Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Deveti’nin Askerî Yapısı

0 43.593

Prof. Dr. Abdülkadir ÖZCAN

Kuruluş yıllarında Osmanlı Beyliği’nin düzenli askerî birlikleri yoktu. Gerektiğinde, gazilerden oluşan ve tamamı atlı olan aşiret kuvvetlerinin dellallar vasıtasıyla bir yerde toplanması sağlanır ve sefere çıkılırdı. Savaş bitince bu kuvvetler dağılır, herkes işinin başına dönerdi. İlk fetihleri yapanlar bu uç kuvvetleridir. Uç Beyliği devrinde Gaziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum adları altında teşkilatlanmış bâtınî zümrelerden istifade edilmiş, fethedilen yerlerin Türkleşmesinde bu zümrelerin büyük rolü olmuştur. Uç gazileri düz araziyi süratle işgal ederler, köylere hakim olurlar, kaleler etrafına küçük kuleler inşa ederek uzun süren ablukalarla buraları teslim alırlardı. Bursa, İznik ve İzmit bu şekilde alınmış; sadece Bursa’nın fethi 10 yıl sürmüştür. Yapılan fetihlerle, daimî ordunun eksikliği ve bunun mahzurları anlaşılmış, düzenli askere olan ihtiyaç gittikçe kendini daha çok hissettirmiştir. Çünkü bu geçici kuvvetler hem vaktinde savaşa gelemiyor, hem de uzun muhasaralara dayanamıyorlardı.

İlk düzenli birlikler Orhan Gazi zamanında, Bursa’nın fethinden sonra kuruldu. Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil’in (Ö.1387) teklifiyle yaya ve müsellem (atlı) askerî birlikleri teşkil edildi. İlk etapta sağlıklı ve güçlü Türk gençlerinden 1000 yaya, 1000 de atlı asker yazıldı. Bunlar sefer sırasında ücret alacaklar, barış zamanı ise kendilerine tahsis edilen araziyi ekip biçmekle meşgul olacaklardı. Yaya ve müsellemlerin sayısı zamanla artınca, sefere nöbetleşe gitmeleri esası getirildi. Yayalar 10’ar ve100’er kişilik manga ve bölüklere ayrıldı; her 10 kişinin kumandanına onbaşı, 100 kişininkine yüzbaşı, hepsinin kumandanına ise binbaşı denildi. Müsellemler ise 30’ar kişilik ocaklara bölündü ve her 30 kişiden beşinin sefere gitmesi esasa bağlandı.[1] İlk fetihlere azeb, canbaz, garib ve cerehor adları altında daimî ve geçici ücretli kuvvetler de katılırdı. XV. yüzyıl ortalarına kadar fiilen askerî hizmette kullanılan bu yaya ve atlılar, Kapıkulu ocaklarının teşkilinden sonra nakliye, maden ocakları, kale inşaatı ve tersane hizmeti gibi işlerde çalıştırılmak üzere geri hizmet birlikleri arasına alınmışlardır.

A. Kara Kuvvetleri

1. Merkez (Kapıkulu) Ocakları

A. Yayalar

aa. Acemi Ocağı

Türkler’in Avrupa kıtasına geçmelerinden sonra Rumeli’de fetihlerin artmasına paralel olarak askere olan ihtiyaç daha da arttı. Bunun için muhtemelen 1363 yılında çıkartılan Pençik Kanunu gereğince savaş esirlerinden yararlanılma yoluna gidildi. Bu kanuna göre, savaşlarda alınan esirlerden beşte biri vergi karşılığı devletin olacaktı. Önceleri bunlar kısa bir eğitimden sonra Yeniçeri Ocağı’na alınırlardı. Bunun mahzurları görülünce, savaş esiri gençlerin Anadolu’daki Türk ailelerinin yanına verilmesi kararlaştırıldı. Böylece esirler küçük bir ücret karşılığı hem çiftçilik yapacaklar, hem de Türk-İslâm âdet ve geleneklerini öğreneceklerdi.[2] Fakat bunlar asıl askerî eğitimlerini Acemi Ocağı’nda alırlardı. İlk Acemi Ocağı I. Murad zamanında Gelibolu’da kuruldu. Bir askerî okul statüsündeki bu ocak sadece yeniçeri değil, bütün Kapıkulu ocaklarının nefer ihtiyacını karşılardı. Acemi Ocağı ise kendi nefer ihtiyacını iki yoldan sağlardı:

  1. Pençik Kanunu gereğince savaş esirlerinden;
  2. Daha sonra çıkarılan Devşirme Kanunu gereğince Hıristiyan tebaadan.

Ankara Savaşı’ndan sonra fetihlerin durması yeni asker kaynağı aranmasına yol açtı ve bu da “devşirme” sistemini doğurdu. Daha önceki İslâmî Türk devletlerinde pek uygulanmayan bu sistem, Çelebi Mehmed zamanında uygulanmaya başladıysa da, kanunlaşması II. Murad zamanında gerçekleşti. İhtiyaca göre beş altı yılda bir yapılan devşirme işlemi başlangıçta mahalli yöneticiler tarafından gerçekleştirilmiş, fakat bunların bazı suiistimalleri görülünce bu iş merkezden gönderilen memurlara bırakılmıştır. Devşirme Kanunu’na göre Osmanlı tebaası Hıristiyan çocuklarından şartları elverişli olanlar belli bir eğitimden geçirildikten sonra Kapıkulu askeri yapılmıştır. İçlerinden saraya alınarak Enderûn’da eğitilenler sadrazamlık gibi en yüksek dereceli devlet kadrolarına getirilmişlerdir. Başlangıçta sadece Osmanlı Avrupası’nda uygulanan kanun XV. yüzyıl sonlarından itibaren Anadolu’da da uygulanmış, böylece İmparatorluk dahilindeki bütün Hıristiyan tebaaya teşmil edilmiştir. İstisnai olarak babalarının ricası ile Bosnalı Müslümanların çocukları sadece Bostancı Ocağı için devşirilirdi.[3] Belli yaşlardaki çocuklardan özellikle 14-18 yaş arasındakiler tercih edilirdi. Devşirme sırasında sancak beyi, kadı ve papazlar devşirme memuruna yardım ederlerdi. Memur vaftiz defterlerine bakarak şartları elverişli olanları ayırır, en ince teferruatına kadar iki deftere bunların kaydı yapılırdı. Kanuna göre çocukların en soyluları, papaz oğulları, iki veya daha fazla çocuğu bulunanın en sağlıklısı tercih edilir, tek çocuğu olanın oğlu alınmazdı. Çocukların orta boylu olmasına dikkat edilir, uzun boylu olup da endamı düzgün olanlar saray için ayrılırdı. Devşirme işlemi bittikten sonra 100-200 kişilik kafileler halinde devlet merkezine sevk edilen çocuklar burada tekrar kontrolden geçirilirler ve sünnet edilirlerdi.

Bazıları saray için ayrılır, kalanlar da Türk köylüsünün yanına verilirlerdi. Burada yedi sekiz yıl çalışan, Türk-İslâm âdetlerini öğrenen devşirme oğlanları daha sonra Acemi Ocağı’na alınırlardı. İlk Acemi Ocağı’nın Gelibolu’da açıldığından bahsedilmişti. Bu ocağın en büyük zabiti Gelibolu ağasıydı. Ocak sekiz bölüktü ve her bölük bir bölükbaşının kumandasındaydı. Mevcudu 400 olan Gelibolu Acemi Ocağı’nın önemi İstanbul’un fethinden ve burada daha büyük yeni bir Acemi Ocağı’nın kurulmasından sonra azalmıştır.

31 bölükten oluşan İstanbul Acemi kışlası, Şehzadebaşı ile Vezneciler semtleri arasındaydı. En büyük kumandanı İstanbul ağasıydı. Bunun altında Anadolu ve Rumeli ağaları vardı.

Devşirmelerin sevk ve idaresinden sorumlu olan bu ağalar genellikle İstanbul dışında olduklarından, merkezde İstanbul ağasından sonra kethüda ve çavuş bulunurdu. Bunlar ocağın inzibatından sorumluydu. Bütün Kapıkulu neferleri gibi, Acemiler de maaşlıydı. Ulûfe denilen maaşlarını üç ayda bir alırlardı. Giyim kuşamları da devlete aitti. Acemi oğlanları yedi sekiz yıl kadar bu ocakta eğitildikten sonra yeniçeri veya öteki Kapıkulu Ocakları’na geçerlerdi ki buna bedergâh veya kapıya çıkma denirdi. Bu sırada maaşlarına zam yapılırdı. Acemi Ocağı varlığını 1826 yılına kadar sürdürmüştür.[4]

ab. Yeniçeri Ocağı

Kapıkulu Ocaklarının en büyüğü ve en nüfuzlusu Yeniçeri Ocağı’dır. I. Murad zamanında Edirne’nin fethini müteakip Çandarlı Kara Halil’in himmetiyle kuruldu. Bektaşîlerle ilgisi olmamakla birlikte[5] zamanla bu tarikata izafe edilerek yeniçerilere Tâife-i Bektâşiyye, ocağa da Bektaşi Ocağı denilmiştir. Yeniçeri Ocağı’na nefer temini üç merhale geçirmiştir:

Birincisi, Pençik Kanunu gereğince, savaş esirlerinin kısa bir eğitimden sonra yeniçeri yapılmaları;

İkincisi, esirlerin Türk çiftçi ailelerinin yanında bir süre çalıştıktan sonra ocağa alınmaları;

Üçüncüsü ise, esir ve devşirmelerin Türk hizmetinden sonra bir süre daha Acemi Ocağı’nda eğitilmelerini müteakip Yeniçeri Ocağı’na alınmaları.

Yeniçeri Ocağı’na alınan efradın isim ve eşkâli kütük denilen ana deftere kaydedilirdi. İlk yeniçeri kışlası Edirne’de yapılmıştı. Fetihten sonra İstanbul’da da kışlalar yapılmıştır. Yeniçeri Ocağı yaya, sekban veya ağa bölüklerine ayrılırdı. Cemaat da denilen yayalar 101 bölüktü. Başlangıçta müstakil olan sekban bölükleri XV. yüzyıl ortalarında II. Mehmed’in emriyle Yeniçeri Ocağı’na ilhak edilmişlerdir. Bu durumda Yeniçeri Ocağı’nın orta ve bölük sayısı 196’ya çıkmıştır.

Yaya (cemaat) ortalarının kumandanlarına yayabaşı; sekbanların kumandanlarına sekbanbaşı; ağa bölüklerinin kumandanlarına ise bölükbaşı denirdi. Yeniçeri Ocağı’nın asker kaynağı uzun süre devşirme sistemine inhisar etmiştir. Ancak XVI. yüzyıl sonlarında hudut kalelerinde istihdam edilmek üzere kul kardeşi adıyla yabancılardan da asker yazılmış,[6] ayrıca kuloğlu adıyla yeniçeri çocukları da askere alınmaya başlanmıştır.

Yeniçeri Ocağı’nın en büyük zabiti yeniçeri ağasıdır. Bunun altında sırasıyla sekbanbaşı, kul kethüdası, zağarcıbaşı, saksoncubaşı, turnacıbaşı, haseki ağalar ve başçavuş vardı. Daha aşağıda ise deveciler, yayabaşılar, muhzırbaşı, kethüdayeri ve bölükbaşılar gibi ikinci derece ocak zabitleri gelirdi. Bu hiyerarşik sıra zamanla değişmiştir. Ocakta terfi genellikle bu görevlilerin bir üst rütbeye yükselmesi şeklinde olurdu. Yeniçeri ağası aynı zamanda merkez teşkilatının en yüksek rütbeli zabitidir.[7] Ağa tayinleri XVI. yüzyıl başlarına kadar ocak içinden, II. Mehmed’in Karaman seferi yeniçerilerin bahşiş bahanesiyle karışıklık çıkarmaları üzerine 1451’den sonra genellikle Sekbanbaşılardan yapılmıştır. Ancak bir sekbanbaşının adı bazı isyan olaylarına karışınca, saray ağalarından biri bu göreve getirilmeye başlanmıştır. XVII. yüzyıldan itibaren ise kul kethüdalığından, zağarcıbaşılıktan ve hatta çukadarlıktan yeniçeri ağası yapılanlar olmuştur. Aynı zamanda Acemi Ocağı’nın da amiri olan yeniçeri ağasının seferî işleri dışında en önemli görevi İstanbul’un önemli bir kısmının asayişinden sorumlu olmasıdır. İstanbul yangınlarının söndürülmesi de yeniçeri ağasının mesuliyeti altında idi. Ocak işlerini görmek ve ocakla ilgili davaları dinlemek için onun başkanlığında Ağa Divanı adıyla bir divan toplanırdı. Yeniçeri kâtibi hariç, ocak dahilindeki azil ve tayinler ağanın arzıyla olurdu. Yeniçeri ağası vezir rütbesinde değilse Divan-ı Hümâyun toplantılarına katılmaz, vezir ise katılırdı. Toplantı sonunda Arz Odası’nda padişaha ocakla ilgili bilgiler verirdi. Vezir payeli ağalara ağapaşa denirdi. Yeniçeri ağası İstanbul’da Ağakapısı denilen yerde otururdu. Ağa bölüklerinin teşkilinden sonra önemi daha da artan yeniçeri ağasının maiyetindeki emir subayları artmış ve bunlara ağa gediklileri denilmiştir. Ağalığa tayini münasebetiyle öteki ocak ağalarından câize adı altında hediyeler alan zatın da sadrazama câize vermesi teamül gereğiydi. Yeniçeri ağası gözden düşmüş olarak ocaktan çıkarılırsa genellikle Kastamonu sancakbeyliğine verilir; terfi ederse beylerbeyi veya kaptanı derya olurdu. Ancak, teamüle aykırı olarak vezir, hatta veziriazam tayin edildiği de olurdu.

Yeniçeri ağalarının azil ve tayini 1593’e kadar doğrudan padişaha ait iken, bu yıldan itibaren veziriazamlara intikal etmiştir.[8] Mutat ulûfesinden başka gelir kaynakları da vardı. Resmî merasim elbisesi sırmalı kadife veya satenden yapılırdı. Divan toplantısına giderken başına mücevveze denilen serpuşu giyerdi. Normal günlerde ise sırtına kırmızı çuhaya kaplı kürk giyip, başına sarık sarardı.

Sekbanbaşı, başlangıçta av maksadıyla teşkil edilen sekban bölüklerinin kumandanıydı. Bu bölüklerin II. Mehmed zamanında Yeniçeri Ocağı’na ilhakından sonra ocağın ikinci dereceli zabiti olmuştur. Terfi ederse genellikle yeniçeri ağası olur; dış hizmete sancak beyi veya müteferrika olarak çıkardı. Mutat maaşından başka dirlik de tasarruf ederdi. Yeniçeri ağasına sekbanbaşı vekâlet ederdi.

XVII.   yüzyıldan itibaren önemini kaybeden sekbanbaşının yerini kul kethüdası almıştır.

Kul kethüdası ocağın üçüncü büyük kumandanı ve yeniçeri ağasının yardımcısıdır. Ocağın içinden yetiştiğinden ve yeniçerilerle daimî temasından dolayı nüfuzu büyüktü. Padişaha karşı ocağın vekili olduğundan ve istediği zaman yeniçerileri isyana tahrik edebileceğinden dolayı öteki zabitler kendinden çekinirlerdi. Başlıca görevi Ağa Divanı’nın toplandığı günlerde yeniçeri ağasıyla görüşmek isteyenleri görüştürmek ve dava dinlemekti. Savaş zamanında ise yeniçerileri harp nizamına sokmak başlıca görevlerinden idi. Dış hizmete sancak beyi olarak çıkan kul kethüdası ocak içinde terfi ederse sekbanbaşı olur; fakat XVII. yüzyıldan itibaren doğrudan yeniçeri ağalığına tayin edilmeye başlanmıştır.

Cemaat ortalarından 64. ortanın kumandanı olan zağarcıbaşı, kethüdadan sonra gelirdi. Av köpeklerini beslemek için kurulan bu orta, padişahların evlenmeyi terklerinden sonra da varlığını devam ettirmiştir. Zağarcıbaşı terfi ederse ocak içinde kul kethüdası; dışarıda ise sancak beyi, hatta beylerbeyi olurdu.[9] Yüksek rütbeli ocak zabitlerinden biri de saksoncubaşıdır. Bu ve emrindeki saksoncular ayı avında ve savaşta kullanılacak köpekleri yetiştirirlerdi. Saksoncubaşı terfi ederse zağarcıbaşı olurdu.

Yıldırım Bayezid zamanında teşkil edilen ve cemaat ortalarının 68. sini oluşturan turnacıların amiri turnacıbaşıdır. Yine av amaçlı olarak kurulan bu orta Fatih zamanında ocağa dahil edilmiştir.

14, 49, 66 ve 67. cemaat ortalarının kumandanlarından olan dört haseki de itibarlı ocak zabitlerinden idi. Başçavuş, kethüdadan sonra en nüfuzlu ocak zabitiydi. Ağa Divanı’nın toplanacağı gün kul kethüdasına yardım eder, ağanın emirlerini neferlere bildirir, ulûfe dağıtımı esnasında yeniçerilere nezaret ederdi. Muhzır ağa ile kethüda yeri de ocağın ileri gelen zabitlerinden idi. Muhzırbaşı da denilen ocak muhzırının başlıca görevi Bâbıâli ile ocak arasında irtibatı sağlamaktı. Kethüda yeri ise kul kethüdasının yardımcısı ve vekiliydi.

Yeniçeri Ocağı’nda kethüda yeri ve daha yüksek rütbeli zabitlere katar ağaları denirdi.

Deveciler ve bunların olan başdeveci, yayabaşılar ve başyayabaşı, bölükbaşılar ve başbölükbaşı, solakbaşılar, talimhanecibaşı, avcıbaşı, tüfekçibaşı, zenberekçibaşı ocağın ikinci derecedeki zabitleriydi. Ağa (Ocak) imamı ise yeniçeriler arasında medrese eğitimi almış olanlardan tayin edilirdi.

Yeniçeri Ocağı’nın küçük rütbeli zabitlerinden olan orta ve bölük kumandanlarına çorbacı denirdi. Bunlar cemaat ortası kumandanı ise yayabaşı, ağa bölüğü kumandanı ise bölükbaşı unvanlarıyla anılırlardı. Çorbacıların altında odabaşılar, oda kethüdaları, vekilharç, bayraktar, usta ve aşçıbaşı gibi daha küçük rütbeli zabitler de vardı.

Yeniçeri Kışlaları

İlk yeniçeri kışlası Edirne’deydi. Fetihten sonra İstanbul’da iki yeniçeri kışlası yapıldı, fakat Edirne’deki ihmal edilmedi. İstanbul’daki kışlalardan biri Şehzade Camii civarında, diğeri Aksaray tarafındaydı. Bunlardan önce yapılana Eski Odalar, sonra yapılan ikincisine ise Yeni Odalar denirdi. Yeniçeri kışlaları kendi içlerinde her orta ve bölüğe mahsus oda denilen birimlere ayrılmıştı. Yeni Odalar’da ayrıca talimhane, Etmeydanı, Orta Camii, mutfak, tekke, çardak, kerevet ve imalâthâne gibi yerler vardı. Birçok kapısı olan yeniçeri kışlalarına gelişigüzel giriş çıkış yapılamazdı. Yeni Odalar pek çok isyana sahne olmuştur. Tarih boyunca birçok defa yanan yeniçeri kışlaları defalarca tamir görmüş; 1826 yılında kaldırılma arefesinde yerle bir edilmiştir.

Yeniçerilerin İaşeleri

Yeniçerilerin iaşeleri kendilerine aitti. Her orta veya bölüğün yemek kazanı ayrı idi. Et ihtiyaçlarını belli yerden alan yeniçerilere et zamları yansıtılmaz, fazlalığı devlet sübvansiyon ödeyerek karşılardı.

Buna zarar-ı lahm denirdi. Yeniçeri kazanları kendilerince kutsal sayılır ve isyan öncesinde bunlar Etmeydanı’na çıkarılırdı. Buna kazan kaldırma denirdi.[10] Yeniçerilerden bazısına ayrıca her gün fodula denilen ekmek verilirdi.

Kıyafetleri

Yeniçeriler başlarına börk denilen özel bir serpuş giyerlerdi. Zabitler börklerine rütbelerine göre sorguç olarak kuş tüyleri takarlardı. Sırtlarına dolama denilen bir tür üst elbisesi giyen yeniçerilere mevsimine göre yazlık ve kışlık kumaşlar ile yağmurluk verilirdi. Ayaklarına giydikleri çizmenin rengi siyah, kırmızı ve sarı olabilirdi. Sarı çizmeliler daha itibarlıydı. Yeniçeri çuhaları Selanik’te genellikle Yahudi asıllı zimmîler tarafından dokunurdu. Bu hizmetleri karşılığında çuha dokuyucular bazı vergilerden muaf tutulurlardı. XVI. yüzyıldan itibaren çuha yetiştirmek zorlaşınca kendilerine çuha bedeli verilmeye başlanmıştır.

Yeniçeriler arasında kıdem farkı vardı. Ocağa yeni giren ve karakullukçu denilen neferler oda hizmetlerini görürlerdi. Bir yeniçeri zamanla yeniçeri ağalığına kadar yükselebilirdi. Yeniçerilerin birçok bayrak ve nişanı vardı. Bunların en büyüğü beyaz renkteki İmam-ı Azam Bayrağı idi. Bu, ocağın Sünnîliğinin sembolüydü. Alay bayrağı sarı-kırmızıydı. Ayrıca her orta ve bölüğün çatal bayrak denilen özel bayrakları vardı. Sefer merasimlerinde ve alaylarda bu bayrakları bayraktarlar taşırdı. Her orta ve bölüğün ayrıca farklı nişanları olurdu. Bu nişanlar çadır ve bayraklara işlendiği gibi, döğme şeklinde vücut ve kollara da işlenirdi.[11]

Daha önce hiç evlenmeyen yeniçerilerin sadece yaşlılarına Yavuz Sultan Selim zamanında verilen evlenme müsaadesi, III. Murad zamanından itibaren gençlere de teşmil edilmiştir. Kuloğlu denilen yeniçeri çocukları doğrudan Acemi Ocağı’na alınmış ve kendilerine ulûfe bağlanmıştır. Ölen yeniçerilerin terekesi orta sandığı veya kara sandık denilen yere alınırdı. Bu terekenin geliri, varsa varislerine intikal eder; yoksa bazı ocak ihtiyaçlarına sarf edilirdi. Yeniçerilerin barış zamanında çeşitli muhafızlık hizmetleri vardı. Başta İstanbul olmak üzere, şehir ve kalelerde yeniçeriler bulundukları yeri korumakla görevli idiler. Ayrıca yangın söndürme, asayişi sağlama hizmetlerinde de bulunurlardı. Yine barış zamanlarında yeniçeriler ocak talimhanesinde muntazam atış talimleri ve spor hareketleri yaparlardı. Bunları bazen padişah da seyretmeye gelirdi. Ocağın talim işleri XVII. yüzyıldan itibaren tavsamaya başlamış ve zamanla tamamen ortadan kalkmıştır.

Tayin, Terfi ve Cezaları

Uzun süre ocakta hizmet eden veya savaşlarda yararlık gösteren yeniçeriler kapıkulu süvariliği veya timar tevcihi gibi terfilerle taltif edilirlerdi. Yeniçerilerin cezaları suçuna ve suçlunun kıdemine olurdu. Küçük suçların cezası yeniçeri odalarında, büyük suçlar ise Ağa Divanı’nda görüşüldükten sonra verilirdi. Bu da genellikle dayak, hapis veya idam şeklinde olurdu.

Diğer Kapıkulu askerleri gibi aslında sadece padişahla sefere çıkan yeniçeriler, Kanuni’den sonraki padişahların sefere çıkmayı terk etmelerinden sonra 30 yıla yakın İstanbul’dan ayrılmamışlar, ancak Veziriazam Koca Sinan Paşa’nın teklifiyle 1593 yılından itibaren serdarıekremlerin kumandası altında sefere çıkmaya başlamışlardır. Sefere çıkış ve seferden dönüş gösterişli törenlerle olurdu. Sefere gitmeyen yeniçeriler cezalandırılırdı.

Kullandıkları Silahlar

Yeniçeriler silah olarak ok, yay, kılıç, hançer, balta, ateşli silahların yayılmasından sonra ise tüfek (fitilli, çakmaklı) kullanırlardı. Kıdemli yeniçerilere korucu denirdi. Bunlar sefere pek çıkmazlar, İstanbul’un ve ocağın muhafaza hizmetinde kalırlardı. Çıksalar bile seferde çadır muhafızlığı yaparlardı. Korucu mevcudu zamanla artmış ve koruculuk, sefer kaçaklarının bir sığınağı haline gelmiştir. Emekli yeniçerilere ise oturak denirdi. Bunların muayyen miktarda tekaüt maaşları vardı. Yeniçerilere, mevacib veya ulûfe adıyla üç ayda bir maaş verilirdi. Neferlerin maaşları kıdemlerine göre artardı. Maaş defterleri yeniçeri efendisi denilen kâtip tarafından tutulurdu. Ulûfeler Topkapı Sarayı’nda Galebe Divanı adıyla özel bir divan tertibiyle dağıtılırdı. Neferlere ayrıca her padişah değişikliğinde cülûs bahşişi verilirdi. Cülûs bahşişleri özellikle hazinenin dar olduğu zamanlarda devleti güç durumda bırakmıştır.

Bozulma Sebepleri

Yeniçeri Ocağı’nın nizamı XVI. yüzyıl sonlarından itibaren bozulmaya başlamıştır. Bunun başlıca iki sebebi vardı: Birincisi, tüzüğüne aykırı olarak ocağa nefer alınması; ikincisi ise Kanuni’den itibaren padişahların ordunun başında sefere gitmemesi ve buna bağlı olarak ocak üzerindeki otoritelerini kaybetmeleri idi. III. Murad zamanından itibaren kışlalarında değil, evli olduklarından evlerinde yatıp kalkan yeniçeriler, askerlik yerine esnaflıkla meşgul olmaya başlamışlardır. XVII ve XVIII. yüzyıllarda çeşitli bahanelerle sık sık ayaklanmışlar; kendilerini ıslaha çalışan padişah ve devlet adamlarını öldürmüş veya öldürtmüşlerdir. XIX. yüzyıla kadar ıslahı mümkün olmayan Yeniçeri Ocağı nihayet 1826 yılında lağvedilmiştir.

ac. Cebeci Ocağı

Bölük ve cemaat diye iki kısma ayrılan cebecilerin başlıca görevi yeniçerilere silah sağlamak ve bunları muhafaza etmektir. Sefer sırasında silahları nakletmek, yeniçerilere dağıtmak ve bozulanları onarmak da cebecilerin göreviydi.[12] İstanbul’da cebehâne denilen büyük silah deposundan başka, hudut kalelerinde de depolar ve görevli cebeciler vardı. İstanbul’daki cebeci kışlası ile silah depoları Ayasofya civarındaydı. Kalelerdeki depoların noksanları İstanbul’daki depodan karşılanırdı. İstanbul dışındaki silah depolarının en önemlileri Budin ve Belgrad’da idi. Görevi icabı yeniçerilerle bağlantılı olduğundan, Cebeci Ocağı’nın kuruluşunun, Yeniçeri Ocağı’nın teşkilinden sonra olduğu söylenebilir.

Cebeci Ocağı’nın neferleri Acemi Ocağı’ndan alınırdı. Ancak, evlenmelerden sonra doğan kuloğlu denilen çocuklarının da ocağa alınmaları kanun haline gelmiştir. Cebeciler başlarına şebkülah denilen bir serpuş giyerlerdi. Yaşlı cebeciler zamanı gelince tekaüt edilirler ve kendilerine maaş bağlanırdı.

Cebeci ocağının en büyük zabiti cebecibaşıdır. İstanbul’un Ayasofya, Hocapaşa ve Ahırkapı semtlerinin muhafazası cebecibaşının sorumluluğu altındaydı. Bunun altında dört kethüda olup, bunların en kıdemlisine başkethüda denirdi. Daha sonra cebeciler başçavuşu ve cebeciler kâtibi ile orta ve bölük kumandanları gelirdi. 31 orta ve 59 bölükten oluşan ocak kendi içinde, silah yapan, tamir eden, barut ıslah eden gibi bazı sınıflara ayrılmıştı. Cebeci Ocağı imalâthanesinin yetiştiremediği zamanlarda dışarıdaki esnafa da malzeme siparişinde bulunulabilirdi.

Merkezdeki cebeciler üçer yıllığına taşradaki kalelerde hizmet ederlerdi. Ancak, bu maaşlı cebecilerden başka taşrada yerli kulu cebecileri de vardı ki, bunlar dirlik tasarruf ederlerdi. Sefer sırasında yeniçerilerin kullandığı savaş aletlerini katır ve develerle nakleden cebeciler, ordugâhın merkez gerisinde bulunurlardı.[13] Değişik zamanlarda sayıları azalıp çoğalan cebeciler maaşlarını, yeniçeriler gibi üç ayda bir alırlardı. Sayılarının azalıp çoğalması genellikle yeniçerilere paralel olmuştur. Zaman zaman yeniçerilerle birlikte isyan olaylarına karışan Cebeci Ocağı da II. Mahmud tarafından lağvedilmiştir. Yerine Cebehâneci Ocağı kurulmuş, bunun için yeni bir tüzük hazırlanmıştır. Yeni ocağın amirine cebehânecibaşı denilmiştir. Ayrıca ocağın sivil işlerinden sorumlu olmak üzere bir cebehâne nâzırlığı ihdas edilmiştir.[14]

ad. Topçu Ocağı

Yaya Kapıkulu ocaklarından olan Topçu Ocağı, Yeniçeri Ocağı’ndan sonra teşkil edilmiştir. Efradı Acemi Ocağı’ndan sağlanırdı. Daha sonra kuloğlu denilen topçu oğulları da alınmıştır. Ocak, fonksiyonu bakımından top imali ve top atışı diye iki kısımdan meydana gelmekteydi. Ocak neferleri bu kısımlarda hizmet ederlerdi. Topçu kışlaları ile top imalâthanesi İstanbul’un halen Tophane denilen semtinde idi. İlk tophane Fatih Sultan Mehmed zamanında yapılmış, daha sonra zaman zaman yenilenmiş ve genişletilmiştir. III. Mustafa zamanında Fransa’dan getirtilen topçuluk uzmanı Baron de Tott, Topçu Ocağı’nı ıslaha çalışmış ve Sürat Topçuları adıyla yeni bir birlik kurmuştur (1774).

Top dökümhanesinin şefi dökücübaşıdır. Bunun maiyetinde top imalinin çeşitli dallarında uzmanlaşmış ustalar bulunurdu. Top imalâthanesine şakird olarak giren neferler zamanla ustalaşırlar ve dökücübaşılığa kadar yükselebilirlerdi. Top dökümü sırasında özel törenler yapılırdı.[15] İstanbul dışında da top imalathaneleri vardı. Bunların en büyükleri batıda Belgrad, Semendire, Budin, İşkodra, Praveşte ve Temeşvar’da; doğuda ise Kerkük’ün Gülanber Kalesi’nde bulunuyordu. Top dökümhaneleri genellikle maden yataklarına yakın yerlerde olurdu. Topların ve top güllelerinin nakilleri esas olarak Top arabacılarına ait idiyse de, taşrada yaya, müsellem ve yürük gibi geri hizmet birliklerinden de bu hususta istifade edilirdi. Taşradaki dökücü ustaları İstanbul’dan giderdi. Osmanlı Türkleri çeşitli boyutlarda toplar ve top gülleleri kullanmışlardır. Fatih Sultan Mehmed zamanında Osmanlı topçuluğu çok ilerlemişti. İstanbul fethinde topçuların büyük rolü olmuştur. Çeşitli devirlerde kullanılan topların belli başlıları şayka, pırankı, bacaloşka, zarbazen, havâyî, kolonborna, balyemez ve havan adlarıyla anılırdı. Bu isimlendirmeler topların çaplarına ve attıkları güllelerin ağırlığına göre idi. Osmanlılar demir, bakır ve tunçtan toplar dökmüşlerdir. Gerekli malzemeler çeşitli yerlerdeki maden yataklarından temin edilirdi.

Topçu Ocağı neferleri barış zamanında belli günlerde atış talimleri yaparlardı. Ocağa çırak olarak giren neferler bir imtihana tâbi tutulurlar, daha sonra dökücü ve atıcı sınıflarına ayrılırlardı. Taşrada maaşlı topçulardan başka timarlı topçular da vardı. Topçular sefere cebecilerin önünde giderlerdi. Hafif toplar deve, beygir ve katırlarla, ağır toplar ise arabalarla taşınırdı. Nakli güç yerlerde ise seyyar top dökümhaneleri kurulur ve orada çeşitli ağırlıkta toplar ve gülleler dökülürdü.[16]

Topçu Ocağı’nın en büyük amiri topçubaşıdır. Bundan sonra dökücübaşı, ocak kethüdası ve çavuşu gelirdi. Bunların altında ise orta ve bölük zabitleri vardı. Topçubaşı, İstanbul’un Tophane ve Beyoğlu semtlerinin inzibat ve asayişinden sorumluydu. Tophane nazırı ve emini ise ocağın sivil görevlilerinden idi. Topçular maaşlarını üç ayda bir kâtipleri vasıtasıyla alırlardı. Topçuların mevcudu zaman içinde değişmiştir. XVI. yüzyılda 1.200 civarında olan topçu sayısı, tüzüğüne aykırı olarak ocağa yapılan alımlar sebebiyle XVII. yüzyıl ortalarında 3.000’e ulaşmıştır. XIX. yüzyıl başlarında ise topçuların mevcudu 5.000’i geçmiştir. Bu son artışların sebebi, savaşların devamı ve yine ocağa gelişigüzel kayıtların yapılmasıdır.

xv. yüzyıldan itibaren gelişen Osmanlı topçuluğu, XV. yüzyılda en mükemmel seviyeye çıkmış, fakat bir sonraki asırda gerilemeye başlamış ve gelişen Batı topçuluğu karşısında teknik olarak yenilenememiştir. III. Mustafa’nın emri ve Fransa’dan getirtilen Baron de Tott’un gayretleriyle kurulan Sürat Topçuları Ocağı, bu padişahın ölümünden sonra kaldırılmıştır. Ancak, yenilikçi sadrazam Halil Hamid Paşa zamanında 1782 yılında bu ocak yeniden kurulmuş ve Fransa’dan topçu uzmanlar istenmiştir. Zamanla İstanbul dışında da teşkil edilen Sürat Topçuları, dakikada 8-10 mermi atabilecek seviyeye gelmişlerdir. III. Selim zamanında önem verilen ve genişletilen Topçu Ocağı, Kabakçı Mustafa isyanında asileri desteklemiştir. Topçular Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra yeni bir nizama bağlanmıştır.[17]

ae. Top Arabacıları Ocağı

Büyük ve ağır topların nakli için XV. yüzyıl sonlarında kurulmuştur. Efradı Acemi Ocağı’ndan temin edilirdi. Daha sonra arabacıların çocukları da alınmış; hatta gerektiğinde dışarıdan da nefer kaydedilmiştir. Top arabacılarının asıl kışlaları İstanbul’da olup taşradaki stratejik mevkilerde de hizmet görürlerdi. Topçu neferinin olduğu her yerde arabacılar da bulunurdu. İstanbul’daki Top arabacıları imalâthanesinin Tophane’de, arabacı kışlasının Şehremini’nde, arabaları çeken beygirlerin ahırlarının ise Ahırkapı semtinde olduğu anlaşılmaktadır.[18] III. Selim zamanında Tophane’de yeni bir arabacı kışlası yaptırılmıştır. Top arabaları topların ağırlıklarına göre imal edilirdi. Top Arabacıları Ocağı neferlerinin, araba yapmak ve top nakletmek gibi iki türlü hizmeti vardı.

Ocağın en büyük zabiti top arabacılarıbaşısı idi. Bunun altında kethüda, başçavuş, kethüdayeri, ocak kâtibi ile bölükbaşı, odabaşı gibi bölük kumandanları vardı. XVII. yüzyıl sonlarında 63 arabacı bölüğü bulunuyordu ve bunların mevcudu 622 kişiydi. Müteferrikalarla birlikte bu sayı 1000’i geçerdi.

af. Humbaracı Ocağı

Bir tür el bombası olan humbara silahını kullanan humbaracılar öteden beri Cebeci ve Topçu ocaklarına bağlı olarak savaşlarda istihdam edilmişler; ancak İstanbul’un fethinden sonra müstakil ocak haline getirilmişlerdir. Merkezde ve taşrada bulunan humbaracılardan merkezdekiler maaşlı, taşradakiler ise dirlikli idi. Hepsinin amiri merkezde bulunan humbaracıbaşı idi. XVII. yüzyıldan itibaren ihmal edilen humbaracıların mevcudu gittikçe azalmıştır. 1729 yılında Osmanlı Devleti’ne iltica eden ve Müslüman olduktan sonra Ahmed adını alan Comte de Bonneval Humbaracı Ocağı’nı ıslaha çalışmış ve neferlerinin tamamı ulûfeli yeni bir humbaracı sınıfı kurmuştur. Yeni humbaracı neferleri Üsküdar’da yapılan kışlada bazı teknik dersler görmüşler, eğitime tabi tutulmuşlar ve yeni birliklere ayrılmışlardır.[19] Humbarahâne veya Hendesehâne denilen bu okulu bitirenlerin taşradaki kalelere humbaracıbaşı tayin edilmeleri kararlaştırılmıştır. Onun ölümünden sonra ihmale uğrayan Humbaracı Ocağı III. Selim zamanında yeniden ıslaha çalışılmış; II. Mahmud zamanında Tophâne Müşîrliği’ne bağlanmıştır.

ag. Lağımcı Ocağı

Özellikle kale muhasaralarında toprak altında lağım denilen tüneller açarak, buralara yerleştirdikleri patlayıcı maddelerle kale fetihlerini kolaylaştıran bir sınıftır. Maaşlı ve timarlı lağımcılar vardı. Maaşlılar cebecibaşıya bağlıydı. Timarlı lağımcıların amiri ise lağımcıbaşıydı. Bunun altında kethüda, çavuş, alemdar gibi zabitler bulunurdu. Lağımcılık aslında hendese bilmeyi gerektiren teknik bir meslekti. XVII. yüzyıl ortalarından itibaren nizamları bozulmuş ve ocağa gelişigüzel kişiler alınmaya başlanmıştır. Lağımcılar son hünerlerini Kandiye kalesinin muhasara ve fethinde (1669) göstermişler, daha sonra önemlerini kaybetmişlerdir.[20] XVII. yüzyılda sayıları 5000 kadar olan lağımcılar,[21] XVIII. yüzyıl sonlarında 200 civarında idiler. Halil Hamid Paşa’nın sadrazamlığı zamanında (1782-1785) ıslah edilmeye çalışılan bu sınıf III. Selim döneminde modernleştirilmiş, lağım bağlama, köprü, tabya ve kale yapma gibi teknik kısımlara ayrılmıştır.

B. Atlı Kapıkulu Ocakları

Osmanlı Devleti’nin iki buçuk asır kadar süren başarılarında Kapıkulu süvarilerinin de payı büyüktür. İlk teşkil edilenler sipah ve silahdar bölükleridir. Bunlara Yukarı Bölükler de denirdi. Daha sonra sağ ve sol ulûfecilerle sağ ve sol gariplerin de ilavesiyle süvari bölüklerinin sayısı altıya çıkmış, bu yüzden bunlara Altı Bölük denilmiştir. Ulûfeci ve guraba bölüklerine Bölükât-ı Erbaa veya Dört Bölük de denirdi. Mevkice yaya Kapıkulu neferlerinden yüksek olan süvariler nüfuz bakımından onların altındaydı. Süvari bölüklerinin efradı yaya Kapıkulu ocaklarından veya saray ve saraya bağlı kurumlardan alınırdı.[22] Süvari bölüklerine geçmeye bölüğe çıkma denirdi. Muayyen zamanlarda veya ihtiyaca göre yapılan çıkmalar münasebetiyle özel törenler düzenlenirdi. Ocak teşkilatı bozulduktan sonra veledeş denilen süvari oğulları da alınmaya başlanmıştır.

ba. Sipah Bölüğü

Kapıkulu süvarilerinin en itibarlısı Sipah Bölüğü idi. Bayrağının renginden dolayı Kırmızı Bayrak da denilen bu bölük Fatih Sultan Mehmed zamanında kurulmuştur. Bu bölüğe Enderûn’un kiler ve hazine odalarının efradı ile nüfuzlu devlet adamlarının oğulları alınırdı. Padişahın maiyet askeri olan sipahiler barış zamanında mirî malı tahsilinde bulunurlar, savaş alanında ise padişah otağını korurlardı. Kendi içinde 300 küçük bölüğe ayrılmış olan Sipah Bölüğü’nün en büyük zabiti sipah ağası idi.

bb. Silahdar Bölüğü

Sarı Bayrak da denilen Silahdar Bölüğü ilk teşkil edilen Kapıkulu süvari biriliğidir. Sipah Bölüğü’nün teşkiline kadar baş bölük bu idi. Buraya Enderûn koğuşlarından, Edirne, Galata ve İbrahim Paşa gibi saray okullarından neferler alınırdı. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren de veledeş denilen sipahi oğulları alınmaya başlanmıştır. Ayrıca Orta Bölüklerden de buraya geçilebilirdi. Sipah Bölüğü neferleri gibi padişahın maiyetinden olan silahdarlar, sefer sırasında askerin geçeceği yolları temizletirler, köprüleri tamir ettirirlerdi.[23] Ayrıca padişah otağının kurulacağı yeri hazırlarlardı. Silahdarlar 200 küçük bölüğe ayrılmışlardı. Barış zamanında padişaha refakat ederler, halka para serpme işini ifa ederlerdi. Sefer sırasında yol açma hizmetlerinden başka, padişah tuğlarını taşıma, padişahın yedek atlarını çekme gibi hizmetleri vardı.

bc. Ulûfeci Bölükleri

Bayraklarının renginden dolayı Yeşil Bayrak ve Alaca Bayrak veya topluca Orta Bölükler de denilen ulufeci bölüklerine ise padişahın sağında ve solunda bulunuşlarına göre genellikle Ulûfeciyân- ı Yemîn ve Ulûfeciyân-ı Yesâr denirdi. Bunlardan Sağ Ulûfeciler 105, Sol Ulûfeciler ise 100 küçük bölüğe ayrılmıştı. Başlıca görevleri sefer sırasında devlet hazinesini muhafaza etmekti.[24] Barış zamanı ise devlet alacaklarını tahsil ederlerdi. Asker kaynağı, esas olarak Edirne ve İbrahim Paşa sarayları olmakla birlikte, savaşlarda yararlıkları görülenler, süvari oğulları da ulûfeci bölüklerine alınmıştır.

bd. Gureba Bölükleri

Aşağı Bölükler de denilen Gurabâ Bölükleri, seferdeki yürüyüşlerine göre sağ ve sol diye ikiye ayrılırdı.[25] Uzak diyarlardan gelip savaşlarda yararlık gösterenler ile devşirme oğlanlarının eğitim görmüşlerinden teşkil edilen Gurabâ Bölüklerinin başlıca görevi Sancak-ı Şerif’i ve padişah sancaklarını muhafaza etmekti. Gurabâ Bölükleri kendi içlerinde 100’er küçük bölüğe ayrılmışlardı. Her iki bölüğün bayraklarının renkleri farklıydı.

Sadece sefer değil, Hazar zamanında da birçok görevi bulunan süvari bölüklerinden ilk dördünün, kendilerinden başka, yevmiyelerine göre hizmet neferleri de vardı. Gurabâ Bölükleri hariç öteki süvariler aldıkları yevmiyelerin her beş akçesine karşılık sefer sırasında yanlarında masrafı kendilerine ait olmak üzere bir atlı bulundurmak zorunda idiler. Onun için sefer sırasında Kapıkulu süvarileri oldukça kalabalık bir yeküne ulaşırlardı. Hizmet neferi bulundurma usulü Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığı zamanında kaldırılmıştır.

Silah olarak ok, yay, kalkan, mızrak, balta ve pala kullanan[26] Kapıkulu süvarilerinden suç işleyenlerin cezaları, öteki Kapıkulu ocaklarında olduğu gibi kendi bölüklerinde verilirdi. Cezalar, suçun büyüklüğüne göre dayak, hapis ve idam şeklinde olurdu. XVI. yüzyıl sonlarında aralarına kanun dışı yabancıların girmesiyle nizamları bozulan süvari bölükleri, diledikleri gibi hareket etmeye başlamışlar ve çeşitli isyan hareketlerine karışmışlardır. XVIII. yüzyıldan itibaren de hiçbir değer ve itibarları kalmamıştır. Nihayet Kapıkulu ocaklarının merkez süvari bölükleri II. Mahmud zamanında, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını müteakip lağvedilmiş, son ulûfeli süvarilere devletçe maaş bağlanarak mağdur duruma düşmeleri önlenmiştir.[27]

2. Eyalet Kuvvetleri

Osmanlı Devleti’nin asıl savaş gücünü eyalet kuvvetleri oluştururdu. Klasik dönemde eyalet kuvvetleri timarlı sipahi, yaya, müsellem, yürük, cerehor, canbaz, akıncı, deli, azeb, gönüllü ve beşli denilen birliklerden oluşurdu.

A. Timarlı Sipahiler

Eyalet kuvvetlerinin en kalabalık sınıfını timarlı sipahi denilen topraklı süvariler teşkil ederlerdi. Osmanlılar’da önceki İslâm-Türk devletlerinde bulunan İktânın devamı olan ve I. Murad zamanında teşkilatlandırılan timar sisteminin iki yönü vardı. Sistem bir yönüyle toprağın işlenmesini sağlarken, diğer yönüyle de devletin atlı ihtiyacının teminine hizmet ederdi.

Devlete ait toprakları tasarruf eden ve kendilerine sâhib-i arz da denilen timar sahipleri, tasarruf ettikleri yerin yıllık gelirine göre yeme, içme, silah ve at gibi her türlü ihtiyaçları kendilerine ait olmak üzere atlı askerler yetiştirmek zorunda idiler. Bu askerlere cebelü denirdi. Cebelüler, o sipahinin ya para ile satın aldığı veya savaşta esir ettiği köleleriydi.Timarlı sipahilerin yıllık gelirleri, hizmet kıdemlerine göre 1.000-19.999 akça arasında olurdu. Sipahi bu gelirin her 3.000 akçası için bir cebelü yetiştirmek zorundaydı.

Yıllık geliri 20.000-99.999 akçe arasında olan dirliğe zeamet denirdi. Zeamet sahipleri de gelirlerinin her 5.000 akçası için bir cebelü besleyip teçhiz etmekle yükümlüydüler. Devlete asker yetiştirmekle mükellef olan dirlik sahipleri bu hizmetlerine karşılık vergiden muaf tutulurlardı. Her bir timarlı sipahi bağlı olduğu alay beyinin kumandası altında sefere giderdi. Her alayda zabit olarak üç dört subaşı bulunurdu. Subaşıların barış zamanı en önemli görevleri, bulundukları kazada asayişi sağlamaktı. Merkezden, sefer emrini alan beylerbeyiler sancak beylerine, bunlar alay beylerine bu emri bildirirler, böylece sipahilerin noksansız olarak, belirlenen yerde toplanmaları sağlanırdı. Özürsüz olarak sefere katılmayan sipahinin dirliği elinden alınır, savaşlarda yararlık gösterenlerin dirliklerine ise zam yapılırdı. Sipahiler mutlaka iyi bir ata, miğfere ve zırha sahip olurlardı. Sipahinin hazar zamanında kesinlikle kendi bölgesinde oturması gerekirdi. Ölen timarlı sipahinin dirliğinin bir kısmı, varsa erkek evladına verilir, oğlu olmayanın timarı alay beyi denilen sipahi zabitinin arzıyla yine askerî sınıftan münasip birine tevcih edilirdi. Her sancağın timarlı sipahileri bölüklere ayrılırdı. Her bölüğün başında alay beyi, subaşı, çeribaşı, bayraktar ve çavuş denilen zabitler vardı. Her on bölük bir alay beyinin kumandası altındaydı.

Savaş vukuunda alay beyleri, bağlı oldukları sancak beyinin; o da kendi beylerbeyinin emri altında sefere giderdi. Sipahiler, onda biri sefer esnasında bulundukları bölgenin muhafızlığını yapmak, asayişini sağlamak ve sefere giden arkadaşlarının işlerini yürütmek için nöbetleşe olarak sefere giderlerdi. Sefere çıkan sipahiler o kışı savaş bölgesinde geçirecekse, aralarından bazıları bölgelerine giderek arkadaşlarının timar gelirlerini alıp getirirdi. Bunlara harçlıkçı denirdi.

Timarlı sipahi teşkilatı en mükemmel şeklini XVI. yüzyıl ortalarında almıştır. Devlet topraklarının çok genişlemesi, timarlı sipahi sayısını arttırırken, Kanuni zamanında yapılan seferler de sipahilerin imtiyazlarının çoğalmasına sebep olmuştur. Her eyalette timar ve zeamet sahiplerinin isimlerini ve dirliklerinin yerlerini gösteren defterler bulunurdu. Timar defterini eyaletlerdeki timar defterdarları, zeamet defterlerini ise timar kethüdaları tutardı. Buralardaki kayıtların aynısı hazinedeki arazi defterlerinde bulunurdu. Sefer sırasında beylerbeyi bu defterlerin bir suretini beraberinde götürerek yoklama yapar, kaçakları tespit eder ve münhalleri doldururdu. Beylerbeyiler, yaptıkları timar tevcihlerini merkeze bildirmek zorunda idiler. Bu tevcihler genellikle merkezde kabul görürdü. 1529 yılından itibaren beylerbeyiler timar tevcihlerini merkeze sormadan yapmaya başlamışlardır. Kılıç timar adıyla anılan bu dirliklere tezkiresiz timar da denirdi.[28]

Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nin sonlarına kadar Osmanlı Devleti’nin en güçlü askerî birliklerini oluşturan timarlı sipahi teşkilatı XVI. yüzyıl sonlarından itibaren bozulmaya başlamıştır. Bunun en büyük sebebi kanun dışı tayin ve tevcihler yapılması ve bu tayinlere rüşvet karışmasıdır. Bu haksız tayinler sipahi adedini arttırırken, mevcutların da disiplinini bozmuştur.[29] Bu yüzden gittikçe önemi azalan timarlı sipahiler XVII. yüzyıl ortalarından itibaren geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmış, bunların yerini vezir ve valilerin yanlarındaki saruca-sekban ve levend gibi derme-çatma nizamsız kuvvetler almıştır. Ehemmiyetleri azalan timarlı sipahilerin ellerindeki timar gelirlerinin yarısı bedel-i timar veya cebelü bedeliyyesi adıyla vergi olarak alınmaya başlanmıştır.

XVIII. yüzyıl başlarında hükümet timarlı sipahi teşkilatını ıslah için bütün timarlıların beratlarını gözden geçirmiş, bunlara yeniden beratlar vermiş ve eski kanuna uygun olarak sipahilerin mutlaka kendi sancaklarında oturmalarını şart koşmuştur.[30] 1732 yılı başlarında çıkartılan timar ve zeamet kanunuyla tekrar ele alınan timarlı sipahi teşkilatı, yine de çağın isteklerine cevap verecek nitelikte değildi. I. Abdülhamid zamanındaki ıslah faaliyeti de fayda vermemiştir. Nihayet Yeniçeri Ocağı’nın ilgası arefesinde Rumeli ve Anadolu’daki sipahilerin mühim bir kısmı Humbaracı ve Lağımcı ocaklarına alınmış, başlarına yeni zabitler tayin edilmişse de beklenen sonuç alınamayınca 1847 yılında timarlı sipahi teşkilatı kaldırılmıştır.

B. Yardımcı Kuvvetler

Osmanlı Devleti’nde timarlı sipahilerden başka, yine eyalet askeri statüsünde akıncı, deli, yaya, müsellem, yürük, canbaz, cerehor, gönüllü ve beşli gibi yardımcı kuvvetler de kullanılmıştır. Bu kuvvetler öncü, geri hizmet ve kale kuvvetleri gibi üç grupta ele alınabilir.

ba. Öncü Kuvvetler

Bunlar akıncı, deli gibi hafif süvari ve azeb gibi hafif piyade birliklerinden oluşurdu. Öncü süvari birliklerinden olan akıncıların varlığı Osman Gazi zamanına kadar uzanır. Bir ocak şeklinde teşkilatlanmalarında Gazi Evrenos Bey’in büyük emeği geçmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından sonra görevleri sadece sınır boylarına inhisar eden akıncıların özel bir statüsü vardı. Devlet akıncılar için kışla tahsis etmez, onlara maaş vermez, teçhizat ve silah sağlamazdı. Akıncılar her türlü ihtiyaçlarını kendileri temin ederler, genellikle düşmandan aldıkları ganimetle geçinirler, buna mukabil devlete vergi vermezlerdi. Akıncılar genç, güçlü ve yiğit gençlerden seçilirdi. Muntazam olarak tutulmasına özen gösterilen akıncı defterlerinden birisi ilgili serhat kadılığında, diğeri ise merkezde muhafaza edilirdi. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu beylik uzun seri Evrenos, Turhan, Mihal ve Malkoçoğulları gibi akıncı ailelerinin uhdesinde kalmıştır. Akıncı kanununa göre her 10 akıncıya onbaşı, 100 akıncıya yüzbaşı, 1000 akıncıya ise binbaşı kumanda ederdi.

Savaşlarda başarılı akıncılara dirlik tahsis edilmeye başlanmasından sonra timarlı akıncılar da ortaya çıkmıştır. Akıncılar barış zamanında kendi işleriyle ve savaş talimleriyle meşgul olurlardı. Düşman ülkesine yapılan akınlar gelişigüzel değil, bir plan ve program dahilinde olurdu. Akıncılar esas olarak Rumeli sınır boylarında kullanılmakla birlikte, bazen Anadolu’nun doğusunda da istihdam edilmişlerdir. XVI. yüzyıl sonlarında önemleri azalan akıncıların yerini serhad kulları ve Kırım kuvvetleri almıştır. Varlığını ismen de olsa uzun süre devam ettiren akıncılık 1826 yılında resmen ortadan kaldırılmıştır.[31]

Deli denilen atlılar da eyalet askeri statüsündeki öncü birliklerinden idi. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmeye başlanan deliler, delice cesaretlerinden dolayı bu adı almışlardır. Marsigli bunları serhat kulu süvarileri arasında zikretmektedir.[32] Deli askeri olmak isteyen bir gencin önce kendisini ispatlaması gerekirdi. Bayrak adı altında küçük ocaklara ayrılan delilerin birkaç ocağı bir delibaşının emrine verilirdi. Başlangıçta sadece Rumeli’deki hudut beyliklerinde kullanılan deliler XVII. yüzyıldan itibaren merkezde veziriazamın, Anadolu’daki vezir ve beylerbeyilerin maiyetlerinde de teşkil edilmiş ve tamamen ücretli maiyet askeri statüsüne geçmişlerdir.[33] XVI. yüzyılda vahşi hayvanların derisinden yapılmış başlık ve elbise giyen delilerin atları da akıncı atları gibi çevik ve kuvvetliydi. XVII. yüzyıldan itibaren kıyafetleri biraz değişikliğe uğramıştır.[34] Bu asırda, maiyetlerinde bulundukları vezir veya beylerbeyilerin sık sık görevden alınmaları yüzünden işsiz güçsüz kalan zümreler haline gelen deliler, taşradaki yerleşim merkezleri için tehlike olmuşlardır.[35] III. Selim zamanında ıslahına çalışılan deliler[36] 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda büyük kahramanlık göstermişler,[37] fakat 1829 yılında II. Mahmud tarafından ortadan kaldırılmışlardır.

Yine eyalet askeri statüsündeki azebler ise öncü piyade birliklerindendir. Kuruluşları Yeniçeri Ocağı’nın teşkilinden öncedir. Başlangıçta hafif okçu olarak orduya katılan azepler, daha sonraki dönemlerde öncü piyade kuvveti olarak savaşmışlardır. Azepler Türk gençleri arasından belli kanun çerçevesinde kefilli olarak toplanırdı. Savaşta merkez ordusunun önünde bulunurlar ve ilk hücuma bunlar maruz kalırlardı. Savaş başlayınca sağa sola açılarak hemen arkalarındaki topçuların ateş etmelerini sağlarlardı. XVI. yüzyıl ortalarından itibaren kale muhafızı olarak kullanılan azepler maaşa bağlanmışlardır. Kale azepleri orta denilen bölüklere ayrılır; her ortada reis, odabaşı ve bayraktar denilen zabitleri bulunurdu. Hepsinin amiri ise azepler ağasıydı. Bunun altında azepler kâtibi vardı. Azepler, beylerbeyinin kumandası altında savaşa katılırlar, kale muhafazasından başka köprücülük ve lağımcılık gibi hizmetleri de ifa ederlerdi. Daha sonraki asırlarda Osmanlı azep kuvvetleri yer almamıştır. Azep teşkilatı resmen II. Mahmud zamanında kaldırılmıştır. Aşağıda görüleceği üzere kara azeplerinden başka deniz azepleri de vardı.[38]

bb. Geri Hizmet Birlikleri

Bunlar yaya, yürük, müsellem, cerehor, canbaz ve şatır adları altında toplanabilir. Kuruluş döneminin ilk düzenli askerî birlikleri olan yaya ve müsellemler, Kapıkulu ocaklarının teşkilinden sonra bir süre daha fiilî seferlerde kullanılmışlar, XV. yüzyıl ortalarından itibaren tedricen geri hizmetlere alınmışlardır. Anadolu eyaletinin bazı sancaklarında bulunan yaya ocaklarının her biri bir yaya beyinin emri altında idi. Nöbetleşe olarak sefere giden yayaların başlıca görevi yol açmak, hendek veya siper kazmak, top ve gülle nakletmek, askere zahire taşımak gibi işlerdi. Barış zamanlarında ise, ihtiyaca göre kale tamiri, maden, tersane vb. işlerde çalışırlardı. Yayalar gibi XV. yüzyıl ortalarından itibaren geri hizmete alınan müsellemler ise hem Anadolu’da hem de Rumeli’de istihdam edilirlerdi. Anadolu’dakilerin tamamı Müslüman, Rumelidekiler ise karışıktı. Atlı olma statülerini muhafaza eden müsellemler savaş zamanlarında asıl ordudan birkaç gün evvel önden sevk edilirler, güzergâh üzerindeki köprüleri onarırlar, ormanları açarlardı. En büyük kumandanları müsellem sancak beyleri idi. Müsellemlerin de her 30 neferi bir ocak itibar edilmiş ve beşte birinin nöbetleşe olarak sefere gitmesi esasa bağlanmıştır.

Rumeli’de aynı hizmeti yürükler ifa ederdi. Bulundukları yöreye izafetle çeşitli gruplara ayrılan yürükler 24’er kişiden ocaklara ayrılırlardı. Her ocak bir yürükbaşının emri altında idi. Bunlar da sefere nöbetleşe giderler; gitmeyenler gidenlere harçlık verirlerdi. Savaş Anadolu tarafında ise yayalar, Rumeli’de ise yürükler giderdi.[39]

Yine geri hizmette kullanılan canbazlar, tatarlar ve garipler de Osmanlı ordusunun işçi birliklerinden idi. Kendi içinde ocaklara ayrılan bu birlikler Vize, Vidin ve Yanbolu taraflarında bulunurlardı. Hepsi de yürük yaya beyinin kumandası altındaydı.

bc. Kale Kuvvetleri

Yukarıda öncü yaya birliklerinden olduğu bahsedilen azepler, XVI. yüzyıldan itibaren kalelerde de teşkil edilmiş ve bunlara kale azepleri denilmiştir. Bunlar serhat kulu denilen kuvvetlerin yaya kısmından idi. Yine kale kuvvetlerinden olan atlı gönüllü ve beşliler ise XV. asır sonlarında serhat kulu veya yerli kulu denilen yerli halktan teşkil edilmişti. Maaşları bulundukları eyaletin maliyesinden verilirdi. Gönüllülerin âmiri gönüllü ağası; beşlilerinki ise beşli, ağasıydı. Bu arada hisar eri veya fârisân denilen kale muhafızları da zikredilmelidir.[40]

3. Askeri Teşkilatın Bozulması

Osmanlı askerî teşkilatının bozulma sebeplerinin başında, yürürlükte olan teamül ve kanunlara riayetsizlik gelir. Bunun ilk örneğini II. Selim vermiştir. Cülûsu sırasında teamüle uymayıp Kapıkulu ocaklarının cülûs bahşişini vermek istememesi yeniçerilerin homurdanmalarına yol açmış, sonunda teamüle uygun olarak bahşiş ve terakkiler (maaş zamları) verilerek mesele çözümlenmişse de, padişahın ocak üzerindeki nüfuzu kırılmıştır. Ocak nizamının asıl bozulması III. Murad zamanında başlamıştır. Devşirme Kanunu’na uyulmayarak asker arasına yabancıların alınması, özellikle Şehzade Mehmed’in (III. Mehmed) sünnet düğününde mahareti görülenlerin kul kardeşi adı altında talim terbiye görmeden yeniçeri yapılmaları, ocak nizamını temelinden sarsmıştır. Ocağın mevcudu ve nüfuzu gittikçe artmış, maaşların ve cülûs bahşişlerinin ödenmesi mesele haline gelmiştir. XVII. yüzyıl başlarından itibaren sık gerçekleşen bahşişler yüzünden hazinede para kalmamış, ayarı düşük para verilince de askerle esnafın arası açılmış ve sonu gelmez isyanlar çıkmıştır. Çıkar kavgası yüzünden bazan vezir ve ağaların da tahrikiyle çıkan bu ayaklanmalara çoğu zaman öteki yaya ve atlı Kapıkulu ocakları da katılmış, böylece İstanbul sık sık askerî isyanlara sahne olmuştur.

Merkeze paralel olarak taşrada da eyalet kuvvetlerinin bozulması XVI. yüzyıl sonlarında başlamıştır. Bozulmanın başlıca sebebi yine kanun hilafı olarak aralarına yabancı karışarak bunların timarlı sipahi olmalarıdır. Çoğu zaman timar tevcihlerine rüşvet ve iltimasın karışması ve münhal dirliklerin layık olmayanlara verilmesi ise, devletin bu asıl kuvvetlerinin sayıca azalmalarına ve geri hizmetlerde kullanılmalarına yol açmıştır. Timarlı sipahilerden bedel-i timar adıyla vergi alınması zaman zaman bunların isyan etmelerine sebep olmuştur.

4. Islahat Çalışmaları

A. XVII ve XVIII. Yüzyıllarda Yapılanlar

Gerek merkez gerekse eyalet askerlerinin ıslahı için XVII ve XVIII. yüzyıllarda ciddî tedbir alındığı söylenemez. II. Osman’ın yapmak istediği ıslahat hayatına mal olmuş; IV. Murad ve Köprülü Mehmed Paşa zamanında sert ve zecrî; oğlu Fazıl Mustafa Paşa zamanında ise daha yumuşak tedbirlerin alınmasından öte köklü bir ıslahat girişiminde bulunulmamıştır. Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı için 1701 yılında bir ferman çıkmıştır. Buna göre, ocak içindeki yabancılar temizlenerek 70 bin olan mevcudu yarıya indirilmiştir.[41] Aynı şekilde öteki yaya ve süvari Kapıkulu ocakları da ciddî tensikata tabi tutulmuştur. XVII. yüzyılda ıslahat hareketlerinin genel karakteri Kanuni devrinin örnek alınması şeklinde özetlenebilir.

XVIII.  yüzyıl başında da timarlı sipahi teşkilatının ıslahı için bütün timar sahiplerinin beratları gözden geçirilmiş, ellerine yeni beratlar verilmiş ve timarlı sipahilerin mutlaka kendi sancaklarında ikametleri şart koşulmuştur.[42] Fakat asıl önemlisi bu asırda Avrupa devletlerinin askerî yönden üstünlükleri kabul edilmiştir. İlk ciddî askerî ıslahat girişimleri I. Mahmud’un hükümdarlığı zamanında (1730-1754) başlamıştır. Ezcümle, Fransız asıllı Comte de Bonneval Osmanlı hizmetine girmiş; Müslüman olduktan sonra Ahmed adını almış ve paşa unvanıyla humbaracıbaşı olmuştur. Ahmed Paşa, Humbaracı Ocağı’nı yeniden teşkilatlandırarak bölük, tabur ve alaylara ayırmış, bu arada devlet büyüklerini aydınlatacak raporlar hazırlamıştır. Subay yetiştirmek için Üsküdar’da açtığı mektep III. Selim zamanında kurulacak olan Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un çekirdeği kabul edilebilir. Humbaracıbaşı Ahmed Paşa burada teknik dersler vermiştir.[43]

Kısa süren bir kesintiden sonra III. Mustafa zamanında (1757-1774) askerî ıslahat hareketlerine devam edildi. Fransa’dan getirtilen Baron de Tott Topçu Ocağı’nın ıslahı ile görevlendirildi. Macar asıllı bu topçu ustası topçulardan başka istihkâm ve köprücü sınıflarını da düzene sokmaya çalıştı. Sürat Topçuları adıyla yeni bir sınıf teşkil etti ve bunları sıkı bir eğitime tâbi tuttu. Bu arada tophâneyi ıslah eden Baron de Tott yeni toplar döktürdü ve topçu neferlerine top talimleri yaptırdı. III. Mustafa zamanının asıl önemli yeniliği 1773 yılında günümüz Deniz Harp Okulu’nun çekirdeği olan Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’un açılmasıdır.

I. Abdülhamid dönemi ıslahat hareketlerini Sadrazam Halil Hamid Paşa (1782-1785) gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunun gayretleriyle Sürat Topçuları sınıfı yeniden teşkilatlandırılmış, 1784 yılında İstanbul’da bir istihkâm okulu açılmıştır. Halil Hamid Paşa, yeniçeri maaş belgeleri olan esâmelerin serbestçe alınıp satılmasını yasaklamış, bu arada timar sistemini de düzene sokmaya çalışmışsa da fazla başarılı olamamıştır.

B. III. Selim ve Nizâm-ı Cedîd

Osmanlı Devleti’nde gerçek anlamda ıslahat girişimi XVIII. yüzyıl sonlarında III. Selim tarafından yapılmıştır. Babası III. Mustafa’nın yanında yenilikçi fikirlerle yetişen bu padişah, daha şehzadeliğinde Avrupa devletleri ve bu devletlerin yapısıyla ilgilenmişti. Yıllardır Avusturya ve Rusya ile yapılmakta olan savaşların Ziştovi ve Yaş antlaşmalarıyla sona ermesinden sonra, bütün gücüyle ıslahat hareketlerine girişen III. Selim önce devlet ileri gelenlerinden, yapılacak ıslahatlarla ilgili lâyihalar istedi.

Sunulan raporların ağırlık noktası askerî alanda idi. Gerçekten bir asırdır hiç dokunulamayan yeniçeriler tam bir başıboşluk ve anarşi içinde idiler. Savaşlara katılmadıkları gibi, katılanlara da kötü örnek oluyorlardı. Eyaletlerde de durum uzun süredir bozuktu. Sunulan layihaların ışığında işe koyulan III. Selim önce yeni bir ordu kurmaya karar verdi. Bu Nizâm-ı Cedîd ordusunun neferleri Bostancı Ocağı’ndan alınmıştı. Zira talim istemeyen yeniçeriler Nizâm-ı Cedîd’e taraftar değillerdi.

Günümüz modern Türk ordusunun ilk nüvesi kabul edilebilecek bu üniformalı ordu, bölük, tabur ve alaylara ayrılıyor ve Levent Çiftliği’nde eğitiliyordu. Yeni ordunun giderleri için Îrâd-ı Cedîd hazinesi kurulmuştu.

Kısa sürede sayıları 12 bine ulaşan ve taşrada da teşkiline başlanan bu talimli ordu gitgide yeniçerilerin kıskançlığını çekiyordu. III. Selim Yeniçeri Ocağı dışındaki Kapıkulu Ocaklarını da ıslaha çalıştı. Tophâne’yi genişletti ve yeni toplar döktürdü. Bu işler için Fransa’dan yeni uzmanlar, ustalar ve top örnekleri getirtti. Humbaracı, Lağımcı, piyade ve süvari ocaklarını düzene soktu. Bir askerî dikimevi açtı. Günümüz Kara Harp Okulu’nun çekirdeği olan Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’u kalıcı olarak faaliyete geçirdi (1795). Timar sistemini yeniden ele aldı. Fakat Osmanlı Devleti’nin güçlenmesini istemeyen sadece iç düşmanlar değildi. Öteden beri bu ülke topraklarında gözü olan İngiltere, Fransa ve Rusya da devletin düzelmesini, tekrar eski gücüne kavuşmasını istemiyordu. Nihayet iç ve dış tahrikler sonucu 1808 yılında Kabakçı Mustafa önderliğinde çıkan isyan sonunda Nizâm-ı Cedîd ordusu bizzat kurucusu tarafından kaldırılmıştır.[44]

C. Sekban-ı Cedid

II. Mahmud’un cülûsundan sonra sadrazamlığa getirilen Alemdar Mustafa Paşa da askerî ıslahata başladı. Yeni kurulan ordunun adı Sekbân-ı Cedîd idi. Bu ordunun neferleri de Nizâm-ı Cedîd askerleri gibi belli bir üniforma ile Levend ve Selimiye kışlalarında eğitime tabi tutuldular. Fakat yeniçeriler Alemdar’a ve bu yeniliğe de cephe almakta gecikmediler. Alemdar Mustafa Paşa’nın âsiler tarafından öldürülmesinden sonra Sekban-ı Cedîd ocağı kaldırıldı.

D. Eşkinci Ocağı

Nizâm-ı Cedîd ve onun yeniden ihyası gibi olan Sekban-ı Cedîd denemelerinden sonra, bir süre askerî ıslahat girişimlerine ara verilmiştir. Bunda en büyük etkenin yeniçerilerin ve onlara dayanan ricalin muhalefetleri olduğu söylenebilir. Fakat son siyasî gelişmeler, özellikle Osmanlı ordusunun Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın düzenli askerleri karşısındaki başarısızlığı, modern orduya olan ihtiyacı had safhaya vardırmıştı.[45] 1826 Mayısı sonlarında Sultan II. Mahmud başkanlığında yapılan toplantıda Yeniçeri Ocağı’nın bozulma sebepleri görüşülerek, savaş talimi yapmanın vücubiyetine dair fetva çıkartılarak, Eşkinci Ocağı adıyla yeni bir sınıfın kurulmasın karar verildi.

Hazırlanan Eşkinci Lâyihası’na göre, yeni sınıfın erleri yeniçeri bölüklerinden alınacak; yürürlükte olan ocak hiyerarşisi bozulmayacak; belli süre hizmetten sonra Eşkinci askerlerine emeklilik hakkı verilecekti. Eşkincilerin başlıca görevi, yeni savaş taktik ve tekniklerini öğrenmek olacaktı. Ayrıca bunların dinî eğitimlerine de önem verilecek; daima kışla ve kulluklarında bulunmalarına özen gösterilecekti. Silah olarak tüfek ve kılıç kullanacaklar; ulûfeleri ve bazı ocak giderleri Ağakapısı’nda oluşturulan sandıktan verilecekti. Oldukça yüksek maaş almaları, yeniçerileri Eşkinciliğe özendirmek şeklinde değerlendirilebilir. Yeniçeri kışlalarında kalan yeni askerlerin giderleri için yeni kaynaklar bulunmuş; kıyafetlerine pek dokunulmamış, sadece ayaklarına sıkı potur, başlarına ise yeşil renkli Laz kalpağı giydirilmiştir. 12 Haziran 1826 tarihinde talime başlayan Eşkincilerin, bağımsız Nizâm-ı Cedîd ve Sekbân-ı Cedîd neferlerinden farkı, Yeniçeri Ocağı’na bağlı olmalarıydı. Bundan dolayı yeniçerilerin doğrudan hedefi durumunda idiler. Gerçekten daha talime başlandığı gün İstanbul kahvehanelerinde yeni ocak aleyhinde, Nizâm-ı Cedîd’in yeniden kurulduğu; Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılacağı ve maaş belgesi olan esâmelerin elerinden alınacağı yolunda yoğun bir menfî propaganda başlatılmıştır.

Talime başlandıktan üç gün sonra yani 15 Haziran 1826 tarihinde ayaklanan yeniçerilerin bu son isyanı olmuş, Eşkinci Ocağı ile birlikte Yeniçeri Ocağı da kaldırılmış; yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Ocağı kurulmuştur.[46]

E. Asakir-i Mansûre-i Muhammediyye

Islah kabul etmez Yeniçeri Ocağı’nın II. Mahmud tarafından 1826 yılında kaldırılmasından sonra kurulan yeni askerî teşkilatın adı Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’dir. Ocak ilga edilirken, yeniçerilikle ilgili her türlü nişan, unvan ve işaretler de kaldırılmış; Ağakapısı’nın adı Serasker Kapısı (Bâb-ı Seraskerî) olarak değiştirilmiştir. Belli bir nizamnâme dahilinde Hazreti Peygamber’in adına izafetle kurulan ve teşkilatlanan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’ye, yaşları 15-30 arasında olanlar kabul edilmiş, daha küçük yaştakiler için Şehzadebaşı’ndaki Acemi Ocağı Kışlası talimhâne yapılmıştır.

Gerek İstanbul’dan gerekse taşradan gelerek kaydolan gönüllülerle Mansûre ordusu kısa sürede gelişip büyümüş; III. Selim zamanında yapılan Üsküdar ve Levend’deki kışlalara yenileri ilave edilmiştir. 12 bin kişilik ilk Asâkir-i Mansûre ordusu tertib adı altında 1500’er kişilik sekiz tabura ayrılmış ve her tabur bir binbaşının emrine verilmiştir. Sekiz binbaşının üstünde ise bir başbinbaşı vardı. Her taburda ayrıca iki kol ağası, topçubaşı, arabacıbaşı, cebehanecibaşı, mehterbaşı, imam, hekim ve cerrah gibi zabitler vardı. Binbaşıların altında yüzbaşı, mülâzım, sancaktar, çavuş ve onbaşı gibi küçük rütbeli kumandanlar bulunuyordu. Yeni ordunun en büyük kumandanı ise serasker denilen zabit idi. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye, Yeniçeri Ocağı’nın sadece seferî değil, şehir güvenliği ve yangın söndürme gibi hazarî görevlerini de üstlenmişti.

Seraskerden sonra en yetkili merci Asâkir-i Mansûre Nezâreti idi. Nâzır, teşkilatın maaş vb. sivil ve teknik işlerinden sorumluydu. Yeni ordunun bölük, tabur, alay gibi askerî birlik adları Nizâm-ı Cedîd ordusununki ile aynıydı. Mansûre askerlerini eğitmek için her birimde Kur’ân-Kerim ve ilmihal dersleri verilecek; tayin edilen imamlarla beş vakit namazın cemaatle kılınması sağlanacak; bu arada meslekî eğitimleri için Avrupa’dan uzmanlar getirtilecektir. Terfiler kıdemden ziyade çalışkanlığa ve başarıya göre olacaktı. Tamamı maaşlı olan yeni ordunun giderlerini karşılamak için yeni gelir kaynakları ihdas edilmiş ve Mansûre Hazinesi adıyla yeni bir hazine kurulmuş, böylece devlet hazinesine yük olmaktan kaçınılmıştır. Özel bir üniforması olan Mansûre askerleri serpuş olarak başlarına önce şubara, sonra da fes giymişlerdir. Zamanla her üç taburdan bir alay teşkil edilmiş, başbinbaşılık kaldırılarak her alay bir miralayın; iki alaydan da bir liva teşkil edilerek bir mirlivanın kumandasına verilmiştir. 1831 yılında İstanbul’daki alaylara Hassa; Üsküdardakilere Mansûre denilmiş, böylece yeni ordu iki kısma ayrılarak her birinin başına bir ferik tayin edilmiştir. Hassa birlikleri yalnız İstanbul’da bulunurken, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yeni Mansûre birlikleri kurulmuştur. Taşradaki birliklerin kumandanları İstanbul’dan gönderilmiştir. Muayyen fiilî askerlikten Mansûre askerlerine emeklilik hakkı verilmiş ve yeterli emekli maaşlı bağlanmıştır. 1832 yılında, en yüksek rütbe olan müşirlik rütbesi ihdas edilmiş ve askerî meratip silsilesi aşağıdan yukarıya doğru şu şekli almıştır: Onbaşı, çavuş, bölük emini, çavuş, başçavuş, mülâzım, yüzbaşı, sol kolağası, sağ kolağası, binbaşı, kaymakam, miralay, mirliva, ferik, müşir.

Ordunun subay ihtiyacı önceleri Mühendishâne’den karşılanmış, ancak daha sonra 1834 yılında Harbiye Mektebi açılmış, ayrıca Avrupa’ya talebe gönderilmiştir.

Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye yeni ve biraz aceleye getirilmiş bir müessese olduğundan 1829 yılında Rus ordusuna, 1831-1833 arasında ise Mehmed Ali Paşa’nın Mısır askerlerine karşı yapılan savaşlarda pek başarılı olamamışsa da, yeniçerilerin son zamanlarına göre üstünlüğünü, düzenli Rus ve Mısır askerlerine birkaç yıl karşı koymakla ispatlamıştır. Yeni ordunun desteklenmesi ve ülkenin daha iyi savunulabilmesi için 1834 yılında taşrada Redif-i Asâkir-i Mansûre adıyla bir yedek ordu kurulmuş ve aynı yıl çıkartılan bir kanunla taşrada Redif birlikleri teşkiline başlanmıştır. Bu birliklerin kurulmasından sonra Asâkir-i Mansûre ifadesinin yerini Asâkir-i Nizâmiye almış ve İmparatorluğun sonuna kadar bu ad kullanılmıştır. Nizamiye kavramı günümüzde de varlığını korumakta, kışla girişleri bu adla anılmaktadır.[47]

F. Tanzimattan Sonraki Askeri Yenilikler

Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra askerî alanda önemli gelişmeler olmuştur. Her şeyden önce askerlik hizmetinin vatanî bir görev olduğu prensip haline getirilerek eski ocak sisteminin dışına çıkılmaya çalışılmıştır. 6 Eylül 1843’te çıkartılan kanunla muvazzaf askerlik süresi beş yıla indirilmiş; bu fiilî hizmeti bitirenlere yedi yıl da ihtiyatlık süresi verilmiştir. Bu dönemde Osmanlı kara kuvvetleri, hassa askerlerinden oluşan Birinci Ordu, Rumeli, Anadolu ve Arabistan orduları diye beş büyük birime ayrıldı. 1848’de bunlara Irak ve Hicaz orduları da eklendi. Piyade ve süvari birlikleri için Fransız; topçu birlikleri için de Prusya askerî talimatları alındı. Her bölgeden alınacak asker sayısının, o bölgenin nüfusuna göre olması kararlaştırıldı. Her aileden bir kişinin askere alınacağı; tek çocuklu ailelerden asker alınmaması esasa bağlandı. 1847’de askere almada kur’a usulü benimsenmiş; gayrımüslimlerin de askerlik yapmaları kararlaştırılmış ve buna bağlı olarak cizye vergisi kaldırılmışsa da, yüzyıllardır askerlik yapmamaya alışan gayrı müslim tebaaya bu teklif ağır gelmiştir. Bazı huzursuzlukların çıkması üzerine bu husus bir süre askıya alınmıştır.[48]

1856 yılında çıkartılan Islahat Fermanı’nda askerlik meselesine tekrar temas edilerek Müslüman ve gayrımüslim herkesin yapması kararlaştırılmıştır. Ancak uygulamada bazı güçlüklerle karşılaşıldı ve sonunda gayrı müslim tebaadan askerlik hizmetine karşılık bedel-i askerî adıyla bir vergi alınması kararlaştırıldı.[49]

Sultan Abdülaziz zamanında da askerî işlere önem verildi. Seraskerlik makamının önemi artarak sadaretten sonra ikinci sırayı aldı, hatta birkaç defa sadaretle birleştirildi. 1863 yılında Bâb-ı Seraskerî’nin teknik ve bürokratik hizmetlerinin yürütülmesi için Harbiye Nezâreti kuruldu. Fakat bu bilinen anlamda nazırlık değil, bir büro idi. Ancak, Osmanlı tebaasından bazısının askerlikten muaf olması asker kaynaklarını daraltıyordu. Bununla birlikte Müslüman unsurlar zorla da olsa askerlik için ikna edildilerse de uygulamada yine zorluklar çıktı. Bu padişah zamanında hassa alayları teşkil edildi ve yeni bir askerî kıyafet benimsendi. Aynı zamanda ordu modern silahlarla donatılarak tophâne ve askerî okullar da ıslah edildi. Gösterişe düşkün olan Sultan Abdülaziz kendisi için de bir hassa alayı kurdurttu. 1869 yılında Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın girişimleriyle Osmanlı ordusu Nizamiye, Redif ve müstahfız olarak üç ana bölüme ayrıldı. Her bölümün muayyen hizmet süreleri vardı. Nizamiye dört yıl, Redif yani ihtiyatlık bir yıl, Müstahfızlık ise sekiz yıl oldu. Osmanlı kara kuvvetleri, merkezi İstanbul’da olan Rumeli; Erzurum’da Anadolu; Şam’da Suriye; Bağdat’ta Arabistan ve merkezi Yemen’de olan Yemen orduları adı altında yedi orduya ayrıldı. Her ordunun normal mevcudu 26.700 kişi civarında idi.

Bu sırada Prusya’nın askerî eğitim usulleri kabul edildi ve bu hususta yabancı uzman ve subaylardan yararlanıldı. Böylece Osmanlı ordusu daha modern hale getirilmeye çalışıldı.[50] Subay kaynağı hem orduya hem de askerî okullara dayanıyordu. Sultan Abdülaziz zamanında Bâb-ı Seraskerî’nin yanında ayrıca ordunun teknik meseleleri ile meşgul olması için Harbiye Nezareti kuruldu. Bu arada Mekteb-i Harbiye için yeni bir bina yapıldı.

II. Abdülhamid zamanında askerî yeniliklere devam edildi. Osmanlı-Rus savaşındaki asker darlığı, gayrı müslim tebaanın fiilî askerlik yapması meselesini tekrar gündeme getirdi.[51] Sultan Abdülhamid’in Panislamizm politikası gütmesinden sonra, Müslüman olmayanların askerliği uzunca bir süre gündeme gelmedi. Öte yandan Arap, Arnavut, Boşnak vs. gibi Müslüman unsurlar da askerlik yapmak istemiyorlardı. Bu da savaşlarda sürekli eriyen Türk unsurunun azalmasına yol açıyordu. Onun için Doğu Anadolu aşiretlerinden Hamidiye Süvari Alayları kuruldu.[52] Fakat beklenen sonuç alınamadı. Bu arada Bâb-ı Seraskerî gerçek anlamda Harbiye Nezâreti’ne çevrildi ve nazır seraskerin bütün yetkilerini üstlendi. Öte yandan asıl ordunun ıslahı için 1882 yılında Almanya’dan askerî heyet getirtildi.[53] Ertesi yıl çağrılan Goltz Paşa, ordunun ıslahı için bir nizamname hazırladı. Hulasa bu padişah zamanında askerî yeniliklere devam edildi. Ancak 1884 yılında tekrar eski şekle dönüldüyse de 1908’de kesin olarak Harbiye Nezareti kuruldu ve İmparatorluğun sonuna kadar varlığını korudu. Bu arada ordunun politika ile meşgul olması savaş gücünü kaybetmesine yol açtı. 1908 ihtilali ve II. Meşrutiyet’in ilanı bu meşgalenin ürünüdür.

Piyade sınıfları bu şekilde düzenlenirken, nizamları bozulmuş ve sayıları iyice azalmış olan Kapıkulu süvarileri de lağvedilerek, hazırlanan bir kanunnâmeye göre yeni süvari alayları kurulmuştur. Önce İstanbul’da oluşturulan süvari birlikleri için, günümüzde Kuleli Lisesi olarak kullanılan binanın yerinde süvari kışlası inşa ettirilmiş; zamanla İstanbul dışında da süvari alayları teşkil edilmiştir.

Ancak bütün bu gayretler İmparatorluğun tarihe karışmasına engel olamamışsa da, askerî gelişmeler Millî Mücadele hareketine önemli destek vermiş; asıl önemlisi bu mücadeleyi yapanlar ile yeni Türk devletini kuranlar başta Mustafa Kemal olmak üzere Osmanlı paşaları olmuştur. Gerçekten Osmanlı Türk askerleri son büyük hünerlerini I. Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde ve özellikle Çanakkale Cephesi’nde ve İstiklal Savaşı’nda göstermişlerdir. Bu da güçlü ve dirayetli kumandanların emri altında zafer kazanmanın zor olmadığının açık bir göstergesidir. Millî Mücadele’den sonra Türk ordusu yeniden teşkilatlandırılmıştır.[54]

C. Osmanlı Havacılığı

XX. yüzyıl başlarında Avrupa’da havacılıktaki büyük gelişmelere paralel olarak, Osmanlı hükümetleri de askerî havacılığın kurulması için faaliyete geçti. Balkan Savaşı arefesinde Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa zamanında Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye bünyesinde bu iş için bir şube açıldı (1911). Havacılık hakkında bilgi edinmek üzere Avrupa’ya bir heyet ile pilot öğrenimi görmek için iki kişi Fransa’ya gönderildi. Bir yandan Fransa’dan dönen pilotlar bu ülkeden satın alınan uçaklarla Hava Uçuş Okulu’nda havacı yetiştirirken, bir yandan da tekrar Fransa ve İngiltere’ye pilot ve bakımcı adayları gönderildi. Bu arada, daha önce Avrupa’ya gönderilen heyet Fransa, Almanya ve İngiltere’deki incelemelerini bitirmiş olarak yurda döndü. Bu ülkelerden uçak, malzeme ve havacı personel talep edildi. Ancak, Mahmud Şevket Paşa’dan sonra bu faaliyetler durdu. Balkan Savaşı çıkınca, Hava Uçuş Okulu subayları da gelişigüzel birliklere dağıtıldılar.

Osmanlı Devleti’nde havacılık teşkilatının gerçek temeli Balkan Harbi’nden sonra Enver Paşa’nın Harbiye nazırlığı zamanında atıldı. Fransa’dan hava yüzbaşısı Dogos, Yeşilköy Uçuş Okulu’nun başına getirildi. Bu kişi pilot yetiştirme işine hız verdi. Ancak, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer alması üzerine Dogos ülkesine döndü. Daha sonra Almanya’dan uçak ve uçak malzemesi talep edildi. Almanya, pilot yüzbaşı Serno başkanlığında bir heyetle 12 uçak gönderdi. Doğrudan Osmanlı başkumandanlığına bağlı olan Serno, Yeşilköy Uçuş Okulu’nda havacı yetiştirmeyi sürdürdü. Birinci Dünya Savaşı’nda bu uçakların Türk ordusunun ihtiyacına cevap verememesi üzerine Almanya ile bu hususta yazışma ve temaslar devam etmiş, 1915 yılında bir miktar uçak daha satın alınmıştır. Bulgaristan’ın Almanya safında savaşa katılmasından sonra Almanya-Türkiye arasındaki ulaşım ve haberleşme kolaylaşınca, bu ülkeden 185 kadar uçak, 1520 bakımcı ve personel ile 190 uçucu pilot gelmiştir. Savaşın çok geniş alana yayılması yüzünden bu uçakların uzak yerlere nakli zor olmuşsa da, teşkil edilen tayyare birliklerinin yine de bazı yararlıkları görülmüştür.[55]

Prof. Dr. Abdülkadir ÖZCAN

Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye İlk Kuvvetler

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 107-121


Dipnotlar :
[1] Ahmed Cevad, Tarih-i Askerî-i Osmanî, İstanbul 1299, s. 1-2.
[2] Neşrî, Kitâb-ı Cihannümâ (nşr. Faik Reşit Unat-Mehmet Altay Köymen), Ankara 1949, I, 199
[3] Şemdanîzâde, Mür’i’t-tevârih, İstanbul 1339, I, 454.
[4] Mebde-I Kanun-I Yeniçeri Ocağı Tarihi Tarihi (nşr. I. Petrosyan), Moskova 1987, s. tür. yer.; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 5 vd.; Mücteba İlgürel, “Acemi Oğlanı”, DİA, I, 324-325.
[5] Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1332, s. 204-206.
[6] BA, Mühimme, nr. 7, s. 312; nr. 26, s. 91.
[7] Abdülkadir Özcan, “Fatih’in Teşkilât Kanunnamesi ve Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, İÜ. Ed. Fak. Tarih Dergisi, İstanbul 1982, sayı 33, s. 31.
[8] Eyyubî Efendi Kanunnamesi (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1994, s. 41.
[9] Çelebizâde Âsım, Tarih, İstanbul 1282, s. 403.
[10] Mouredgead d’Ohsson, Tableau Général de l’Empire Ottoman, Paris 1824, VII, 341 vd.
[11] Graf Marsigli, Osmanlı İmparatorluğu’nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına kadar Askerî Vaziyeti (M. Kaymakam Nazmi), Ankara 1934, s. 176 vd.
[12] Aynı eser, s. 89.
[13] Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, Silahdar Tarihi (nşr. Ahmed Refik), İstanbul 1928, II, 756.
[14] BA, Hatt-ı Hümâyun, nr. 17555, 17665, 18251, 18661; Y. Kılıçarslan, “Cebeci”, DİA, VII, 183.
[15] Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 436 vd.; Salim Aydüz, Osmanlı Devleti’nde Tophâne-i Âmire’nin Faaliyetleri ve Top Döküm Teknılojisi (XIV-XVI. Asırlarda), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü basılmamış doktora tezi, İstanbul 1998.
[16] Âşıkpaşazâde, s. 128; Kritovulos, Tarih-i Sultan Mehmed Hân-ı Sâni (trc. Karolidi), İstanbul 1328, s. 50-53.
[17] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Halil hamid Paşa”, Türkiyat Mecmuası, sy. 5, s. 213.
[18] a. mlf., Kapukulu Ocakları, II, 98-99.
[19] Subhî, Târih, İstanbul 1198, s. 58 a-b; Ahmed Halaçoğlu, “Humbaracı”, DİA, XVIII, 349-350.
[20] Mühürdar Hasan Ağa, Cevâhirü’t-tevârih, Köprülü Ktp., Hafız Ahmed Paşa, nr. 231, tür. yer.
[21] Evliya Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul 1314, I, 515-516.
[22] Silahdar, Tarih, II, 302.
[23] Topçular Kâtibi Abdülkadir, Vekayi-i Tarihiyye, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi. Nr. 2151, 99 a-b, 109b.
[24] Eyyubî Efendi Kanunnamesi, s. 49.
[25] Esad Efendi, Üss-i zafer, İstanbul 1293, s. 12.
[26] Celalzade Mustafa, Tabakûtü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik (nşr. Petra Kappert), Wiesbaden 1981, vr. 211 a-b.
[27] BA, Cevdet-Askerî, nr. 12171.
[28] Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü’l-vüzera ve’l-ümera (nşr. Hüseyin Ragıp Uğural), İstanbul 1969, s. 114 vd., 126 vd.
[29] J. Von Hammer, Devlet-i Osmaniyye Tarihi (trc. Atâ Bey), İstanbul 1332, VII, 157-158.
[30] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV-1, s. 9.
[31] Abdülkadir Özcan, “Akıncı”, DİA, II, 249-250.
[32] Marsigli, s. 109.
[33] Paul Rycaut, The Present State of the Otoman Empire, London 1972, s. 202-203.
[34] Antoine Galland, İstanbul’a Ait Günlük Anılar (nşr. Charles Schefer-trc. Nahit Sırrı Örik), Ankara 1998, I, 138.
[35] Ahmed Lütfi, Tarih; İstanbul 1291, II, 192.
[36] Ahmed Cevdet, Tarih, İstanbul 1309, VI, 11 vd.
[37] Sir Adolphus Slade (Müşavir Paşa), Türkiye Seyahatnamesi (trc. Ali Rıza Seyfioğlu), İstanbul 1945, s. 103.
[38] İdris Bostan, “azeb”, DİA, IV, 312-313.
[39] M. Tayyip Gökbilgin, Rumelide Yürükler, tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân, İstanbul 1957, tür. yer.
[40] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 111/2, Ankara 1995, s. 287-288.
[41] BA, Mühimme, nr. 111, s. 617.
[42] BA, Mühimme, nr. 114, s. 172.
[43] Abdülkadir Özcan, “Humbaracı Ahmed Paşa”, DİA, XVIII, 351-353.
[44] Sipahi Çataltepe, 19. yüzyıl Başlarında Avrupa Dengesi ve Nizâm-ı Cedit Ordusu, İstanbul 1997; Tayyib Gökbilgin, “Nizâm-ı Cedîd”, İA, IX, 309-318.
[45] Ahmed Lütfi, Tarih, I, 125.
[46] Haward A. Reed, “Ottoman Reform and Janissaires: The Eşkenci Lâyihası of 1826”, Türkiye’nin          Sosyal ve Ekonomik Tarihi 1071-1920 (ed. Halil İnalcık), Ankara 1980, s. 193-198; Abdülkadir Özcan, “Eşkinci Ocağı”, DİA, XI, 471.
[47] Abdülkadir Özcan, “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye”, DİA, III, 457-458; a. mlf., “Harbiye”, DİA, XVI, 115-119; a. mlf., “Harbiye Nezareti”, DİA, XVI, 119-120; +.
[48] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara 1994, V, 179-181.
[49] Ufuk Gülsoy, Osmanlı Gayrımüslimlerinin Askerlik Serüveni, İstanbul 2000.
[50] Karal, aynı eser, VII, 180 vd.
[51] Hakkı Tarık Us, Meclis-i Mebusan, İstanbul 1940, I, 233.
[52] Said Paşa, Hatırat, İstanbul 1328, I, 273-274, 430-431; II, 272 vd.
[53] Kemal Beydilli, “II. Abdülhamid Devrinde Gelen İlk Alman Askerî Heyeti Hakkında “, İÜ Ed. Fak., Tarih Dergisi, sayı 32, s. 481-494.
[54] Şükrü Erkal, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, TBMM Dönemi, Ankara 1984.
[55] Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Havacılığına Genel Bir Bakış”, Çağını Yakalayan Osmanlı!, İstanbul 1995, s. 497 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.