Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı’da Çevreyi Kirletme Suçu ve Salb Cezası

0 13.722

Doç. Dr. Fethi GEDİKLİ

Çevrenin kirlenmesi ve ardından temizlenmesi kavramları modern çağın bizi yüz yüze getirdiği kavramlardandır. Doğayı alabildiğine sömürmeye dayanan ve sanayi devrimiyle birlikte gelişip artık dünya çapında hakim hale gelen Batı tarzı kalkınma, tevlit ettiği bir dizi sorunla beraber doğal hayatı da tehdit eder bir vaziyet almıştır. Bu yeni mahiyetiyle çevre kirliliği özellikle çağımızda korkunç bir felaket halini almış olmakla beraber, çevrenin temiz tutulması meselesinin her devirde insanlar arasında önemli bir konu olduğu anlaşılmaktadır. Biz burada çevrenin temiz tutulması hususunda günümüz çalışma ve durumundan değil eski devirlerden Osmanlı Devleti devrindeki uygulamalardan bahsedeceğiz. Bunu da kapsamlı bir surette değil, aşağıda metnini verdiğimiz bir buyuruldu vesilesiyle daha çok ceza hukuku çerçevesinde yapmayı deneyeceğiz.[1]

Bugün şehirlerin ve kasabaların cadde ve sokaklarının temiz tutulması, suların temizliği ve sağlığa uygun olması, hava kirliliğinin önlenmesi, çevrenin ağaçlandırılarak yeşil tutulması, bahçe ve parkların tanzimi ve bakılması belediyelerin görevleri arasındadır. Osmanlı Devleti’nde bu görevler genellikle kadı, sübaşı, voyvoda, çöplükbaşı vs. gibi görevlilerin uhdesine bırakılmıştı. Meselâ, Ahmed Refik’e göre, At Meydanı’nı yılda bir, Bayezit Meydanı’nı ayda iki kere çöplükbaşısı marifetiyle gayrimüslimlere süpürtmek İstanbul kadısının görevleri arasındaydı. Bu süpürme işini görenler genellikle vergiden muaf tutulurdu.[2]

Söz konusu ettiğimiz belge 18 Cemaziyelevvel 1055/12 Temmuz 1645 (bkz. dn. 18) tarihli bir buyuruldudur. Buyuruldu Osmanlı resmi belge dilinde sadrazam, vezir, kapdan-ı derya, beylerbeyi gibi devlet adamlarının kendi altlarına verdikleri yazılı buyruklarını ifade eder. Belge, Balkan dillerinde kelime anlamı ordu öncüsü olan ve Osmanlı idari yapısında genellikle sübaşı ile aynı anlama gelerek kanun ve düzenin sağlanmasından mesul bir tür polis şefini ifade eden Galata voyvodasına hitaben yazılmıştır. Bizim 190 numaralı Galata Şer’iyye Sicili’nden aldığımız buyrulduda Galata voyvodasına “İstanbul iskelelerinden yukarı Boğaz hisarlarına varınca iki tarafta olan yalıların sahiplerine, bugünden gayrı evleri önünde ve yalıları kenarında ve kapıları karşısında beygir ve köpek ve kedi leşleri var ise derhal kaldırıp herkesin semtlerini pâk ve tathir eylemesi yolunda muhkem tenbih ve sipariş eylemesi”, emredilmişti.

Buyurulduya göre eğer bu günden sonra yalı etrafında hayvan ölüleri ile karşılaşılacak olunursa sorumlusu her kim olur ise olsun “kapusı öninde salb olınur”, açıkçası evi civarında kazara böyle bir hayvan ölüsü bulunan her kim ise kapısı önünde asılacaktır. Bu emri voyvoda yürütecek; eğer “hardal tanesi kadar bir leş” bulunur ise sadece evin veya yalının sahibi değil, uygulamadaki ihmali sebebiyle voyvoda dahi sorumlu olacaktır. Emrin icrası hususunda voyvodadan evvelâ ilgililere sağlam bir biçimde tenbih etmesi ve bundan başka Boğaz’da devriye görevi görecek kol kayıkları tayiniyle gece ve gündüz bu hususun üstüne düşmesi ve ihtimam eyleyip asla ihmal ve gaflet göstermemesi istenmektedir.

Bu küçük konuda böyle katı ve sert bir emir verilmesine bakılırsa, o devirde Boğaziçi ev ve yalılarının etrafında hayvan ölülerine çok sık tesadüf edildiği ve bu halin bölgenin sakinleri arasında büyük rahatsızlık doğurduğu söylenebilir ki bunun biraz şaşırtıcı olduğu belirtilmelidir. İkinci bir husus, muhkem tenbih ve siparişe rağmen evleri önünde leş bulunacak kimselerin, gerçekten hiç de ağır olmayan böyle bir hâl için (suç? için) salb yani asılma cezasına çarptırılacaklarının bildirilmesidir. Bu sebepten dolayı salb cezasının uygulanıp uygulanmadığı belli olmamakla beraber, çok muhtemeldir ki bu ceza, salt caydırma amaçlı olarak düşünülmüştür. Öyle de olsa üzerinde ciddiyetle durulmayı hak etmektedir.

Salb ve Siyaset Cezası

Eski hukukumuza göre salb cezası, yol kesme (hırâbe) suçuna verilecek cezalardan biridir.[3] Ancak bahse konu buyuruldu yol kesmeyle ilgili olmamasına rağmen, onda da salb cezasının verileceğinin öngörülmesi, salbın taziren de uygulanan bir ceza olduğunu göstermektedir.[4] Had ve kısas suçları dışında kalan tazir suçu ve cezası ise devlet başkanı veya hakimin takdir ve tarifine bırakılmış İslâm ceza hukukunun üçüncü ve geniş bir suç ve ceza grubudur.[5]

Bu salb kelimesinden ne anlaşılmalıdır? Bununla kasdedilen asılarak idam mıdır yoksa teşhir ve başkasına ibret için suçlunun canlı halde ve ölümüne sebebiyet vermeyecek şekilde belirli bir süre bir yerde asılı bırakılması mıdır? Dede Efendi diye tanınan Osmanlı hukukçusu Kemalüddin İbrahim bin Bahşi (veya Yahşi)[6] (öl. 1567) bu hususta şunları kaydeder: “Kaynaklarda tazir hususunda üç günden ziyade olmamak şartıyla salb eylemenin caiz olduğu yazılıdır. Bezzâziyye ve Bidâye adlı meşhur hukuk kitaplarında bu durum açıklanmıştır. Peygamberimiz’in Cebel’de sakin Ebu Nâb namındaki bir kimseyi öldürmeden (hayyen) salb etmesine binaen caiz görmüşlerdir. Asılıya yemek ve su verilir”.[7] Akgündüz’e göre, bu izahtan Fatih Kanunnamelerinde görülen “boğazından asmak” veya sadece “asmak” cezalarının ölümle neticelenmesinin şart olmadığı, başkalarına ibret olsun diye suçlunun herhangi bir uzvundan asılmasının murad edildiği istidlal olunabilir. Gaye suçluyu suç işlemekten caydırmaktır.[8]

Uriel Heyd (öl. 1968) ise Osmanlı ceza hukuku hakkındaki abidevî eserinde idamın sıklıkla salb diye adlandırıldığını,[9] bu kelimenin anlamının “kollarından germe” olmasına rağmen, Osmanlı kanununda salbın ekseriyetle asma ile anlamdaş göründüğünü, ölüm cezası ya da hem ölüm, hem de ciddi bedenî ceza (bilhassa elin kesilmesi) manasında yaygın olarak “salb ve siyâset”, nadiren de “siyâset ve salb” terimleriyle birlikte kullanıldığını belirtmektedir.

Kanuna veya padişahın emirlerine olduğu gibi şeriata uygun olarak verilen cezaya da “siyaset” denebilir. Yine Heyd’in tabirleriyle şeriata uygun olmayan ve seküler yetkililerce (ehl-i örf) verilen cezaların sıklıkla siyaseten, yani ‘idarî bir ceza’ diye icra edildikleri söylenmiştir. Ancak Osmanlı’da devlet görevlileri dışında kalan sıradan halkın işlediği suçların mahdut bir kısmı ölüm cezasıyla karşılanmıştır. Bunlar arasında kundaklama; at, esir, köle ve çocuk çalma gibi özel hırsızlıklar; çalma kastıyla kapı vs.’yi kırarak dükkana ve eve girme veya devamlı surette hırsızlık yapma gibi fiiller sayılabilir. Ayrıca kamu düzeni ve asayişine karşı işlenen suçlar, kalpazanlık, pazar (gıda) nizamının ciddi şekilde ihlali, padişahın emirlerine itaatsizlik, hukuk dışı yollardan yabancı memleketlere hububat ve silah satışı da Osmanlı Devleti’nde siyasetle yani ölümle cezalandırılan cürümler arasındadır.[10]

Pazar düzenini bozmayla ilgili verilen cezalardan birkaçı gerçekten ilgi çekicidir. Sadrazam, kıyafet değiştirerek yaptığı pazar denetimleri sırasında noksan gramlı ekmek imal eden ve ekmeği iyice pişirmeyen bir fırıncının asılmasını, bir başkasının ise kulağından dükkan önüne çakılmasını emretmişti. Ayrıca kendisine tahsis edilen un oranında ekmek pişirmesi gereken fakat buna aykırı davranıp unun bir kısmını satan fırın sahibi de diğer esnafa ibret olması için asılmıştı.[11]

Şimdi salb ve siyaset, başka bir deyişle ölümle cezalandırılan bu suçlar arasına, yukarıda bahsettiğimiz buyuruldu gereği, yapılan uyarıya rağmen, çevreyi hayvan ölülerinden temizlememe suçu da ilave edilmelidir. Ancak gıda nizamına aykırı davranışlar ile çevreyi temiz tutmama suçlarına verilen salb/asma cezası, yukarıda anlatıldığı gibi bir had cezası değil, tazir cezası niteliğindedir. Her ne kadar, İslâm hukukunda devlet başkanının tazir cezası olarak idam cezası verebileceği kabul edilmişse de,[12] örneklerimizdeki suça temel sayılan fiiller ile tayin edilen ceza arasında, öğretideki görüşlerin aksine, açık bir ölçüsüzlük ve oransızlığın bulunduğunu kabul etmek gerekir.[13]

Osmanlı’da Çevreyi Korumak Amacıyla Verilen Cezalar

Acaba Osmanlılar çevreyi korumak için aldıkları tedbirlere uyulmaması ile oluşan “çevreye zarar verme suçları” için ne gibi cezalar tatbik etmişlerdi? İlgili belgelere bakıldığında verilen cezaların çok değişiklik arzettiği anlaşılıyor. Mesela, 946 Safer/1539 Haziran-Temmuzu’nda, Edirne sübaşılığına tayin edilen Ömer’e verilen nişan-ı hümayunda Edirne’nin mahalle, sokak ve çarşılarını kirletenlere uygulanacak yaptırımın kirletenin kirlettiği yerleri temizlemesi (pâk etmesi) olduğu yazılıydı. Ancak nişanın 9. maddesi açık mezarları kapattırmayı emrettikten sonra “ve at ve it ve kedi ve anın emsali cîfe (leş) ve mekruh olan nesneleri makâbir arasına bırakmadan men ede”rek edenlerin hakkından gelinmesini emretmişti. 11. maddede ise kirli çamaşır suyunu yol üstüne saçanların “hakkından gelme”den söz edilmişti.

Bu nişanın 12. maddesi “Dahi onat vechile görüp gözedüp cîfeden ve sâir mezbeleden pâk etdüre. Ve at ölüsin ve sâir davar cîfesin halk incidiği yerde kodurtmaya. Gereği gibi yasak edüp men’ eyleye. Her kim ki, eslemeyüp temerrüd ederlerse, ol cîfenin başun kesüp bırakan kimesnenin boynuna takup şehri teşhîr edüp men edeler. Eslemeyenü yazup bildire” diye emretmişti.[14]

Limanların ve körfezin temiz tutulmasına dair 11 Rebiyülevvel 967/9 Aralık 1559’da Ağriboz sancağı beyine yazılan bir hükümde ise ister özele veya isterse kamuya ait olsun safralarını limana veya denize döken gemi reislerinin adlarının yazılıp merkeze gönderilmesi suretiyle haklarından geline denilmişti.[15]

3 Ramazan 973/24 Mart 1566’da Vize kadısına gönderilen bir hükümde, bu kez, konu ormana hayvan sokarak ağaçlara zarar verenlerin uyarılması, dinlemeyenlerin yakalanıp küreğe konulması idi. Aynı hususa dair Eski Zağra, Hasköy ve Filibe kadılarına yollanan 11 Ramazan 973/1 Nisan 1566 tarihli başka bir hükümde ise kadılara, korulara girip ağaçlarını kesip zarar ve ziyan verenlerin haklarından gelinmesi için isimlerinin yazılıp bildirilmesi istenmişti.[16]

İstanbul kadısına gönderilen gurre-i Şevval sene 1107/4 Mayıs 1696 tarihli bir buyurulduda mahalle mensupları, mütevelliler ve esnaf kethüdalarının mahalle sokaklarını, cami ve mescit yanlarını, çarşıları ve pazarı lâşe ve mezbeleden temizleyip süprüntüleri denize atmaları konusunda sağlam bir şekilde uyarılmaları istenmişti. Bundan sonra bahis konusu yerlerde her kimin hududunda mezbele ve lâşe bulunursa imam, mütevelli ve esnaf kethüdalarının haklarından gelinmesinin mukarrer olduğu, kendilerine gereği gibi tenbih edilecekti.[17] Burada süprüntülerin denize dökülmesinin istenmesi ilgi çekicidir.

Yukarıdaki hükümlerden yarım asır sonra evail-i Şevval 1159/17-26 Ekim 1746 tarihinde Üsküdar kadı yardımcısına yazılan bir hükümde pis sularını (çirkâb) umumi yola akıtan ev sahiplerinin sokak ve yolları kirletmeleri sebebiyle gelip geçenlerin rahatsız olduğundan bahisle, bundan vazgeçmeleri, vazgeçmeyenler olursa görevlilerce ahz ve tedib olunmaları emredilmişti.[18] Aynı türde bir hüküm evahir-i Zilhicce 1173/4-12 Ağustos 1760’da Haslar kadı yardımcısına gönderilmiş ve Eyüp’teki bakkal, manav ve bütün çarşı esnafının eskiden olduğu gibi dükkanlarının önünü temizlemeleri, toplanmış çöp ve süprüntüleri kayık ve sandalların yanaşacakları iskele civarına değil, Eyüb’ün dışındaki Taşlıburun’a götürmelerini emretmiş, uymayanların ahz ve tedib edileceğini bildirmişti.[19] Evail-i Recep 1193/18-27 Nisan 1779 tarihinde Dergah-ı Mualla yeniçerileri ağasına, gene gemilerin yanaşıp zahire boşalttıkları Unkapanı iskelesine mezbele dökülmemesi, çöplerin Ayazma iskelesinde Çöplük denilen yere bırakılmasına dair bir hüküm yollanmış, buna aykırı hareket edenlerin derhal men edilip sakındırılması emredilmişti.[20]

7 Zilhicce 1237/26 Ağustos 1822 tarihinde Kurban Bayramı’ndan birkaç gün evvel İstanbul kadısına gönderilen fermanda bayramda kesilecek kurbanların artıklarının ortalık yerlere atılmaması ve buna aykırı hareket edenlerin tedîb olunacaklarına dair emrin imamlarca mahalle sakinlerine anlatılması için, kadının önce bütün imamlara “mazmûn-ı fermân-ı âlîyi ilân ve işâ’at” eylemesi emrolunmuştu.[21] Burada hemen hemen bütün hükümlerde olduğu gibi, emrin hem imamlara, hem de mahalle ahalisine duyurulmasına özel bir vurgu yapıldığı görülüyor. İstanbul kadısına gönderilen başka bir emirde de dükkan ve hane önlerindeki buzların kırdırılması, atlı veya yaya seyahat edenlerin riskten kurtarılması suretiyle sokakların tasfiye ve temizliği için gerekli tedbirleri almaları için imamları aracılığıyla mahalle ahalisine tenbih edilmesi istenmiş ancak emrin yerine getirilmemesi halinde tatbik edilecek herhangi bir müeyyideden söz edilmemişti.[22]

19 Rebiülevvel 1241/2 Kasım 1825 tarihli yine İstanbul kadısına hitap eden bir hükümde İstanbul’daki çarşılar ve mahalle aralarının birtakım mülevvesât ve müzahrafâtdan temizlenmesiyle ümmet-i Muhammed’in ezadan muhafazaları lâzimeden olarak bu husus mukaddemlerde buyuruldular yazılmasıyla gerekenlere tenbih ve tekid olunmakta iken bir müddetten beri bu usule riayet olunamadığından, insanların ev atık sularını çarşılara akıttıkları, bazı han ve dükkanların önlerine de mezbele attıklarından gelip geçenlerin eziyet çektiğine ve daha sonra bunların hususiyle yaz günlerinde zuhur eden iğrenç kokularının pekçok insanı “muhtelü’d-dimâğ ettiğine” işaret olunmuştu. Bu sebeple, ev sahiplerinin pis sularını ve mezbelelerini rastgele ortalığa atmaktan vazgeçmeleri istenmiş ve “her kimin hane ve dükkanı pişgâhında çirkâb ve mezbele makulesi müşâhade olunursa cesaret edenler mes’ûl ve mu’âteb olacaklarının (sorumlu tutulup tekdir edilecekleri) herkese ilan ve tenbih edilmesi gene mahalle imamlarından istenmişti.[23] Aynı surette 16 Zilhicce 1241/23 Temmuz 1826’da, her kimin hane ve dükkanı önünde süprüntü görülürse tedîb olunacağı ferman buyurulmuştu.[24] On yıl sonra bu defa Havass-ı Refia kadısına gönderilen 15 Rebiülevvel 1252/28 Haziran 1836 tarihli buyurulduda temizliğin dinin emirlerinden olması ve hilafet merkezi olan İstanbul’un temiz tutulması gerektiğinden bahisle herkesin evi ve sokağını temiz tutmakla görevli olduğu ve bu konuda birçok kez “tenbîhât-ı şedîde” (şiddetli emirler) icra olunduğuna temas edilmektedir. Bu “tenbîhât-ı şedîde” kapsamında bizim aşağıda metnini verdiğimiz buyurulduda sözü edilen salb/asma cezası da yer almış olmalıdır. Bu ve diğer bazı emirlerden zaman zaman temizlik işinin ihmale uğradığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple İstanbul’un sokaklarının mezbele ile dolmuş ve pekçok yeri kokmuştur. Bunun dine aykırı olması yanısıra “birtakım illet ve emrâz zuhuru”na (hastalıkların ortaya çıkmasına) yol açacağı açıktır. Bundan dolayı sokaklarda kokan şey görülürse sahibi kim olursa olsun “şedîden tedib yani nefy ve tağrib kılınacağı”nın lazım gelenlere bildirilmesi istenmiştir. Bu emirde “şediden tedib yani nefy ve tağrib kılınacağı” ifade edilerek şediden tedib ifadesi açıklanmıştır. Bu, bu tür hükümlerde yer almayan önemli bir noktadır. Belki diğer benzer hükümlerde tedib olunmakla ilgili geçen ifadelerle de “nefy ve tağrib” yani sürgün kastedilmiştir.

Bütün bunlar değerlendirildiğinde Osmanlıların çevreyi temiz tutma konusunda gerçekten büyük bir titizlik gösterdikleri tespit edilebilir. Bu meselede takip ettikleri yöntem önce etrafı kirletenlerin uyarılması, buna rağmen kirletmeye devam edenlerin cezalandırılmasıdır. Burada özetlediğimiz hükümlerin bir kısmında kirletene temizletme, leşi suçlunun başına geçirip dolaştırma, küreğe konulma, sürgün (“nefy ve tağrib”) cezalarının verilmiş olduğu görülmüştür. Diğer bir kısım hükümde ise sadece hakkından geline veya isimlerinin bildirilmesinden, bazan da isimlerini bildir ki hakkından geline şeklinde kayıtlar yer almıştır. Üçüncü bir grupta ise suçlunun ahz ve tedîbinden yani yakalanıp cezalandırılmasından söz edilmişti. Son iki öbek içinde geçen hakkından geline ve ahz ve tedipten ne tür bir ceza kastedildiği belli değilse de az evvel işaret ettiğimiz gibi bu bazan sürgün (“nefy ve tağrib”) olabilir. Çevreyi hayvan ölülerinden arındırmamaya salb/asma cezası verileceği hükmü ise şimdilik tek bir buyurulduda kalmış görünüyor.

EK: 1

Galata Şer’iyye Sicilli, nu. 190, s. 435-4

Sen ki Galata voyvodasısın buyurıldı sana vardığı sâ’at İstanbul iskelelerinden yukarı Boğaz hisârlarına varınca iki tarafda olan yalılarun ashâbına muhkem tenbîh ve sipâriş eyleyesün ki bugünden gayrı evleri öninde ve yalıları kenârında ve kapuları karşusında bârgir ve köpek ve kedi leşleri var ise fi’l-hâl kaldırup herkes semtlerin pâk ve tathîr eyleyeler şöyle bu gûna bu makûle leş bulına her kim olur ise kapusı öninde salb olınur ve bundan gayrı sen kol kayıkları ta’yîn eyleyüp leyl ü nehâr bu husûs ile takayyüd ve ihtimâm eyleyüp asla ihmâl ve tegâfül itmeyesün ve bi’l-cümle bu bâbda ziyâdesiyle ikdâm eyleyüp olmaya ki evleri öninde ve kapu ve sokâklarında ve yalıları kenârında anun gibi leş bulına herkes kendü semtini pâk ve tathîr eyleyüp o makûle mezbelelik ve meyteden dâne-i hardal kadar bir şey bulınmaya ve bu husûs senden bilinür ana göre gözün içün bâb-ı gafletden hazer eyleyesün deyü buyurıldı. Vasale iley[nâ] fi 18 min Cemâziye’l-(evvel li-sene hamse hamsîn ve elf[25]). (18 Cemaziyelevvel 1055/12 Temmuz 1645).

EK: 2

Havass-ı Refia (Eyüp) Şer’iyye Sicili, nu. 556, v. 63b. Albayrak, age., s. 54-5.

Zokâkların tathîri zımnında tenbîhât.

Havass-ı Refia kadısı faziletlü efendi kâffe-i hâlde nezâfet ve tahâret levâzimine dikkat umûr-ı diniyyeden ve Astâne-i sa’âdet-i dârü’l-hilâfeti’l-aliyye olarak her bir mahallin pâk ve temiz tutulmasına cümle tarafından tekayyüd vâcibeden olduğuna binâen herkes hânelerinin sokak taraflarını temiz ve pâk tutmaya memûr olarak bu bâbda bi’d-defa’ât tenbîhât-ı şedîde icrâ olunmuş iken bir müddetten beri bakılmadığından cümle sokaklar mezbele ile memlû ve ol vechile ekser mahaller müteaffin ve yedyu? olmak hasebiyle bu keyfiyet usûl-i mergûb-i tahâret(e) münâfi ve bâ husûs birtakım illet ve emrâz zuhûrunu müeddi olarak madde-i tahârete cümle tarafından ikdâm ve ihtimâm ile herkes kendü hâne ve dükkânları önlerini sulayıp ve süpürüp dâimâ pâk ve temiz tutulmasına ve sokaklarda taaffün ider şey görülür ise sahibi her kim olur ise olsun şedîden te’dib yani sahîhen nefy ve tağrîb kılınması husûsuna irâde-i kâtı’a-yı hazret-i şahâne teallukıy(le) keyfiyet lâzım gelenlere ekîden tenbîh ve ilân kılınmış olmakla siz dahi eimme-i mahallâtı celb ile bundan böyle büyük ve küçük her kimin hânesi pişgâhında ve esnâf gürûhunun dükkânları önlerinde ve virâne ashâbının virânelerinde mezbele ve taaffünlü şeyler görülür ise şedîden terbiye ve tedîblerine dakîka fevt olunmayacağını ve herkesin levâzım-ı tahâret ve nezâfetine i’tinâ eylemelerini mahalleleri ahâlîsine müekkeden tenbîh ve ilân eyleyerek hılâf-ı hareketde bulunan olur ise icrâ-i tedîbleri zımnında isimlerini Bâb-ı âlîye bildirmelerini ifâdeye mübâderet eyleyesiz diyü buyuruldu fi 15 R(ebiülevvel) sene (1) 252/28 Haziran 1836.[26]

Doç. Dr. Fethi GEDİKLİ

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 611-615


Dipnotlar :
[1] Osmanlı devrinde “çevre koruma” ile ilgili çalışmalar için bkz. İsmet Binark, “Başbakanlık Osmanlı Arşivi’deki Belgeler Işığında Türklerde Çevrecilik Anlayışı”, Yeni Türkiye, Yıl. 1, nu. 5 Tem. – Ağu. 1995, s. 11-26.
[2] Ahmed Refik, Eski İstanbul Manzaraları, (Sadeleştiren D. Gürlek), (Timaş Yay.), İstanbul 1998, s. 62.
[3] Had suçu ve cezası demek suçun ve cezasının Kur’an-ı Kerim’de tarif edilmesi demektir. Yol kesme ile ilgili âyet (Maide, 5/33) ve yorumu için bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, (Eser Kitabevi) İstanbul ts., c. III, s. 1661-1667.
[4] Ebu Hanife mükerreren adam öldürme suçunu işleyen ve bir sebeple kısas edilmeyen kimsenin tazir yoluyla ölüm cezasına çarptırılabi leceğini belirtip bu cezaya “siyaset” adını vermektedir, bkz. M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, genişletilmiş 2. b., (Beta), İstanbul 1996, s. 224. Nitekim, evâsıt-ı Cemaziyelahir 1142/2-11 Ocak 1730 tarihli Çatalca nahiyesi naibine gönderilen bir hükümde, defalarca sadır olan emirler gereğince yakalanması (ahzı) istenen bir gayrimüslim “haydûd”un kendisini yakalamağa çalışan üç kişiyi yaraladığı, bu arada kendisinin de yaralandığı anlatılmış, daha evvel iki Müslümanı katlettiği anlaşılan ve “mertebe-i helâkda” olan (ölmek üzere olan) şakinin İstanbul’a gönderilmesi mümkün olmadığından mahallinde ibreten li’s-sâirîn (başkalarına ibret olunmak üzere) salbolunması” emredilmişti, bkz. BOA, Atîk Şikayet Defteri, nu. 124, s. 248, belge nu. 1.
[5] Tazir hakkında geniş bilgi için bkz. Hayreddin Karaman, Mukayeseli Islâm Hukuku, (İrfan Yay.), İstanbul 1982, c. I, s. 141-146; Aydın, a.g.e., s. 172 vd., 228-229.
[6] Müellif hakkında bilgi için Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul 1992, c. IV, I. Kısım, s. 122.
[7] Dede Efendi, es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye, metni Akgündüz, a.g.e., s. 167. (İfade alıntılanırken küçük değişikliklere uğratıldı).
[8] Akgündüz, a.g.e., s. 167, dn. 2. Bu arada F. E. Vogel, EI2’ye yazdığı “salb” maddesinde onu “İslâmî doktrin ve uygulamada, suçlunun bedeninin diri veya ölü olarak bir hatıla veya ağaç gövdesine bağlandığı veya kazığa oturtulduğu ve birkaç gün yahut daha uzun süre teşhir edildiği ağır bir ceza”, diye tarif eder. “İslam’dan evvel Fars ve Roma kültürleri de dahil birçok kültür “kollarından germeyi” vatan hainleri, asiler, soyguncular ve suçlu köleler için bir ceza olarak tatbik etti. Kur’an-ı Kerim’de salb altı yerde geçer; hukukî uygulama için esas alınan âyet Mâide suresinin 33. âyetidir. Makbul hadis mecmuaları Hz. Muhammed’in (bir çobanı öldürüp develerini çalan kişiler hakkında) uyguladığı tek bir salb vakasını rivayet ederler. Mamafih, bu rivayet farklı bir ceza tasvir eden (elleri ve ayakları kesme ve gözleri oyma) birçok diğer rivayetçe tekzip edilir (bkz. en-Nesâ’î, Tahrîmü’d-dem, 7.-9. bâblar). Başka bir hadise göre, Medine’deki ilk salb cezası, Ömer tarafından sahibelerini öldüren iki köleye uygulanmıştı (bkz. Ebû Davud, Salât, 61. bâb).
Fıkıh yukarıdaki âyeti esasen şehirler arası yol soyguncularına had olarak tatbik eder. Belirtilen dört cezanın herhangi biri yerine salbın tercihi karışık, çelişen kurallar ile düzenlenmiştir. Bilginlerin ekseriyeti hem öldüren, hem de eşya alan soyguncunun had olarak salbedilmesini gerekli bulur; diğerleri, ölümü gerekli görürken salbı görmezler. Bilginlerin ekseriyeti için, suçlular salbedilmeden evvel boyunları vurulmuş olmalıdır. Malikîler, Hanefîlerin ekseriyeti ve On iki imam Şiilerinin ekseriyeti suçlunun canlı salbedilmesini, fakat sonra süngülenerek öldürülmesini şart koşarlar. Zahirîler için salb ölümle neticelenmelidir. Bilginlerin çoğunluğu salb müddetini üç günle tahdit etmişlerdir (sonra ceset yıkanır, namazı kılınır ve gömülür).
Muhtelif azınlık görüşleri genellikle aynı âyete dayanarak salba şehirler arası yol soygunundan başka suçlar için de izin verir veya tavsiye ederler. Bu suçlar Peygamber’e hakaretleri (sebbü’n-nebi), sapkınlığı (zendeka), büyücülüğü (sihr) ve boğucular tarafından öldürülmeyi (hannâkûn) ve kurbanlarını ilaç vererek öldürmeyi (mubennicûn) kapsar. Bu cezalar bazen had olarak, bazen tazir olarak ifade edilir. Salb âyeti İbn Teymiye’ye göre, belki bizzat topluma olan ifsat edici etkisi ancak bununla önlenebilen kimseye tatbik edilir. el-Maverdî (görünüşe göre yalnız), tazirin genel olarak tatbik edilebilir bir şekli olarak canlı iken (ama zorunlu olarak ölümle sonuçlanmayacak) salba izin verir.
Bu doktrinel başlıkların çoğunda fiilî salb rivayetleri mevcuttur. Sıklıkla aşırı ölçüde uzun tutulmuş başsız cesetlerin teşhiri bilhassa siyasî veya dinî muhalifler için yaygındır. Hallâc için ve canî köleler için olduğu gibi salb canlı iken de görülür (7.-13. asırlar arasında ölümle sonuçlanacak salbın sıklıkla tekerrür etmiş olduğu iddia edilmiştir).
Sonraki Fars ve Türk tatbikatında, salb “asma” anlamına gelir. Boyun vurulduktan sonra teşhir şeklinde salb bugün Suudi Arabistan’da uygulanır.”, bkz. Vogel, “Salb”, EI2, c. VIII, s. 935, Leyden 1995.
[9] Nitekim Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nce 1993’te Ankara’da neşredilen 966-968/1558-1560 tarihli olayları kapsayan 3 Numaralı Mühimme Defteri’nde salb ile ilgili bütün hükümlerde kasdedilen idam cezasıdır, bkz. s. 91, hüküm nu. 196; s. 138, hüküm nu. 300; s. 183, hüküm nu. 407; s. 325, hüküm nu. 725; s. 397-8, hüküm nu. 880; s. 416, hüküm nu. 923; s. 417, hüküm nu. 927; s. 453, hüküm nu. 1016); s. 503, hüküm 1145; s. 591-2, hüküm nu. 1359; s. 684-5, hüküm nu. 1582; s. 707, hüküm nu. 1633. Ancak bunların hepsinde de kadı tarafından usulüne uygun yargılama yapıldıktan sonra suç sabit olursa başkalarına ibret için salb ve siyasetin uygulanmasından söz edilmektedir ki, bu cezanın had olarak tatbik edildiğini gösterir. Zaten, verilen bütün cezalar eşkıya ve yol kesenlerle ilgilidir. Gene bu belgelerde eğer salb uygulanacak bir suç yoksa uzuv kesmeden bahsedilmektedir. Ayrıca aynı konuda bir kurul tarafından yayınlanan 1056/1646-7 tarihli [90 Numaralı] Mühimme Defteri, (Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı), İstanbul 1993, s. 307, hüküm no. 375 bkz.
[10] Uriel Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, s. 260-261. Ayrıca bkz. Fethi Gedikli, “XVII. Asırda Galata Tacirlerinin Karşılaştığı Hırsızlık Olayları”, Çerçeve, Yıl: 6, Sayı: 22 (Nisan 1998), s. 132-134.
[11] Salih Aynural, “XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda İstanbul Değirmenci ve Fırıncı Esnafının Nizamları”, Türk Dünyası Araştırmaları, nu. 81 (Aralık 1992), s. 115-116’da gösterdiği BOA Hatt-ı Humayun no. 15705 ve 647, Cevdet-Iktisat, no. 4641.
[12] Karaman, a.g.e., s. 146; Aydın, s. 224.
[13] Aydın, a.g.e., 228-229. Aynural, a.g.m., s. 115-116’da bu cezaların keyfî olduğu anlamını çıkarmak doğru değildir, çünkü esnaf birçok kere uyarıldıktan sonra dinlemeyenler olursa ceza o zaman tatbik ediliyordu, görüşündedir.
[14] Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, c. VI, s. 540-542’de tıpkıbasımı verilen Bayezid Veliyüddin Efendi, nu. 1970, v. 127a-128a’daki nişanın çevriyazısı.
[15] 3 Numaralı Mühimme Defteri, s. 276, hüküm no. 606. İskenderiyye körfezinin temizlenmesine dair 14 Zilkade 979/29 Mart 1572 tarihinde vezir Sinan Paşa’ya gönderilen hüküm BOA Mühimme Defteri, nu. 16, hüküm no. 187.
[16] BOA Mühimme Defteri, nu. 5, hüküm no. 1369.
[17] İstanbul Şer’iyye Sicili, nu. 22, v. 170 (Sadık Albayrak, 41 Orijinal Belge Işığında Eski İstanbul’da Sosyal ve Çevre, İgdaş, İstanbul 1977, s. 40-41).
[18] A. Tabakoğlu/A. Kal’a/S. Aynural/İ. Kara/E. S. Kal’a, İstanbul Ahkam Defterleri İstanbul’da Sosyal Hayat, (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay.), İstanbul 1997, c. I, s. 250, 2/152/522 (Son üç rakam sırasıyla İstanbul Ahkam Defterinin numara, sayfa ve belge numarasını gösterir).
[19] A. Tabakoğlu/A. Kal’a/S. Aynural/İ. Kara, İstanbul Ahkam Defterleri İstanbul Esnaf Tarihi, (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay.), İstanbul 1997, c. I, s. 267-268, 5/253/772.
[20] A. Tabakoğlu/A. Kal’a/S. Aynural/İ. Kara/E. S. Kal’a, İstanbul Ahkam Defterleri İstanbul İstanbul Ticaret Tarihi (1742-1779), (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay.), İstanbul 1997, c. I, s. 350-351, 9/349/1278.
[21] İstanbul Şer’iyye Sicili, nu. 154, v. 12b. Albayrak, a.g.e., 44-45.
[22] İstanbul Şer’iyye Sicili, nu. 154, v. 17b. Albayrak, a.g.e., 46-47.
[23] İstanbul Şer’iyye Sicili, nu. 154, v. 36b. Albayrak, a.g.e., s. 50-51’de sicil numarasının 254 diye gösterilmesi hatalıdır.
[24] İstanbul Şer’iyye Sicili, nu. 154, v. 36b. Albayrak, a.g.e., s. 52-53.
[25] Buyuruldunun deftere kayıt tarihini gösteren kısmı defterin özensiz ciltlenmesinden ötürü okunamıyor; biz diğer belgelerin tarihi olan 1055 tarihini bu belgenin de tarihi olarak kabul ettik. Ayın da Cemâziye’l-ahir olma ihtimali vardır.
[26] Havass-ı Refia (Eyüp) Şer’iyye Sicili, nu. 556, v. 63b. Albayrak, a.g.e., s. 54-5.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.