Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Dokumacılığı

0 28.055

Doç. Dr. Hülya TEZCAN

Anadolu’da Osmanlı döneminden önce de dokumacılık vardı. Anadolu dokumacılığının Osmanlı öncesi önemli bir merkezi hakkında bilgi veren bir kaynak Faslı seyyah İbni Batuta’nın (1304-1369) Seyahatnamesi’dir. Sözünü ettiği bu önemli merkez Denizli’dir. Seyyah, buraya Tonuzlu, Dongozlu dendiğini yazıyor. Burada eşi emsali olmayan altınla işlemeli pamuklu elbiselikler dokunur, çevre pamuğunun iyi vasıflı oluşu ve kuvvetlice eğrilmiş bulunuşu onun uzun süre dayanmasını sağlar, diyor. İbni Batuta Bursa civarında ipekçilik yapıldığından da bahsediyor. Seyyah ayrıca İzmir’de bulunduğu sırada kendisine kemhadan yapılmış iki kat elbise verildiğini, Kemha’nın Bağdat, Tebriz, Nişabur ve Çin’de dokunan bir kumaş olduğunu bildiriyor.[1]

Seyyahın Denizli kumaşları hakkında verdiği bilgi son derece önemlidir. Çünkü Osmanlı kaynakları da daha kuruluş devrinde bu kumaştan bahsetmektedir. Aşık Paşazade Tarihi’nden 1364 yılındaki bir nişan töreninin hediyeleri nakledilirken “… ol zamanlar altın, gümüş ve kumaş az olurdu, Tonozlunun ak alemlü bezleri olurdu, hil’at ondan yapılırdı” denmektedir.[2] Denizli ve çevresi Buldan, Sarayköy, Tavas ve Kale ilçelerinde bugün de gelişmiş bir dokuma sanayi vardır. Erken tarihlerden başlayan Denizli dokumaları Osmanlı döneminde de devamlılığını sürdürmüştür. Gene İbni Batuta’nın Bursa civarında bahsettiği ipekçilik Osmanlılar zamanında canlanmış ve zirveye ulaşmıştır.

Kumaş Dokuma Merkezleri

Dokumacılık hammaddesine göre bitkisel kökenli olanlar; pamuklular ile hayvansal kökenli olan; yünlü ve ipekliler olmak üzere üç kategoride incelenebilir. Osmanlı kaynaklarında pamuk, Pembe olarak geçer ve pamuklu dokumalar içinde en çok adı geçenler; bogası, kirpas, alaca, bez, mendil, dimi, yemeni, tülbent, basma çit, yazmadır. Pamuklu dokumacılık İç Batı Anadolu’da çok önemli gelişmeler göstermiştir. Başlangıçta da önemini vurguladığımız gelişmiş Denizli dokumacılığı başta olmak üzere Bergama, Akhisar, Tarhala, Manisa dolayları pamuklu bez dokurdu. Gelibolu yelken bezi üretiminde büyük bir üne kavuşmuştu. Tire, beledi denilen en eski pamuklu dokuma çeşitlerinden biriyle ünlüdür. Gene Karaman, Hamid ili bir çeşit kaba pamuklu dokuma olan bogasıların yapıldığı merkezlerdir.

Trabzon her yıl padişah için 20 zir’a iç çamaşırlık ince pamuklu gönderirdi.[3] İstanbul’un kendine ait üskülü denen pamukluları, Diyarbakır’ın baskılı pamukluları meşhurdu. Bitkisel kökenli olan keten ve kenevir üretimi ise Karadeniz kıyılarında yapılmaktaydı. Yünlü dokumacılıkta iki önemli merkez bilinmektedir. Birincisi; tiftik keçileriyle meşhur Ankara ve çevresinin soflarıdır. Tiftik keçisinin uzun, parlak tüyleriyle ipek inceliğinde parlak soflar dokunurdu. Sofun pres altında su dökerek yüzeyinde hareler oluşturulan cinsine[4] muhayyer (moher), dayanıklı, yumuşak, Avrupa serjlerine benzeyen cinsine şalî denirdi. Diğer yünlü üretim merkezi; imparatorluğun sürekli ve büyük miktarda ihtiyaç duyduğu çuha’nın üretildiği Selânik ve çevresidir. Çuha gerek askeri kıyafette gerek sivil halkın kıyafetinde çok kullanıldığından yerli üretim ihtiyaca yetmemiş ve Fransa, İngiltere, Macaristan, Hollanda gibi ülkelerden ithal edilmiştir.

İpekli dokuma merkezleri ise başta; Bursa olmak üzere İstanbul, Edirne, Amasya, Tokat, Bilecik, Alaşehir, Aydos, Diyarbakır, Mardin, Halep, Sakız başta olmak üzere diğer Ege adaları sayılabilir. Bu merkezlerden başta batıda İzmir, kuzeybatıda Edirne önemli ticaret merkezleridir. Kuzeyde Trabzon doğudan gelen kervanların durak yeri olmuş bir ticaret merkezi, ayrıca Diyarbakır, Mardin, Erzincan gene doğudan bir başka koldan gelen kervanların uğrak yeri ve ticaret merkezi olmuştur. Çoğu zaman yerli üretim ihtiyacı karşılamadığından pamuklu, yünlü ve ipekliler dışarıdan getirilmiştir. Hindistan pamukluları Osmanlılar için yüzyıllar boyu vazgeçilmez bir ihtiyaç metaı olmuştur. Kaynaklar, geldikleri şehirlerin adlarıyla birlikte Hint pamuklularının cinslerini de belirtmektedir. İpekli sanayii ise hem hammadde üretimi hem dokuma olarak önemlidir. Bursa’nın durumu bu bakımdan önemli olmuş; önceleri dışardan hammadde alırken, daha sonra kendisi de hammadde üretimine başlamıştır. Özellikle 16. yüzyılda Bursa’nın hem ipeklileri hemde ipekli dokumaları son derece iyi kaliteleriyle ün yapmıştır. Buna rağmen Bursa zaman zaman Doğu’dan ve Batı’dan ipek ve ipekli dokumalar almıştır. Fatih; İstanbul’un fethinden sonra bir yandan saray örgütünü kurarken, diğer taraftan ülkenin iki temel sanayi kolunu da örgütlüyordu. Bunlardan biri dericilik diğeri dokumacılıktı. Her iki sektör, Türklerin Orta Asya’dan beri en iyi bildikleri konuydu. Yerleşik düzene geçilince saray tarafından destek görmüştür.

Saray sanatın koruyucusu olmuş ve sanat saraydan yönlendirilmiştir. Halkın yaşam tarzını şekillendiren dokuma, sarayda da gerekli ilgiyi görmüştür. Sultanlar başta giyim kumaş olmak üzere, sarayların ve köşklerin tefrişinde, yatağında, yorganında, askeri alanda; bayrak ve sancaklarda, zırhlarında, kalkanlarında, dini alanda; her yıl Kâbe-i şerifi giydirmek için üretilen kumaşlar gibi, pek çok alanda kumaş kullanılmıştır. Saray kendi ihtiyacını karşılamak için ehli hiref dediğimiz hassa sanatkarları içinde dokumacılara da yer verirken onların çalışacağı özel atölyelerini de kendi bünyesinde kurmuştur. Ancak bu atölyeler ihtiyaca yetmediğinden İstanbul ve Bursa’daki serbest piyasaya çalışan atölyelere de sipariş verilmiştir.

Sarayın ve yüksek devlet memurlarının kendi adamları aracılığıyla yurtdışında kumaş ticareti yaptığı bilinmektedir. Gene yabancı elçi kabullerinde elçilere kaftanlar verilmiş, yabancı krallara elçi gönderirken önemli miktarda değerli kumaşlar hediye olarak gönderilmiştir. Yüksek devlet memurluklarına atamalarda tayin emriyle birlikte hil’at giydirilmiş, ihsanlarda kaftanlar ilk sırayı almıştır. Kumaşlar sarayda hazine eşyası olarak kabul edilmiş ve değerli para olarak kaydedilmiştir. Kumaş ve ondan üretilen kaftanlar saray yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu kadar önemli bir maddenin saray tarafından gözetilmesi de doğaldır. Sarayın lüks kumaşa olan ihtiyacı üretimin artmasında ve kalitenin yükselmesinde önemli bir etken olmuştur.

Kumaşın önemi nedeniyle; malzemesi, deseni, rengin kalitesi ve fiyatı imparatorluğun kuruluşundan itibaren saray tarafından kontrol altında tutulmuştur. 1502 tarihli İstanbul, Bursa, Edirne şehirlerine ait ıhtisab (Belediye) Kanunları[5] 25 yıl geriye dönerek karşılaştırmalı açıklamalarda bulunur ki; böylece 1475-80 yıllarının ipekli dokumacılığı hakkında da okuyanı bilgilendirir. Üç kanunda da ipekliler hakkında söylenenler aşağı yukarı aynıdır, Bursa’nınki biraz daha geniş tutulmuştur.

Bu kanunların metninde; ipek “harir”, kumaşın boyunu belirleyen çözgü telleri “meşdud” veya “ariş”, enine atılacak dokumayı sağlayan atkı iplikleri “pot” ve kadifelerde tüylü kısım “hav” olarak geçmektedir. Dokumanın kalitesini çözgü tellerinin sayısı, ağırlığı, bükümü, boyaması son derece önemlidir ve hilesiz yapılması gerekir. İşte çözgü tellerinin bu özellikleri kanunnamede şöyle bildirilir; ipek tellerinin işlenmesi (yani bükülmesi ve boyanması) ancak ipek kuruduktan sonra yapılmalı, uzunlukları 120 zir’a (90 m) gelmelidir. Seksen telden meydana gelen çilelerin 20 adedi bir meşdud olup; ağırlıkları 600 dirhem (1920 gr) olarak tespit edilmiştir.

Kanunla tespit edilen bu rakkamların dışına çıkmak, çözgü tellerini azaltmak veya ipek yerine başka iplik, örneğin pamuk konulması en büyük hilekarlık sayılmaktaydı ki; 1599 karihli bir mahkeme kaydında; ipek atkı yerine gügül (delik koza ipeği) ve penbe (pamuk) ipliği kullanıldığının tespit edildiği,[6] davalıya bunların çözgü teli olarak kullanılmasının yasak olduğu ihtar edilmektedir.

İpeklerin Boyanması ve Renkleri

Boyama kumaşın kalitesini belirleyen en önemli unsurlardan biridir. İpekler hazırlandıktan sonra boyanırdı. Türk kumaşlarında en çok kullanılan renk kırmızı ve mavidir. Kırmızı renk Osmanlıların “lök” yabancıların “lâk” dedikleri boyarmadde aynı isimli böceğin dişisinde bulunan reçineli kısımdan elde edilir. Bursa kanununda lâk’dan kırmızının nasıl elde edileceği şöyle anlatılır: “dirhemi belli miktar lök, çivid’den geçirilir. Çivid ezilip saf suyu elde edilir. Bu suya batırılan ipek kırmızı olur. Ama lök miktarı az olup, yeni ezilmiş çivid suyuna batırılırsa ipek, menekşe moru ile kırmızı arasında bir renk olur. Lök’e kızıl boya karıştırılırsa renk kalp, yani bozuk olur. Boyanacak ipek ince ve iki teli de bükümlüyse boyayı iyi kabul eder.”

Mavi rengin elde edildiği çivid’den Edirne ihtisabında bahsedilir. Burada çivit yerine kara boyanın da kullanıldığı ve çivid boyasının Hindistan’dan gelen bir bitkiden elde edildiği yazılıdır. Çivid boyası “nil” olarak da bilinen indigo boyadır.

Kadife ve Kemhanın Kanunnamelerde Belirlenen Teknik Özellikleri

Bursa İhtisabında ipekli dokumalardan kemha, atlas, kutnu, bürümcük, çatma, kadife, tafta, valâ, futa, gibi belli başlılarının adı geçmektedir.

Kadife; çözgüsü ve atkısı ipekten olan havlı bir kumaştır. Düzüne “sade” desenlisine “münakkaş”, tellisine “müzehhep”, çift zeminlisine “çatma” denir. Kanunnamede kadifeyle ilgili şu bilgi verilir: “… havın her teli bükülecek, rengin her yeri aynı olacaktır. Birkaç yıldır hav telinin birini bükdürüp, diğerini bükdürmüyorlar. Bükülmeyenler ince oluyor. Müzehhep kadifenin 45-50 teli bir dirhem olursa kumaş sağlam ve parlak olur. Fakat 5-6 yıldır 60-70’i bir dirhem geliyor, bu yüzden kumaş dayanıklı ve canlı olmuyor. Evvelce dokumada kullanılacak tele yüz dirhem gümüşe bir miskal has frengi altın katılıyordu, şimdi kötü altından yarım miskal katıyorlar, bu yüzden kadifelerde eski canlılık kalmadı, eskisi gibi olsun” deniyor. Çatmalar 15. yüzyıldan itibaren dokunan, dış giyim için olduğu kadar döşemelik için de uygun bir kumaştır.

Özellikle belli ölçüler içinde ve devrinin desen özelliklerini aksettiren Bursa, İstanbul, Bilecik atölyelerinin çatma kadifeden sedir yastıkları çok ünlüdür. Çatma kadife yastık yüzleri; kısa kenarlarındaki nişli bordür ve ortadaki göbek motifi, yelpaze şeklindeki karanfil veya lale desenleri ile karakteristiktir.

Kemha; ipekli dokumalar arasında sarayın ve halkın beğenisine en uygun, ağır, gösterişli, tok bir kumaştır. Atkısı ve çözgüsü ipek, üst sıra atkısı ayrıca altın veya gümüş kılabdanla takviyelidir. Bursa kanununda; “Dolabi ve yekrenk” kemhaların meşdudu eskiden 7000 tel olurdu. Gülistani kemha da eskiden 7000 teldi peşurisi 1150 teldir, toplam 8150 tel olurdu. Fakat 25 yıldır 1000 tel eksik dokunuyor. Bundan kimse incinmiyor. Çünkü teli eksik olan kemha (ucuz olduğu için) halkın ihtiyacını karşılıyor” şeklinde bilgi vardır.

Dokumada kullanılan telin, kumaşın kalitesini oluşturmakta çok önemli bir yeri vardı. Simkeşhanelerde çekilen gümüş tel önce civa yardımıyla altınla yaldızlanır, sonra çekilirdi.[7] Bu işlemin telin dokuma için uygunluğunu belirlemek üzere kemhacıbaşı nazaretinde yapılması bir hükümle bildirilmişti.

Metal telli ipliklerin (klabdan) dokumada bol kullanılmasına rağmen, Osmanlı ipeklilerinin gözü rahatsız etmeyen ağırbaşlı, soluk bir parlaklığı vardı. Bu başlangıçta; dokuma bittikten sonra her dokumacının kendi atölyesinde uyguladığı preslemeyle sağlanıyordu. 18. yüzyılda bu görevi devlet üstlenmişti ve bunun için büyük ve küçük olmak üzere iki mengene kurmuştu.[8]

Kanunnamelerde; tafta ve valâ birlikte geçmektedir. Tafta çözgü ve atkı sıklığı eşit, bu sebeple sert ve dayanıklı bir kumaştır. Dokunduktan sonra yüzüne elle zamk sürülüp, pürüzü yatırılırdı. Çifte tafta ve yekta tafta olmak üzere çeşitleri vardır. Ordu için en çok kırmızı ve yeşil tafta üretilirken, giyim-kuşamda siyah tafta da kullanılmıştır.

Bu grup içinde “Bürümcük”ten de bahsedilir. Bürümcüğün hem çözgüsü hem atkısı çok iyi büküldüğünden dokuma ince, kıvırcık ve dökümlü olur. Bazı cinslerinde çözgü telleri arasına pamuk ipliği karıştırılır. Buna helâlî veya hilâlî denir. Siyah ve renkli çubuklu cinsleri vardır.

Canfes; hafif ipekli, ince, taftaya benzer bir kumaştır. Atkı iplikleri taftaya göre kalın ve seyrektir. Canfes daha çok ağır ipekli kaftanlara astar olarak kullanılmıştır. Ayrıca yazlık ferace, şalvar, içi pamukla kapitone edilerek kışlık kaftan yapımında, mintan, takke, çorap, bohça, yatak örtüsü yapımında da kullanılmıştır.

Kutnu (kutnî); çözgüsü ipek, atkısı pamuk ve ipek karışık atılmış, yumuşak, çoğunlukla yollu, eni dar bir kumaştır. Kadın kaftanı yapımında ve döşemelikte çok kullanıldığından iyi tanınan bir kumaştır. Çitari ile Bursa’nın “altı parmak” denilen kumaşları, kutnu ile benzerlik gösterirler. Çitari; üçü pamuk ipliğinden, biri ipekten olmak üzere dokunan bir kumaştır. Aslı Farsça üç demek olan “seh” ile, iplik manasına gelen “tar”dan oluşan “Sehtar”dır. Kutnu ile yollu olması bakımından benzer. Ancak kutnuda düz yollar atlas yüzlü; yollardan bazıları çiçek desenlidir.

Atlas; atkısı ve çözgüsü ince ipekten, sık dokunmuş, genellikle düz renkte, sert ve parlak bir kumaştır. Batılılar buna satin (saten) derler. Atlasın çözgüsü pamuk ipliği olanı daha tok bir kumaş olup; bu cinsi mefruşatta kullanılır.

Dibâ; geniş anlamda iyi cins atlas olarak tarif edilir. Kaynakların verdiği bilgilerden çıkan sonuçlara göre; dibâ, atlas ile kemha arasında, zemini atlas dokuma, telli ve desenli bir cins kumaştır.

Seraser; altın ve gümüş telle dokunan kumaşların en göz alanı ve pahalısı olup; 1502 tarihli Bursa İhtisap Kanunnamesi’nde rastlanmaz. Buna göre en erken 16. yüzyıl ortalarına doğru ortaya çıkan, ağır ve masraflı bir kumaştır. Çözgüsü ve atkısı ipek, atkısında altın alaşımlı gümüş tel kullanılan seraser iki takım çözgü ile dokunur. Seraserin dokunuşunda altın ve gümüş tel harcaması çoktur. Ayrıca dokuma ipliğinde kullanılan gümüş iki kere muameleden geçirildiği için özelliğini kaybeder. Bu sebeple seraser üretimi kontrol altında tutulmuş daha 16. yüzyılda seraser işleyen tezgahların sayılarının azaltılması için üst üste emirler çıkarılmış, boşalan tezgahlarda serenk dokunması istenmiştir. Seraser pek halkın satın alabileceği bir kumaş değildi. Sarayda daha çok hil’at (üst kaştanı) olarak kullanılırdı. Ayrıca sarayda taht döşemesinde ve şehzade yorganlarında da kullanılmıştır.

Serenk; kemha tekniğinde, fakat dokumasında altın veya gümüş teli bulunmayan, bunun yerine parlak, sarı renk ipekle, altınlı kumaş izlenimi yaratılan bir ipekli çeşididir. Yerli İstanbul ve Bursa serenklerinin yanı sıra Acem serenginin de adı geçmektedir.

Şîb; ipekli, dokuması telle zenginleştirilmiş tek katlı bir kumaştır. İstanbul’un telli ve sade şib’i meşhurdur.

Abani (Ağbâni, ağabani); çözgüsü ipek, atkısı pamuktan bez ayağı tekniğinde dokunmuş, beyaz zeminli, dalları safran renginde desenleriyle karakteristik hafif bir dokumadır. Sarık, yorgan yüzü, bohça, kadın elbisesi yapımında kullanılırdı.

Buhara işi olarak tanınan “ikat” tekniğindeki kumaşlar Kuzey Anadolu’da, Trabzon ve Rize’de yaygın olarak dokunurdu. İkat tekniğinin özelliği; çözgü ve atkı ipliklerinin veya her ik isinin de dokuma sırasında tezgâhta boyanmasıdır. Kırmızı, mavi, sarı, gibi çarpıcı renklerle dokunan kumaşta, ikat; daha çok tek renk yollar arasında kullanılmıştır.

Son Devir Kumaşçılığı

Osmanlı İmparatorluğu 14-15. yüzyılda kuruluş döneminden sonra siyasi ve ekonomik yönden hızlı bir yükseliş gösterir. Ülke, gücünün doruğa ulaştığı 16. yüzyılda sanat alanında da altın çağını yaşar. Osmanlı’nın klasik çağı olarak nitelenen bu yüzyılın sonunda, değişen koşullar ülkeyi siyasi ve ekonomik bakımdan zora sokar. Sanatta da buna bağlı olarak eski ihtişamına göre bir durgunluk başlar. 17. yüzyıla bu atmosferde girilirken ülkeye yavaş yavaş Batı etkilerinin girmeye başladığı sultanların bazılarının bu yeni gelişmelere ilgisiz kaldığı bir kısmının Batı’nın ilerleyen teknolojisiyle bir kısmının sanatıyla ilgilendiği gözlenir.

18. yüzyılın başında saltanat süren Sultan III. Ahmet (1703-1730) bu yeni hareketi dikkatle takip eden yeniliklere açık bir kişiydi. Tarihimize Lale Devri olarak geçen bu dönem, Osmanlı sanatının da taze bir ruhla yeniden canlanması ve Batı’ya açılmasının başlangıcı kabul edilir.

18. yüzyılın görsel kaynaklarında, kıyafetlere bakarak bu dönem kumaşları hakkında fikir edinmek mümkündür. Klasik dönem kumaşlarında en belirgin özellik olarak görülen sağlam desen şeması artık parçalanıp, bütünlüğünü kaybetmiş yerini, küçük serpme çiçekler veya buket halindeki çiçek kümelerine bırakmıştır. Yollu, yollar arasında küçük çiçekli kumaşlar ile sade düz kumaşlara da sık rastlanır. Resimli tasvirleri, mevcut dokumaların özellikleri ve yazılı kaynakların verdiği bilgiler tamamlar; örneğin kaynaklar dokumada kullanılan ipek oranının üçte iki oranında azaldığını söyler ki; 18. yüzyıl ipeklilerinden dikilmiş hafif elbiseler bunu doğrular. Eskinin kemha, kadife, çatma, diba, seraser gibi ağır ipeklileri yerini isimleri aşağıda sayılan bu kıyafetlerin dikildiği yeni kumaşlara bırakmıştır. Gene 18. yüzyıl kaynakları dokumada kullanılan ipek tellerinin iyi bükülmediğini, tellerin kalınlığının her yerde aynı olmadığını bu durumdaki ipeğin boyayı her yerde aynı ölçüde kabul etmediğini, dokunduğunda ise yüzeyde pürüz yaptığını ifade ederler. Gene bu konuda İstanbul ipekli dokumacılarının çözgü ipliklerinin İstanbul’dan başka yerde çözülmemesini istemesi dikkat çekicidir. Çünkü; Bursalı tüccarların getirdiği çözgü ipliklerinin hem uzunlukları hem tel sayısı eksik çıkıyormuş. Kaynaklar dokumada kullanılan metal telin miktarının azaldığını ve kalitesinin düştüğünü söylerler. Mevcut kumaşlarda telin sadece desenlerde kullanılması bunu doğrular. Ayrıca metal tellerde yapılan analizlerde bakır oranının yüksek oluşu da kaynakların verdiği bilgiyle örtüşür. Bu özellikleri gösteren kumaşlar; III. Ahmed’in çocuklarının sünnet düğününün tasvir edildiği 1720 tarihinde Levni tarafından resimlenmiş Surname-i Vehbi minyatürlerinde davetlilerin sade elbiselerinde de görülür.[9] Ayrıca bu husus eserin metninde hediye gelen kumaşların isminden de anlaşılıyor. Atlas ve hatayilerin yanında telli ve nevzuhur hatayi, elvan ve sade hatayi, elvan atlas, taraklı atlas gibi kumaşlar özellikleriyle belirtilmiştir. Dikkati çeken husus ise “nevzuhur’’ kelimesiyle ifade edilen bir takım yeni kumaş cinslerinin ortaya çıkmış olmasıdır.

Yeni kumaş isimlerine yurt dışına giden elçilerle gideceği ülkenin kralına sunulmak üzere saray tarafından verilen hediye listelerinde de karşılaşılır. Örneğin 1741 yılında elçi Mehmet Sait Efendi’nin Fransa Kralı 15. Louis’ye götürdüğü hediyeler arasında İran taklidi İstanbul dibası bulunuyor. Gene 1748’de İran’a, Nadir Şah’a giden hediyeler arasında, İstanbulkâri şukûfe nevzuhur dibâ, İstanbulkâri telli kadife yastık, çiçekli bürümcük, Bursa işi kadife yastık, renkli Sakız seccadesi gibi, kumaş isimleri dikkati çekiyor.[10] 18. yüzyılda işlemeli kumaşlardan yapılan elbiseler moda olmuştu.

Bunlar sık dokunmuş ince pamuklulardan, seraser, kadife, atlas gibi ağır ipekliler, canfes, tafta, bürümcük gibi hafif ipekliler ile şalaki, lahuraki denilen yünlülere kadar her cins kumaş üzerine işlenirdi. Top halindeki kumaşlar büyük kasnaklara geçirilerek desenler renkli ipek ipliklerle işlenirdi. Ayrıca ipekliler üzerine değişik şekillerde bükülmüş altın gümüş alaşımlı tel iplik, düz tel kesme ve bükme tel, pul ve boncuklarla ağır işlenmiş kumaşlar da hazırlanırdı. Kaynaklardan, “Hüseyni” denilen bu işlemeli elbiselik kumaşların 18. yüzyıl başlarında ortaya çıktığı, 19. yüzyılda daha da zenginleşip yaygınlaştığı anlaşılıyor.

Dokunmuş kumaşları işleyen tezgahlar Tepebaşı ve Galata’daki atölyelerde bulunuyordu. Bu yüzden Hüseyni işlemeli kumaşlar kaynaklarda “Tepebaşı” ve “Galata işi” olarak da geçmektedir. Ancak işlemesinde tel kullanılan bu kumaşlar fazla miktarda metal tüketimine yol açtığı için sık sık yasaklanmıştır. 15 Nisan 1786’da Reisülküttaba verilen bir emirde[11] hanımların Galata işi denilen tel, sırma ve klabtan işleme suzeni şeyleri alıp satmaları dokumacıların dokumaları ve işlemeleri terzilerin bu kumaştan elbise dikmeleri yasaklanmıştır.

Saraydan kılabdan tüketimini azaltmak için ard arda yapılan uyarılar ve onların hiç önemsenmediğini gösteren pek çok belge mevcuttur. Bu kısıtlamalara başta saray kadınları olmak üzere ne klabdancı, ne işlemeci, ne terzi ne de çarşı esnafı uymaz. Bu sebeple II. Mahmud’un İstanbul kadısına gönderdiği 1811 tarihli ferman “Hüseyni tabir edilen sırma işlemeli esvab sanatıyla meşgul olan esnafın kuvvetli bir nizama raptı” hakkındadır.

Klabdancı esnafı simkeşhhaneye bağı olarak çalışırdı. Ürettikleri klabdanları, terzilere bağlı olarak çalışan “klabdan bükmeci” esnafı hazırlardı ki; vesikalarda bu kişiler; “esvab harcı için Hüseyni tabir olunur kırma harc dokur” şeklinde tarif edilir.

Saray koleksiyonunda düz, ince pamuklular ve ipekliler üzerine ipek iplikle küçük serpme çiçek işlemeli kumaşlardan dikilmiş bir grup elbise bulunur. Ayrıca işlemeli bürümcük gömlek, mendil, yatak çarşafı, Hüseyni işleme tarifine uygun bir top elbiselik kumaş mevcuttur. 17. yüzyıl seraserine benzer, fakat 18. yüzyılda daha çok parlayan, işçiliği biraz daha kaba seraserler üzerine renkli ipek iplikle işlenmiş elbiseler de işlemeli elbiseler arasında zikredilmelidir. Bunlar Hint orijinli olmakla beraber, bu devirde çok kullanıldıklarından konu içinde yer aldılar. Elbiselerdeki işlemeler 19. yüzyılda mercan ve incinin katılımıyla daha çok ağırlaşacak ve çeşitlenecektir.

Bu arada Avrupa’ya açılımın sarayda Batı kumaşlarına olan ilgiyi arttırdğı, mefruşatta Lyon ipeklilerinin tercih edildiği gözleniyor. Özellikle kadın kıyafetlerinde çok kullanılan yaldızlı geniş harçlar, dantelalar, kurdeleler gibi aksesuara olan talep artıyor.[12] 19. yüzyılda daha da artacak olan saray kadınlarının bu istekleri doğrultusunda Avrupa’dan önemli ölçüde ithalat yapılıyor. Fakat başta kumaş olmak üzere Batı’ya yapılan ihracat bunu o devirde karşılıyor. Ancak kaynaklar Hindistan’dan, Arabistan yoluyla gelen tülbent, savai, şal, vs. gibi pamuklu ve yünlü dokumaların devlete çok külfet yüklediğinden hiç ihracatımız olmadığı için senelik 30 milyon kuruşluk Venedik altınının Hindistan’a akdığından yakınıyorlar. Nitekim 1751 tarihli bir hükümde kıyafete getirilen kısıtlamalar içinde Hint kumaşlarının kullanımı yasaklanmışır. 18. yüzyılda bazı dokuma tesislerinin kurulmakta olduğu görülüyor. Örneğin 18. yüzyılın tarihini yazan İncicyan, Üsküdar Kuzguncuk’da yeni icap edilen nakışlı (desenli) basmalara ait bir atölye kurulduğunu yazıyor. Ayrıca yazar Bebek’te de basmacılar atölyesinin bulunduğunu, ancak buranın Sultan III. Ahmed’in vezirlerinden İbrahim Paşa tarafından temizlendiğini (1725), basmacıların bir kısmının Üsküdar’a bir ksmının Yenikapı civarında Langa’ya taşındığını söyler. Bu basmacıların daha sonra örgütlendiği, sarayın da bunlara destek verdiği görülüyor. 1766 tarihli bir belge, Langa Yenikapısı dışında padişaha ait bir vakıf arazisinde al boyacı esnafına 6 adet dükkan açma izini vermiştir. Burada uzun süre faaliyet gösteren esnaf, Yenikapı’da deniz tarafında tren hattı boyunca uzanan sokağa ismini vermiştir. Bugün bu sokağın “alboyacılar” olarak tabelası okunur.

Osmanlı pazarlarında satılan Avrupa kumaşlarıyla yerli kumaşlar arasında gizli bir rekabet yaşanırken sultanların yerli esnafa destek olmaya çalıştıkları görülüyor. Sultan III. Mustafa (1757-1774) Üsküdar’daki Ayazma Camii’ni yaptırırken bu camiye vakıf olmak üzere 40 yastıkçı atölyesi, bir lonca odası, harir bükücü kârhanesi de yaptırdığı caminin 1758 tarihli inşaat defterinde yazılıdır. Gene bu camiye vakıf olmak üzere Yenikapı’da içinde 130 ustanın çalıştığı bir boya atölyesi de kurdurmuştur. Dokumacılıkta Avrupa’yla rekabet ortamında bu atölyelerin üretimi sürerken Batılı J. M. Jacquard (1752-1834) isimli bir mühendisin dokuma tezgahlarındaki buluşu bu sanayide bir çığır açtı. 18. yüzyılın sonuna doğru Jacquard elle çalışan tezgahları; delikli kart sistemi ile çalışan ve desenli dokuma yapan otomatik tezgâhlar haline getirdi. 1812’den sonra bu tezgâhların bütün Avrupa’ya yayılmasıyla Batı dokuma üretiminde bir patlama olacaktır. İşte bu sıralarda Osmanlı tahtında Sultan I. Abdülhamit (1774-1789) bulunmaktadır ve eşi Fransız asıllı Nakşıdîl (Aimee) Sultan’dır.

I. Abdülhamit’in ölümü ve III. Selim’in (1789-1807) tahta geçişi tam Fransız İhtilali’ne (1789) rastlar. Nakşıdîl kocası öldüğü halde oğluyla birlikte saraydadır ve Fransa ile sıcak ilişkiler sürmektedir. Nitekim, 1797’de İstanbul’dan Fransa’ya gönderilen daimi elçi Napolyon tarafından büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. III. Selim, çok açık fikirli, Batı’ya dönük bir kişidir. Ülkesindeki gelişmelerle yakından ilgilidir, Üsküdar’da kendi adına bir cami yaptırırken, etrafına dokuma atölyeleri kurdurmayı ihmal etmemiştir. Batılı araştırmalardan öğrendiğimize göre Selim bu atölyelerin başına Fransa’dan uzman ve işinde başarılı dokumacılar getirmiştir. Araştırmada bu kişilerin daha önce Yunanistan yarımadasında ipek dokumacılığı tekniğini öğrendikleri ve Üsküdar’da bulunan eski bir Venedik kolonisine yerleştirildikleri belirtilir.

Araştırma bu bilginin tahkik edilebileceği bir kaynak göstermiyor. Ancak bu tezgâhlarda dokunan ve daha sonra Selimiye diye adlandırılan kumaşların Batı dokuma tekniğinde olması tezgâhların Batı teknolojisine uygun olduğunu ve Batılı dokumacılar tarafından dokunduğunu gösteriyor. Burada dokunan kumaşlar yollu ve yollarının arası sarma işleme görünümündeki çiçekli desenleriyle karekteristiktir. Çiceklerin çözgüden desenlendirilmesi ise Avrupa dokuma tarzı olup, atkıdan desenlendirme yapan Osmanlı dokumacılığına yabancıdır.

Bugün Londra’da Victoria & Albert Museum’da bulunan kumaş örneklerinin toplandığı bir defter (T. 671-1919), 1790-1820 tarihlerinde İstanbul’da satılan yaklaşık elli değişik desende savai ve selimiye kumaşları hakkında bilgi verir. Defter Grek harfleriyle Türkçe yazılmış olup; 19. yüzyılda İstanbul’da faaliyet gösteren G. P. & J. Baker firması tarafından satın alınmış ve V & A müzesi’ne hediye edilmiştir. Batılı araştırmacılar bu desenlerin kuvvetli Fransız etkisi gösterdiği konusunda birleşirler. 18. yüzyıldan itibaren Batı özellikle Paris, dünyanın moda merkezi konumundayken ve saray hanımları Paris model ve kumaşlarını tercih ederken, III. Selim’in Üsküdar’da Fransız kumaşlarına benzer ipekli üretimini kurdurması akılcı görülüyor. Burada ayrıca çatma kadife yastık yüzleri ve döşemelik kadifeler de dokunmuştur. Bu caminin dışındaki dokuma atölyeleri 1814’te yeniçeriler tarafından yakıldı. Ancak burada çatma dokuyan bazı atölyelerin bulunduğu ve Üsküdar çatmaları adıyla daha bir müddet üretim yaptığı anlaşılıyor. Üsküdar tezgahlarının yerini 1844’te saray tarafından kurulan Hereke fabrikaları üstlenecektir.

Doç. Dr. Hülya TEZCAN

Topkapı Sarayı Müzesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 404-409


Dipnotlar :
[1] İ. Parmaksızoğlu, İbn Batuta Seyahatnamesi’nden Seçmeler, İstanbul 1971, s. 14, 38.
[2] T. Öz, Türk Kumaş ve Kadifeleri, İstanbul 1946, s. 7.
[3] Başbakanlık Arşivi, Cevdet Sarayı No. 1231, H. 1211/M. 1796 tarihli.
[4] E. S. Forster, Türkiye’yi Böyle Gördüm, (The Turkish Letters of Ogier Ghiselan de Busbecq, Imperial Ambassador at Constantinople (1554-1562), (çev. A. Kurutluoğlu, İstanbul tarihsiz), s. 56.
[5] Ömer Lütfi Barkan, “XV. Asrın Sonunda Bazı Büyük Şehirlerde Eşya ve Yiyecek Fiyatlarının tespit ve Teftişi Hususlarını Tanzim Eden Kanunlar I, Kanunname-i İhtisab-ı İstanbul el Mahrusa”, Tarih Vesikaları Dergisi 5 (Haziran 1941-42), s. 326-340; Kanunname-i İhtisab-ı Bursa II, Tarih Vesikaları Dergisi 7 (Haziran 1942-Mayıs 1943), S. 15-40 Kanunname-i İhtisab-ı Edirne III, Tarih Vesikaları Dergisi 9 (1942), s. 168-177.
[6] F. Dalsar, “Bursa’da İpekçilik”, İstanbul 1960, C. 261, s. 328.
[7] H. Sahillioğlu, “XVII. Yüzyıl Ortalarında Sırmakeşlik ve Altın-Gümüş İşlemeli Kumaşlarımız” Belgelerle Türk Tarih Dergisi 16 (Ocak 1969), İstanbul, s. 48-54; H. Tezcan, “Saray İçin Yapılan Gümüşlü, Altınlı Dokumalar, İşlemeler” Antik&Dekor 64 (Mayıs 2001) İstanbul, s. 70-78.
[8] Dalsar, a.g.e., V. 294, 295, s. 347, 348.
[9] TSMK. A. 3593 Surname-i Vehbi. 1720 tarihli; B. Mahir, “Abdullah Buharı’nın Minyatürlerinde 18. Yüzyıl Osmanlı Kadın Modası”, P Dergisi 12 (Kış 1998-99), İstanbul, s. 70-81.
[10] TSMA. Hediyeler 7129.
[11] BA, MD., No. 183, 5 Cemaziyelahir 1119/15 Nisan 1786 tarihli hükümün yayınlandığı yer için bkz. P. Tuğlacı, Osmanlı Dönemi’nde İstanbul Kadınları (I), İstanbul 1984, s. 12.
[12] H. Tezcan, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yüzyılında Kadın Kıyafetlerinde Batılılaşma” Sanat Dünyamız 37 (1988), İstanbul, s. 45-51.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.