap binaların tavanları da hayli yüksek olduğundan ve mangallar odaları ısıtmaya pek de yetmediğinden kürkler imdada yetişirdi. O zamanlar kürklerin tüylü kısmı içeride bulunur, dışı ise derecesine göre çuha, atlar veya seraser denilen baştan başa sırma işlemeli ağır ve değerli kumaşlarla kaplı bulunurdu. Konakta erkek, kadın, çocuk herkes kışın mutlaka kürk giyerdi. Bunların kullanıla kullanıla eskimiş, yıpranmış ve tüyleri az çok dökülmüş olanları uşak, hizmetçi, besleme, halayık ve ahiretlik gibilerin paylarına düşerdi” demektedir.[2] Kışın soğuk günlerinde ileri gelenler ve varlıklı kimseler çift kürk giymekte ve hatta aynı anda üst üste üç tane kürk giyenlerin de varlığı[3] Osmanlı toplumunda kürkün vazgeçilmez bir meta olarak ülke çapında yaygınlığına işaret etmekte aynı zaman da imparatorlukta kürk sarfiyatının ne kadar büyük bir orana ulaştığını anlatması bakımından da önemlidir. Benzer şekilde Osmanlı’nın en ihtişamlı olduğu Kanuni döneminde dört yıl esir olarak Sinan Paşa’nın konağında tabiplik yapan Manuel Serrano Y. Sanz şunları ifade etmektedir; “Samur ve zerdeva bizde ki kuzu derisinde daha çoktur. Türkiye’de kışın kürk giymeyen Yahudi, Hıristiyan ve Türk yoktur. Herkes gücü yettiği kadar iyisini alır. Kürkler ucuz olduğu kadar çeşitlidir de iyi bir zerdevayı yirmi veya otuz riyale alırsınız. Samur ise 100-150 arasındadır. Köstebek, kır faresi ve tavşan kürkünden yapılan elbiseler hem bol miktarda hem de herkesin alabileceği kadar ucuzdur’’ demek suretiyle yaygın kullanıma dikkat çekmiştir.[4] Osmanlı kadınlarının gardrobunda çeşitli kürklerin bulunduğunu belirten Oliver, bu kürklerin mevsime göre değiştiğini kışın siyah tilki, samur veya zibline, ilkbahar ve sonbaharda petit-gris, yaz mevsiminde ise hermin giyildiğini söylemektedir.[5] Kürklerin içerisinde en değerlisi ve en pahalısı olarak siyah tilki derisi olduğunu ve bunun münhasıran padişahaait olduğunu belirten D’ohsson, imparatorluk bünyesi içinde alenen kimsenin bu kürkü giyemeyeceğini ifade etmektedir.[6] Ayrıca kadınların istisnasız bütün kürkleri kullandığını en çok kullanılanların ise, ermin, sincap, petit-gris denen sincap çeşidi ve samur olduğunu ve bu samur kürklerin kürkler içerisinde en pahalısı olduğunu belirtmiştir.[7] İlk altı padişah zamanında gerek saraylıların gerekse halkın basit giyindiğini İstanbul’un fethiyle beraber kürkün Osmanlı toplumuna girdiğini ifade eden D’ohsson, 18. yüzyıl Türkiyesi’nde kürk kullanımının yaygınlaştığından bahsederek şunları söylemektedir;[8] “kış gelince koyun, kuzu, kedi, sincap kürkü giymeyen zanaatkar, asker, köylü yoktur. Hatta bazıları tilki ve tavşan kürkü de giyer, bunlar basit şehirlinin normal olarak kullandığı kürklerdir. Fiyatları, renklerine ve tüylerinin uzunluğuna göre değişir. Ermin, zerdeva, beyaz tilki, sincap ve nihayet samur gibi kürkler ise ancak çok varlıklı kimselerin gardrobunda bulunur. Bu kürkler aynı zamanda vezirlerin, ileri gelen saray adamlarının ve devlet teşkilatındaki her çeşit yüksek rutbeli memurun merasim elbisesini teşkil eder. Sonbahar gelince önce ermin kürk giyilir. Üç hafta sonra sıra petit-gris dediğimiz sincaba gelir ve nihayet bütün kış boyuncada samur kürk giyilir. İlkbaharda da samur kürkten sincaba, birkaç gün sonra da ermine geçilir. Bütün yaz boyuncada ince Ankara yününden yapılma ferace giyilir. Bu kürkleri yılın muayyen mevsimlerinde giyip çıkarmak bir moda meselesi değil bir görgü işidir. Bunların giyilip çıkarılacağı günler padişaha göre ayarlanır, padişah kürkünü değiştirdiği zaman -ki bu umumiyetle bir Cuma namazına gidildiği sırada olurdu- saraylı bir memur merasimle sadrazama giderek durumu bildirir ve ardından bütün saray halkı kürkünü değiştirirdi’’. Osmanlı toplumunda halkın yün ve kürk kaplı elbiselerini nasıl koruduklarına ilişkin bize bilgi veren Dorina L. Neave, “Türkler kürk paltolarını ve yünlü elbiselerini selvi ağacı yongaları arasında sakladıklarından bahar gelince bu ağaçların gövdeleri oduncular tarafından çentilir ve kopartılan parçalar toplanarak aç güvelerin hücumlarına karşı kışlık giyecekleri korumak üzere kumaşların arasına yerleştirilirdi”[9] demek suretiyle toplumsal hayatla ilgili önemli bir detay vermiştir.

Kürkün bir diğer kullanımı ise; devlet adamlarına törenlerde makam ve mevkilerine uygun bir şekilde kullanılmasıydı. Bunlara ilaveten şereflendirilmek istenen kimselere ve yabancı devletlerin elçilerine de ‘’hil’at’’lar giydirilmekteydi. Osmanlı teşrifatında bir üst elbise olarak giydirilen kürk ve kaftanlara “hil’at’’ denmekteydi.[10] Hil’atların imal edilerek taltif edilecek kimselere armağan edilmesi doğrudan doğruya hakimiyet hukukundan sayılmaktadır. Nitekim Alaaddin Keykubat’a Anadolu Selçuklu Devleti tahtına geçtiği zaman Abbasi halifesi Nasır-Lidinillah tarafından hükümdarlık hil’atı, menşur, sultanlık kılıcı ve diğer hakimiyet alametleri gönderilmişti.[11] Devlet merasimlerinde hil’at giydirme adetinin geçmişini araştıran Fuat Köprülü; hil’at giydirmenin Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında da uygulana geldiğini ve Osmanlıların bu adeti sanıldığının aksine Bizans’tan almadığını ifade ederek, gerçekte bu adetin birçok devlet tarafından yaygın olarak kullanıldığına dikkatleri çekmektedir. İslam devletlerinde Emevilerden başlıyarak hükümdarın kontrolünde bulunan “daru’t-tıraz’’ların varlığı bilinmektedir. Abbasiler, Tahiriler, Saffariler, Samaniler, Gazneliler, Selçuklular, Fatimiler, Eyyûbiler, Memluklar, Harezmşahlar ve Anadolu Selçuklularında da bu adetin var olması sebebiyle hil’at verme adetinin kökenini belirlemenin mümkün olamayacağını ifade eden Fuat Köprülü, eski Mısır’da da Firavunların taltif için hil’at verdiklerinin bilindiğini kaydetmiştir. Ayrıca hil’at verme adetinin eski Çinlilerde de var olduğunu ve Türkler arasında İslamiyet’ten öncede yaşadığı tahmin edilmekte ve Moğulların, İlhanlIların ve Altınordu hükümdarlarının bu adete uymalarında uzak doğu etkisinin rolü olduğu düşünülmektedir.[12] Soğuk iklimlerde yaşayan eski Türk toplumlarında da hükümdarların “kedüt’’ yani hil’at hediye ettikleri ve bunların “ton üze ton’’ üst üste elbise olarak giydirildiği bilinmektedir.[13]

Osmanlı Devleti’nde ise hil’at giydirme geleneğine, hanedanın meşruiyetinin ve ona bağlı olmanın bir işareti olması sebebiyle çok önem verilmiştir. Devlet, maddi sıkıntı içine düştüğü dönemlerde dahi hil’at giydirme törenlerini terk etmemiştir. Özellikle resmi törenler ve sur-i humayün gibi şenlikler hil’at verilmesi için önemli vesilelerdi. Hil’atlar giyim sebeblerine bağlı olarak, arz hil’atı, ulufe hil’atı, veda hil’atı, umum hil’atı gibi isimler almakta buna ilaveten taltif amacıyla kışlık ve yazlık olarak yılda iki defa verilen ve kayıtlarda ’’âdet’’ olarak geçen hil’atlar da vardır. Osmanlılarda devlet adına verilen hil’atlar barış zamanında; padişah, sadrazam, darüssaade ağası, defterdar ve valiler, seferde ise; serdar-ı ekrem ve serdar huzurunda giydirilirdi.[14] Huzurda kürk giyenler ricalden sayılırlar, sadrazam veya vezir olanlar erkan kürkü namıyla meşhur kürkler giydikleri gibi şeyhülislam olanlar “ferve-i beyza’’ adıyla anılan beyaz kürk ve ulema ile müderrisler “muvahhidî’’ denilen tarzda giyerlerdi.[15] Padişah huzurunda hil’atların giydiriliş vesilesi olarak tanzim edilen törenleri şöyle zikredebiliriz; arz esnasında,[16] aşure gününde,[17] bayram merasimi ve bayram hediyesinin tesliminde,[18] donanmanın ihracı ve avdetinde,[19] cabe-i humayün esnasında,[20] surre-i humayün ihracında ve hacıların dönüş haberinde,[21] kaymakam paşayı tebrikte,[22] mevacip ihracında,[23] mevlüd okunmasında,[24] nevruziye ihracında,[25] tevcihat esnasında[26] ve şehzadelerin doğum, sünnet ve evlenmelerinde[27] hil’atlar verilirdi.

Benzer şekilde sadrazam huzurunda da çeşitli vesilelerle bab-ı alide (paşa kapısında) hil’atlar giydirilmektedir. Bunlar; at hediyesinin gelmesininde,[28] bab-ı asafiye elçi gelmesinde,[29] bayram esnasında ve bayram hediyesinin tesliminde,[30] donanmanın sefere çıkışında,[31] kalyan-ı humayünun ve sandal-ı humayunun denize indirilmesinde,[32] mevacip ihracında,[33] Mısır-Kahire hazinesinin tesliminde,[34] sadrazamın ziyafetinde,[35] sadrazama gönderilen fermanın okunmasında,[36] tersanede bodoslama refinde,[37] sadaret tebrikinde,[38] tevcihat esnasında,[39] vezaret esnasında[40] idi. Defterdar huzurunda ise, yaygın olmamakla birlikte hil’at giydirildiği vakidir. Bunlar ise; topların dökülmesinde[41] ve tevcih esnasında[42] idi.

Tevcihat sebebiyle padişah huzurunda hil’at giyenlerin ayrıca sadrazamın huzurunda da tekrar hil’at giymelerinin adet olması ve bazı zamanlar üst üste hil’atların ihsan edilmiş olması,[43] Osmanlı sarayında muazzam miktarda kürk sarfiyatını göstermesi bakımından önemlidir. Osmanlıda gerek halkın sınıf atlama, gösteriş ve kış mevsiminde soğuktan korunmak için, gerekse devletin törenler ve kutlamalar gibi çeşitli sebeplerle bol bol kürk ihsan edilmesi Osmanlı coğrafyasında kürke olan talapleri artırmış ve buna parelel olarak da hemen hemen tamamı kuzey ülkelerinden ithal edilen kürk ve kürk derileri için muazzam servetlerin ülke dışına çıkmasına sebep olmuştur.[44] Bu durumdan muzdarip olan müverrih Naima; ’’ Moskov diyarından gelen samur vesair envâ-i zî kıymet kürklere verilen akçeyi ol malain memalik-i İslamiyenin metaına sarf etmezler, kezalik Hint metalarına bu kadar hazine, emval gider’’ diyerek hayıflanmıştır.[45] Bu talep patlaması karşısında kürk fiyatları sürekli bir şekilde artarak anormal bir noktaya çıkmıştır. Bir fikir vermesi için 1802 yılına ait bir muhallefat defterinde arap atına biçilen fiat 450 kuruş ederken kimon kermesude kaplı Erzurum nafesi kürk cübbeye 3000 kuruş kıymet biçilmişti.[46] 13 Temmuz 1876’da ölen Hüseyin Avni Paşa’nın terekesinden çıkan kürkler için de kaşmire kaplı alma kürk 2800, kaşmire kaplı sansar kürk 3000 kuruş idi.[47] Sinan Paşa’nın muhallefatı arasında 600 samur kürk, 600 vaşak kürk 30 siyah tilki kürkünden bahsedilmektedir.[48] 17. yy. tarihçilerinden ‘Âlî, Mevaidu’n-Nefais ismli eserinde devlet büyükleri ile uşakların giymeleri gereken kıyafetleri anlatmakta ve giyim kuşamın dört kısıma ayrılması ve bunların birbirine karışmaması gerektiğini ifade etmekte ve ’’aşağı tabakaların yukarıdakilerin giydiklerine, samur kürklere, değme abayilere el uzatmayalar’’ demek suretiyle o zamanki durumdan hoşnut olmadığını belirtmiştir.[49]

Talep patlaması karşısında fırlayan kürk fiyatları devleti tedbir almaya zorlamış ve Sultan III. Mustafa kişilerin gösteriş için kakum, vaşak giymelerinin halk ile seçkinler arasındaki ayrıcalığı yok edecek duruma gelmesi sebebiyle yasaklamıştır.[50] Aynı şekilde I. Abdulhamit 1776’da bilinen en eski Osmanlı elbise nizamnamesini yürürlüğe sokarak; devlet ricaline ait değerli ve çeşitli kürkleri çiçekli kaftanları halkın kullanmasını yasaklamış, giyim belası yüzünden esnafın borca battığını İstanbul’dan Hindistan’a pek çok para çıktığını, bu sebeple bol yenli erkan kürkünü vezir, sudur ve ulema dışındaki kimselerin giymelerinin yasaklandığını, bundan böyle samur, kakum, vaşak, minteni, çiçekli hint kumaşından entari giyilmeyeceğini, şayet yasak tarihinden sekiz gün sonra giyenler bulunursa cezalandıralacakları belirtilmişti.[51]

11 Şevval 1217 (19 Nisan 1803) tarihli yasak defterinde yenilenen elbise nizamnamesinde de; esnaftan ve halktan kişilerin hadleri dışında giysi, mücevherli hançer ve bıçak kullanmamaları istenmiş. Bu giysilerden samur, vaşak, samur nafesi, kakum kürk, sandallı cübbe de giymeyecekler ve şal kuşanmayacaklardı.[52] Osmanlı toplumunda ehl-i zimmet olan Yahudi ve Hıristiyanların eskiden beri giyimlerinde ehl-i İslama benzemeleri şeran ve örfen yasaklanmış olduğundan,[53] vaşak, kakum, su samuru, karsak kürk ve elvan sof, şali, biniş ve al çuka giymeleri hintkari şal kullanmaları yasaklanmıştı.[54] Ancak 18. yüzyıl sonlarına doğru İslam’a mahsus kakum ve su samuru gibi elbiseleri giydikleri görülmekte bu durumun men edilmesi için İstanbul kadısına, yeniçeri ağasına ve bostancı başıya ayrı ayrı emirler yazılmış[55] olmasına rağmen bunun önü alınamamıştı.

Devlet sarfiyatı için 1099 (1688) yılının hil’at sarfiyatı ortalaması 251, 1173 (1759-60) yılı sarfiyatının aylık ortalaması ise 160’tır.[56] 29 Recep 1131 (17 Haziran 1719) tarihinde birun hazinesinin başı Hacı Ahmet Ağa tarafından birun hazinesi için, bir anda 567 adet hil’at alınarak 12.023 kuruş ödenmiştir.[57] Aynı şahıs tarafından 25 Muharrem 1132 (8Aralık1719) tarihinde esnaftan 500 adet hil’at alınarak 11.300 kuruş ödeme yapılmıştı. Aynı yıl içinde 13 cemaziyelevvel 1132 (23 Mart 1720) tarihinde birim fiyatları birer kuruş arttırılmak suretiyle[58] yeni dokutulan 700 adet hil’atlar için hazineden 16.100 kuruş,[59] benzer şekilde 22 Şevval 1132 (27 Ağustos 1720) tarihinde Sultan III. Ahmed’in şenliği için dokutulan 650 adet hil’atlar için 14.176 kuruş ödenmişti.

Aynı görevli tarafından 15 Cemaziyelevvel 1133 (14 Mart 1721) tarihinde bir alım daha yapılmış olup, 470 adet hi’latlar için 11.600 kuruş ödeme yapılmıştı.[60] 15 Ramazan 1133 (11Temmuz 1721) tarihinde 200 hil’at için 6500 kuruş, 1 Zilhicce 1133 (23 Eylül 1721) tarihinde ise 250 hil’at alınarak 8500 kuruş ödenmiş idi. 1134 (1721-22) hicri tarihinin çeşitli aylarında da alımlar sürdürülerek toplam 1450 adet hil’at için 35950 kuruş devlet hazinesinden para çıkmıştı.[61] İki yıl sonra yani 1136 (1723-24) yıllarında birun hazinesi ağası tarafından 1500 hil’at mubayaa edilmiş, bunun için devlet 34.920 kuruş ödemişti. 1137 (1724-25) yılında da 1525 adet hil’at alımı yapılarak toplam 33.425 kuruş ödenmişti.[62] 16 Safer 1118 (30 Mayıs 1706)-30 Zilhicce 1118 (4 Nisan 1707) tarihleri arasında birun hazinesi için toplam 1414 adet hil’at satın alınmıştır.[63]

XVI. yüzyıl hil’atların en çok verildiği merasim olan sur-ı humayunlarda dağıtılan hil’at sayısı dört bine ulaşmıştı.[64] Bu duruma bir diğer örnek ise; IV. Mehmet’in 17. yüzyılda Şehzadelerin sünneti dolayısıyla kutlamaya gelen ve armağanlarını sunan vezirlere seraser kaplı samur kürkler verilmişti.[65] 1675 yılında yapılan bu şenlikte esnafa ancak dördüncü gün de geçiş sırası gelmiş ve kürkçüler onuncu günde padişah huzurundan geçmişlerdir. Bu geçiş merasimini canlı bir tasvirle anlatan Evliya Çelebi kürkçülerin geçişini şöyle anlatmıştır; ‘’Bunlar tahtıravanlar üzre dükkanların nice yüzbin guruşluk samur, vaşak, zerdeva, sansar, sincap, samur paçası, samur kafası, kakum, ördek boğazı, kuğu boğazı, saka kuşu boğazı, tilki boğazı ve daha sair kürkler ile tezyin iderler. Badehu Mahmut Paşa çarşısında Rum kürkçüleri başka bir alay-ı azim ile nice yüz kürkleri ters giyub[66] başlarında ayı postlarından acebe külahlar ve bir çoğu da serapa kaplan, arslan, kurt sarınmışlar başlarında samur kalpak taçlar hayvanat derilerine müstağrak olarak geçerler bir fırkası yine hayvanat derilerine sarınmış yaban adamı yamyamlar kim gören adamların zöhreleri çak olur. Her birini beşer altışar zincir ile bağlayub her birinden de beşer altışar adam yapışmış bazen etrafta bulunan temaşacılara bu yaban adamlar hucum iderler. Halk içine bir hay huy dişer kim dil ile ta’bir olunmaz. Ve niceleri ayı, aslan, kaplan postlarına girup dört ayak ile gezerken halka hucum ederler ve hünkar önünden ubur iderler.’’[67] demektir. Aynı törenleri izlemiş olan yabancı bir Fransız; kürkçülerin vahşi hayvan postuna bürünerek otuz altı kişinin içi kürklerle dolu bir arabayı çektiklerini söylemek suretiyle bize aynı bilgileri vermektedir.[68]

Evliya Çelebi kürkçüleri beşyüz dükkan ve bin kişiden oluştuğunu samur başlık imal eden seksen dükkan ve yüz beş kişiden meydana geldiğini[69] ifade etmekte, aynı şekilde Ahmet Rasim ise 1000 (1591/92) tarihinde İstanbul’da beşyüz kürkçü dükkanı olduğunu belirtmiştir.[70] Sivas gibi taşra şehrinde dahi toplam on dört kürkçü dükkanının icraat yapması kürk kullanımının ne kadar yaygınlaştığını göstermesi bakımından da önemlidir.[71]

Sarayda ’’ hayyatin-i hil’at’’ denilen özel terziler bulunur ve bunlar Hazine-i Amire’den aldıkları kumaşları dikerek hil’at imal ederlerdi. Zamanla bu terzilerin sayısı ve imalatları azalarak hilâtlar daha ziyade dışarıdan satın alınmaya başlanmıştı. Saraydaki hassa ve hilât terzilerinin sayısı 16. yüzyıl sonlarında dörtyüz yetmiş sekiz, 17. yüzyıl başlarında üç yüz on dokuz iken aynı yüzyılın sonlarında iki yüz on yediye düşmüştü.[72] 17. yüzyılın ikinci yarısında değerli kumaşlardan yapılan, çoğunlukla pahalı kürklerden astar geçirilen elbiseler, İstanbul’da beş dükkanda iş yapan yüz beş adet terziden meydana gelen bir esnaf loncası tarafından yapılmaktaydı.[73] Evliya Çelebi’nin verdiği rakamla F. Çalışkan’ın vermiş olduğu rakamlar arasında ciddi sayılabilecek bir fark vardır. Evliya Çelebi’nin beyan ettiği tarihten yaklaşık bir asır geçmesine rağmen miri hil’atçılar karhanelerinin hala beş adet tezgahtan ibaret olduğu ve bunların işledikleri çeşitli hil’atların devletin ihtiyacı olan miktarı sağlayamadığından, devlet ihtiyacı taşra hazinedar başı nezaretinde tayin edilen bazarganlar vasıtasıyla karşılanmaktaydı.[74] 12 Cemaziyelahir 1190 (29 Temmuz 1776) ve 29 Safer1191 (8 Nisan 1777) tarihlerinde yeniçeri ağasına hitaben gönderilen hükümde miri hil’atçılar karhanelerinin beş adet tezgahta dokunan hil’atların yetersizliği sebebiyle dışarıdan hil’atlar alınması kaçınılmaz olduğu ve bazı Yahudilerin giydirilen hil’atları satın alarak, taşradaki bazı vezirlere ve gerekli yerlere sattıklarından merkezdeki hil’at ihtiyacı yeterince karşılanamayıp, sıkıntılar çekildiği ifade edilerek bu duruma sebep olanların ellerindeki hil’atları devlet zaptedip, kendilerini de küreğe koyma cezası ile cezalandırılacak, tekrarı halinde ise haklarından gelineceği belirtilmişti.[75] Aynı konu hakkında 28 Zilkade 1158 (22 Aralık 1745) tarihinde de ferman sadır olmuştur.[76]

Karlofça Antlaşması’nın (1699) sonuçlanmasından hemen sonra Sultan II. Mustafa savaş vergileri olan 3085 kese akçeyi yükümlülere bağışladığı gibi sultanlık danışmanlarının da bundan böyle devr, hil’at baha, zahire baha gibi olağan dışı vergi istemelerini yasaklamış[77] olmasına karşın daha sonraki dönemlerde devletin kürk sarfiyatı o kadar çoğalmıştı ki, Sultan İbrahim zamanında ’’kürk ve anber vergisi’’ adıyla anılan bir vergi konuldu. Haremde kadınlara masal söylemekle gecelerini geçiren Eyüplü falcı bir kadın, kürk meraklısı büyük bir padişahın bütün elbiselerini, sarayın mefruşatını, yastıklarını, kaliçelerini hep samur kürkten yaptırmış olduğunu Sultan İbrahim’e hikaye edince padişahın samur merakı bir kat daha artarak kürk göndermeleri için bütün eyalet valilerine umumi emirnameler çıkardı. Bu kürk vergisinden ne ulema ne de ağalar uzak kalabildiler. Sadece birkaç kişi bu verginin herkes nezdinde hoşnutsuzluk doğuracağını ifade etme cesaretinde bulunabildiler.[78]

Saray-ı Amire’deki kasırların baştan başa samur ile döşenmesi emredilmiş, bedelleri İstanbuldaki kapı halkından zorla tahsil ettirilmişti. Bu kürk vergisi birkaç defa tekrarlanmış, ödeme yapamayanların kimi azledilmiş kimisi de hapsedilmişdi. Bu durum özellikle samur tüketiminin artmasına ve kara borsa olmasına neden olmuş samurun her tanesi 100 kuruşa satılır olmaya başlamıştı. Buna rağmen bulunamaz olmuş ve bulunanlarda 1000 kuruşa alınamaz duruma gelmişti.[79]

Devlet kürk masraflarını ’’kürk baha’’ adı altında taşrada belirli sancaklardaki avarız ve be del-i nuzül gelirlerinden karşılamaktaydı. Nitekim 23 Zilhicce 1109 (2Temmuz 1698) tarihli bir sebeb-i tahrir hükmünde Aydın ve Saruhan muhassılı olan İsmail Paşa’nın tahvilinden 1110 (1698-1699) senesine mahsuben birun hazinesi mühimmatından olan kuşaklık-ı cedid bahası için 570 esedî kuruşun ora halkının avarız ve bedel-i nüzul gelirinden irat ve masraf kayd olunması istenmişti.[80] Aynı şekilde 29 Zilhicce 1109 (8Temmuz1698) tarihli bir başka sebeb-i tahrir hükmünde, aynı bölgeden bu kez hassü’l-hass-ı cedid ve hassü’l-hass-ı atik hil’atlar için 650 esedi kuruşun yine avarız ve bedel-i nuzul gelirlerinden 1110 (1698/99) senesine mahsuben ödenmesi istenmişti.[81] 10 Zilkade 1696 (8Ekim 1685) tarihinde Karesi sancağında muhassıl olan kadılara gönderilen fermanda 1097 (1685-86) yılına mahsup olmak üzere iki bin üç yüz altmış altı kuruş olan kürkçü bedel-i avarız hanelerinden her bir hane için 500’er akçalık erken ödeme talep edilmiştir.[82] Bu belgelerden de anlaşılacağı üzere devlet kürk harcamalarını taşraya kaydırarak sıkıntılardan kurtulmaya çalışmakta ve gelecek yılın vergilerinden mahsup edilmekteydi.

En nihayet, Osmanlı devlet erkanının teşrifat kurallarında kürk kullanımı II. Mahmud’un 6 Şevval 1244 (11 Nisan 1829) tarihli kıyafet nizamnamesi ile ciddi anlamda önlenmiş, bundan böyle padişahın da vezirin de ve kavası nda kıyafetleri çuhadan yapılan kıyafet ve ünüformalar ile dengelenmiş[83] daha önceki kıyafetler arası uçurum ve statü farkını gösteren kürk çeşitleri yavaş yavaş önemini yitirmişti. Bununla birlikte hil’at giydirme geleneği tamamen ortadan kalkmamış bazı özel durumlarda Osmanlı’nın sonuna kadar varlığını dar bir çerçevede sürdürmüştür. Buna II. Mahmud’un yurt içi gezilerinde (1831-1837) hil’at giydirmesi örnek gösterilebilir.[84]

Yrd. Doç. Dr. Zeki TEKİN

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 644-649


Dipnotlar:
[1] Oliver, Türkiye Seyehatnâmesi (1790 yıllarında Türkiye ve İstanbul), (çeviren; Oğuz Gökmen), Ankara 1997, 113.
[2] Midhad Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, İstanbul 1992, 7.
[3] M. De M. D’ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, (çeviren; Zerhan Yüksel), Tercüman 1001 Temel Eser, nr. 3, 92.
[4] Manuel Serrano Y. Sans, Türkiye’nin Dört Yılı 1552-1556, (çeviren; A. Kurutluoğlu), Tercüman 1001 Temel Eser no: 18, 137.
[5] Oliver, a.g.e. 113.
[6] D’ohsson, a.g.e., 92.
[7] Aynı yer.
[8] D’ohsson, a.g.e., 91.
[9] Dorina L. Neave, Eski İstanbulda Hayat, (çeviren; Osman Öndeş), İstanbul 1978, 113,114.
[10] M. Z. Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, Ankara 1971, 833.
[11] Mehmet Şeker, ’’Hil’at’’, DİA, XVIII, İstanbul 1998, 23.
[12] Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1981, 186-189.
[13] Banu Mahir, “Türk Minyatürlerinde Hil’at Merasimleri’’, Belleten, LXIII/235, Ankara 2000, 746.
[14] Filiz Karaca, ’’Osmanlılarda Hil’at’’, DİA, XVIII, 25.
[15] Ahmed Rasim, Osmanlı Tarihi, I, İstanbul 1326-1328, 498.
[16] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Cevdet Dahiliye (CD) Tasnifi, 16382, 5100, 12867, 12884, 16849, 14512.
[17] BOA, CD, nr; 17255.
[18] BOA, CD, nr; 12920, 2240, 16006, 11513, 12995, 16595; İbnü’l-Emin (İE) Tasnifi, Hil’at, nr; 245.
[19] BOA, CD, nr; 12920, 16383.
[20] BOA, CD; nr; 5634.
[21] BOA; CD, nr; 2240, 12913, 17143, 11722; İE, Hil’at, nr; 231, 534, 232; Mustafa Münif, Defter-i Teşrifat, (Hazırlayan: Ali Temel), İ. Ü. ktp. T. 8892, 23.
[22] BOA, CD, nr; 6160.
[23] BOA, CD, nr; 16382, 16849, 11513, 12867, 5634, 2240, 16077, 17134, 2989, 2903.
[24] BOA, CD, nr; 17144; Es’ad Efendi, Teşrifat-ı Kadime, İstanbul 1979, 9; M. Münif, a.g.e., 8.
[25] BOA, CD, nr; 12867, 16077, 16382.
[26] BOA; CD, nr; 12996, 16382, 11722, 2240, 16595, 12867, 16006, 15695, 16849, 6160, 12920, 12913, 16895, 11513, 17126.
[27] BOA, CD, nr; 12920.
[28] BOA, CD, nr; 16077, 16006.
[29] BOA, CD, nr; 12867, 17255, 11722, 15612, 12920; Es’ad Efendi, a.g.e., 134.
[30] BOA, CD, nr; 12920, 2240, 12995, 16006, 16595; M. Münif, a.g.e., 60; Es’ad Efendi, a.g.e., 59.
[31] M. Münif, a.g.e., 72-73; Es’ad Efendi, a.g.e., 105-106.
[32] BOA, CD, nr; 2240, 16382; Mustafa Münif, a.g.e., 86-87, 92-93.
[33] BOA, CD, nr; 2240, 16382, 12867, 14512, 16077; Es’ad Efendi, a.g.e., 70, 78, 79.
[34] BOA, CD, nr; 12867, 14512; İE, Hil’at, nr; 303.
[35] BOA, İE, Hil’at, nr; 251.
[36] Topkapı Müzesi Arşivi (TMA), nr; 8482.
[37] BOA, CD, nr; 2240.
[38] BOA, CD, nr; 16732, 13962, 2240.
[39] BOA, CD, nr; 12920, 12321, 16382, 8964, 6160, 9944, 12867, 15612, 16077, 2240, 16006.
[40] TMA, nr; 6804.
[41] BOA, CD, nr; 16077.
[42] BOA, CD, nr; 4925, 12920, 12913, 9944, 12923, 16382, 12996.
[43] F. Karaca, a.g.m., 25-26.
[44] Necdet Sakaoğlu, ‘’Osmanlı Giyim-Kuşamı ve Elbise-i Osmaniye’’, Tarih ve Toplum, VMI/47, İstanbul 1987, 38.
[45] Naima, Tarih-i Naima, IV, İstanbul 1330, 290.
[46] N. Sakaoğlu, a.g.m., 38. İstanbul Şeriye Sicili, İstanbul Kadılığı Mahkemesi, nr; 97, vr. 9.
[47] Musa Çadırcı, ‘’Hüseyin Avni Paşa’nın Terekesi’’, Belgeler, XI/15, Ankara 1986, 153.
[48] Ali Seydi Bey, Te_rifat ve Teşkilatımız, (Neşreden: Niyazi Ahmet Banoğlu), Tercüman 1001 Temel Eser, nr; 17, 211.
[49] Gelibolulu Mustafa Âli, Mevâidü’n-Nefâis fî Kavâidi’l-Mecâlis, (Hazırlayan; Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1978, 190.
[50] N. Sakaoğlu, a.g.m., 37.
[51] Ahmed Rasim, Osmanlı Tarihi Seçmeler, (Hazırlayan; İsmet Parmaksızoğlu), İstanbul 1968, 123; Ahmed Refik, Lale Devri, İstanbul 1331, 69.
[52] N. Sakaoğlu, a.g.m., 38.
[53] A. Refik, Eski İstanbul Manzaraları, İstanbul 1998, 102.
[54] A.g.e., 101.
[55] A.g.e., 102.
[56] F. Çalışkan, a.g.m., 26.
[57] BOA, Maliyeden Müdevver (MAD), nr; 1836, 33.
[58] Hassü’l-hass-ı cedid tak hilatların birim fiyatı 39 kuruştan 40 kuruşa, Kuşaklık-ı cedid tak hil’atın birim fiyatı 29 kuruştan 30 kuruşa, ala-yı cedid tak’ın birim fiyati 19 dan 20ye, has sade-i cedid tak’ın fiyatı ise 12 kuruştan 13’e çıkmıştı.
[59] BOA, MAD, nr; 1836, 34.
[60] A.g.d., 35.
[61] A.g.d., 49.
[62] BOA, MAD, nr; 1836, 51.
[63] BOA, Defterî Bat, -Muhasebe (D-BTM), nr; 1090, 2-8.
[64] F. Çalışkan, a.g.m., 26.
[65] Ö. Nutku, ‘’17. Yüzyıl Saray Kumaşları’’, Tarih ve Toplum, IV/22, İstanbul 1985, 49
[66] Ters giymekten maksat kürk kısmı dışa gelecek biçimde giyilmesidir. Eskiden insanlar kürklü kısmı içe gelecek biçimde deri kısmı ise dışa gelecek biçimde giyerlerdi.
[67] Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, I, İstanbul 1314, 593.
[68] Ö. Nutku, Saray Kumaşları, 76.
[69] Evliya Çelebi, a.g.e., 593.
[70] A. Rasim. a.g.e., 500.
[71] Ömer Demirel, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri ve Esnaf Teşkilatı, Sivas 1998, 147
[72] F. Çalışkan, a.g.m., 26.
[73] Robert Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul, (Tercüme; Mehmet Ali Kılıçbay- Enver Özcan), II, Ankara 1990, 14.
[74] Aynı yer.
[75] BOA, CA, nr; 50438.
[76] BOA, CD, nr; 16042.
[77] M. Belin, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Tarihi, (Tercüme; Oğuz Ceylan), Ankara 1999, 332.
[78] Joseph Von Hammer Purgstall, Büyük Osmanlı Tarihi, (Tercüme; Mehmet Ata), V, Sabah Yayınları, 419.
[79] Naima, a.g.e., 292.
[80] BOA, İE, Dahiliye, nr; 1434.
[81] BOA, İE, Dahiliye, nr; 1389.
[82] BOA, İE, Dahiliye, nr; 733.
[83] N. Sakaoğlu, a.g.e., 39.
[84] Abdülkadir Özcan, “II. Mahmut’un Memleket Gezileri’’, Bekir Kütükoğlu Armağanı, İstanbul 1991, 364, 374, 375.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.