Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Öncesi İstanbul Tarihi

0 17.668

Doç.Dr. Birsel KÜÇÜKSİPAHİOĞLU

Tarih boyunca Byzantion, Antonina, Konstantinopolis gibi değişik isimlerle anılan ve kaynaklarda “şehirler kraliçesi” olarak adlandırı­lan İstanbul, Roma, Bizans ve Osmanlı olmak üzere üç imparatorluğa başkentlik yapmış bir kenttir. Bütün zamanlar süresince Doğu’nun ve Batı’nın hayran kaldığı bu şehrin en eski yerleşim yerlerinden biri ol­duğu bilinmektedir. Rivayete göre şehir milâttan önce 660-659 yılında Yunanistan’daki Megara’dan gelen ve bundan dolayı Megaralılar olarak adlandırılan kolonistler tarafından kumandanları Byzas’ın öncülüğün­de Sarayburnu ve Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölgede kurulmuş ve Byzas’tan dolayı bu isimle anılmıştır.[1]

Belirtildiğine göre Megaralılar yola çıkmadan önce Delphi kâhinine giderek bir şehir kurmak istediklerini, bunu nerede kurabileceklerini sormuşlar, kâhin de onlara “körler ülkesinin” karşısında kurabilecekle­rini söylemişti. Kâhinin “körler ülkesi” olarak ifade ettiği yer Khalkedon (Kadıköy) bölgesiydi ve buraya daha önce gelerek yerleşen halkın, kar­şılarındaki bu güzelliği göremedikleri için körlükle itham edilmeleri se­bebiyle bölge bu şekilde anılmaktaydı.[2] Şehir, 35 stadion, takriben 6300 m. uzunluğunda olduğu söylenen sağlam bir sur ile çevrilmiş ve surlar Byzas’a veya eşi olduğu söylenen Pheidalia’ya ithaf edilmişti. Son dere­ce büyük taşlardan yapılmış ve birbirlerine madenî kenetlerle bağlanan surlar Eskiçağ’ın en güçlü yapılarından biri olarak kabul edilmekteydi.[3] Bu tarihten sonra şehir kısa zamanda gelişme kaydederek zenginleşmeye başladı. Bunda hiç şüphesiz ticaret yolları üzerinde bulunmasının, limana ve verimli topraklara sahip olmasının payı çok büyüktü. Bu re­fah doğal olarak dış güçleri hareketlendirdi ve şehir zamanla Traklar’ın, ardından da Perslerin saldırı ve işgaline uğradı. Milâttan önce 512 veya 513’de Pers Kralı I. Darius’un egemenliğine giren Byzantion, milâttan önce 500 yılında muhtemelen Pers hâkimiyetine karşı başlayan Ionia ayaklanması sırasında Ionialılar tarafından, milâttan önce 478’de Atinalılar tarafından zaptedildi. Milâttan önce 411’de Atina’dan ayrılan şehir, zorlukla da olsa tekrar toparlanabildi. Milâttan önce 340-339 yılında Makedonya Kralı II. Philippos tarafından hem denizden hem de karadan kuşatılsa da kurtulmayı başarabildi.[4]

Byzantion, muhtemelen milâttan sonra I. yüzyılda Roma İmparatoru Vespasianus (69-79) döneminde Roma’ya bağlandı. 123 yılında burayı ziyaret eden İmparator Hadrianus şehrin su ihtiyacının temin edilmesi ve bu amaçla tesisler yapılması emrini verdi. Şehir ilerleyen yıllarda İm­parator Septimus Severus ile rakibi Pescenius Niger arasındaki müca­delede Niger’in yanında yer aldı. Ancak bu zorlu mücadeleyi Septimus Severus kazanınca Niger’i desteklediği için şehri cezalandırarak yakıp yıktı; hatta bununla da kalmayarak muhtemelen köy olarak Perinthos’a (Marmara Ereğlisi) bağladı. Fakat daha sonra şehrin stratejik önemini dikkate alarak yeniden imar edilmesini istedi. Herhalde imparatorun fikrinin değişmesinde oğlu Antoninus Bassianus’un (Caracalla) Byzan­tion lehinde gösterdiği tavrında etkisi vardı. Bundan dolayı Septimus Severus, Byzantion’un tam teşekküllü şehir olması için uğraş veren ve bunu ilk başlatan kişi kabul edilir. İmparator oğlunun görüşleri doğ­rultusunda bu kararı verdiği için şehre onun adını Augusta Antonina olarak vermeyi uygun görmüştür.[5]

İmparator Severus önce yıktırdığı surların yerine yenisini inşa ettir­mek için çalışmalar başlattı ve şehrin surlarını Topkapı Sarayı’nın bu­lunduğu yerden 300 veya 400 m. kadar daha batıya doğru inşa ettirdi. Bu surlar muhtemelen Galata Köprüsü’nün olduğu yerden başlayarak Çemberlitaş’a kadar gelmekte ve buradan Kadırga’ya doğru inmekteydi. İmparator daha sonra bugün Sultanahmet olarak isimlendirilen bölgeye Hipodromu yani Sirkus Maximus’u ve yine aşağı yukarı aynı bölgeye Zeuksippos Hamamı’nı inşa ettirdi. 203 yılında yapımına başlanan Hi­podrom 20.000 kişilik olarak düşünülmüştü. Ancak her ikisi de impara­torun ölümü ile tamamlanamadan yarım kaldı. İmparator bundan baş­ka adı daha sonra Mese adını alan iki tarafı sütunlu bir cadde yaptırdı. Günümüzdeki Divanyolu caddesi buraya tekabül etmektedir. Bundan başka bugünkü Ayasofya Kilisesi’nin önünde bulunan meydanın etrafı­nın revaklarla çevrilmesini emretti ve şehre ayrıca bir tiyatro ile kynegion yaptırdı.[6]

Roma İmparatorluğu’nu 324-337 yılları arasında tek başına ida­re eden ve imparatorluk başkentini İstanbul olarak belirleyen Büyük Konstantinos’tu. Konstantinos, Roma’nın, başkent olma özelliğini yitir­diğini anladığından yeni bir başkent arayışına girişti. Burası hem doğu­dan Fırat boylarından hem de batıdan Tuna sınırından gelecek saldırı­lara karşı iki tarafa da cevap verebilecek bir yer olmalıydı. İmparator ilk başta selefi olan imparator Dioclatianus gibi İzmit’i seçmeyi düşündü ancak ana yoldan uzak olduğu için vazgeçti. Daha sonra doğduğu şehir Niş’i (Naissos) ardından Sofya’yı (Sardike) ve Selânik’i (Thessalonike) düşündü fakat olmadı. Bir ara aklından Truva geçti ve burada güzel ve muhteşem bir şehir planladı. Rivayete göre şehrin sınırlarını bizzat ken­disi çizdi. Ancak gördüğü bir rüya üzerine burayı da bırakmak zorunda kaldı. Tarih yazarı Sozemenos’a göre imparator rüyasında Tanrı’yı gör­müş ve Tanrı ona başka bir şehir aramasını söylemişti. Oysa imparato­run inşa emrini verdiği bu yerde şehrin kapıları bile tamamlanmış, hatta denizden görünür hale gelmişti. Bu rüya üzerine imparator buradan da vazgeçti ve en sonunda yine Tanrı’nın yol göstermesiyle coğrafî konu­mu kadar siyasî, askerî ve ticarî bakımdan merkez olma özelliğine sahip Asya ile Avrupa’nın birleştiği yerde bulunan Byzantion’da karar kıldı.[7]

Konstantinos’un göz koyduğu bu şehir o zamanlarda büyük bir ihti­malle 20.000 kişinin yaşayacağı büyüklükte bir yerleşim yeriydi. Şeh­rin inşasına muhtemelen 324 yılında başlandı ve alanı öncekinden dört kat daha genişletildi. İmparator kuracağı başkent için bütün imkânları kullanmaktan çekinmedi. Karadeniz kıyılarından kereste, Marmara adasından mermer getirtildi. Pek çok işçi, usta, kalfa ve mimar şehrin imarı için çalıştı. Hatta imparatorun 40.000 Got askerini işçi olarak ça­lıştırdığından bahsedilmekte ve şehri süslemek için Roma, İskenderiye, Efes, Atina ve Antakya’dan değerli sanat eserlerinin gelmesini sağladığı ifade edilmektedir. Rivayete göre imparator şehrin sınırlarını kendisi belirledi, hatta bazı güçler tarafından yönlendirildi. Elinde mızrak (veya asâ) olduğu halde maiyetiyle yürürken sanki önü sıra yol gösteren biri varmış gibi hareket etmekteydi. Etrafında bulunanlar bu kadar geniş bir alanın seçilmesi karşısında şaşkınlığa düşmüş ve imparatora, “Efendim, ne zaman duracaksınız” diye sormuşlardı. İmparator ise “önümde yürü­yen durduğu zaman” şeklinde onlara cevap vermişti.[8]

Konstantinos, şehri düşmanlara karşı korumak için kara tarafını Marmara’dan Haliç’e kadar uzanan bir surla çevirtti. Bu surlar büyük bir olasılıkla Samatya’dan (Rabdos) başlamakta, Cerrahpaşa’dan geçe­rek Çukurbostan’dan (Makios) Bayrampaşa deresine (Lykos) yani Va­tan caddesine inmekte ve Cibali yakınında son bulmaktaydı. Bu surlar eski surlardan aşağı yukarı 3 km. kadar daha batıda yapılmıştı. Yeni başkente saray, senato binası, Hipodrom ve Forum yapıldı. Birbirinden hoş pek çok sanat eseriyle süslenen şehir 11 Mayıs 330’da kırk gün sü­ren eğlenceler sonunda resmen açıldı. Başkent, Yeni Roma (Nea Roma), İkinci Roma (Secunda Roma) veya kurucusuna izâfeten Konstantinopolis olarak adlandırıldı.[9] İmparator şehri Roma’ya benzetmek için elin­den geleni yaptı. İstanbul, Roma belediye teşkilâtına göre düzenlendi ve ikisi sur dışında olmak üzere on dört bölgeye ayrıldı. Blakhernai ve Galata (Sykai) bölgeleri sur dışında bırakıldı. On dördüncü bölge olan Blakhernai sonradan V. yüzyılda Theodosios surları içine alındı.[10]

İmparator az olan nüfusu artırmak için çok uğraş verdi. Özellikle se­natör ailelerin Roma’dan İstanbul’a gelmesini sağlarken, başka şehir­lerden insanların da buraya gelmesini emretti. Şehirde bulunanlara ve gelenlere yiyecek tedarikinde bulundu.[11] Konstantinopolis’in yönetim biçimi de Roma’ya benzetildi. Şehir aynen Roma’da olduğu gibi “prae-fectus” (vali) tarafından idare edildi. Bu valiler yani Konstantinopolis ve Roma valileri, imparatorluk valileri olan “praefectus praetorio”lardan sonra bütün devlet memurları içindeki en yüksek dereceli görevliler­di. Vali aynı zamanda senatonun da en yüksek temsilcisi kabul edilirdi. Askerî kıyafet giymeyen sıradan bir Roma vatandaşı gibi toga giyen vali, bu haliyle toga taşıyan tek devlet memuru olma özelliğine sahipti. Yeni başkentin valisi sonraları eparkhos adını alarak şehrin hayatında önem­li rol oynayacaktı. Konstantinopolis’in adalet mekanizması ona teslim edilmiş; asayişin temini de onun emrine verilmişti. Ayrıca şehre ait eko­nomik ve ticari hayat da valinin kontrolü altında bulunuyordu.[12]

İmparator tarafından yaptırılan ve Palatium Magnum olarak adlan­dırılan Büyük Saray I. bölgede inşa edilmiş olup, bugün Sultan Ahmed Camii’nin bulunduğu yerden Marmara kıyısına kadar yaklaşık 100.000 m2’lik bir alanı içine almaktaydı. Etrafı duvarlarla çevrili bu alanın için­de çeşitli binalar, bahçeler, hamamlar, kütüphaneler, kiliseler, yönetim mekânları, hapishane ve sütunlu revaklar bulunduğundan başlı başına bir şehir görünümü vermekteydi. Bu kompleksin ilk binaları olan Daph­ne, Magnaura ve Khalke ile on dokuz divanlı Triklinos, Büyük Konstantinos tarafından yaptırılmıştı ve her gelen imparatorun ilâve binalarıyla büyümeye devam etti.[13] Tören salonlarının da bulunduğu bu komplekste yabancı devlet adamları ve elçiler kabul edilir ve onlara imparatorluğun haşmetinin gösterilmesine çalışılırdı.[14] Saray en büyük hasarı İmparator Iustinianos zamanında 532 yılında meydana gelen Nika isyanı sırasında aldı ve bu ilk binalar kullanılamaz derecede zarar gördü. Bunun üzerine İmparator Iustinianos bunların tekrar yapılmasını emretti. Büyük Saray imparatorluğun debdebesini ve görkemini gösteren en büyük yapılar­dan biri olarak varlığını XI. yüzyılın sonlarına kadar devam ettirdi. Bu tarihten sonra önemini kaybeden Büyük Saray’ın yerine genelde Komnenos hanedanı zamanında Blakhernai Sarayı tercih edildi.[15]

Septimus Severus zamanında yapımına başlanan ancak bitirileme­yen Hipodrom ise Büyük Konstantinos tarafından yeniden ele alındı ve daha da genişletilerek kapasitesi 20.000’den 80.000’e çıkarıldı. Büyük Saray’ın kuzeybatısında inşa edilen Hipodromun uzunluğu takriben 500, genişliği ise 117 m. olup, basamak basamak yükselen sıralara sa­hipti. İlk başlarda ahşap olarak yapılan oturma sıraları daha sonra mer­merden inşa edildi. Hipodrom’un kuzey taraflarında atların ahırları ile gösteriler için malzemelerin saklandığı yerler bulunmakta, altında ise özel olarak yapılmış bölümler yer almaktaydı. Buralarda görevliler ile başka yerlerden getirilen hayvanlar kalmaktaydı. İstanbul’daki hipod­romda Roma’da uygulanan vahşet görülmemekteydi. Hipodrom’un or­tasında uzunlamasına duran duvar Spina olarak adlandırılmaktaydı ve bu spina dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş sanat eserleri ile süslen­mişti. Meselâ Yılanlı Sütun ile Dikilitaş (Obelisk) bunlardan bir kaçıydı. Yılanlı Sütun’un şehri akrep ve yılanlardan koruduğuna inanılırdı. İm­parator Büyük Konstantinos tarafından hipodromda Kathisma denilen imparatorluk locası yaptırıldı ve bu loca spiral bir merdivenle Büyük Saray’a çıkabilmekteydi. Hipodrom çok yönlü kullanılabilen bir alan ol­makla beraber en çok atlı araba yarışları ile tiyatro gösterileri için kul­lanılmaktaydı. Girişin serbest olduğu hipodromda oyunlar, imparato­run elinde tuttuğu beyaz bir mendili yere atması ile başlamaktaydı. Atlı araba yarışları Mavi, Yeşil, Kırmızı ve Beyaz denen gruplar tarafından gerçekleştirilmekteydi; ancak zaman içinde bu gruplardan sadece Mavi ve Yeşiller kaldı. Bu iki grup ilerleyen dönemlerde siyasi bir hüviyet ka­zanarak halkın dinî, siyasî ve sosyal anlamda duygularının tercümanı oldu. Maviler, İstanbul’un zengin ve soylu kesimini, Yeşiller ise toplu­mun daha alt gruplarının tüccar ve zanaatkârları temsil etmekteydi.[16] Bu iki grubun kavgaları yüzünden başkent kimi zaman büyük sıkıntılar yaşamıştı. Nitekim İmparator Anastasios zamanında 498 yılında mey­dana gelen yangın Hipodrom’da yarışları izleyen imparatora tutuklu ar­kadaşlarının serbest kalmasını isteyen Yeşiller’in taş atması yüzünden başlamış ve Konstantinos Forumu’na kadar her şeyin yanıp kül olma­sıyla sonuçlanmıştı.[17] Hipodrom bu yarışlar dışında zamanla törenlerin tertip edildiği ve siyasi olayların yaşandığı bir yer olmaya başladı. Halk yönetime karşı tavrını en fazla hipodromda gösterebilmekte, yeni impa­ratorun tahta çıkışını burada toplanarak onaylamakta veya imparato­run tavrına buradan itiraz edebilmekteydi. Hipodrom en şiddetli vah­şeti İmparator Iustinianos zamanında Nika isyanı sırasında gördü. 532 yılındaki bu isyanda kaynaklara göre 30.000-40.000 arasındaki isyancı hipodroma kapatılarak katledildi.

İmparator Konstantinos tarafından yaptırılan ve Mese caddesinin sonunda bulunan Konstantinos Forumu gerek kendi dönemi gerekse sonraki dönemler için en orijinal yapılardan biri oldu. İmparatorun bu­günkü Çemberlitaş’ta inşasını emrettiği Forum, zemini mermerle kap­lanmış iki sıra sütunlu revaklar ve doğu-batı yönlerinde iki mermer ke­merle biçimlendirilmişti. Forum’da Helana’nın heykelinden başka fil, as­lan ve domuz heykelleri bulunmaktaydı. Büyük Konstantinos Forum’un orta yerine Roma Apollon Tapınağı’ndan 50 m. yüksekliğindeki porfir sütunu getirtmiş ve bunun üzerine heykelini koydurmuştu. İmparator burada Helios (güneş tanrısı) olarak tasvir edilmiş ve imparatorun başı yedi ışından bir hale ile çevrelenmişti. Sağ elinde bir mızrak sol elinde ise küre bulunmaktaydı.[18]

İmparator Büyük Konstantinos Ayasofya’nın önünde bulunan mey­danı yeniden düzenlemiş ve annesi Helena adına buraya bir heykel diktirmişti. Bundan dolayı burası Augusteion Meydanı olarak anılmaya başlandı. VI. yüzyılda başkentin en önemli yerlerinden biri kabul edilen Augusteion, insanların buluşma yeri ve aynı zamanda çarşı ve pazarlara yakınlığı ile dikkat çekmekteydi.[19] Sonraki dönemde buraya İmparator Iustinianos’un yaldızlanmış bronzdan yapılmış atlı bir heykeli dikildi. Bu heykelde imparator Romalı başkumandan giysileri içinde, başında miğferi ile zırhlı olarak durmakta, sağ eliyle doğuyu, dönemin rakip imparatorluğu olan Sâsânîleri işaret etmekte, sol elinde ise bir küre tutmaktaydı.[20] Augusteion Meydanı’nın güney tarafında bulunan ve İmparator Septimus Severus tarafından yapımına başlanan ancak tamamlanamayan Zeuksippos Hamamı Konstantinos tarafından bitiri­lerek heykellerle süslendi. Hamamın yapımında çok değişik renkli ve güzel mermerler kullanıldı. Ancak bu hamam 532 yılındaki Nika isyanı sırasında büyük zarar gördü.[21]

Başkentin kuruluşu sırasında İmparator Konstantinos şehir halkının su ihtiyacını karşılamak için, Istranca dağlarından, Byzantion’a kadar uzanan takriben 250 km. uzunluğunda bir su kemeri yaptırmaya başla­mıştı. Ancak bu su kemerinin tamamlanışı onun ölümünden otuz altı yıl sonra, İmparator Valens (364-378) döneminde 373 yılında gerçekleşti. Günümüzde Bozdoğan Kemeri olarak bilinen bu su kemeri o dönemde Valens Kemeri (Valens Aqueduct) olarak adlandırılmıştı.

Büyük Konstantinos döneminde 325 yılında İznik’te (Nikea) bir konsil toplandı. Bizzat imparatorun başkanlık ettiği bu konsilde Hristiyanlığın iman esasları belirlendi. Halkının gözünde Büyük Konstantinos’un Tanrı tarafından bu göreve getirildiğine ve evrensel bir güç olduğuna inanılmaktaydı. Zira Bizans’ın geleneklerinde imparatorun Tanrı tarafından seçildiği ve bu göreve onun tarafından getirildiği inancı hâkimdi ve bu inanç imparatorluğun sonuna kadar devam etti.[22] Konstantinos ile birlikte eski yönetim sisteminden tamamen farklı yeni bir dö­nem başlamıştı. Ancak onun 337 yılında ölümünden sonra başa geçen oğulları babaları kadar başarılı olamadı. Üç oğlundan en büyüğü olan Konstantios diğer kardeşlerinin erken ölümü ile imparatorluğu yönet­meye başlayınca hem iç hem de dış sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı. Bununla birlikte babası kadar olmasa da başkentin gelişimine katkıda bulundu. Mesela İmparator Konstantinos döneminde yapıldığı belir­tilen Ayasofya Kilisesi aslında Konstantios zamanında inşa edilerek 15 Şubat 360 tarihinde açıldı. Birinci tepe üzerinde ahşap çatılı bir bazili­ka şeklinde yapılan bina 404 yılında Patrik Ioannes Khrysostomos’un sürgünü esnasında hasar gördü.[23] Konstantios’un halefi İmparator Iulianos da Marmara kıyısında muhtemelen 362 yılında bir liman yap­tırdı. İmparator II. Iustinos (565-578) bu limanı daha da genişleterek eşi Sophia’nın adını vermiş ve bundan dolayı bu liman Sophia Limanı olarak anılmıştı.[24]

379-395 yılları arasında imparatorluğu idare eden Theodosios, Hı­ristiyanlığın imparatorluğun resmî dini olmasını sağladı ve 381 yılın­da İstanbul’da toplanan II. Genel Konsil ile İznik kararları aynen kabul edildi. Bu şekilde “doğru inanç” yani Ortodoksluk doğmuş oldu. İmpa­rator Theodosios döneminde artık İstanbul tam bir başkent haline dö­nüşmeye başladı. Bu dönemin şüphesiz en değerli eseri Hipodrom’daki Spina’ya dikilen Obelisk yani Dikilitaş oldu. Theodosios, imparator­luğun batı tarafında imparator ilân edilen Maximus’a karşı kazandığı başarıdan dolayı bunun dikilmesini istemişti. Obelisk dört köşeli bir mermer kaide üzerinde durmakta ve bu kaide üzerinde imparator ve ailesi ile ilgili kabartmalar, saraya ve hipodroma dair bölümler ve çeşitli oyunlar tasvir edilmektedir. Ayrıca Hipodrom’da yapılan araba yarışla­rını gösteren kabartmalar da bulunmaktadır.[25]

İmparatorun kendi adına şimdiki Beyazıt Meydanı’nın olduğu yere yaptırdığı ve Forum Tauri diye bilinen Forum da yine dönemin göze çarpan eserlerindendi. Bu yapı büyük bir ihtimalle Gotlar’a karşı ka­zanılan zaferden sonra inşa edilmeye başlanmıştı. Roma’daki Traianus Forumu’na göre planlanan bu Forum’un batı tarafında kemerli bir kapı ve güneyinde bazilika bulunmakta, Forumda yer alan ve 393 yılında dikildiği sanılan sütunun üzerinde imparatorun gümüş kaplama tunç bir heykeli yer almaktaydı.[26] Theodosios döneminde şehrin nüfusunun arttığı görüldü. Bunda herkesin kendi imkânlarına göre ev yapmasının rolü olduğu gibi vergilerin mâkul duruma çekilmesinin ve imparatorun buğday depolarını yeniletmesinin de etkisi vardı ve imparator Horrea Aleksandrina ve Horreum Theodosianum ambarlarını yaptırmıştı. Bu vesile ile daha önce ağır vergilerden kaçarak şehirden uzaklaşan halkın tekrar geri dönmeye başladığı görüldü. Şehrin yeni bir sur yapımına ih­tiyacı olduğu özellikle 384 yılından itibaren çok açık bir şekilde kendini hissettirse de böyle bir şeye girişilmesinin zamanı olmadığı anlaşıldı.[27]

Theodosios’un 395 yılında ölümü ile vasiyeti üzerine devlet, oğulları arasında idarî bakımdan ikiye ayrıldı. Honarios ülkenin batısını Arkadios ise doğusunu idare edecekti. Her ne kadar imparatorluğun sadece idarî bakımdan ikiye ayrıldığı, devletin bütünlüğü düşüncesinin sürdü­ğü ifade edilse de bu kesin bir ayrılık oldu ve bundan sonra imparator­luğun iki tarafı hiç birleşemedi.

Arkadios zamanında görülen en önemli olaylar şehirde çıkan yangın­lardı. 12 Temmuz 400 tarihinde Gotlar yüzünden meydana gelen yan­gında özellikle Büyük Saray çevresi büyük zarar görürken,[28] İstanbul Patriği Ioannes Khrysostomos’un sebep olduğu yangının etkisi başkent için daha büyük oldu. Khrysostomos ve İmparatoriçe Eudokia arasın­daki mücadele ve bu nedenle patriğin sürgüne gönderilmesi başkentte tepkilere yol açmış ve halkın sevgisini kazanmış olan Khrysostomos le­hinde gösterilerin yaşanmasına sebep olmuştu. Bunun üzerine patrik geri getirildi; ancak yine imparatoriçe ile aralarında sorunlar ortaya çık­tı. Buna başka sebepler de eklenince patriğin kesin olarak sürülmesine karar verildi. 404 yılında cereyan eden bu olaydan sonra halk ayaklandı ve şehri ateşe verdi. Bu yangında aralarında Ayasofya’nın da olduğu pek çok bina zarar görürken başkent de büyük yıkıma uğradı.[29]

Arkadios’tan sonra iktidara gelen oğlu II. Theodosios dönemi siyasî olayların çokça yaşandığı bir dönemdi. Hun Hakanı Attila’nın impara­torluğa karşı seferleri bu dönemde yaşandı ve imparatorluk hem Hun korkusu hem de uzun süredir duyulan ihtiyaç sebebiyle surların yapı­mına başladı. Bu işi Prefektus Antemius üstlendi. Yeni sur, Konstantinos surlarından 1.5 veya 2 km. daha dışa ve batıya doğru alınmıştı. Surların yapımı muhtemelen 447’deki Attila’nın tehdidinden önce bi­tirildi. Ancak 26 Ocak 447’de meydana gelen korkunç depremde yeni surlar büyük bir hasara uğradı ve yıkıldı. Attila’nın tehdidi devam ettiği için imparatorluk bir an önce tedbir aldı ve muhafız kuvvetleri komu­tanı Kontantinos Cyrus iki ay içinde surun yıkılan yerlerini onarmayı başardı.[30] 5650 m. uzunluğunda olan ve Marmara’dan Haliç’e kadar uzanan kara surları üzerindeki en önemli kapılardan bazıları, Belgrat-kapı, Yaldızlıkapı (Porta Aurea veya Altın Kapı), Topkapı, Edirnekapı ve Eğrikapı’dır. Bunların içinde şüphesiz en çok bilineni Yaldızlıkapı oldu. Zira bu kapı kapıların en büyüğü idi ve batıdan gelen Via Egnatia (Draç-Okhrida-Vodena-Selânik-Silivri’den geçerek İstanbul’a giden yol) yoluna açılmaktaydı. Üç kemerli olarak inşa edilen kapı mermer bloklu iki kule arasında yer almakta ve ortadaki giriş kısmı altın yaldız­la kaplanmaktaydı. Surun günlük geçişe mahsus olan diğer kapılarına mukabil bu Yaldızlıkapı sadece askerî ve dinî törenlerde, imparatorun ve ordunun zafer alayları ile şehre girişinde kullanılırdı. İmparatorlar bu kapıdan giriş yaptıktan sonra Mese caddesi yoluyla Ayasofya’ya ge­lirler buradan da Büyük Saray’a ulaşırlardı.[31] Meselâ Komnenos hane­danının meşhur hükümdarı Manuel Komnenos (1143-1180) Macarlar’a karşı giriştiği savaşta başarılı olunca başkente Yaldızlıkapı’dan giriş yapmış ve Ayasofya’ya kadar bu yoldan ilerlemişti. Bizans tarih yazarı Niketas’ın kaydına göre imparatoru ve zafer alayını görmek için bu böl­geye gelen halka daha iyi izleyebilmeleri için yolun her iki tarafına iki ve üç katlı ahşap tribünler inşa edilmişti. İmparatorun önünde bembeyaz dört at tarafından çekilen bir araba yürümekte ve bu araba altın ve gü­müş yaldızlarla süslenmiş durumdaydı. Arabanın üzerinde “Tanrı’nın annesi” olarak isimlendirilen Hz. Meryem tasviri bulunmakta, arabanın ardından imparatorun akrabaları, senatodan yüksek devlet memurları ve imparatorun sevgisine mazhar olmuş yüksek unvan sahipleri ile di­ğerleri yer almaktaydı. İmparator Manuel ise bunların arkasından süslü imparator kıyafetleri içinde ve bir atın üzerinde ilerlemekteydi. Manuel doğruca Ayasofya’ya giderek Tanrı’ya şükür duasında bulunmuş ve bu­radan da sarayına geçmişti.[32]

II. Theodosios devrinin diğer bir olayı da İmparator Büyük Konstantinos zamanından beri var olan üniversitenin imparatorun 27 Mart 425’de yayımladığı ferman ile genişletilerek yeniden düzenlenmesi oldu. Üniversite muhtemelen Theodosios Forumu’na yakın bir yerde bulun­maktaydı. Dersler amfiteatr şeklindeki salonlarda yapılıyordu. Bu yük­sek okulda otuz bir profesör ders vermekteydi. Yirmi yaşına kadar olan tahsil süresi sonunda okulu bitirenlere diploma verilirdi. Burada görev yapan profesörlerin özel ders vermeye hakları yoktu. Bunlar bütün ça­lışmalarını ve zamanlarını yüksek okuldaki dersleri için harcayacaklar­dı. Hocaların maaşları devlet tarafından ödenmekteydi. Bunların mal ve mülkleri vergiden muaftı. Ayrıca mahkeme huzuruna da çıkarılamazlar­dı. Yüksek okul kısa zamanda bütün imparatorluğun ilim merkezi ha­line geldi. Nika isyanı sırasında okulun binaları yandı fakat İmparator Iustinianos tekrar inşa ettirdi. 7. yüzyılın başında İmparator Phokas za­manında kapatılan üniversite İmparator Herakleios devrinde yeniden açıldı. Ancak bu defa okulun yönetimi kilisenin elinde olduğu için laik öğrenimden ziyade bir medrese görünümü aldı. 9. yüzyılda ise yüksek okul İmparator III. Mikhail (842-867) zamanında tamamen Grekçe öğrenim ile yeniden düzenlendi. Dönemin en önemli hocalarından biri olan Leon bu kurumun başkanlığını yapmakta ve aynı zamanda mate­matik ve felsefe dersleri vermekteydi. İstanbul Patriği Photios’un da bu­rada ders verdiği bilinmektedir.[33]

II. Theodosios zamanında şehir en geniş haline gelmiş hatta planı dahi belirlenmişti. II. Theodosios’un 450 yılında ölümünden sonra im­paratorlukta iç ve dış sorunlar devam etti ve nitekim İmparator Zenon zamanında (474-491) imparatorluğun Batı kısmı 476 yılında Germen kavimlerinin saldırısı sonucu yıkıldı. Doğu tarafı ise bu tehlikeden kur­tulmayı başararak Doğu Roma İmparatorluğu veya bilinen adıyla Bizans İmparatorluğu şeklinde 1453 yılına kadar devam etti. II. Theodosios’dan sonra gelen imparatorlar başkent şehircilik ve gelişim açısından önemli bir yere geldiği için sadece anıtsal eserler ve savunma amaçlı çalışmalar yapmakla yetindiler. Meselâ Markianos zamanında (450-457) dikilen ve bugün Kıztaşı adıyla anılan Markianos Sütunu praefectus Tatianus tarafından imparatora ithafen dikilmiştir ve günümüzde Fatih’te Malta semtinde bulunmaktadır. Mermer bir kaidenin üzerinde yer alan sütu­nun üzerinde muhtemelen imparatorun heykeli yer almaktaydı.[34] İm­parator Anastasios zamanında ise (491-518) Silivri’den Karadeniz’e ka­dar uzanan ve “uzun sur” veya “Anastasios Suru” olarak adlandırılan sur inşa edilmişti. Rivayete göre İmparator Anastasios özellikle Bulgar teh­likesini bertaraf edebilmek için uzun surun yapılmasını emretmişti.[35]

527 yılında Bizans’ın başına geçen Iustinianos imparatorluğun en ilgi çekici siması oldu. İmparatorun devleti eski görkemli günlerine döndürme isteği ve bu gaye için yaptığı çalışmalar dikkat çekti. Kay­bedilen devlet topraklarını geri almak için seferlere girişen impara­tor Kuzey Afrika’da Vandallar’a, İtalya’da Ostrogotlar’a ve İspanya’da Vizigotlar’a karşı başarılar kazandı. Dönemin en önemli ve aynı zaman­da hem başkent hem de imparatorluk açısından en tehlikeli olayı, 532 yılında İstanbul’da görülen Nika isyanı oldu. Başkent 532 yılının Ocak ayında büyük bir isyanla sarsıldı. Âsilerin parolası “NİKA” yani zafer idi. Ayaklanma bütün şehre yayıldı. Her taraftan ateşe verilen şehir­de büyük yangınlar meydana geldi. Büyük Konstantinos’tan bu tarafa her gelen imparatorun katkısı ile gelişip büyümekte olan İstanbul bu isyanla âdeta yok oldu. En güzel binalar, en âbidevî sanat eserleri çı­kan yangınlarla ortadan kayboldu. İmparator Iustinianos Hipodrom’da halka hitap ederek onları yatıştırmaya ve isyanı durmaya çalıştı, ancak sonuç vermedi. İmparator çaresiz bir şekilde ne yapacağını bilemezken ve kaçmayı planlarken onu bu düşünceden eşi Theodora vazgeçirdi. Iustinianos eşinden aldığı cesaretle önemli kumandanlarından Belisarius ve Narses’i isyanı bastırmak için görevlendirdi. Bu iki kumandan ke­sin, kararlı ve kurnaz bir siyaset ile ayaklanmayı bastırmaya çalıştılar. 30.000-40.000 arasındaki isyancı Hipodrom’da vahşice öldürüldü. Altı gün süren, imparatorluk başkentini alt üst eden ve binlerce kişinin ölü­mü ile neticelenen isyan güçlükle de olsa bastırıldı.[36]

İmparator Iustinianos’un kendisine olan güvenin gelmesinde, yapa­cağı işler ve uygulayacağı politikalarla yeni bir dönemin başlamasında Nika isyanının çok büyük rolü oldu. Zira imparator bundan sonra sü­ratle toparlanarak iç ve dış politikalarını belirledi. İlk yaptığı iş başken­tin yeniden inşası için çalışmaları başlatması oldu. Yangın esnasında tahrip olan her şeyin onarılmasını veya yeniden yapılmasını emretti.[37] İsyan sırasında şehirde çıkan yangında Ayasofya da yanmıştı. İmpara­tor çok geçmeden elinde bulunan bütün imkânları kullanarak ve hiç­bir masraftan çekinmeyerek binanın yapılması için emir verdi. Bunun için dönemin meşhur iki mimarı Trallesli Anthemios ve Miletli Isidoros görevlendirildi. Bu iki mimar beş yıllık bir çalışma sonunda (532-537) Ayasofya’yı inşa etti ve bu eser günümüze kadar geldi.[38]

İstanbul, tarih boyunca görülen en tehlikeli veba salgınlarından bi­risini İmparator Iustinianos zamanında 542 yılında yaşadı. Üstelik bu salgın sadece İstanbul ve civarına değil neredeyse bütün dünyaya ya­yılmış ve sonraki 200 yıl boyunca da aralıklarla kendini göstermişti. Bu sebeple Pandemi yani kıtalar arası bir salgın olarak kabul gördü. Ve­banın yıkıcı etkisi başkentte özellikle ilk üç ayda kendini göstermiş, ilk başlarda ölenlerin sayısı günde 5.000 iken sonraları 10.000 rakamının üzerine çıktığı görülmüştü. Hatta salgın esnasında imparatorun kendisi de bu hastalığa yakalandığı için çoğu yazar 542 yılındaki vebadan Iusti­nianos vebası olarak bahsetmektedirler.[39]

Iustinianos’un ölümünden sonra halefleri onun kadar iddialı olama­dılar. Özellikle İmparator Tiberios (578-582) ve Mavrikios zamanında (582-602) Balkanlar’da Avarlar imparatorluğu zor durumda bıraktılar. Hatta hanları bayan idaresinde harekete geçerek en önemli şehirlerden biri olan Sirmium’u ele geçirdiler. Onların bu imparatorluğa yönelik hasmane tavırları bundan sonraki süreçte de devam etti ve özellikle İmparator Herakleios zamanında Avarlar’ın Sâsânîler’le iş birliği içinde başkenti kuşattıkları görüldü. 626 yılı Haziran ayında Sâsânîler bütün Anadolu’yu geçerek İstanbul önlerine kadar geldiler ve Kadıköy ile Üs­küdar arasında karargâh kurdular. Bundan bir ay kadar sonra da Tem­muz 626’da Avarlar İstanbul’u kuşattılar. Ağustos ayının ortalarına ka­dar süren ve Bizans’a korku dolu anlar yaşatan Avar kuşatması ne yazık ki başarısız oldu. Sonuçta Avarlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Onla­rın bu çekilmesinden sonra müttefikleri Sâsânîler de ümitsiz bir şekilde karargâhlarını boşaltıp geri dönmeye başladılar. Böylece büyük umutla­rın bağlandığı kuşatma bir şey elde edilemeden sona ermiş oldu.[40]

VII. yüzyılda başlayan İslâm fetihleri gerek İmparator Herakleios’u (610-641) gerekse haleflerini zor durumda bıraktı. Bu ilerleyişten başkent İstanbul da payını aldı. Emevîler döneminde müslüman Araplar’ın 668-­669, 674-678 ve 717-718 yıllarında üç İstanbul kuşatması vuku buldu. İlk kuşatma yiyeceklerin bitmesi ve çekilen açlık yüzünden başarılı olamadı ama bu kuşatmadan en çok akılda kalan Hz. Muhammed’i Medine’ye hicretinden sonra evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin has­talanarak vefat etmesi ve surların dışında bir yere gömülmesi oldu.[41] 674-678 kuşatması da başarısızlıkla sonuçlandı ve müslümanlar Bizans imparatoru ile otuz yıllık bir anlaşma yapmak durumunda kaldılar.[42] 717-718 kuşatması da müslüman gemilerinin Bizans askerleri tarafın­dan Grek ateşi ile yakılması, kış mevsiminin çok sert geçmesi ve güçlü surların da etkisiyle başarılı olamadı.

726-843 yılları imparatorlukta tasvir kırıcılık veya ikonoklazma (ikonoların kırılması) hareketinin görüldüğü yıllardı ve bu hare­ket her alanda kendini hissettirmişti. Dinî resimlerin kutsallığına ve bunların önünde ibadete karşı çıkan tasvir kırıcılık hareketi 726 yılında III. Leon’un (717-741) yayınladığı bir fermanla başladı ve bu hareketin ilk devresi VI. Konstantinos adına ülkeyi idare etmekte olan İmparatoriçe Irene’nin 787 yılında tasvirlere ibadeti yeniden canlandırmak için konsil toplaması ile sona erdi. Ancak 813 yılında tahta çıkan V. Leon’un tekrar tasvirlere düşman olmasıyla başlayan ikinci dönemi 843 yılında II. Mikhail adına devleti yöneten Theodora zamanında tasvirlere iba­detin yeniden başlaması ile son buldu. Bu hareket nedeniyle imparator­luk özellikle de başkent çok sıkıntı yaşadı. Tasvir kırıcılık öncesi şehirde görülen tiyatro, toplantı mekânları gibi yerler bu hareket yüzünden za­rar görmüş, Hipodrom bile bu durumdan etkilenerek eski parlak gün­lerinden çok şey kaybetmişti. Şehrin kendine özgü duruşunu değiştiren bu hareket sonrası başkent kendini toparlamaya çalıştı.[43]

Bu toparlanma aslında tasvir kırıcı hareketin ikinci döneminden iti­baren yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. İmparator Theophi­los (829-842) çoktandır ara verilen eser yapımı ve onarımını yeniden ele aldı. Meselâ Küçükyalı civarında Bryas Sarayı’nın yapımına izin verdi. Kaynakların bildirdiğine göre imparator Araplar ile mücadelesi esnasında Bağdat’a Abbâsî sarayına elçi olarak hocası Synkellos Ioannes Grammatikos’u göndermiş ve hocasının Bağdat sarayı anlatımların­dan çok etkilenen imparator Abbâsî sarayının bir benzerinin bu mev­kide yapılmasını emretmişti.[44] Theophilos’un ölümünden sonra yerine geçen oğlu III. Mikhail dönemindeki en önemli olay Ruslar’ın ilk defa İstanbul önlerine kadar gelerek şehri kuşatmaları oldu. İmparatorluk, haklarında hiçbir bilginin olmadığı bu kavimden zorlukla da olsa kurtulabildi. Fakat bu kesin bir kurtuluş olmadı; zira Ruslar bu tarihten son­ra sıklıkla İstanbul önlerine kadar gelerek imparatorluğu güç durumda bıraktılar.[45]

I. Basileios ile (867-886) başlayan Makedonya hânedanlığı zamanın­da ise başkentte manastırların yapımı hız kazandı ve 907 yılında Kons­tantinos Lips Manastırı (Fenârî Îsâ Camii) inşa edildi. Ayrıca şehrin su yollarının yenilenmesi de bu hânedan döneminde gerçekleştirildi.[46] Başkentin nüfusunda da yavaş yavaş artış görüldü. Bu yapılanma ve ye­nilenme döneminde İstanbul yine depremlerle sarsılmaya devam etti. 9 Ocak 869 tarihinde görülen büyük deprem başta Ayasofya olmak üzere pek çok binanın yıkılmasına sebep oldu.[47]

İmparator I. Basileios’tan sonra tahta çıkan oğlu VI. Leon (886-912) iyi eğitim almış, yazar ve hatip olarak isim yapmış çok yönlü bir impa­ratordu. Belki bu hali dolayısıyla kendisine “ hakîm” veya “bilge” de­nilmekteydi. Onun zamanında imparatorluk ilmi, kültürel ve ekonomik hayatta ilerlemeler kaydetmeye devam etti. İstanbul’daki esnaf ve mes­lek sahiplerinin loncaları hakkında bilgi vermek için yazılan Eparkhos Kitabı (valinin kitabı) bu dönemin ürünüydü. Bu kitaba göre X. yüzyıl­da başkentte noterler, kuyumcular, bankacılar, parfüm satıcıları, mum­cular, sabuncular, dericiler, kasaplar, balıkçılar, fırıncılar vb. adı al­tında yirmi iki adet lonca bulunmaktaydı. Loncaların satış yaptıkları dükkânları genelde Konstantinos Forumu ile Lausus Sarayı arasında uzanmaktaydı. Meselâ bakırcıların (chalcopratai) dükkânları Ayasofya Kilisesi’nin batı kapısı tarafında; ekmek fırınları (artopoioi) Kons­tantinos Forumu ile Theodosios Forumu arasında Mese üzerinde yer almaktaydı. Büyük Saray ile Konstantinos Forumu arasında kuyumcu dükkânları bulunmaktaydı. Bakkallar (saldamarioi) dükkânlarını hal­kın ihtiyaçları söz konusu olduğundan şehirde istedikleri yerde açabilir­lerdi. Başkent İstanbul’un ekonomisi daha önce belirtildiği gibi şehrin valisi “eparkhos” tarafından denetlenmekte, ticaret ve sanatla uğraşan­lar da loncalar halinde teşkilâtlanmaktaydı.[48]

Bizans’ta işlenecek olan mallar kontrol altında tutulur, özellikle başkente dokuma işlerinde kullanılmak için gelen pamuk ve kenevir; Suriye’den gelen ipekli kumaş ile Ruslar’ın Karadeniz kıyılarına kadar getirdiği altın, gümüş, bal, bal mumu ve kürklerin satışı sıkı bir şekilde düzenlenirdi.[49]

Bizans’ın en önemli ekonomik gücü ipekti. İpek Bizans için çok de­ğerli olup ihracatı bile yasaklanmıştı. İlk başlarda ipek Çin’den gelmek­teydi. Ancak İmparator Iustinianos zamanında keşiş kılığındaki casus­lar sayesinde ipek böceği İstanbul’a getirildi ve burada ipek endüstrisi kuruldu. Hatta başkentte İpek örücüleri, ham ipek satıcıları gibi sade­ce ipekle uğraşan beş lonca bulunmaktaydı.[50] İpek imparatorlukta çok önemli sayıldığından hediyelik olarak bile ülke dışına çıkmasına izin verilmezdi. İpek dışında keten ve yünlü kumaş dokumacığı da ileri saf­hada idi.[51] Ayrıca gümüş işleme de önemli olup, imparator için gümüş eşyalar imparatorluk atölyelerinde yapılmaktaydı.[52]

VI. Leon’un oğlu VII. Kontantinos (913-959) tarafından Bizans’ın her anlamda gelişmiş durumu daha da ileriye götürüldü. Siyaset ve devlet işlerinden ziyade ilimle uğraşmayı tercih eden VII. Konstantinos diplo­masi, siyaset ve askerlik alanlarında kıymetli eserler kaleme aldı. İmpa­ratorun De Ceremoniis ve De Administrando Imperio adlı eserleri Bizans saray hayatı ve yönetimi ile ilgili çok değerli bilgiler içermektedir.

VII. Konstantinos’un vefatından sonra yerine geçen oğlu II. Romanos’un (959-963) erken denebilecek bir yaşta hayatını kaybetmesi ile taht oğulları Basileios ve Konstantinos’a kaldı. Bunlardan Basileios, İmparator II. Nikephoras Phokas ve Ioannes Çimiskes’ten sonra tahta çıkabildi ve dedesi ile babasına lâyık bir evlât olduğunu kanıtladı. İm­paratorluğu hem içte hem de dışta iyi bir duruma getirerek sınırları Adriyatik’ten Kafkaslar’a kadar genişletmeyi başarabildi. Bundan baş­kent İstanbul fazlasıyla payını almış ticarî, ekonomik ve kültür alanın­daki ününü daha da ileri götürmüştü. Dönemin en önemli dâhilî olayı Bardas Phokas’ın isyanıydı ve âsinin hedefinde başkent İstanbul’u ele geçirmek vardı. İmparator II. Basileios’un, Ruslar’dan aldığı yardımla Bardas Phokas tehlikesi bertaraf edilebildi ve İstanbul bu sayede büyük bir tehlikeden kurtuldu.[53] II. Basileios’un bu başarısı ne yazık ki halef­leri tarafından devam ettirilemedi. İlerleyen yıllarda doğuda Selçuklu Türkleri, batıda Normanlar, kuzeyde Peçenek, Uz ve Kumanlar impara­torluğun en önemli dış tehdit unsurları olmaya başlamışlardı. Bu sorun­lara 1032, 1033, 1036, 1038 ve 1041 yıllarında yaşanan şiddetli deprem­ler ile 1040 yılının Ağustos ayında görülen yangın eklendi ve başkent ciddi yıkımlarla karşılaştı.[54] Ayrıca İstanbul kilisesi ile Roma kilisesi ilk defa 1054 yılında birbirinden ayrıldı ve hiçbir zaman da birleşemedi.

X. Konstantinos Dukas (1059-1067) zamanında Selçuklular’ın do­ğudan ilerlemesi devam ederken Bizans, Türkler’den en büyük darbe­yi İmparator Romanos Diogenes zamanında (1068-1071) 26 Ağustos 1071’de meydana gelen Malazgirt Savaşı ile aldı ve bu savaş ile Türkler’e Anadolu kapıları ardına kadar açıldı. Bu tarihten sonra Türkler’in Ege ve Marmara kıyılarına, hatta Kadıköy ve Üsküdar’a kadar uzayan akınları başlamış oldu. Bizans’ı içine düştüğü bu durumdan Komnenoslar hânedanının ilk temsilcisi Aleksios kurtardı. 1081-1118 yılları arasında hüküm süren Aleksios Bizans’ın en önemli imparatorlarından birisi ola­rak tarihe geçti. Aleksios bir yandan Selçuklular, bir yandan Tuna’nın güneyine kadar toprakları ele geçirmiş bulunan Peçenekler, diğer yan­dan da İtalya bölgesinde Normanlar’la uğraştı. Ayrıca imparatorluğu döneminde I. Haçlı Seferi ve 1101 Haçlı Seferi ordularını ağırlamak zo­runda kaldı. Birbiri ardından İstanbul’a ulaşan I. Haçlı Seferi orduları gerek imparatorluğu gerekse halkı çok tedirgin etti. Bu tedirginliğin ne kadar haklı olduğu kısa sürede anlaşıldı. Zira I. Haçlı Seferi reislerinden Aşağı Lorraine dükü Godefroi de Bouillon Bizans’a öfkesini askerleriy­le başkente saldırmakla gösterdi. Godefroi 2 Nisan 1097’de Blakharnae Sarayı yakınındaki sur kapısını ateşe verdi. Ancak bu teşebbüsü impa­rator tarafından engellendi.[55] İmparator Aleksios’un oğlu II. Ioannes ve torunu Manuel dönemlerinde imparatorluğun sorunları hiç bitmedi. Manuel döneminde yine Haçlılar imparatorluk için sorun teşkil etme­ye devam etti. İmparator, Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan ile dostane ilişkiler kurdu ve bu ilişkilerin sonucu olarak sultan 1162’de İstanbul’a geldi. Bizans tarih yazarı Kinnamos’un kaydına göre inci, sa­fir ve çok kıymetli taşlarla süslenmiş olan altın tahtında mor kıyafeti ile oturmakta olan imparator Sultan Kılıçarslan’ı saygıyla karşılamış ve kendisiyle bir anlaşma imzalamıştı.[56]

1180 yılında ölen Manuel‘in halefleri onun gibi başarılı olamadılar ve Komnenoslar hânedanı 1185 yılında sona erdi. Bu hânedan zamanında imparatorluğun Marmara kıyılarındaki Büyük Saray’dan uzaklaşarak Haliç kıyılarına geldiği ve burada inşa ettirilen Blakhernai Sarayı’nda yaşamayı tercih ettikleri görüldü. Bu durum diğer sivil ve dinî binaların da genelde söz konusu bölgede yoğunlaşmasıyla sonuçlandı. l087 yılın­da İmparator Aleksios’un annesi Anna Dalassena tarafından inşa ettiri­len Pantepoptes Kilisesi ile (Eski İmaret Camii) Zeyrek’te bulunan Pan­tokrator Kilisesi (Zeyrek Camii) döneme ait dikkat çeken eserlerdendi.[57] Pantokrator Kilisesi’ni İmparator Ioannes Komnenos’un eşi Eirene baş­latmış ancak vefatı üzerine imparator tarafından tamamlatılmıştır. Bi­zans tarih yazarı Kinnamos bütün hayatını kendisinden bir şeyler iste­yen insanlara yardım için harcadığını belirttiği Eirene’nin, Pantokrator (Yüce Îsâ) adında bir manastır kurduğunu ifade etmektedir.[58] Pantok­rator Kilisesi’nin elli yataklı bir hastanesi ile cüzzamlıların tedavi gördü­ğü bir yeri bulunmaktaydı. Diğer bir Bizans tarihçisi Niketas Khoniates, İmparator Manuel Komnenos’un Alman asıllı eşi Eirene’nin ölümüyle ilgili bilgi verirken, İmparator Manuel’in muhteşem bir törenle eşini, babasının yaptırdığı bu kiliseye defnettiğini kaydeder.[59] Yine Niketas, İmparator Manuel’in de öldükten sonra bu manastıra gömüldüğünü bildirir.[60]

II. Isaakios Angelos ile birlikte (ll85-ll95) imparatorlukta Ange­los hânedanı başladı. Bu döneme damgasını vuran en önemli olay hiç şüphesiz İstanbul’un Haçlı istilâsına uğramasıydı. 23 Haziran 1203’te İstanbul’a gelen Haçlılar İstanbul’un güzelliği karşısında âdeta büyülen­diler. Başkente yönelik l7 Temmuz l203’te hem karadan hem de de­nizden olmak üzere iki taraflı bir saldırıya geçtiler. Ancak Bizanslılar’ın çabası onları kısmen durdurunca bu sefer de Blakhernai’dan (Ayvansaray) Evergetes Manastırı’na (Balat) kadar olan alandaki her şeyi ateşe verdiler.[61] Bunu onların çıkardığı l9 Ağustos’taki ikinci yangın takip etti ve bu yangından aralarında Ayasofya Kilisesi’nin de olduğu pek çok bina zarar gördü. Bundan sonra Haçlılar 6 Nisan ve l3 Nisan l204’de şehre saldırıda bulundular ve l3 Nisan’daki saldırı ile şehre girmeyi başardılar. Niketas’ın “…değerlilerin en değerlisi olan yüce şehir” diye taltif ettiği İstanbul, aynı gün yani l3 Nisan l204’de Haçlılar’ın eline geçti.[62] Haç­lılar genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden binlerce kişiyi öldürürken, kadın ve kızlara da insanlık dışı muamelelerde bulundular. Bizans’ın olası bir saldırısından korktukları için üçüncü defa İstanbul’u ateşe veren Haç­lılar üç gün boyunca şehrin yağmalanmasına da izin verdiler. Bununla ilgili olarak Niketas, “ … Kana susamış, kibirli, doymak bilmez, kalbi kin dolu insanlardı. Hiç insanlık göstermeden herkesten para, mal ve eşya aldılar ve Romalılar’a kullanacak hiçbir şey bırakmadılar” demekte; Haçlılar’ın yaptığı zulmü Kudüs’ün fethi sırasında müslümanların asla yapmadıklarını, Latinler’e karşı merhametli bir şekilde davrandıklarını ifade etmektedir.[63]

Haçlılar, evlerden başka kiliseleri, sarayları, kütüphaneleri de yağma­ladılar ve en nâdide, en değerli eserlerin kimini parçalayıp attılar kimini ise ülkelerine giderken beraberlerinde götürdüler. Meselâ Ayasofya’daki çok değerli halı ve ikonaları çalmışlar, Ayasofya’nın kapılarını söküp parçalara bölerek yanlarına almışlar ayrıca gümüşten yapılmış sunağın incisini de gasbetmişlerdi. Şehirdeki bronz heykeller eritilirken, kilise ve saraylardaki mozaikler sökülüp alınmıştı. Böylesine büyük ve zen­gin bir şehir karşısında kendilerinden geçen Haçlılar taşıyabildikleri her şeyi yanlarına almışlardı. İstanbul’dan kaçırılan en değerli parça meş­hur dört at heykeli oldu.[64]

Üç gün süren yağma sonucunda toplanan ganimeti Haçlılar, arala­rında bölüştüler. Bundan sonra bir imparator seçmeleri gerekmekteydi ve bunu da en kısa süre içerisinde gerçekleştirdiler. Venedik Doge’u En­rico Dandolo’nun desteği ile Flandre Kontu Baudouin imparator seçil­di. Ardından aralarında Bizans topraklarını paylaşmaya başladılar. Bu hazin durum elli yedi yıl sürdü ve nihayet VIII. Mikhail Palailogos’un, 1261 yılının Temmuz ayında İstanbul’a girerek şehri ele geçirmesi ile sona erdi. Bu tarihten sonra Bizans’ta yeni bir dönem ve aynı zaman­da yeni bir hânedanlık, Palaiologoslar hânedanlığı başladı. Bu dönem­de şehrin gelişimi sürdü ama hiçbir zaman eskisi gibi olamadı. Palaiologos hânedanı da Komnenoslar’ın yaşadıkları bölgelerde yerleşmeyi uygun buldu. Buralarda bir taraftan dinî ve kamu binaları yapılırken, diğer taraftan da eski yapıların onarımı sürdü. Bu döneme ait en önemli dinî yapılar arasında Edirnekapı’daki Khora Manastırı Kilisesi ile (Ka­riye Camii) Çarşamba’daki Pammakaristos Manastırı (Fethiye Camii) söylenebilir.[65]

Bizans İmparatorluğu bu süreçte içte ve dışta pek çok sorun ile mücadele etmek zorunda kaldı. İmparatorluğu en çok uğraştıran yine Türkler’di. Osman Gazi’nin (1302-1324) liderliğinde kurulan Osman­lı Beyliği Bizans’a karşı ilk büyük başarısını 1302 yılında göstermiş ve Bapheus (Koyunhisar) savaşında Bizans’ı yenilgiye uğratarak zamanla Güney Marmara’da pek çok kaleyi ele geçirmişti. Bu ilerleyiş Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi (1324-1362) ve halefleri zamanında da devam etti. İlk defa 1359 yılında İstanbul surları önünde görünen Osmanlılar bu tarihten itibaren Bizans’a yönelik baskıları daha da artırdılar. En bü­yük gayeleri İstanbul’u ele geçirmekti ve bu da Fâtih Sultan Mehmed ile (1451-1481) gerçekleşecekti. Sultan var gücüyle İstanbul’u almak için çalışmalara hız verdi. Önce Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi; ardından da süratle kuşatma hazırlıklarına girişti. Bizans’ın son imparatoru XI. Konstantinos Dragazes de Doğu ve Batı kiliselerini birleştireceği sözü ile yardım alabilmek için Batı’ya başvurdu. Bir taraftan surları tamir ettirirken bir taraftan da erzak stoku yapılmasını emretti. Kuşatma ha­zırlıklarını bitirerek İstanbul’u hem karadan hem de denizden abluka altına alan II. Mehmed imparatora barış teklifinde bulunmayı da ihmal etmedi. Ancak imparator bu teklifi reddetti ve bundan sonra Bizans baş­kentinde korkulu bir bekleyiş başladı. Yüzyıllardır söylenen kehanetler akıllara gelmekte ve morallerin daha da bozulmasına sebep olmaktaydı. Anlatılanlara göre imparatorluk Byzantion’u başkent yapan Konstantinos ve annesi Helena örneğinde olduğu gibi yine annesi Helena olan Konstantinos isminde bir imparator zamanında yok olacaktı. Şimdiki imparator aynen bu tarife uymaktaydı. Bundan başka şehirde acayip olaylar cereyan etmekte bu da hayra yorulmamaktaydı. Meselâ tam do­lunay esnasında ay tutulmuş ve şehir üç saate yakın bir süre karanlıkta kalmıştı. Sonrasında başlayan yağış ve fırtına ise başkenti perişan etmiş ve bunu yoğun bir sis tabakası izlemişti. Bu esnada devam eden Türk taarruzu ise şiddetini artırmaktaydı. Surlar sultanın döktürdüğü bü­yük toplar sayesinde öylesine şiddetle dövüldü ki Topkapı bölgesindeki kısımda gedikler açıldı. 29 Mayıs’ta gerçekleşen genel taarruz sonucu Türkler şehre hücum etti ve şehir, aynı gün Türkler’in eline geçti. Böylece Bizans İmparatorluğu Konstantinos Dragezes ile sona ermiş oldu.[66] Yüzyıllardır pek çok milletin ele geçirmek için uğraştığı “şehirler kraliçe­si” İstanbul, bundan sonra Türk hâkimiyetinde başkent olmayı sürdüre­cek ve Osmanlı Devleti ile devam edecekti.

Doç.Dr. Birsel KÜÇÜKSİPAHİOĞLU

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı.


Dipnotlar

[1] Petrus Gyllius, İstanbul’un Tarihi Eserleri, trc. Erendiz Özbayoğlu, İstanbul 1997, s. 29; Steven Runciman, Byzantine Civilization, New York 1956, s. 9-10; Oğuz Tekin, “Eskiçağda İstanbul: Byzantion”, Dünya Kenti İstanbul. İstanbul-World City, İstanbul ts, s. 102, 104; A. Decei., “İstanbul”, İA., V/II, 1145; Işın Demirkent, “İstanbul”, DİA, XXIII, 205.
[2] Gyllius, İstanbul’un Tarihi…, aynı yer; Runciman, Byzantine Civilization, aynı yer; Semavi Eyice, “Tarih İçinde İstanbul ve Şehrin Gelişmesi”, Atatürk Kon­feransları, VII, 1975, Ankara 1980, s. 90; aynı yazar, Tarih Boyunca İstanbul, İstanbul 2006, s. 21.
[3] Feridun Dirimtekin, Fetihten Önce Haliç Surları, İstanbul 1956, s. 1-2; Eyice, “Tarih İçinde…”, s. 91; aynı yazar, Tarih Boyunca., s. 22; A. Decei., “İstanbul”, aynı yer; Yıldız A. Meriçboyu, “Tarih Öncesi Çağlardan Osmanlı Devrine Kadar İstanbul’un Tarihsel Gelişimi ve Bizans’ın Temel Yapıları”, İstanbul İçin Şehr-Engiz, İstanbul 1991, s. 16.
[4] Afif Erzen, “Eskiçağ Tarihinde Marmara Denizi ve Boğazlar”, Güneydoğu Avru­pa Araştırmaları Dergisi, 1972, s. 60-61; Tekin, a.g.m., s. 106-107; Demirkent, aynı yer; Meriçboyu, a.g.m., s. 12.
[5] Gyllius, İstanbul’un Tarihi, s. 29, 31; Runciman, Byzantine Civilization, s. 10-11; Dirimtekin, Haliç Surları, s. 2; Eyice, “Tarih İçinde… s. 92-93; aynı yazar, Tarih Boyunca …s. 25; Tekin, a.g.m., s. 107; Meriçboyu, a.g.m., s. 13-18; A. Decei., “İs­tanbul”, s. 1145; Demirkent, “İstanbul”, 205; Asnu Bilban Yalçın, “Byzantion’un Tarihsel Topografyası”, 60. Yaşında Sinan Genim’e Armağan Makaleler, İstan­bul 2005, s. 673.
[6] Gyllius, İstanbul’un Tarihi., s. 31;Cyril Mango, Bizans Mimarisi, trc. Mine Kadiroğlu, İstanbul 2006, s. 40; Eyice, Tarih Boyunca., s.25-26; aynı yazar, “Ta­rih İçinde.”, s. 93; Meriçboyu, a.g.m., s. 18; A. Decei., “İstanbul”, s. 1145; Yalçın, a.g.m., s. 673-674.
[7] Sozomenos, The Ecclesiastical History. History of the Church, II, 3, s. 259-260; Zosimus, New History, trc. Ronald T. Ridley, Canberra 1982, II, 30, s. 37; Pet­rus Gyllius, İstanbul Boğazı, trc. Erendiz Özbayoğlu, İstanbul 2000, s. 18; aynı yazar, İstanbul’un Tarihi., s. 32 vd.; ayrıca bk. A.A. Vasiliev, Bizans İmpara­torluğu Tarihi, Türkçe trc. A. Müfit Mansel, Ankara 1943, I, 71; G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Ankara 1991, s. 41; Auguste Bailly, Bizans İmparatorluğu Tarihi, trc. Haluk Şaman, İstanbul 2006, s. 11; Charles Diehl, Bizans İmpara­torluğunun Tarihi, İstanbul 2006, s. 19-20; Runciman, Byzantine Civilization, s.11; Demirkent, “Bizans”, DİA., VI, 230.
[8] Vasiliev, a.g..e., I, s. 71;Bailly, a.g.e., s. 12.
[9] Sozomenos,, a.g.e., s. 260;Zosimus, a.g.e., s. 37; Gyllius, İstanbul’un Tarihi., s. 33; Vasiliev, a.g.e., I, s. 71-72;Bailly, a.g.e, s. 11-12; Eyice, Tarih Boyunca., s. 28; A. Decei., “İstanbul”, s. 1146; Meriçboyu, a.g.m., s.24-25;Demirkent, “İstan­bul”, s. 206; aynı yazar, “Bizans”, aynı yer.
[10] Meriçboyu, a.g.m. s. 24; Demirkent, “İstanbul”, s. 206.
[11] Sozemenos, a.g.e., II, 3, s. 260.
[12] Ostrogorsky, a.g.e., s. 33; Tamara Talbot Rice, Bizans’ta Günlük Yaşam, trc. Bil­gi Altınok, ty, s. 92-93.
[13] Chronicon Paschale, 284-628, trc. Michael Whitby-Mary Whitby, Liverpool 1989, s. 16; Ioannes Malalas, The Chronicle of John Malalas, İng. trc. E. Jeffreys, M. Jeffreys, R. Scott, Melbourne 1986, s. 173-174. Ayrıca bkz. J.B.Bury, History of the Later Roman Empire, London 1970, I, 78 vd; R. Janin, Constantinople Byzantine, Developpement urbain et repertoire topographique, Paris 1950, s. 106 vd;Eyice, “Tarih İçinde.,” s. 102-103; Eyice, “İstanbul’da Bizans İmpara­torlarının Sarayı:Büyük Saray”, Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi, 3(1986), s. 4; A. Decei., “İstanbul”, s. 1155; Meriçboyu, a.g.m., s. 32-33; A. Bilban Yalçın, Bizans Büyük Saray Yapıları ve Kurumları (doktora tezi), İstanbul 2000, s. 22, 152; aynı yazar, a.g.m., s. 676.
[14] Yabancı elçilerin kabulü için bk. Birsel Küçüksipahioğlu, “Bizans Sarayı’nda Ya­bancı Elçilerin Kabulü”, Tarih Boyunca Saray, Hayatı ve Teşkilatı Semineri (23 Mayıs 2005), Bildiriler, İstanbul 2006, s. 97-104.
[15] Eyice, “Büyüksaray.”, s. 4.
[16] Chronicon Paschale, s. 16; Malalas, a.g.e., s. 173; ayrıca bk. Bury, a.g.e., s. 81 vd.; Janin, a.g.e., s. 177 vd; Rice, a.g.e., s. 96 vd, 143 vd.; Meriçboyu, a.g.m., s. 34; Demirkent, “İstanbul”, s. 206.
[17] Chronicon Paschale, s. 99 vd; Malalas, a.g.e., s. 221 vd.; krş. A.M. Schneider, “Brände İn Konstantinopel”, BZ, 41 (1941), s. 384; B. Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da Doğal Afetler”, Afetlerin Gölgesinde İstanbul. Tarih Bo­yunca İstanbul ve Çevresini Etkileyen Afetler, İstanbul 2009, s. 34.
[18] Janin, a.g.e., s. 67 vd; Mango, 5; Eyice, “Tarih İçinde…,” s. 94; Eyice, Tarih Bo­yunca., s. 29; A. Decei., “İstanbul”, s. 1151; Ödekan, a.g.m., s.112-113; Meriçbo­yu, a.g.m., s. 40; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı.., s. 24-25; aynı yazar, a.g.m., s. 678-679.
[19] Chronicon Paschale, s. 16; ayrıca bk. Bury, a.g.e., I, s. 75; Janin, a.g.e., s. 65 vd.
[20] Prokopios, İstanbul’da Iustinianus Döneminde Yapılar, trc. E. Özbayoğlu, İs­tanbul 1994, Birinci Kitap, s. s. 24-25; Gyllius, İstanbul’un Tarihi., s. 73 vd.; T.E.,Gregory, Bizans Tarihi, trc. Esra Ermert, İstanbul 2008, s. 135; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı.. , s. 35.
[21] Chronicon Paschale, s. 16; Malalas, a.g.e., s. 174; Gyllius, İstanbul’un Tarihi., s. 70 vd.; ayrıca bk. Yalçın, Bizans Büyük Sarayı.., s. 22; aynı yazar, a.g.m., s. 676.
[22] Ostrogorsky, a.g.e., s. 28; aynı yazar, “Bizans İmparatoru ve Hiyerarşik Dünya Düzeni”, Bizans, Cogito 17(1999), s. 52.
[23] Zosimos, a.g.e., V, 24, s. 111; Sozomenos, a.g.e., VIII, 22, s. 413; Chronicon Paschale, s. 59; ayrıca bk. Mango, a.g.e., s. 40, 90 vd.; Semavi Eyice, “Ayasofya”, DİA, IV, 206 vd.; Meriçboyu, a.g.m., s. 31.
[24] Wolfang Müler-Wiener, Bizans’tan OsmanlIya İstanbul Limanı, trc. Erol Öz­bek, 2. bs., İstanbul 2003, s. 8; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı.., s. 27.
[25] Theophanes, The Chronicle of Theophanes Confessor A.D. 284-813, trc. Cyril Mango-Roger Scoth, New York 1997, s. 104 vd.; ayrıca bk. Vasiliev, a.g.e., I, 99 vd.; Janin, a.g.e., s. 69 vd.; Ostrogorsky, a.g.e., s. 49; Demirkent, “İstanbul”, s. 207; aynı yazar, “Bizans”, s. 231-232.
[26] Chronicon Paschale, s 55; ayrıca bk. Janin, a.g.e., s. 69 vd.; Jonathan Bardill, Brickstamps of Constantinople, Oxford 2004, s. 130; Eyice, Tarih Boyunca, s. 32-33; aynı yazar, “Tarih İçinde.,” s. 96-97; A. Decei., “İstanbul”, s. 1151; Me­riçboyu, a.g.m., s. 41; Ödekan, a.g.m., s. 115; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı.., s. 29-30; Yalçın, a.gm., s. 683-684.
[27] Yalçın, Bizans Büyük Sarayı.., s. 28; Yalçın, a.g.m., s. 682.
[28] Sozomenos, a.g.e., s. VIII, 4, s. 401 vd.; Zosimus, a.g.e., 5, 13-19, s. 105 vd.; Chronicon Paschale, s. 57-58; Theophanes, a.g.e., 5894, s. 116-117; ayrıca bk. Bury, a.g.e., I, s. 129 vd.; Vasiliev, a.g.e., I, s. 113 vd.; Diehl, a.g.e., s. 22-23; Ba- illy, a.g.e., s. 19; Ostrogorsky, a.g.e., s. 50; M.V. Levtchenko, Kuruluşundan Yı­kılışına Kadar Bizans Tarihi, trc. Maide Selen, İstanbul 1999, s. 32 vd.; Gregory, a.g.e., s. 104-105; Schneider, a.g.m., s. 382; Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıl­larda İstanbul’da., s. 31-32..
[29] Zosimus, a.g.e., V, 24, s. lll; Sozomenos, a.g.e.,. VIII, 20, 22, s. 4l2 vd.; Chro- nicon Paschale, s. 59. Theophanes, a.g.e., s. l20-l2l; ayrıca bk. Bury, a.g.e., I, s. l49 vd.; Robert Payne, The Holy Fire. The Story of the Early Centuries of the Christian Church in the Near East, New York l957, s. 224 vd.; W. Müller­Wiener, İstanbul’un Tarihsel Topografyası, trc. Ülker Sayın, İstanbul 200l, s. 52; Schneider, a.g.m., s. 383; Meriçboyu, a.g.m., s. 30; Küçüksipahioğlu, “IV- VII. Yüzyıllarda İstanbul’da., s. 32-33.
[30] Chronicon Paschale, trc. s. 76; ayrıca bk. Vasiliev, a.g.e., I, s. l28; Bury, a.g.e., I, s. 70 vd.; Eyice, Tarih Boyunca… s. 38; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı., s. 30 vd.; Meriçboyu, a.g.m., s.25 vd.; Işın Demirkent, “Bizans Kaynaklarına Göre IV-XI. Yüzyıllarda İstanbul ve Çevresinde Depremler”, Tarih Boyunca Anadolu’da Do­ğal Afetlere ve Deprem Semineri, (22-23 Mayıs 2000), İstanbul 200l, s. 55-56; Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da., s. 18.
[31] Gyllius, İstanbul’un Tarihi., s. 54 vd.; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı.., s. 31; Rice, a.g.e., s. 49.
[32] Niketas Khoniates, Historia, trc.. Fikret Işıltan, Niketas Khoniates. Historia. Joannes ve Manuel Komnenos Devirleri, Ankara l995,s. l09-ll0.; Ioannes Kin- namos, Historia. trc. Işın Demirkent, Joannes Kinnamos’un Historia’sı ııı8- U76), Ankara 200l, s. l79-180.
[33] Vasiliev, a.g.e., I, s. l24 vd.; Ostrogorsky, a.g.e., 5l, 209-2l0, not l; Runciman, Byzantine Civilization, s. l79-l80; Casim Avcı, İslam-Bizans İlişkileri, İstanbul 2003, s. l82; A. Adnan Adıvar, “Bizans’ta Yüksek Mektepler”, İstanbul Üniver­sitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 8 (l953), s. ll-l2; Meriçboyu, a.g.m., s. 35 vd.
[34] Eyice, Tarih Boyunca., s. 34; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı., s. 33.
[35] Bury, a.g.e., II, 447 vd.; Vasiliev, a.g.e., I, l37; L. Rásonyi, Tarihte Türklük, Ankara l97l, s. 90, İbrahim Kafesoğlu, “Türk-Bulgarların Tarih ve Kültürüne Kısa Bir Bakış”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, lo-ll G983), s. 95, not l9; Eyice, “Tarih İçinde.,” s. loo; Ödekan, a.g.m., s. ll5; Küçüksipahioğlu, “Ankhialos Savaşı’nın Sonuna Kadar Bizans-Bulgar İlişkileri”, Güneydoğu Avru­pa Araştırmaları Dergisi, l4 (2008), s. 2l2-2l3.
[36] Chronicon Paschale, s. ll4 vd.; Prokopios, Wars, I, 24; Malalas, a.g.e., s. 276 vd.; Theophanes, a.g.e., 6024, s. 276 vd.; krş. Schneider, a.g.m., s. 384-385; Rice, a.g.e., s. 98-99; Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da., s. 34­35; Demirkent, “Bizans”, s. 232.
[37] Müller-Wiener, İstanbul’un., s. 5l, 65, ll2, 230, 248; Ödekan, a.g.m., s. ll7; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı., s. 87.
[38] Prokopios, İstanbul’da Justinianus Döneminde Yapılar, trc. Erendiz Özbayoğlu, İstanbul l994, I. Kitap, s. l9 vd.; ayrıca bk. Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllar­da İstanbul’da., s. 35.
[39] Küçüksipahioğlu, “IV-VII. Yüzyıllarda İstanbul’da., s. 26 vd.
[40] Chronicon Paschale, s. l70-l7l; Theophanes, a.g.e., 6ll7, s. 446-447; ayrıca bk. Vasiliev, a.g.e., I, s. 25l; F. Barisic, “Le Siége de Constantinople par les Avares et les Slaves en 626”, Byzantion, XXIV (l954), s. 378-379; Demirkent, “Bizans”, s. 233.
[41] İbnü’l-Esîr, el-Kâmilfi’t-târîh, III, s. 459; ayrıca bk. C. Avcı, “Müslüman Arapla­rın İstanbul Seferleri”, 2005-2006 Fatih Sempozyumları I-II, Tebliğler, İstan­bul 2007, s. l09; Demirkent, “Bizans”, s. 233.
[42] Theophanes, a.g.e., s. 495-496; Nikephoros, Patriarch of Constantinople, Short History, trc. C. Mango, Washington D.C. l990, s. 87; ayrıca bk. Ostrogorsky, a.g.e., s. ll5-ll6; Avcı, a.g.m., s. l09 vd.
[43] Theophanes, a.g.e., s. 559 vd.; Nikephoros, a.g.e., s. l29-l3l; Ostrogorsky, a.g.e., s. l5l; Paul Lemerle, Bizans Tarihi, trc. Galip Üstün, İstanbul 2004, s. 85 vd.; Avcı, İslam Bizans İlişkileri, s. l5l vd.: Ödekan, a.g.m., s. ıl9 vd.
[44] Avcı, İslam Bizans İlişkileri, s. 97-9S; Eyice, “İstanbul’da Abbasi Saraylarının Benzeri Olarak Yapılan Bir Bizans Sarayı”, Belleten, 23 (l959), s. 79 vdd.
[45] Küçüksipahioğlu, “IX-X. Yüzyıllarda Bizans-Rus İlişkileri ve Kiev Prensesi Olga’nın Hristiyanlığı Kabulüne Dair Bazı Görüşler”, Kafkas Dosyası, İstanbul, 2006, s. 1-10.
[46] Mango, a.g.e., s. 165; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı., s. 36; aynı yazar, a.g.m., s. 690.
[47] Ebru Altan, VIII-XI. Yüzyıllarda İstanbul ve Çevresinde Doğal Afetler”,Afetlerin Gölgesinde İstanbul. Tarih Boyunca İstanbul ve Çevresini Etkileyen Afetler, İs­tanbul 2009, s. 46.
[48] Ostrogorsky, a.g.e., s. 235 vd.; Demirkent, “XII. Yüzyıla Kadar Bizans’da Lonca­lar”, Osmanlı Öncesi ile Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerinde Esnaf ve Eko­nomi Semineri (9-10 Mayıs 2002), Bildiriler, İstanbul 2003, I, 64, ayrıca not 17, 68 vd.; Esin Ozansoy, “Eparkhos’lar Kitabına Göre X. Yüzyılda İstanbul’da Esnaf ve Ekonomi”, Osmanlı Öncesi ile Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerinde Esnaf ve Ekonomi Semineri (9-10 Mayıs 2002), Bildiriler, İstanbul 2003, I, s. 55 vd.
[49] Demirkent, “XII Yüzyıla Kadar.”, s. 70.
[50] Demirkent, “XII. Yüzyıla Kadar.”, s. 67.
[51] Abdülhalik Bakır-Pınar Ülgen, “Geç Ortaçağlarda İstanbul’un Endüstriyel Kapa­sitesine dair Bir Değerlendirme”, İmparatorluk Başkentinden Kültür Başkenti­ne İstanbul, ed. Feridun M. Emecen, İstanbul 2010, s. 133 vd.
[52] Rice, a.g.e., s. 126.
[53] Mikhail Psellos, Khronographia, trc. I. Demirkent, Ankara 1992, s. 10 vd.; ayrı­ca bk. Ostrogorsky, a.g.e., s. 281-282.
[54] Demirkent, “Bizans Kaynaklarına Göre IV-XI. Yüzyıllarda İstanbul.. 64; Altan, a.g.m., s. 47, 54.
[55] Anna Komnene, Aleksiad. trc. Bilge Umar, Anna Kommena. Alexiad, İstanbul 1996, 313 vd. Krş. Steven Runciman, A History of the Crusades, 3 cilt, London 1951-54, trc. Fikret Işıltan, Haçlı Seferleri Tarihi, 3 cilt, 2. bs, Ankara 1989, I, s.115 vd.; Birsel Küçüksipahioğlu, “Haçlı Seferlerinin Başından 1204’e Kadar Batılıların Bizans’ı Zapt Etme Plânları/The Western Plans to Capture Byzantium from the Beginnings of the Crusaders to 1204, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergis.Prof. Dr. Işın Demirkent Hatıra Sayısı, 42 (2005), s. 50.
[56] Kinnamos, a.g.e., s. 149-150.
[57] Mango, a.g.e., s. 197 vd.; Eyice, Tarih Boyunca…, s. 57 vd.; aynı yazar, “Tarih İçinde…”, s. 104, 110-111; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı…, s. 36-37; aynı yazar, a.g.m., s. 691.
[58] Ioannes Kinnamos, a.g.e., s. 9.
[59] Niketas Khoniates, a.g.e., s. 79.
[60] Niketas Khoniates, a.g.e., s. 154.
[61] Niketas Khoniates, Historia, trc. I. Demirkent, Niketas Khoniates’in Historia’sı (1195-1206), İstanbul 2004, s. 109 vd.; G. Villehardouin, Konstantinopolis’te Haçlılar, trc. A. Berktay, İstanbul 2001, s. 60 vd.; Robert de Clari, İstanbul’un Zaptı (1204), trc. B. Akyavaş, Ankara 1994, s. 13 vd.; ayrıca bk. J.J. Norwich, A History of Venice, London 1983, s. 131 vd.; Runciman, Haçlı Seferleri…, III, s. 104; J. Riley-Smith, The Crusades. A Short History, London 1987, s. 127; C.M. Brand, Byzantium Confronts The West, Cambridge 1968, s. 235 vd.; D.M. Nicol, Bizans ve Venedik, trc. G. Ç. Güven, İstanbul 2000, s. 128 vd.; D. E. Queller- T.F. Madden, The Fourth Crusade, 2. bs, Philadelphia 2000, s. 96 vd.; Küçük- sipahioğlu, “İstanbul’un Lâtinler Tarafından İşgali ve Zaptı”, 2005-2006 Fatih Sempozyumu I-II Tebliğler, İstanbul 2007, s. 127 vd.
[62] Niketas, a.g.e., s. 138 vd.; Villehardouin, a.g.e., s. 90 vd.; Robert de Clari, a.g.e., s. 35 vd.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmilfi’t-târih, trc. A. Özaydın – A. Ağırakça, XII, 158­159; Ebü’l-Ferec (İbnü’l-İbrî), trc. Ö.R. Doğrul, Abû’l-Farac Tarihi, 2 cilt, An­kara 1945-50, II, 483-484; ayrıca bk. Runciman, Haçlı Seferleri., III, 108; Brand, a.g.e., s. 254 vd.; Norwich, a.g.e., s. 138 vd.; Nicol, a.g.e., s. 135 vd.; Qu­eller – Madden, a.g.e.,s. 184 vd.; I. Demirkent, Haçlı Seferleri, İstanbul 1997, s. 177;Küçüksipahioğlu, “İstanbul’un Lâtinler.”, s. 130 vd.
[63] Niketas, a.g.e., s. 151-152.
[64] Robert de Clari, a.g.e., 41 vd.; krş. Runciman, Haçlı Seferleri.., III, s. 109 vd.; Demirkent, Haçlı Seferleri., s. 177-178; Küçüksipahioğlu, “İstanbul’un Lâtinler.”, s. 131 vd.
[65] Eyice, Tarih Boyunca., s. 59; aynı yazar, “Tarih İçinde.,” s. 111; Ödekan, a.g.m., s. 127 vd.; Yalçın, Bizans Büyük Sarayı., s. 39 vd.; aynı yazar, a.g.m., s. 693 vd.
[66] Feridun Dirimtekin, İstanbul’un Fethi, 1976; Mustafa Daş, Bizans’ın Düşüşü, İstanbul 2006, s. 205 vd.; Mahmut Ak-Fahameddin Başar, İstanbul’un Fetih Günlüğü, İstanbul 2003, s. 27 vd.; Demirkent, “Fetih Öncesinde Bizans’ın Siyasi Durumu”, Bizans Tarihi Yazıları, İstanbul 2005, s. 63-72; Demirkent, “Bizans”, s. 240 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.