Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Saray Teşrifâtı ve Törenleri

0 63.772

Dündar ALİKILIÇ

Osmanlı saray teşrifât ve törenleri, tarih ilminin olduğu kadar sanat ve kültür tarihinin de önemli parçalarından biri olup, biçimleri ve nitelikleri açısından kendi çağlarına ışık tutan önemli olaylardır. Bu tür resmî devlet törenleri devletlerin kültürel kimliklerini yansıtan iktidar anlayışlarının en belirgin özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Türk devletleri zincirinin en güçlüsü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun saray teşkilâtı ve teşrifâtı, diğer Türk devletleri geleneğinin devamıdır. Harezmşahlar, Gazneli ve Selçuklu Devletlerinin saray geleneği ve müesseseleri Osmanlı Devleti’ne ulaşmış ve bu gelenekler devlet bünyesinde yaşatılmıştır. Hatta Türklerin İslâm uygarlığı çerçevesine girmeden önceki kurum ve geleneklerin bir kısmının da Osmanlı devrinde bir takım yansımalarını tespit etmek mümkündür.

Her medeni topluluğun maziye ait kendine has bir takım merasim, teşrifât ve teşkilât idaresi olduğu gibi, Osmanlıların da bu hususta pek parlak ve geleneksel bir tarihi, bir mazisi vardır. Hatta denilebilir ki medeniyet tarihi, Osmanlılar kadar teşrifât ve teşkilâta ehemmiyet vermiş, bunu yüzyıllarca muhafaza ve devam ettirebilmiş hiçbir millete şahit olmamıştır. Bu yüzdendir ki Osmanlı Devleti, teşrifât uygulamalarında devrinin en üstün seviyesine ulaşmıştır.

Osmanlı Devleti’nde resmi iş ve münasebetlerde teşrifât adı verilen incelik ve kurallara riayet edildiği gibi, padişah başta olmak üzere bütün saray halkı da özel hayatında aynı şekilde teşrifâta dikkat ederlerdi.

Teşrifât, Küberâ ve ricâl-i devletin resmi günlerde, alay ve muayedelerde ve huzura çıkacakları vakit sıra ve sınıflarına, suferanın suret-i kabulüne, rütbe ve nişanların teveccihatına nezaret etmedir.[1]

Türk devletleri yapısında hakimiyetin sembolü olarak gördüğümüz saray, aynı zamanda hükümdarın yaşantısını sürdürdüğü ve saray geleneklerinin varlığının devam ettiği mahaldir. Şu halde saray, hükümdarın resmî ve hususi hayatının cereyan ettiği ve bu hayatın icap ettirdiği teşrifâtı yerine getirmekle muvazzaf kimselerin bulunduğu binadır.[2]

İnsan hayatında zaruri olan muaşeret, bir takım adap, kaide ve nihayet kanunları icap ettirirken, bu hususta Osmanlı Devleti gibi bir devletin sarayındaki durumun ne olacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.[3] Zira daha ilk Osmanlı padişahı zamanından itibaren çeşitli teşrifât usûllerinin konulduğunu görmekteyiz.

Osmanlılarda merasimlerde teşrifât işlerini yapan memura “Teşrifâtî Efendi” veya “Teşrifâtî-i Divân-ı Humâyûn” denirdi. Kendisi saray ve devlete ait seremoniyi iyi bilir, sarayda ve diğer yerlerde yapılacak merasimlerde elindeki defterlere göre protokolü idare ederdi.

Osmanlı Devleti’nin zirvede olduğu çağlarda Osmanlı devlet teşkilâtındaki usuller ve kaideler daha da gelişmiş, neredeyse protokolsüz hiçbirşey yapılmaz hale gelmişti. Ortaçağ’ı tarihe gömen Türkler, harplerde olduğu gibi, sulh devresinde de teşrifâtları ile göz kamaştırmışlardır. Başarı nasıl kuvvetli bir teşkilât ile mümkünse, teşrifât da kuvvetli ve kudretli bir teşkilâtın ifadesidir.[4] Bu yüzdendir ki Osmanlılar teşrifât ve teşkilâtta devirlerinin en üstün seviyesine ulaşmışlardır.

Teşrifât usûl ve kaidelerinin vaz, usûl ve kanunları ilk defa Fatih Sultan Mehmed tarafından konmuştur.[5] Fatih’in koymuş olduğu bu saltanat usûlleri sonraki tarihlerde daha da ziyadeleşmiş ve teşrifât

kaideleri daha da artmıştır.[6] Teşrifâtın tarihi Osmanlı Devleti’nin tarihi kadar eski olmakla birlikte bir birim olarak Kanunî Sultan Süleyman zamanında müesseseleştiği bilinmektedir. İçte ve dışta devletin büyüklüğünü göstermek ve onu en iyi şekilde temsil etmek için kurulmuş olan teşrifâtçılık, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar da görevini sürdürmüştür.

Teşrifât gerektiren olaylar pek çok ve pek görkemli olup bu törenlerden hepsine devletin her biriminden temsilciler katılır, en büyük törenlerde ise devletin en üst üyeleri hazır bulunurdu.[7] Bu törenleri devlet işlerine ait törenler, dini törenler ve sarayda günlük hayatı içeren Harem törenleri şeklinde gruplandırabiliriz.

A. Devlet İşlerine Ait Törenler

1. Cülûs-u Humâyûn

Osmanlı Devlet törenleri içerisinde en önemlisi devletin yapısına ve iktidar anlayışına işaret eden cülûs törenleridir. Tahta çıkış törenleri olan cülûs törenleri, en eski Türk devletlerinden itibaren her devirde yapıldığı gibi, Osmanlı Devleti’nde de kuruluşundan başlayarak her devirde çeşitli şekillerde kutlanmıştır.[8] Ölüm veya hall gibi sebeplerle boşalan tahtın en kısa zamanda doldurulması yani herhangi bir iktidar boşluğunun yaşanmaması için cülûs töreninin mümkün olan en kısa zamanda yapılması esastı. Normal şartlar içinde sarayda ölen bir padişahın yerine geçecek olan veliahd- şehzade en kısa zamanda hazırlanır; ölen padişahın cenazesi hazırlanmadan önce devlet erkanı, ordu temsilcileri ve ulemanın katılımıyla derhal cülûs merasimi yapılırdı. Padişah, sefer veya göç nedeniyle başka bir yerde ölmüşse payitahtta veya ölen padişahın olduğu yerde yapılırdı.[9]

Osmanlı Devleti’nde İstanbul’un fethinden sonra cülûs merasimlerinin çoğu Topkapı Sarayı’nda yapılmıştır. Tahta geçecek olan şehzâde Şimşirlik’teki dairesinde iken Kızlarağası ve Silahdarağa kendisinin yanına gidip padişahın vefat ettiğini ve saltanat nöbetinin kendisine geldiğini söyleyerek tebrik ederler. Ardından yeni padişah önce Hırka-i Saâdet Dairesi’ne gidip orada bir şükür namazı kıldıktan sonra Has Oda’da yakın hizmetindeki vazifelilerin biatlerini kabul ederdi. Biat, cülûsun tamamlayıcı unsuru olup, hükümdara yapılan sadakat ve itaat şeklidir. [10]

Yeni padişah selefinin ölüsünü gördükten sonra bir koltuğuna kızlarağası, diğer koltuğuna silahdarağa girdiği halde Bâbüssaâde önüne kurulan tahta oturarak padişahlığını ilan ederdi. Resmi cülûs törenlerinin en önemli kısımlarından biri cülûs törenine katılanlardır. Osmanlı Devleti’nde merasimlerin icrası için padişahın emri gerekirdi.[11] Ayrıca âdet üzere teşrifât defterindeki kaidelere de riayet edilirdi.

Cülûs merasiminde davet edilenler teşrifâttaki sıralarına göre yerleşirlerdi. Cülûs töreninde sadrazam, vezirler, şeyhülislâm, beylerbeyleri, kazaskerler, defterdarlar, nişancı, yeniçeri ağası, kısaca devlet erkânı denilen bütün üst düzey devlet görevlileri ve ilim adamları, medrese hocaları ve ayrıca yeniçeri bölüklerinin kıdemli ve itibarlı olanları bulunurlardı.[12] Merasim, alay meydanı denilen ikinci avluda herkesin yerini almasından sonra padişahın teşrifiyle başlardı. Padişah, Bâbüssâde’den çıktığında meydanda bulunan Divân-ı Humâyûn çavuşları hep bir ağızdan ve ritmik bir sesle iyi dilek ve dua cümleleri söylerlerdi ki buna alkış tutmak denirdi. Padişahın tahta oturup, Nakib-ül Eşraf’ın dua etmesiyle tören başlardı.

Cülûs törenlerinde sadrazam ve şeyhülislâm dahil olmak üzere bütün devlet erkanının padişahın elini öpmesi kanun olduğu, hatta bazı devlet erkanına padişahın ayağa kalkmasının da bir tören kuralı olduğu belirtilir.[13] Ve hükümdarlığa geçen bir şehzade cülûsunu müteakip traş olur ve sakal salıverirdi.[14] Sokaklara çıkarılan münadilerle ve atılan toplarla culûs halka duyurulur, komşu devletlere haber gönderilirdi. Ayrıca yeni padişah adına hutbe okunur, para bastırılırdı ve devlet görevlilerine culûs ikramı verilirdi.[15]

2. Cenaze Merasimi

Tahta çıkış tebriklerinin tamamlanmasından sonra ölen padişahın naaşının sabah erkenden Hırka-i Saadet civarına nakledilmesi ve orada yıkanma ve tekfin işlerinin yapılmasından sonra yine aynı daire önünde bekletilmesi âdetti. Yeni padişahın cülûsundan hemen önce padişahın ölümü ilan edildiğinden matem elbiseleri giyinip üzüntü belirtilirdi. İslâm geleneğine göre son derece sade olan cenaze işlemleri saray hayatı içinde de bu kurala bağlı olarak yapılırdı.

Osmanlı sultanlarının eskiden beri izinleri gereğince, gerek şehzadelerden biri olduğu halde teneşir hazırlandığında, yeniçeri ağası, sekbanbaşı ve kol kethüda ağasının gidip, ölen padişahı görüp haklarını helal etme ve dua etmeleri öteden beri saray geleneğiydi.

Bu merasimden sonra cenaze, Bâbüssaâde’de kurulan musallaya götürülür, bu esnada sadrazam, Kubbe-i Humâyûn’dan, ulema-yi âlâm, divanhane-i atikten, diğerleri yerlerinden hareket ederler ve saygıyla karşılanırlardı. Ardından musallaya yerleştirilen cenazenin namazı şeyhülislâm tarafından kıldırılırdı. Üzerinde birkaç parça Kâbe örtüsü ve yusufî tabir olunan küçük selimi ve bir kıt’a siyah sorguç yer alan tabut kaldırılır, herkes divanî elbiseleriyle ata biner ve alay ile mimar ağanın hazırladığı türbeye götürülürdü.[16]

Matem alemetleri kıyafetlerde özel bir şekilde olmayıp renklerle ifade edilmiştir. Osmanlı Türklerinde çok koyu renklerin tamamının yas belirtisi olarak kullanıldığı görülmektedir. Renklerin dışında çeşitli matem alametleri kullanılmış olup bunlardan en çok adı geçen Şemle’dir. Koyu renkli bir sarık olarak başa sarılan Şemle, padişah ve itibarlı kimselerin cenaze törenlerinde kullanılırdı. Ayrıca koyu renkli kaftanlar giyilirdi. Tabutun üzerinde baş tarafına konulan ve ölen kişiye ait olan kavuk ise cenaze törenlerinde Türklere ait bir adet olarak II. Bayezid’in cenazesinden beri görülmekteydi.[17]

3. Kılıç Kuşanma Töreni

Bir padişah tahta geçtikten sonra beş ila onbeş gün zarfında devlet erkanının da katıldığı bir alayla Haliç’te bulunan Halid bin Zeyd Ebu Eyyüb El-Ensari’nin türbesine gider orada “kılıç kuşanma” merasimi yapılırdı.[18] Kılıç kuşanma töreni için müneccimbaşından uğurlu saat tesbiti istenir; müneccimbaşının uğurlu saati bildiren zaiçesinin takdimi suretiyle padişahdan gerekli izin alınır,[19] tören için hazırlıklara başlanırdı.

Eyüp’te yapılan bu merasim, II. Mehmed tarafından İstanbul’un fethinden sonra başlatılmıştı. Padişahın kuşanacağı kılıç, hazinede korunmakta olan Hz. Muhammed ve dört büyük halifenin kılıçlarından seçilirdi.[20]

Tören günü padişah, Topkapı Sarayı’ndaki Kubbealtı’nda istirahat ederken bir taraftan da hazırlıklar görülürdü. Alayın tertip olduğu kendine haber verilir verilmez, Kubbealtı’ndan Orta Kapı’ya gelir, herkes padişahın gelmesini orada beklerdi.[21] Biniş haberi gelir gelmez, herkes atlarına biner, bayramda nerede selama duruluyorsa orada at üzerinde selama dururlardı. Şeyhülislâm ile Kaptan Paşa da sol tarafta, at üzerinde, selama dururdu. Padişah Orta Kapı’dan dışarı çıkar çıkmaz, çavuşlar alkış yaparlardı. Çavuşlar yer öpüp süratle yedeklerin önünden geçerek alay tertibi ile Fatih Camii avlusuna gelirlerdi. Eğer padişah, Fatih’in türbesini ziyaret etmeyi emretmiş ise, orada rikâb taşı önünde padişahın gelmesini beklerlerdi. Padişah gelir gelmez atlarından inerler ve yer öperlerdi. Bu esnada çavuşlar alkış yaparlardı. Alkışlar, padişah binek taşına ininceye kadar devam ederdi. Türbe ziyaret olunduktan sonra, atlara binilir, alkış sedalarıyla Edirnekapı’dan Eyüb’e doğru inilirdi.[22]

Padişahların kılıç merasimine deniz yoluyla da gittikleri vaki olurdu. Padişah Eyüp’e deniz yolu ile giderse, kara yolundan döner, kara yolu ile gittiğinde ise deniz yolu ile dönerdi. Deniz yolu ile gittiğinde saltanat kayığını bostancıbaşı kullanır, padişahın karşısında silahdar ve çuhadar otururdu. Dârussaâde ve Bâbüssaâde ağaları ise kendi sandallarıyla refaket ederlerdi. Diğer devlet erkanı kara yolunu kullanırdı.[23]

Eyüp’e varıldığı zaman caminin avlusundaki binek taşı önünde padişah atından inerdi. Vüzera, iki kapı arasında padişahı karşılar, yer öperler, alkışlarla padişahın önünden geçerlerdi. Sadrazam padişahın sağında durur ve koltuğuna girerdi. Erken gelinmişse biraz dinlenilir, şayet vakit öğle namazı ise merasimden sonra dinlenilirdi. Padişah öğle namazını müteakip iki rekat namaz kılardı.

Şeyhülislâm, nakibüleşraf, vezirler, kazaskerler ve Yeniçeri ağası da buraya davet edildikten sonra tercih edilen bir kılıç silahdar ağa tarafından alınıp, şeyhülislâm, nakibüleşraf veya meşayihden birisi tarafından dua edilerek padişaha kuşandırılırdı. Kılıç kuşandırılırken padişahın kaftanını silahdar kaldırarak yardım ederdi.[24] Bu arada dışarıda da dualar edilip, kurbanlar kesilir, sadakalar dağıtılırdı.

4. Elçi Kabulü

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren XVII. yüzyıla kadar, devletler nezdinde daimi elçi bulundurulmaz, bir meselenin hallini görüşmek ya da sulh ve muahede akti yapmak üzere bir elçi gönderirlerdi. Bir yabancı elçi ve maiyetindekilerin Osmanlı Devleti’ni ziyaret etmeleri, sultanın iradesi ile gerçekleşirdi. Elçinin gelişi için ilgili hükümdara sultan tarafından ferman şeklinde gönderilen belgede elçinin maiyetinde bulunacakların tam sayısı, Türk topraklarına ayak bastıkları andan itibaren ve İstanbul’daki ikametleri müddetince faydalanabilecekleri haklar birer birer belirtilirdi. Keza, Osmanlı Devleti’ndeki misyonları devam ettiği müddet içinde yapılacak olan bütün masraflar sultan tarafından karşılanırdı.[25]

Her elçinin İstanbul’a gelişinde ayrı ayrı karşılama törenleri yapılırdı. Elçinin geldiği gün, elçinin binmesi için bir at, maiyetinde bulunanlar için de ayrıca atlar gönderilirdi. Elçinin bineceği ata, abâyı kumaştan divan takımı vurulurdu. Karşılama için gidenler, çavuşbaşı ile çavuşlar katibi ve yirmi otuz kadar çavuştu. Bunların hepsi büyük üniforma, başlarında mücevveze, arkalarında erkân kürkü giyerlerdi. Sarayın önünde, başlarında keçeler, muhzır ağa neferleri ile deliler, gönüllüler ve şatırlar dizilirdi. Arz Odası’nın önünde mücevveze ve erkân kürkleriyle, vezir kapıcıbaşı ağaları bulunurdu. Elçi, çavuşlar katibi vasıtasıyla getirilir, misafir odasında bir süre sohbet ettikten sonra Arz Odası’na girer, bir iskemleye oturtulur.[26] Bir süre sonra Sadrazam odaya girerdi. Sadrazam, makamına oturduğu zaman sağında reisülküttap, çavuşbaşı ağa, tezkereci, mektubî ve teşrifâtî, solunda kethüda bey, muhzır ağa ile bostancılar odabaşısı, arkada enderun ağaları dururdu. Sadrazam, yerine oturduktan sonra mektub vermek için elçi ayağa kalkar, reisülküttab mektubu alır, sadrazamın yanındaki yastığın üzerine koyardı. Bu merasimin icrasından sonra tatlılar ve kahveler ikram edilirdi. Elçinin maiyetindekilere hil’atlar giydirilir sonra elçiye şerbetler ve buhur takdim edilir ve koynuna kapıcılar kethüdası vasıtasıyla boyama ve yağlık konulurdu.[27]

Sefir, sadrazama hulûs arz ettikten sonra hükümdarla mülakat edeceği gün tayin olunur ve yeniçerilere üç aylık maaş tediye olunacak gün seçilirdi.[28] Elçinin önce gireceği Divanhane’de keseler içinde para küme küme yapılır, elçi bu odada vezirlerin yanında kadife koltuğa otururdu. Paralar tevzi olunduktan sonra elçi için bir yemek hazırlanır vezirler, defterdarlar beraber sofraya otururlar; aynı odada iki sofra daha vardır ve bunlara elçinin maiyetini teşkil eden kimseler ve bazı devlet erkanı otururlar. Yeniçerilere maaş verilmesinin elçi kabulüne denk getirilmesinin nedeni elçilere devletin büyüklüğünü ve yüceliğini göstermek içindir. Divanda bu şekilde yemek yenirken padişah, vezir-i azamın başının üstündeki bir yerden divanı gören, küçük bir pencerenin önüne gelir, orada divanda yapılanları, görür, konuşanları dinler ve özellikle bir büyük hükümdarın elçisini kabul edeceği zaman onun nasıl yemek yediğini, devlet erkanıyla nasıl konuştuğunu takip ederdi.[29]

Ziyafet sona erdikten sonra çavuşbaşı, elçi ile maiyetinden birkaçını diğer bir odaya götürür, orada onlara ipekli hil’atler giydirilir. Sonra elçi iki kapıcıbaşı tarafından Arz Odası’na gönderilir. Elçilerin hediyeleri ihtişamla bu kafileyi takip eder ve bunları memur olan ağalar karşılarlardı. Elçi, padişahın yanına girmeye hazırlandıktan sonra kapıcıbaşılar tarafından koltuğuna girmek suretiyle, onu odada biraz ilerlettikten sonra ellerini elçinin boynuna götürür ve başını döşeme tahtalarına adeta temas ettirecek kadar yere eğerler ve sonra kaldırırlar ve geri geri ta odanın nihayetine kadar çekerler. Bu muameleyi elçinin maiyetine de yaptırırlar. Ancak miyetini elçiden daha aşağıya kadar eğerler.

Bu mülakat ve kabul merasiminde elçi hiç oturmaz, hep ayakta durur ve mensup olduğu hükümdarın tavsiye ve tenbihlerini tercümanı vasıtasıyla sadrazama tebliğ eder. Bu maruzatın hepsi mülakattan önce yazılı olarak tespit edilerek itimatname ile beraber sadrazama takdim edilir. Eğer padişah elçiye, memleketine veya hükümdarına bir şey söylemek isterse, bunu yine sadrazam vasıtasıyla tercümana, o da elçiye söyler. Tercüman da aldığı cevapları padişaha arz eder, eğer elçiye mektup verilecekse, padişahın işareti üzerine taht üzerinde bulunan padişahın mektubu sadrazam tarafından alınarak ikinci vezire, o da üçüncü vezire uzatır ve mektup böylelikle en son vezire gider. Miralemağa mektubu son vezirin elinden alarak elçiye verir. Elçi de mektubu aldıktan sonra öper ve geri adımlarla huzurdan çıkardı. Geldiği tören üzere yine törenle saraydan uğurlanırdı.[30]

5. Divan-ı Humâyûn Toplantıları

Osmanlı Devleti’nin en üst idarî birimi olan Divan-ı Humayûn bir padişah divanı olup uzun süre aynı zamanda devletin idari merkezi olan Topkapı Sarayı’nda Orta Kapı ile Bâbussaâde arasında Alay Meydanı’nın sol tarafında bulunan Kubbealtı’nda yapılmıştır. Divan-ı Humâyun toplantıları devletin kurulduğu ilk asırlarda padişahın riyasetinde sabah namazından itibaren hergün toplanırken, Fatih Sultan Mehmed’in saltanatı sırasında bazı usuller ilave edilmiştir. Daha sonraki yıllarda divan toplantıları haftada dört güne bazen de beş güne indirilmiştir. Bu toplantılara sadrazam başkanlık etmekte olup, hükümdar ise divanda sadrazamın oturduğu yerin hemen üstünde bulunan Adelet Kulesi’nde isterse divanı takip ederdi. Bu usül XVII. yüzyılın sonuna dek, bütün işlerin Sadrazam dairesine intikal etmesine kadar devam etmiştir.

Divan-ı Humâyûn, devletin en yüksek idarî ve siyasî mercii olduğu gibi, her millet ve dinden insanın mahalli kadılıklarda halledemedikleri veya bunun gibi çözümleyemedikleri davalarını getirecekleri son karar yeridir. Bütün bu önemli kararların alındığı bu divân toplantıları esnasında takip edilen önemli bir teşrifât vardır. Bu Osmanlı Devleti tarihinde uzun süre, en az haftada dört kere tekrar edilen bir teşrifât olup, divanın yapısı ile birlikte devletin idarî kadrolarına ve işleyiş biçimine de işaret etmektedir.[31]

Divan-ı Humâyûn’a gelecek olan erkân sabah namazını çoğu zaman Ayasofya Camii’nde kılar, yeniçeri ocağıyla süvari bölükleri ağaları ve bir miktar yeniçeri, sarayın Bâb-ı Humayûn kapısı önüne iki sıra halinde dizilirler; Erkân-ı Divan denilen vezirlerle kazaskerler ve diğerleri de namazdan sonra burada sıralanırdı. En son vezirler gelir ve her vezir geldikçe yeniçeri ağası atını ileri sürerek gelen veziri selamlar ve sonra yerine çekilirdi. Evvel gelen vezire sonra gelen vezir selam verince evvelki vezirin selam çavuşu yüksek sesle selam alırdı.[32] Bu şekilde bütün vezirler gelip selam yerlerinde dururlar ve Bâb-ı Humâyûn açıldıktan sonra içeri girerlerdi.

Sadrazama vezirlerin, sadreyn efendilerin, defterdarın, nişancının yani Divan-ı Humâyûn’un aslî üyelerinin hazır olduğu haber verilince evinden atla çıkarak, Bâb-ı Humâyûn’a gelir oradaki maiyetle, Orta kapıya gelirler, orada attan inerek yürürlerdi. Çünkü Orta Kapı’dan atla yürümek sadece padişaha mahsustu. Divanda sadrazam Adalet Kulesi’nin altına gelecek şekilde otururken, sağ tarafından vezirler sırayla onların altında nişancı, sol tarafında ise Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, onların alt taraflarında da defterdarlar otururlardı. Bu şekilde herkes yerine oturduktan sonra sadrazamın iki tarafına bakarak “sabahlarınız hayır olsun” der, divan ehli doğrularak bu selamı alırlardı. Bundan sonra Kubbealtı yanında Fetih Suresi okunurken muhzırağa akide şekeri getirerek divanda sadrazamdan başlayarak sırasıyla dağıtırdı. Surenin bitiminden sonra kapıcılar kethüdası, yeniçerilerin olduğu tarafa bakarak selam verir; bunun üzerine yeniçeriler çorbalarını alırlardı.

Divanda reisülküttap, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, tezkireciler, selam çavuşu oturmaz, ayakta hizmet ederlerdi. Fetih Suresi bittikten sonra reisülküttab divanhaneye girer sol taraftan sadrazama yaklaşıp etek öperek, selam verir ve sol tarafına geçip telhis kesesini bırakırdı. Sonra devatdar efendi, sadrazamın önüne devat makremesi ve yanına devat ve gerektiğinde sadaka verilmek üzere bir kumaş kese ile çil akçesi koyardı.[33]

Toplantı bu şekilde başladıktan sonra görüşmeler, tayinler yapılır, davalara bakılırdı. Öğle yemeği saati geldiğinde kapıda bekleyen çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası ellerinde gümüş asaları yere vurarak yemek zamanını haber verip, dışarı çıkarlar. Divan-ı Humâyûn toplantısı bittiğinde arz günü değilse herkesten önce yeniçeri ağası ve bölükbaşıları saraydan ayrılırlardı. Sonra kapıcılar kethüdası ve çavuşbaşı Kubbealtı’nın kapısına gelip, kazaskerlerin gitmesine refakatçi olurlardı. Çavuşbaşı sadrazamdan aldığı mühürle hazineyi, maliye defterhanesini ve defterhaneyi mühürler tekrar getirip sadrazama teslim ederdi. Mührün alınıp verilmesi sırasında herkes ayağa kalkardı. Bu iş bittikten sonra hep birlikte ayağa kalkılır, sadrazam önce vezirleri, sonra nişancıyı, sonra da defterdarları selamlayıp dışarı çıkarak Bâbüssaâde tarafına selam verirdi. Vezirler ise sabah olduğu gibi sırayla birbirini selamladıktan sonra dağılırlardı.

Divandan sonra arza gidilecekse kimse ayrılmaz ve ikinci bir merasim başlardı. Her arzdan önce padişahın izni alınır, bunun için sadrazam tarafından yazılan telhis mühürlenip gönderilir, izin geldikten sonra arza çıkılırdı. Önce yeniçeri ağası arza girer, ocak ile ilgili konuları arz edip çıkardı, vezirse Bâbüssaâde’nin sağ tarafında beklerdi. Sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerleri arza girerler ve kendi meselelerini arz ettikten sonra çıkıp Bâbüssaâde’nin sağ tarafında beklerdi. Bunlardan sonra sadrazam ve vezirler arza girerlerdi. Arz odasında taht üzerinde oturan padişahın sağ tarafına sadrazam, onun altına eskilik sırasıyla vezirler dizilirdi. Sadrazam ve vezirler arza girdiklerinde içeride hiç kimsenin olmaması âdetti. Bütün merasim bittikten sonra vezirler dış kapıda selam için beklerler, daha sonra dağılırlardı. Divan teşrifâtına çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası, ellerinde gümüş asalar olduğu halde hizmet ederlerdi.[34]

6. Sefer-i Humâyûn

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan XV. yüzyılın başına kadar padişahlar, saltanat hayatlarının çoğunluğunu seferlerde ve savaşlarda geçirmişlerdir. XVI ve XVIII. yüzyılın sonuna kadar padişahların sefere gitmeleri olmuşsa da bu yüzyıldan sonra padişahlar sefere çıkmamıştır. Vekil olarak ordunun başında Serdar-ı Ekrem olarak sadrazamlar bulunmuştur. Sefere çıkış merasimi çok görkemli bir tören olup, dönüşü de muhteşem olurdu.

Padişahların sefere çıkma niyeti hasıl olduktan bir ay kadar önce sefer tuğlarının iki kıtasının Bâbüssaâde önüne dikilmesi için vezir-i azam Rikâb-ı Humâyûn ağalarını bilgilendirir, sabah namazından sonra sarayda toplanmaları için ferman çıkartır. Seher vaktinde vezir-i azam ve şeyhülislâm, sadreyn-i kiram ve defterdarân, hacegân ve Rikâb-ı Humâyûn ağaları ferman üzere hazır olup, herkes yerli yerinde oturur. Vezirler selimi ve erkân kürküyle ve Divan-ı Humâyûn busatıyla, şeyhülislâm, örfî ve beyaz erkân kürküyle; sadreyn efendiler örfüyle ve uzun yenli kürküyle, nefterdaran ve nişancı efendi selimî ve erkân yenli kürküyle ve divan-ı humâyûn busatıyla Bâb-ı Humayun’un iç tarafında olan saflarda dururlar. Akabinde padişah alay ile gelip bir miktar sarayda dinlenir. Sonra hepsi kalkıp Dârüssaâde kapısında Divan-ı Humâyûn oldukta kapıcıbaşı ağaların oturduğu mahalde şeyhülislâm oturur, sonra sırasıyla sadrazam ve vüzera, sadreyn-i kiram, defterdârân, nişancı ve reisülküttap oturur. Sonra Rikâb-ı Humâyûn ağaları ve Şikâr-ı Humâyûn otururlar. Yeniçeri ağası hemen yanlarında, onun da alt yanında Mirâlem ağa oturur. Kapının sol tarafında nakib-ül eşraf, bölük ağaları ve cebecibaşı ağalar oturur.[35]

Herkes yerine oturduğunda hassa müezzinleri ayak üzere Sure-i Feth’i okurlar. Tamamlandığında içeriden Tuğ-ı Humâyûnlar hazırdır diye haber geldikte ferman sadır olup, içeriden tuğlar Arz Odası önüne getirilip hazır olan vezirler ve ağalar tuğları alıp Bâbüssaâde önüne bırakırlar. Bu esnada şeyhülislâm veya nakib-ül eşraf efendi dua ederler.[36] Daha sonra padişah sancağı sadrazama verirdi. Padişah hareket edince solaklar ve peykler padişahın etrafında yürürdü. Eğer mevsim müsaid ise padişah beyaz elbise giyerdi. Ordugahta Otağ-ı Humâyûn önünde nöbet çalınırken başlarına tel takılı çavuşlar el kavuşturup dururlardı. Göz kamaştırıcı, muhteşem bir alayla saraydan çıkılırdı.[37] Eğer bu ordu, Rumeli cihetine gidecekse, birinci gün sur dışında Davutpaşa sahrasında, sefer Anadolu’ya ise Haydarpaşa’da bir gece veya birkaç gün kalınır ve sonra yola devam ederdi.[38]

B. Dini Törenler

1. Sarayda Surre-i Humâyûn’un Hazırlanması

Surre Lügatte “akçe kesesi, para çıkını ve Haremeyen-i Muhteremeyn’e canib-i saltanat-ı seniyyeden her sene ihdâ buyurulan akça ve saire”dir.[39] Bununla birlikte Osmanlılar tarafından her sene surre emini vasıtasiyle Mekke ve Medine halkına, şeriflere gönderilen malûmiyelere de surre denilirdi.[40] Bazen Kudüs’e de surre gönderildiği bilinmektedir.[41]

Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk surre alayı, Yıldırım Bayezid Han (1389-1402) tarafından Edirne’den gönderildi. Bu bir kanun ve âdet hükmünde olmayıp âlelade bir ihtiram merasimi idi. Bunun adet hükmüne girmesi ve resmî bir mahiyet alması Yavuz Sultan Selim devrinde başlamıştır.[42]

Yavuz Sultan Selim, Mısır fethi dönüşü son Abbasi Halifesi olan Mütevekkil’i beraberinde İstanbul’a getirip Ayasofya’da yapılan bir merasimle Hilâfeti ve Mukaddes Emanetleri devralmış, bu suretle İslam halifeliği Abbasilerden Osmanlılara geçmiştir.[43] Hilafetin saltanatla birleşmesi Türk- İslam mefkûresinin yükselmesinde büyük bir merhale teşkil etti. Zira bundan sonra Osmanlı padişahları artık İslâm dünyasının maddî-manevî rehberleri ve hâmileri oldular.[44]

Bundan sonra Osmanlı sultanları Surre-i Humâyûnla birlikte Ravza-i Mutahhara’ya tarihi değeri ve sanat kıymeti bir tarafa, maddî değeri pek yüksek olan hediyeler göndermişlerdir.[45] Bu hediyeler gönderilirken sarayda görkemli bir tören düzenlenirdi.

Surre-i Humâyûn Recep ayının onikinci günü ihracı mu’tad olduğundan iki gün önce dârüssaâde ağası tarafından defterdar, reisülküttab ve nişancı efendiye davet tezkereleri yazılırdı. Kethüda bey tarafından Meşâyih-i Selâtin ve Eimme davet olunurdu. Bu günde defterdar, reisülküttâb ve teşrifâtî kesedarı efendiler mevcut olup devat hizmetinde bulunurlardı.[46] Surre çıkarılırken yapılan merasimde çadır mehterlerinin rolleri büyüktü. Bundan dolayı birkaç gün evvel yazıcı efendi bunu Mehterhane-i Âmire’ye bildirir; Mehterhâne-i Hıyambaşı, Divanhane-i Humâyûn ve diğer yerler için icabeden döşeme, perde ve çadırları getirir, hazırlardı.[47]

Bu anda, selâtin şeyhleri ve imamlar herbiri başka başka Kur’an sureleri okurlar. Müezzinler ise Mevlid’den Hz. Muhammed’in yüceliğini anlatan Nât-ı Nebevi’yi okurlar. Nöbetçi olan şeyh dua ettikten sonra yazıcı efendi alışılagelen surreleri verir. Mahmil-i Şerif yüklenmiş olan deve Kubbe-i Humâyûn önünde gezdirilir. Deve, Kur’an bitimine kadar padişahın önünde dolaştırılır.[48] Mirahur ağası tarafından dolaştırılan Mahmil-i Şerif devesinin yuları Dârüssaâde ağasına teslim edilir.

Dârüssaâde ağası, Bâbüssaâde önünde kurulmuş bir taht üzerinde oturan padişahın önünden deveyi üç kere geçirir ve sonra devenin yularını birinci mirahur ağaya verirdi. Mirahur ağa da deveyi Orta Kapı’dan çıkarıp surre Emini olan zata teslim ederdi. Bundan sonra Dârüssaâde ağası ve Haremeyn evkafı memurları alayla çıkan surre devesinin önüne düşüp saraydan çıkarlar. Kireç İskelesi’nden çektiriye bindirip, Üsküdar’a gönderirlerdi.

2. Hırka-i Saâdet Ziyareti

Hırka-i Şerif, Hz. Muhammed’in çeşitli vesilelerle meşhur Arap Şair Kaab İbn-i Züheyr’e, Veysel Karani’ye ve Eyle şehri halkına hediye ettiği hırkaları için kullanılan bir tabirdir.[49] Topkapı Sarayı’nda bulanan hırkanın İbn-i Züheyr’e hediye edilen hırka olduğu düşünüldüğünden Hırka-i Saâdet adı verilmektedir.[50]

Yavuz Sultan Selim 923 (1517) yılında Mısır’ın fethinden sonra Haremeyn emiri tarafından kendisine takdim edilen Hırka-i Saâdet ve Emanât-ı Mukaddese’yi İstanbul’a getirdiği zaman önce Harem-i Humâyûn Dairesi’nde muhafaza etmiş, sonra Arz Odası yakınına “Hırka-i Şerif Dairesi” denilen, Has Oda’yı yaptırmıştır.[51]

Hırka-i Saâdet, Osmanlı sarayına intikal ettikten sonra padişahlar tarafından sık sık çeşitli vesilelerle ziyaret edilirdi. Bilhassa Cuma günleri ve mübarek gecelerde bu ziyaret ihmal edilmezdi. Seferlerde ve fevkalade günlerde hükümdar önce Hırka-i Saâdet Dairesi’ne gider, burada kıldığı namazdan sonra dua ederdi. Cülûslarda ise tahta çıkacak olan padişah önce buraya gider iki rekat namaz kılıp, dua eder ve has odalıların biatlarını kabul ettikten sonra cülûs töreni için dışarı çıkardı.[52] Ramazan ayı içinde ise uygun görülen muhtelif günlerde zaman zaman devlet erkânı ve meşâyıh da davet edilerek resmî ziyaretler yapılırdı.[53]

Hırka-i Saâdet ziyaretleri her ne kadar Yavuz Sultan Selim devrinde başlamış olsa da XVII. yüzyılın sonuna kadar muayyen bir vakitte resmi bir tören yapılmadığı anlaşılmaktadır. Geç devir kaynakları bunun eski bir âdet olduğunu belirtiyor olsalar da, arşiv kaynakları bunun devlet törenleri arasına girmesini daha çok XVII. yüzyılın sonundan itibaren zikretmektedir.[54]

Tören olarak Ramazan’ın onbeşinde yapılması adet olunan ziyaret için önce sadrazam ve şeyhülislâm tarafından tertip edilen defterler gelir, davetiyeler bu deftere göre hazırlanırdı. Teşrifât defterinde yazılı davetiyeler geldikten sonra padişah teşrif eder, tazim ve takrimle hırkayı açıp yüz sürmeye ruhsat verirdi. Hırka-i Şerifin üç anahtarlarından biri padişahta olup mutlaka padişah tarafından açılırdı. Hırka-i Şerif’i önce padişah öper, yüz ve gözlerini hırkaya sürerek, Resullah’tan şefaat dilerdi. Akabinde padişah ayakta, Hırka-i Saadet’in başında beklerdi. Sonra sadrazam, şeyhülislâm, ulema ve vüzera yüz sürüp ayakta beklerlerdi. Ziyaret tamam olduktan sonra Hırkanın yüz sürülen mahalli altın maşraba içinde yıkanan, su muhafaza edildikten sonra yakınan yer anber yakılarak kurutulur, sonra herkesin gitmesine izin verilirdi.[55]

3. Cuma Selamlığı

İslâm hükümdarlarının Cuma namazını kılmak üzere merasimle camiye gitmelerine “Cuma Alayı” veya “Selamlık Resmî Âlisi” denirdi.[56] Osmanlı padişahları aynı zamanda İslam halifesi olduğu için İslâm dininin sosyal prensiplerinden olan Cuma toplanışı ve o gün hutbe adı altında verilen haftalık konuşmayı dinlemek onların pek ziyade önem verdikleri dinî ve sosyal vazifelerden biriydi.[57] Hükümdar ile halk bütünleşmesini sağlayan Cuma selamlığı, sadece merasim ve dinî yönüyle değil, hukukî, sosyal ve kültürel açıdan da büyük önem taşımaktaydı.[58]

Osmanlı padişahlarının halkla doğrudan yüzyüze geldikleri çok önemli bir merasim olan Cuma selâmlıkları her hafta padişahın selâtin camilerinden birine Cuma namazına gitmesiyle gerçekleşirdi.[59] Padişahın da içinde olduğu alaylarda sıralama küçükten büyüğe doğru olurdu. Bir merasim taburu olan Solakların ve Peyklerin de göz alıcı kıyafetleriyle padişahın çevresinde ve önünde yürüdükleri alay, camiye doğru giderken her millet ve dinden halk, yolun iki tarafına sıralanarak dilek ve şikayetlerini yazılı olarak uzatırlar; bunları padişahın yakın hizmetinde bulunan bir görevli toplardı.[60]

Padişahın Cuma selamlığına at üzerinde gitmesi bir gelenekti. Padişahın camiye gideceği yollardaki bozukluklar kum dökülerek düzeltilirdi.[61] Cuma selamlığı sırasında ilmî, askerî ve mülkî erkân üniforma ve resmî kıyafetleriyle hazır bulunurlar, merasime iştirak ederdi.[62]

Padişahlar Cuma namazlarını başta Ayasofya olmak üzere Süleymaniye, Bayezid, Sultan Ahmed, Eyüb Sultan gibi selâtin camilerinde kılarlardı.[63] Cuma selamlıklarında gidilecek cami önceden tesbit edilmiş olup, yeniçeri ağası önceden camiye giderek hünkâr mahfiline padişah için seccade serdirip kontrol ederdi. Cuma günleri öğleden evvel saray kapısından gidilecek camiye kadar, mesafenin uzaklığına göre yanaşık nizamda veya çifte çifte sokak başlarında yeniçeri askeri ile bir miktar sipahi selam dururlardı. Bu merasime katılmak mecburiyetinde olanlar daha önce saray avlusunda toplanırlar, padişahın hareketiyle beraber bindiği atın etrafını sararak yürürlerdi. Bu bir teşrifât kaidesi olduğu için hiç kimse mevkiinden ayrı bir harekette bulunmazdı. Geçiş esnasında padişah etrafına selâm verdikçe yollarda dizili askerler, kolları göğüslerine çapraz kavuşturulmuş halde öne eğilerek saygı selamında bulunurlardı.

4. Mevlid Kıraat Töreni

Hz. Muhammed’in doğum günü olarak kabul edilen Hicri Rebî’ül-Evvel ayının 12. günü, Osmanlı Devleti’nde resmî törenle kutlanan önemli günlerden birisiydi.[64] Bu gecede birtakım naatlar, münacât ve kasideler okutturmak adeti öteden beri İslâm memleketlerinde tatbik edilegelmekteydi.[65]

Osman Gazi devrinde bile mevcut olan bu adete Sultan II. Selim ve Sultan I. Ahmed tarafından bazı ilaveler yapılarak resmi bir şekil verilmiştir. Fakat ilk defa mevlid, III. Murad devrinden itibaren, resmen Osmanlı imparatorluk teşrifâtında yer aldı ve halk nazarında gittikçe artan bir rağbet kazandı; hatta daha sonraları adeta bir bayram mahiyetini aldı.[66] Bu törenler ekseriyetle Sultan Ahmet Camii veya Ayasofya Camii’nde yapılmıştır.[67]

Mevlüt okunacağı gün devlet ricali haricindeki bütün davetliler kendilerine gönderilen pusuladaki saate göre camiye gelerek belli bir protokol dahilinde belirlenmiş olan yerlerine otururlardı. Cami içerisindeki yerleşme düzenine göre ilmiye mensupları sağ tarafa, vezirler sol tarafa, kalemi ricâli ise vezirlerin alt tarafında, kendileri için seçilmiş seccadelere makamlarına göre otururlardı.[68] Yerleşme düzeni tamamlandıktan sonra müezzinler mahfilinde “Feth-i Şerif” okunur, tamam oldukta padişahın alayla gelerek Mahfil-i Humâyûn’a girdiğine işaret olmak üzere mahfilin kapısı açılır ve hazır olan herkes ayağa kalkar. Sadrazam seccadeden aşağıda yer öpüp, kafes kapandıktan sonra herkes yerlerine oturur. Teşrifâtî efendi, Mahfil-i Humâyûn’un altında sadrazamın karşısında ayakta fermanı hazır beklerdi.[69]

Müezzinler mahfilinde kıraat tamam olduktan sonra şeyhülislâm, şeyh-i sanî ve şeyh-i sâlis efendi birbirlerinin akabinde kürsüye çıkıp vaaz ve nasihat eyledikten sonra herbirine bir elbise çuhaya kaplı kürk ihsan olunur.[70] Akabinde mevlidhanlar mevlit okumaya başlarlar. Mevlidin sonunda Mekke Şerifi’nin namesi ve Emir-ül Haccın hacıların selametle Şam’a ulaştıklarına dair mektubu gelir. Müjdecibaşı mektubu sadrazama verir, sadrazam da Darüssade ağasına ulaştırarak padişahın huzurunda yüksek sesle okurdu, ardından mektub getirenlere hediyeler verilir, hil’atlar giydirilirdi. Bu arada padişaha Medine’den gelen hurmadan ikram edilir, padişah da sadrazam ve şeyhülislâma gümüş bir tabakla hurma gönderirdi. Bu esnada mevlidhanlar mevlit okumaya devam ederlerdi. En son mevlidhan-i salis de kürsüden inince hediyesi verilir ve herkes dağılırdı. Fakat devlet erkanı caminin merdivenleri dibinde atlı olarak selam-ı padişahiye hazır beklerlerdi. Padişah, mahfilinden çıkıp atına bindiğinde karşılayanları selâm-ı şahaneyle taltif ederdi. Sadrazam, şeyhülislâm ve sairleri yer öpme merasimini icra edip, alkış olunurlardı. Teşrif-i Humâyûn’dan sonra herkes birbirine selam verip dağılırdı. Padişahın camiye teşrif ve avdetlerinde kendisini yeniçeri ağası indirip, bindiri rdi.[71]

5. Sarayda Bayramlaşma

Bayramlar, dini içeriği bulunmakla birlikte Osmanlı hanedanının ihtişamını ortaya koyma açısından çok önemli idi. Çünkü İslâm dünyasında iktidar sadece askeri güçle değil, saray ihtişamıyla ve zengin kamu törenleriyle de ölçülürdü. Osmanlı sarayında cülus tebriğinden sonra en ehemmiyetli merasim Ramazan ve Kurban Bayramlarında yapılan tebriklerdi.[72]

Osmanlı saray teşkilâtında ilk defa bayram usûllerini kanunlarla teşrifâta sokan Fatih Sultan Mehmet’tir.[73] Osmanlı sarayındaki törenler, Akağalar Kapısı da denilen Bâbüssaâde’de yapılırdı. Padişahlar saray halkının bayram tebriklerini arefe günü kabul ederdi ve merasimde “Arefe Tahtına” otururlardı.[74]

Bayram sabahı erkenden iç hazinede muhafaza edilip, cülûs ve bayramlara mahsus altın işlemeli taht, hazine kethüdası tarafından çıkarılıp Gılman ve Hazine-i Humâyûn’un kıdemlilerine yükletilip Bâbüssaâde’nin iki kapı arasına getirilip, orada icabeden tertibatı yapıp yerleştirirlerdi. Padişah Has Oda’dan çıkıp, tahtına oturduğunda çavuşlar alkış ederlerdi. Önce padişahın hocası el öpüp, sağ tarafa doğru gider ve padişah da ayağa kalkar, çavuşlar da alkış ederlerdi.[75] Sonra nakib- ül eşraf efendi el öpüp bir dua ile merasimi açardı. Padişah yine ayağa kalkar, alkışlanırdı. Merasim tertibatı tamamlandıktan sonra, kapıcıbaşı ve bütün saray mensupları mirâlemden başlayarak tebrik merasimini yerine getirirlerdi.

Saray mensuplarından sonra sadrazam muayede mevkiine gelir, padişahı selamlayıp, etek öper. Padişah ayağa kalkıp çavuşlar yine alkış yapardı. Sadrazamı takiben derece sırasıyla diğer vezirler, kaptan paşa, Rumeli ve Anadolu beylerbeyleri ve kazaskerler tebrik ederlerdi. Padişah bunlar için de ayağa kalkardı.[76] Hükümet erkânı bittikten sonra sıra ilmiye sınıfına gelirdi. Teşrifâtçı, şeyhülislâmdan sonra tebriğe gelen mevâlinin isimlerini yazıp sadrazama vermiş olduğundan o da her geleni hükümdara takdim ederdi.[77] Bayramlaşma tamam olduktan sonra merasime nezaret eden çavuşbaşı ile maiyeti ve kapıcılar kethüdası, kapıcılar katibi ve en son olarak teşrifâtçının tebriğiyle merasim sona ererdi. Bunun üzerine padişah kalkar, alkış yapılır; sağ koltuğuna sadrazam ve sol koltuğuna Dârüssaâde ağası girip tahtı dolaşıp içeri girerken sadrazam, padişahı bırakıp selama dururdu. Bundan sonra padişah elbise değiştirmek üzere içeri girip sonra alayla bayram namazına çıkardı.

Bayramlardaki umum tebrikinde padişahın kimlere ayağa kalkıp, kimlere kalkmayacağı anlaşılmak ve bir yanlışlığa mahal kalmamak üzere çavuşlar alkış yaparken, belirleyici sözler söylerlerdi.[78] Bu tebrik merasimi devam ettiği müddetçe mehter çalınır ve denizden de gemilerin topları ile merasime iştirak olunurdu.[79]

Bayram tebriğinden sonra padişah bayram namazına gitmek üzere atıyla selâtin camilerinden birine gider. Padişahın camiye gidiş ve geliş merasimlerinde aynı törenler yapılırdı. Namaz bitince yeniçeri ağası vakit kaybetmeden yeniçerileri alarak Bâb-ı Humâyûn ile Orta Kapı arasına dizer ve padişahı karşılamak için hazırlanırdı. Alay aynı düzen içinde saraya döndüğünde sadrazam dahil alaydakiler padişahı Orta Kapı’ya kadar uğurlarlar, böylece bayram sona ererdi.[80]

C. Harem Törenleri

1. Valide Alayı

Mehd-i ulya veya valide sultan denilen padişah anaları için yapılan en büyük törendir.[81] Osmanlılarda cülûs merasiminden sonra saray görkemli bir törene daha sahne olurdu; bu da III. Murad’ın cülûsundan itibaren düzenlenen, padişahın annesinin eski saraydan alınarak Topkapı Sarayı’na nakli hadisesiydi.[82]

Osmanlı hanedan ailesinin yapısı ve üremeye ilişkin düzenlemeleri eşe değil anneye itibar ediyordu. III. Murad’ın haremi Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na taşıttırması üzerine, ölen padişah kadınlarının, kızlarının ve belli başlı cariyelerinin eski saraya gönderilmesi âdet oldu.[83]

Yeni padişah, cülûsunun beşinci günü, validesinin azim bir alay ile eski saraydan, yeni saraya getirilmesini emrederdi. Bunun üzerine Defter-i Teşrifât mucibince, rikâb ve şikar Ağaları, kapıcıbaşılar, sultan kethüdaları, piyade ve süvari, Padişah Evkafı mütevellileri, Darüssaade ağası ve yeni tayin olunan valide kethüdasına birgün önceden tezkireler yazılır, ertesi gün Bayezid’deki Eski Saray’da alay tertip edilirdi.[84]

Tahtırevan veya araba ile hareket eden valide sultanın geçeceği yolda iki keçeli yeniçeriler selam resmini ifade etmek üzere dururlardı. Valide alayı, Bayezid Karakolu’ndan itibaren her karakolda karşılanır, her kulluk geçildikçe oradaki neferlere atiyyeler verilir, paralar saçılırdı. Bu merasimle Bâb-ı Humâyûn’dan saraya girilir. Burada alay, hastane kapısı köşesini geçmeyip, Bâb-ı Humâyûn’dan girenler rütbelerine göre iki sıra halinde dizilirler. Burada bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde değnekler olduğu halde dizilip daha ileri kimseyi geçirmezlerdi. Valide sultanın arabası tam has fırın kapısı önüne geldiğinde padişah yavaş yavaş yürüyerek fırın hizasına yaklaşınca validesini yerle beraber bazen iki ve bazen üç defa temanna ile selamlar bunun üzerine çavuşlar alkış yaparlardı. Valide sultan orta kapıdan içeri girdikten sonra alay dağılırdı.[85]

Valide Alayından sonra, Valide sultanın saraya gidişinin ikinci günü varsa Sadrazama yoksa Sadaret Kaymakamına Padişah ve Valide sultan tarafından birer hüküm gönderilir, Valide sultanın geldiği bildirilirdi.

2. Vilâdet-i Humâyûn

Sarayda doğum yaklaşınca mehd-i ulyâ-yı saltanat olan hükümdar anneleri, haremin tek hakimi, derhal oğluyla konuşur; doğum için yapılacak elbise, alınacak mücevharat vb. ile doğrudan doğruya kendisi meşgul olurdu. Doğum için haremde bulunan büyük odalardan birisi ayrılırdı. Kadını doğurtacak ebe ile doğacak çocuğu emzirecek sütanne (daye) de saptanırdı. Doğum odası baştan başa süslenirdi. Doğum için hazırlanan yatak takımları, inciler ve sırmalarla süslenir, işlemeler kırmızı atlastan olurdu. Kırmızı renk Osmanlı hanedanına mahsus olduğundan o rengi başkası kullanmazdı.[86]

Doğum odasının en süslü yeri kadın efendinin yattığı yatak değil, doğacak sultanın uyuyacağı beşikti. Beşiğin yapılmasına, süslenmesine özellikle çok dikkat edilirdi. XVII. asırdan beri görülen usule göre şehzade ve sultanların doğumları hatt-ı humâyûnla sadrazama bildirilirdi. Doğan çocuk erkek ise sadrazama götürülen hattı Darüssaade ağası, kız ise yüksek rütbeli bir saray ağası getiri rdi.[87]

Bir padişah çocuğu doğduğunda bunun ilanı da teşrifâta ve geleneklere göre yapılırdı. Sultan doğar doğmaz ilk olarak Dârüssaâde ağasına haber verilir. Ağa, oda lalası vasıtasıyla silahdar ağaya, müjdeli haberi gönderir. Silahdar ağa padişahın bir çocuğu olduğunu saraya ilan ederdi. Bu haber üzerine Enderun’da bulunan her oda, doğum şerefine erkek ise beş, kız ise üç kurban keserek sultanın doğumunu kutlardı.[88]

Topkapı Sarayı’nın deniz kıyısında bulunan topları, eğer doğan şehzade erkek ise yedi, kız ise üç defa atış yaparlar. Top atışı günde beş defa tekrarlanarak mesut doğum halka ve devlet ricaline duyurulur. Padişahın ilk çocuğu hanedanının devamına işaret ettiğinden dolayı İstanbul’da atılan toplardan başka büyük merkezlere de ayrıca haber gönderilerek halka ilan edilirdi. Dellâllar İstanbul’un sokak ve çarşılarında hükümdarın bir çocuğu olduğunu halka ilan ederlerdi. Bazen Kız Kulesi ve Yedikule’den[89] de top atışı yapıldığı olurdu.

Doğum haberinin tebliği üzerine sadrazam ve şeyhülislâm, vezirler ve diğer teşrifâta dahil devlet ricali ve kazaskerler, yeniçeri ağası ve saire saraya giderler ve silahdar vasıtasıyla davet olunarak huzura kabul olunurlardı. Tebrikten sonra kürk ve hil’at giydirilerek avdet ederlerdi. Doğum münasebetiyle padişah tarafından sadrazama ve diğer ricâle loğusa şerbetleri gönderilir ve bunların zevceleri mahsus bir baltacı ile saraya davet edilirlerdi.

Yenidoğan şehzadenin hizmetine usta denilen yirmi kadar genç kız tayin edilir ve validesi çocuğun bakılmasına ve büyümesine nezaret ederdi. Doğum olduktan sonra sarayın Bâb-ı Humâyûn kapısı önünde çok seçkin iki avize, kandil ve oymalarla süslenip aydınlatılmış bir tak kurulurdu. Kapı ve duvarlar altın ve gümüşle işlenmiş ağır, parlak kumaşlarla donatılır, bayraklarla süslenirdi.[90]

3. Beşik Alayı

Yeni doğan sultanın ya da şehzadenin beşiğinin Darbhane’den çıkarılıp Harem dairesine gönderilmesine kadar cereyan eden an’anelere “Beşik Alayı” denirdi. Beşik Alayı, padişah çocuklarının doğumlarında birisi valide sultan, birisi sadrazam tarafından iki donanmış müzeyyen beşik vesilesiyle yapılan bir alaydır.[91]

Şehzade dünyaya gelince saray kethüdası tarafından Darbhane’ye süslü bir beşik ısmarlanırdı. Viladetin yedinci günü[92] beşik, kethüda, baş efendi, baş kullukçu, kaftancı, enderun ağaları ve diğer saray mensupları tarafından harem dairesinin divan yerine bitişik olan kapısına getirilir, beşiği orada Dârüssaâde ağası, hazinedar ağa, başkapı gulamı, hazine vekili ve nöbetçi ağalar teslim alırlar, harem dairesine götürürlerdi. Emeği geçenlere bu iş için sarayda hediyeler verilirdi.[93]

4. Bed’i Besmele

Şehzade ve sultanlar beş ya da altı yaşına[94] geldiklerinde tahsile başlamaları esnasında yapılan törendir. Şehzadeye bir hoca tayin edildikten sonra evvela teşrifât üzere tahrir gelip sadrazam, şeyhülislâm, kaptan paşa, sadreyn efendiler ve ulema saat kaçta teşrif edecekleri malum olundukta, Dârüssaâde ağası tarafından hazırlanan çadırda veya saraydaki köşklerden birinde karşılanıp ağırlanırlar.[95]

Yemekten sonra padişah önünde rikap ağaları, sol tarafında silahdaran olduğu halde gelip, tören mahalline girerken herkes ayağa kalkıp biraz yürüyerek karşılardı. çavuşların alkışından sonra padişah şehzadenin getirilmesine izin verirdi. Bunun üzerine bütün davetliler kalkıp Orta Kapı’ya, oradan da yürüyerek Bâbüssaâde’ye giderlerdi. Şeyhülislâm ve sadrazam burada biraz dinlenirdi. Bu sırada şehzade de haremden getirilmiş olunurdu. Yanında lalaları olduğu halde ata bindirilerek tören mahalline getirilirdi. Gelen şehzade sadrazam tarafından attan indirilip padişahın eli öptürülürdü. Padişah önünde yere serilen iki halının veya örtünün arasına rahle konulurdu. İlk ders için buraya yine sadrazam tarafından kucaklanarak oturtulurdu. Karşısına oturan şeyhülislâm elif ve be’den başlayarak alfebenin bir kısmını okuyarak tekrar ettirirdi. Şehzade usûlen şeyhülislâmdan aldığı bu ilk dersten sonra elini öpmek isterse de şeyhülislâm el öptürmezdi. Padişahın elini öptükten sonra şehzade davetliler tarafından tebrik edilir, böylece öğrenime başlamış olurdu. Şehzadeye ilk cüzü ve cüz kesesi padişah ya da sadrazam tarafından hediye edilirdi. Davetlilere hil’atler giydirildikten sonra şehzade aynı alayla harem kapısına kadar götürülürdü.[96]

Şehzadelere ait Bed’i Besmele Töreni gibi başka törenler de yapılırdı. Bunlar Kur’an-ı Kerim’i hatmettikleri ve Buhar-i Şerif isimli hadis kitabını bitirdikleri vakit yapılırdı. Bu törenler ekseri Hırka-i Şerif Dairesi’nde yapılırdı.[97]

5. Nikâh Töreni

Sarayda hanım sultanların nikâh akti buyurulduğunda Kubbe-i Humâyûn Dairesi’nde minderler, yastıklar ve halılar hazırlanırdı. Bir gün önce şeyhülislâm ile devlet erkânı, kethüda bey tarafından davet edilirlerdi. Ayasofya şeyhi de Dârüssaâde ağası tarafından davet olunurdu. Davet edilenler Bâb- ı Asafi’ye teşrif eder, bir miktar istirahattan sonra hareket edilirdi. Sadrazam kallavî ve ferace, şeyhülislâm örfi ile ve sairleri selimî ve mücevveze ve feraceleriyle tertip üzere saraya teşrif ettiklerinde yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttab ve çavuşbaşı ağa Orta Kapı arasında sadrazamı selamlayıp ard arda tertip üzere yürürler. Kubbe-i Humâyûn’da seddin sağ tarafına, şeyhülislâm, sol tarafa yeniçeri ağası ve defterdar efendi otururlar. Diğerleri ikinci sedde oturur. Bu sırada Dârüssaâde ağası hanım sultanın vekaletini alarak üstünde seraser samur kürk ile Kubbe-i Humâyûna gelip yeniçeri ağasının üst tarafına oturur. Zülüflüyân elleriyle tatlı ve kahve ikram ederler.

Tayin edilen vakitte hazinedar ağa ve baş muhasib ağa veyahut İrade-i Humâyûn buyurulan iki ağanın şehadetleriyle, damatın vekili kethüda beyin vekaletlerini dahi tayin edilen iki ağanın şehadetiyle, şeyhülislâm tarafından mehr-i muaccel belirlenerek akt ve nikâh tamamlanır. Ayasofya şeyhi dua eder ve gelen davetlilere çeşitli hilatlar ve yüklükler hediye edilir. Şerbet ve tatlı ikramından sonra sadrazamın kalkmasıyla merasim tamamlanır.[98]

6. Sûr-u Humâyûn

Padişahların erkek çocuklarının sünnet düğünlerine, kızlarının veya kızkardeşlerinin evlenme düğünlerinde yapılan törenlere Sûr-u Humâyûn denirdi. Osmanlı döneminde yapılan düğün ve şenliklerin, sünnet ve evlenme törenlerinin büyük bir önemi vardı.

Osmanlıların parlak devirlerinde “Binbir Gece Masallaları”nı andıran bir ihtişam içinde geçen ve büyük bir şenliğe dönüşen bu düğünlerin hazırlıklarından sorumlu olmak üzere saray teşkilâtından güvenilen bir kimse, bazen bir vezir “Sûr Emini” olarak tayin edilir, yapılan harcamaları tesbit için de “Sûr Emini” tarafından bir katip seçilirdi. Düğün hazırlıkları yapılırken bir yıl ya da altı ay öncesinden davet edilecek kimselere davet mektupları gönderilirdi.

Konuklar ve düğünü izleyecekler için müsait yerler yapılır, çadırlar kurulurdu. Düğün için gerekli mutfak araçları ve malzemeleri temin edilirdi. Düğün zamanı gelince padişah ve çevresi kendilerine ayrılan yerlerde oturarak davetlileri ve elçileri kabul eder, karşılıklı hediye alışverişinde bulunurlar. Doğal olarak bütün bunlar düğün için önceden hazırlanan geniş bir alanda, şenlik alanında cereyan ederdi.

“Nahıl Alayları”nın ve “Şeker Âlâtı”nın geçişinden ve sünnet olacak şehzadelerin alana gelişinden sonra eğlenceler yapılır, ziyafetler verilir, bunlar düğünün veya şenliğin sonuna kadar gece ve gündüz olmak üzere devam ederdi. Bu arada esnaf alayları geçişleri ve gösterilerini yaparak hediyelerini verirler ve hünerlerini gösterirlerdi. Kandil donanmaları yapılır, oyuncuların gösterileri izlenir, sünnet merasimi yapılır ve düğün sona ererdi. Evlenme düğünlerinde bu genel programın dışında cihaz ve arus alaylarının geçişi, cihaz ziyareti ve damadın ayrıca verdiği “Velime Ziyâfeti” de söz konusuydu.

Osmanlı düğün ve şenlikleri, düğün hazırlıklarının başlamasından düğün sona erinceye kadar mükemmel bir program dahilinde yürütülmekteydi. Düğün süresince her gün ne yapılacağı, kimlere ne zaman ziyafet verileceği, kimlerin huzura kabul edileceği hangi gün hangi eğlencelerin yapılacağı, hatta temizlik ve düzenin nasıl sağlanacağı vs. önceden hazırlanan bir programla tesbit edilir ve olağandışı olaylar haricinde tamamen uygulanmaya çalışılırdı.[99]

7. Biniş-i Humâyûn

Göç-i Humâyûn’da denilen padişahların şehir içi veya dışındaki gayriresmî gezintileridir.[100] Padişahın bu tip gezintilerinde yol üzerine asker dizilmesi ve bu geçişin halka duyurulması âdet değildi. Bu, oldukça sade bir surette cerayan ederdi. Buna rağmen yine de teşrifât gereği bir takım merasim uygulanırdı.

Biniş-i Humâyûn tertibinde çıkışlarda padişah mevsime uygun giyinip süslenir, halkın hayranlığını ve kendisine duyulan saygıyı artıracak tarzda sorguçlu kavuk ve mevsim kürkü giyer, kalabalık bir biniş maiyetiyle saraydan ayrılırdı. Atla yapılan binişlerde Başçuhadar padişahın yağmurluğunu, ikinci çuhadar kırmızı kese içindeki papucunu, üçüncü çuhadar çizmelerini taşırdı. solakbaşı, atının dizginini tutar, salma çuhadarları ve Hazinedarlar halkla ilgilenirdi.[101] Padişahın gezisi eğer biraz resmice olursa, yanındaki görevliler haricinde icabına göre yeniçeri ağası, kapıcıbaşı, miralem, imrahor, çavuşbaşı ile özengi ağaları da bulunurdu.[102] Gidilen yerde gece kalınacaksa, padişahla beraber çadırları kurup kaldırmak üzere lüzumu kadar mehterler, aşçılar, erzak ve sair lüzumlu eşyayı taşıyan at ve katırlar da giderdi. Padişah eğer ava gidecekse ayrıca samsumcular, zağarcılar, şahinlerle birlikte avcı hayvanları da beraber götürülürdü. Bu çeşit resmî olmayan gidişlerde padişah çadırının önünde tuğlar dikilmezdi.

Güvenlik, ulaşım kolaylığı, rahatlık bakımından çoğu kez deniz yolundan binişler tercih edilmekteydi. Denizle olan binişlerde “Bahren Biniş-i Humâyûn” denirdi. Bahren Biniş-i Humâyûnlarda, sabah erkenden hareket edilirdi. Önde, İçoğlanlarının bindiği sandaliye denen altı büyük kayık eskortluk yaparken, arkadaki tek kayıkta Tünbendağası ayakta olarak padişahın selamını ve iltifatını bildirmiş olurdu. Bunun arkasındaki yan yana iki kayıktan birinde mirahur ağa, diğerinde saray ağası, yüzleri geriye dönük ilerlerdi. Kız Kulesi’nin önünden geçerken ard arda toplar atılarak biniş uyarısı verilir, görevliler selama dururlardı.

Dündar ALİKILIÇ

Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 875-886


Dipnotlar :
[1] Şemseddin Sami, Kamûs-ı Türkî, İstanbul 1317, s. 407.
[2] Aydın Taneri, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı-Teşkilâtı, Ankara 1978, s. 75.
[3] Filiz Çalışkan, Osmanlı Devleti’nde Teşrifât Kalemi ve Teşrifâtçılık (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1989, s. 6.
[4] Ali Seydi Bey, Teşrifât ve Teşkilâtımız (Hazırlayan: N. Ahmet Banoğlu), Tercüman 1001 Temel Eser No: 17, s. 1.
[5] Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul 1990, c. I, s. 318.
[6] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı, Ankara 1984, s. 44.
[7] Albert Howe Lybyer, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yönetimi (Çeviri: Seçkin Cılızoğlu), İstanbul 2000, s. 127.
[8] Zeynep Tarım Ertuğ, XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Cülûs ve Cenaze Törenleri, Ankara 1999, s. 2.
[9] Zeynep Tarım Ertuğ, “Osmanlı Devleti’nde Resmi Törenler ve Birkaç Örnek”, Yeni Türkiye 701 Osmanlı Özel Sayısı IV, Ankara 2000, s. 31.
[10] Aydın Taneri, a.g.e., s. 137.
[11] İzzî Süleyman Efendi, İzzî Tarihi, İstanbul (?), vrk. 96b.
[12] Mustafa Naima, Naima Tarihi, İstanbul 1928, c. I, s. 388.
[13] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifât, İstanbul Üniversitesi ktb. T. Y. 9810, vrk. 7a.
[14] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 75.
[15] BOA, Teşrifâtçılık Defteri 676, Mükerrer 2, s. 7.
[16] BOA (Kamil Kepeci), Teşrifâtçılık 676 M. 1, s. 3.
[17] Zeynep Tarım Ertuğ, Osmanlı Devleti’nde Cülûs ve Cenaze Törenleri, Ankara 1999, s. 154-155.
[18] Anthony Dolphin Alderson, Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı, Londra 1956, s. 80,
[19] Filiz Çalışkan, a.g.e., s. 82.
[20] T. S. M. A. E. No: 3040/1.
[21] T. S. M. A. E. No: 4493.
[22] Ali Seydi Bey, a.g.e., s. 173.
[23] BOA, Kamil Kepeci, Teşrifât Defteri M. 676, s. 5.
[24] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifât, Süleymaniye Ktp. N. 2506, vrk. 15a.
[25] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifât, Süleymaniye Ktp. N. 2506, vrk. 19a.
[26] Olga Zirogeviç, “Yabancı Elçilerin Osmanlı Memleketlerindeki Seyahatları ve Huzura Kabulleri”, Belgelerle Türk Tarihi, Sayı 4, İstanbul 1968, s. 45.
[27] Ahmed Refik, Lale Devri, İstanbul 1997, s. 64.
[28] BOA, K. K. Teşrifâtçılık 676, M. 1, s. 79.
[29] Robert Withers, Büyük Efendi’nin Sarayı (Çeviri: Cahit Kayra), İstanbul 1996, s. 3.
[30] Ali Seydi Bey, a.g.e., s. 14.
[31] Zeynep Tarım Ertuğ, “Osmanlı Devleti’nde Resmî Törenler ve Birkaç Örnek”, Yeni Türkiye 701 Osmanlı Özel Sayısı IV, Ankara 2000, s. 28.
[32] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara 1998, s. 14.
[33] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifât, İstanbul Üniv. ktp. TY. 9810, vr. 45a.
[34] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifât, İstanbul Üniv. ktp. TY. 9810, vr. 48b.
[35] Mehmed bin Ahmed, a.g.e., vrk. 9a/10b.
[36] Mehmed bin Ahmed, a.g.e., vrk. 10a.
[37] Edmando de Amıcis, İstanbul (Çeviri: Beynun Akyavaş), Ankara 1993, s. 128.
[38] Ali Seydi Bey, a.g.e., s. 135.
[39] Şemseddin Sami, Kamûs-u Türkî, İstanbul 1317, s. 326.
[40] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara 1988, s. 385.
[41] BOA, Surre Defterleri No: 6, No: 7, No: 130.
[42] Kemal Çığ, “Osmanlı Padişahlarının Medine’ye Gönderdikleri Hediyeler ve Surre-i Humâyûn”, Tarih Dünyası, c. II, sayı XVI, İstanbul 1950, s. 671.
[43] Nişancızâde Muhammed bin Ahmed, Mir’at-ı Kâinat (Sadeleştiren: A. Faruk Meyan), İstanbul 1987, c. II, s. 483.
[44] Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1981, s. 408.
[45] Eyüb Sabri, Mir’at-ül Haremeyn, İstanbul 1306, c. II, s. 678.
[46] BOA, Teşrifâtçılık Mükerrer 1, s. 14.
[47] İbrahim Hakkı Konyalı, İstanbul Sarayları, İstanbul 1942, s. 82.
[48] Esad Efendi, Teşrifât-ı Kadime, İstanbul, s. 22.
[49] İsmail H. Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul 1953, s. 119.
[50] Zeynep Tarım Ertuğ, “Osmanlı Devlet Teşrifâtında Hırka-i Şerif Ziyareti”, TED, Sayı XVI, İstanbul 1998, s. 37.
[51] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. I, İstanbul 1993, s. 810.
[52] Süleyman Beyoğlu, “Osmanlılar ve Mukaddes Emanetler”, Yeni Türkiye 701 Özel Sayısı, IV, Ankara 2000, s. 79.
[53] Zeynep Tarım Ertuğ, a.g.e., s. 38.
[54] BOA, Kamil Kepeci, Teşrifâtçılık Defteri 676 Mükerrer 1, s. 16.
[55] BOA, K. K., Teşrifâtçılık Defteri, 767, Mükerrer, s. 3.
[56] Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul 1981, s. 68.
[57] Osmanlı Tarih Ansiklopedisi, İstanbul 1985, s. 127.
[58] Mehmet İpşirli, “Cuma Selamlığı”., DİA, c. VIII, İstanbul 1993, s. 90,
[59] Doğan Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi (Çeviri: Zeynep Rona), İstanbul 1996, s. 289.
[60] Zeynep Tarım Ertuğ, “Osmanlı Devleti’nde Resmi Törenler ve Birkaç Örnek”, Yeni Türkiye 701 Osmanlı Özel Sayısı, Sayı IV, Ankara 2000, s. 33.
[61] BOA, Cevdet Tasnifi Saray, No: 576.
[62] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifât, Süleymaniye ktp, No: 2150, vrk. 62b.
[63] Selanikî Mustafa Efendi, Tarih-i Selânikî (Hazırlayan: Mehmed İpşirli), Ankara 1999, c. II, s. 440.
[64] Recep Ahıshalı, Osmanlı Devlet Teşkilâtında Reisülküttablık, İstanbul 2001, s. 273.
[65] Ali Seydi Bey, a.g.e., s. 151.
[66] Necla Pekolcay, “Mevlid”, İA, c. VIII, İstanbul 1993, s. 173.
[67] Münir Atalar, Osmanlı Devleti’nde Surre-i Humâyûn ve Surre Alayları, Ankara 1991, s. 234.
[68] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. II, İstanbul 1993, s. 521.
[69] BOA, TD 676 M. 1, s. 10.
[70] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifât, Süleymaniye ktp. No: 2150, vrk. 64b.
[71] Esad Efendi, a.g.e., s. 9.
[72] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı, Ankara 1988.
[73] Ahmet Akgündüz, a.g.e., s. 327.
[74] Reşad Ekrem Koçu, Topkapı Sarayı, İstanbul (?), s. 98.
[75] Mehmed bin Ahmed, Defter-i Teşrifâtı Süleymaniye ktb. No: 2150, vrk. 72a.
[76] Şem’dânî-zâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Mür’it-Tevârih (Hazırlayan: Münir Aktepe), İstanbul 1978, s. 83.
[77] BOA, K. K. Teşrifâtçılık Defteri, 677 M. 1, s. 22.
[78] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 211.
[79] Evliya Çelebi Seyahatnamesi, c. I, İstanbul 1315, s. 202.
[80] Özdemir Nutku, “Bayram Alayı”, DİA, c. V, İstanbul 1992, s. 265.
[81] Leslie P. Peirce, Harem-i Humâyûn (Çeviri: Ayşe Berktay), İstanbul 2000, s. 251.
[82] Çağatay Uluçay, Harem II, Ankara 1992, s. 62.
[83] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 13.
[84] Aziz Berker, “Teşrifâtî Naim Efendi Tarihi”, T. V. II/8, Ankara, s. 77.
[85] Ahmet Akgündüz, Osmanlı’da Harem, İstanbul 1997, s. 240.
[86] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e. s. 167.
[87] Recep Ahıshalı, a.g.e., s. 305,
[88] Mehmet Arslan, Osmanlı Makaleleri, İstanbul 2000, s. 496.
[89] BOA Cevdet Tasnifi, Saray No: 833.
[90] Ali Seydi Bey, a.g.e., s. 40.
[91] Zeynep Tarım Ertuğ, a.g.e., s. 33.
[92] Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul 1985, s. 6.
[93] T. S. M. A. E. No: 502.
[94] T. S. M. A. E. No: 10183.
[95] T. S. M. A. E. No: 1158.
[96] T. S. M. A. E. No: 9/66.
[97] BOA, Saderet 359.
[98] T. S. M. A. E. No: 1393.
[99] Mehmet Arslan, a.g.e., s. 442-443.
[100] BOA Saray Mesalihi, No: 1355.
[101] Necdet Sakaoğlu, “Biniş”, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1994, C. 3, s. 235.
[102] Ali Seydi Bey, a.g.e., s. 98.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.