Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Ortaçağ Türk ve İran Edebi Metinlerinde Türk Kavramı

0 13.049

Yrd. Doç. Dr. Şerife YAĞCI

Türk adının anlamı hakkında pek çok çalışma yapılmış, yerli ve yabancı pek çok bilim adamı kelimenin etimolojisi üzerine durmuştur. Faruk Sümer, Hüseyin Namık Orkun, Zeki Velidi Togan, İbrahim Kafesoğlu, İsmail Aka, Tuncer Baykara, Martti Rasanen, J. Nemeth, Louis Bazin, Bernhard Munkacsi, Gerhard Doerfer bunlardan bazılarıdır.[1] Bu çalışmalardan çıkan genel kabul, Türk kelimesinin “güç, kuvvet; töre vb.” anlamlardan, Türk kavmine ad olduğu bilgisidir. Bu sürecin ardından kelime özel isim olarak yaşamış ve “Türk”ün cins isim olarak kazandığı anlamlar zamanla unutulmuş veya geri plana itilmiştir.

Özel isimler varlıkların adlarını karşılamak üzere mecazlaşmış, anlam boşalmasına (asemantication) uğramış yapılardır. Özel isim bilgisi, dil dışı bir konudur ve ansiklopediye ait bir alandır. Bir kelime özel isim olduğunda sözlük malzemesi olmaktan çıkar. Bununla beraber özel adlar genel ad kaynaklıdır.[2] Dilde, genel adın (cins isim) özel ada dönüşmesi gibi, özel adın, genel ada dönüşmesi durumuna da rastlanır. Bu genellikle tedricen olur. Türk kelimesinde yaşanan bu iki taraflı dönüşüm dilde pek çok kelimede karşımıza çıkar.

Türk kelimesinin edebiyat tarihi içindeki macerasına gelince, kelime Orta Çağ Türk ve İran edebi metinlerinde benzerlik (istiare: metaphore) ve anlam kötüleşmesi yoluyla farklı anlamlar kazanmıştır. Türk kavim adı anlam kötüleşmesi yoluyla, “kaba, köylü, cahil, idraksiz vb.” anlamlar kazanmış, benzerlik yoluyla da, güzelin adı olmuştur. Kelimenin bu yeni anlamları, Türk kavim adına gönderme yapmazlar ya da yaptıkları gönderme bir mecaz ilişkisinden ibarettir. Yani, yeni anlamlarıyla türk sözü özel ad kategorisinden tekrar genel ad kategorisine dönmüş, cins isim olmuştur.

Metinlerde “güzel” anlamıyla geçen Türk, “zalim, gaddar, yağmacı, kan dökücü ve insana eziyet eden”dir. Kalpaklı, Arap ve Fars kültürünün dünya görüşü ile yetişen Osmanlı aydın sınıfı tarafından özellikle İran şairlerinin etkisiyle Türk kavim adının olumsuz anlamlarda kullanılmasını, kelimenin bu ilk çağrışım alanına bağlar ve kelimenin “kaba, köylü” anlamına gelişini Osmanlı aydınının kendisini etnik kimliğinden soyutlaması olarak değerlendirir.[3] Oysa kelimenin bu iki anlamının ayrı ayrı düşünülmesi gerektiği kanaatindeyiz. Kelimenin sevgiliye ad oluşu, Türkün savaşçı kimliği ile ilgilidir ve bir edebiyat motifidir. “Türk”ün, Türk kavim adının etimolojisi ile ilgili olmayan daha sonra kazandığı bu iki anlamı, tamamen farklı sosyo-kültürel şartların ve ihtiyaçların mahsulüdür.

Tuncer Baykara, Osmanlı Devleti’nin kuruluşta milli bir Türk devleti olarak XIV. ve XV. yy.’larda büyük ölçüde bu görüş etkisindeyken daha sonra devlet yönetiminde Türk kökenli olmayan devşirmelerle, Türk kökenliler arasındaki mücadeleyi devşirmelerin kazandığını söyler. Bunun da Osmanlı Devleti’nde Türk kavramında gerilemeye yol açtığını ve Türke “kaba, köylü, cahil” gibi anlamlar yüklenmesine sebep olduğunu nakleder.[4]

Osmanlı aydınının bir üst kimlik olarak benimsediği Osmanlılığı Türk kimliğine engel değildir. Bir Osmanlı ferdi farklı cinsiyet, milliyet ve din kimlikleriyle beraber Osmanlı üst kimliğini de taşıyabilir. Bu üst kimlik diğer kimliklerini yok etmediği gibi, engellemez de.[5] Kendisi de Türk olan şairlerin dilinde Türk sözünün kazandığı bu anlam üst kimliğin baskın hale gelmesiyle alt kimliklerden birinin ya da birkaçının silikleşmesi şeklinde yorumlanabilir.

Osmanlı Devleti, imparatorluğa dönüşme sürecinde, bir şehir devleti olma iddiasındadır. Dolayısıyla, Osmanlı aydını ve bürokratı, devletin resmi otoritesinden uzakta, yarı göçebe, aşiret hayatı süren Türkmenleri bu üst Osmanlı kimliğine ulaşamadıkları için “kaba, köylü, şehirli olmayan” Türk olarak nitelendirmiştir. Oysa şehirli Türk aynı zamanda Osmanlı’dır. Yerleşik Osmanlı ferdi için göçebe Türkmen aşiretleri “öteki”dir.

Osmanlı has, zeamet ve tımarlarda yaşayan bütün reaya için olduğu gibi, Türkmen aşiretlerini de nizam ve intizam altına almak, imparatorluğun müdafaası için onların kuvvetinden istifade etmek, onları iskan ederek vergiye bağlamak istemiştir. Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman’ın kanunnamelerinde bu Türk aşiretleri hakkında pek çok hüküm mevcuttur.[6]

Türkçede göçebe Türkmen aşiretlerinin genel adı “yörü-” fiilinden türeyen “yörük”tür. Dilimizde yörük sözü, Türk’ün sayılan anlamlarına yakın çağrışım alanları kazanmıştır. Türkçede, Osmanlı edebi metinlerinde “Türk ne bilir bayramı, lık lık içer ayranı” şeklinde geçen atasözü günümüzde, Batı Akdeniz Bölgesi yörüklerinde “yörük ne bilir bayramı, çorp çorp içer ayranı” şekliyle kullanılmaktadır.[7]

Türk sözü “Müslüman” kelimesiyle anlam karışmasına uğramıştır. Osmanlı ferdi, kendi kimliğini nasıl tanımlarsa tanımlasın, Batılılar veya komşuları için Osmanlılar Türk idiler. “Öyle ki XVI. yy.’da Müslüman olan bir Hıristiyan Türk olduğu gibi, XIX. yy. başlarında da aynı durum söz konusuydu. XIX. yy. başlarında hâlâ bir İngiliz İzmir şehrinde Hıristiyanlıktan ayrılıp, Müslümanlığı kabul edince Türk oluyordu”.[8] Bugün bile, halk arasında, Türk ile Müslüman aynı anlam alanındadır.

Türk sözü uzun süre Arap harfleriyle Araplar ve Acemler gibi “vav”sız “vokali olmaksızın (vK0) yazılmıştır. Kelimeyi “vav” ilavesiyle (vJâ0 şeklinde) ilk yazanlar Veled Çelebi ve Necip Âsım’dır. Bu yüzden o zamanın aydınlarının bu iki zâtla “vavlı Türk” diye alay ettikleri bilinmektedir.[9] İşte kelimenin “terk” okunuşuna da müsaade edecek şekildeki bu yazılışı, onun Türk şairlerin dilinde “terk et-” anlamına gönderme yapmasını da sağlamıştır. Yine kelimenin bu anlamı da “köylülük ve şehrî olamamak”la ilişkilendirilmiştir.

Kelimenin İran ve Türk edebi metinlerinde, Türkçe ve Farsça atasözleri ve deyimlerinde kazandığı “kaba, köylü, cahil, idraksiz vb.” anlamları pek çok araştırmacının dikkatini çekmiştir.[10]

Türkçede kelimenin anlam bozulmasına uğramış bu şekli sözlüklerce de işaretlenmiştir. Kazım Kadri Türk Lûgatı’nda kelimenin bu anlamını “köylü, kaba, galîzü’t-tab” olarak verir. Ayrıca, Lehçe-i Osmânî’deki “Sahrada oturup şehire dahil olmayanlara Türk ve Oğuz genel ismi kalır ve Türk ileride kaba, köylü ve Oğuz, saf anlamında kullanılmıştır.” kaydını nakleder. Ardından da kelimenin bu anlamını Nevayî’den (1441-1501) örnekler:[11]

Nevâyî Türklerning türki tutsa ayb kılman kim
Anga bir Türkmen mehveş gamı muhkem tolaşupdur

Nevâyî

(Nevâyî’yi, Türklerin kabalığı tutsa ayıplamayın, çünkü ona bir ay yüzlü Türkmen’in kederi iyice dolaşmıştır.)

Ahmed Talat Onay ise, Türk sözünün kazandığı bu anlamı şu beyitlerle örnekler:[12]

Terket o Türk’ü k’etse teşehhür ne denli kim
Çifti komış Sıtanbul’a gelmiş Sapanca’dan
Surûrî

(Ne kadar şehirli olsa da o Türk’ü terk et; çünkü, o çifti bırakıp Sapanca’dan İstanbul’a gelmiştir.)

Böğürtlen açılsa bağ oldum sanır
Türk şehre gelse beğ oldum sanır
Lâ-edrî

Agâh Sırrı Levend, Türk’ün bozulmaya uğramış anlamlarını sekiz ayrı başlık altında toplar ve bu anlamları “yüz kızartacak kadar çirkin ve küstahça” bulur. Bunu söyleyenler için “ne bir mazeret, ne de bir tevil bahis mevzu olabilir” der. Yine de konuyu eksik bırakmamak ve bilgiyi görmezden gelmemek için ilgili beyitlere yer verir.[13]

Türkî kerden deyimi, Ferheng-i Ziyâ’da[14] “zulüm ve galebe etmek; söz dinlememek, sertlik ve şiddet göstermek” şeklinde tanımlanmıştır. Farsçada Türk kelimesi pek çok tamlamaya girmiş ve farklı anlamlar kazanmıştır. Farsçanın en önemli sözlüklerinden Dihhuda’da bu tamlamaların zengin bir listesi vardır.[15] Türk kelimesinin içinde yer aldığı bazı Farsça tamlamaları şu şekilde sıralayabiliriz:

Türk-hû: türk-i bed-hû, Sevgili
Türk-vâr: Türk gibi

Türk-zâde: Türk’ten doğmuş
Türk-i aşkar: Merih
Türk-i bed-hâh: Sevgilinin isimlerinden
Türk-i cefâger: Sevgili

Türk-cûş: yarı pişmiş et (Türkler, kuvvetini kaybetmemesi için eti çok pişirmediklerinden yarı pişmiş ete türkcûş denilmiştir.)

Türk-cûşî kerdem men niyem hâm
Ez hakîm-i Gaznevî bişnev tamâm
Mevlânâ

(Ben “türk-cûş”um, ham değilim. Ey Gazne hâkimi bunu iyi işit.)

Türk-i çarh: Seb’a-yı seyyâre
Türk-i çîn: Güneş
Türk-i dil-sitân: Sevgili
Türk-i dil-keş: Sevgili
Türk-i felek: Merih
Türk-i hindû-hâl: Sevgili
Türk-i hisârî: Ay ve Güneş
Türk-i hargehî: Savaşçı sevgili
Türk-i Hıtâ: Hıtâlı Türk, sevgili
Türk-i mu’arbed: Merih
Türk-i nîmrûz: Güneş
Türk-i pencüm-hisâr: Merih
Türk-i pencümîn: Merih
Türk-i rüstâ’îyân: Sarmısak
Türk-i sinân-güzâr: Güneş
Türk-i sultân-şükûh: Âfitâb-ı âlem-fürûz (alemi aydınlatan güneş)
Türk-i Şirâzî: Sevgili
Türk-i zerd-külâh: Güneş
Türk-i zulm-pîşe: Sevgili
Türkân-1 çarh: Seb’a-yı seyyâre (yedi gezegen)
Türkâne: Türk tarz ve revişinde (Türk üslûbunda)
Türkânî: Türk hanımlarının giydikleri ferace, manto
Türkî kerden: terbiyesizlik ve edepsizlik etmek
Türkmân: Asılları Türk bir oymaktır ki Türkistan’da dağınık ve göçebe halinde yaşarlar. Şimdi Rusya’nın idaresi altındadırlar. Bir zaman Azerbaycan’da saltanat sürmüşlerdi.
Türktâz: çapul, çapulcu (türktâzî: çapul için yapılan ansızın hücum, baskın, seğirtme, cevelan etme)

Görüldüğü gibi, Farsçada Türk Güneş ve Ay için bir benzetme unsurudur. Türkün Merih gezegenine benzetilmesi ise, Merih’in “savaşçılık” özelliği yüzündendir. Eski kozmogonide “neşe, yiğitlik, kızgınlık, sefahat, kuvvet, savaş, hıyanet, gazap” gibi özellikler bu gezegenle ilgilidir. Merih, feleğin başkomutanıdır. Elinde bir kılıç veya hançer ile tasvir edilir. Burçlar içinde yıldızı Merih olanlar kuvvetli, öfkeli, sert ve cüretkâr olurlarmış.[16] Bütün bu özellikler İran şairlerinin tanımladığı Türk’e uygun bulunduğundan Türk kavramı, Merih gezegeniyle birlikte düşünülmüştür.

Türk’ün “güzel” anlamına gelişini Kazım Kadri, Türk Lûgatı’nda şu şekilde tanımlar: “İranlıların verdikleri-zâlim ü gaddâr-mânâsına göre Acem şairleri mahbûblarından kinâye olarak kullanmışlardır.” Bu anlamı da Sümbülzâde Vehbî’den şu beyitle örneklendirir:[17]

Câme-i Mevlâ dahı mûyına kürk
Der Acem şâirleri mahbûba Türk
Tuhfe-i Vehbî

Burhan-ı Katı’da ise kelimenin bu anlamı, “Türk kavmi gibi cefakâr ve sabır ve kararı yağmalayıcı olduklarından kinaye yoluyla gönül alan güzellere ve gönül avcılarına ad olur.” cümlesiyle açıklanır.[18]

Halifeliğin ilk yüzyıllarında Arap gücü, Farsları ve Bizans Devleti’nin doğu eyaletlerini hakimiyeti altına almıştır. Takip eden asırlarda eski Fars ve Bizans kültürü, Arap kültürüne nüfuz eder. Araplar medenîleşerek tüccar, sanatkâr ve âlim olurlar. Savaş teknikleri gelişmiş olmasına rağmen askerî meziyetleri gevşer, şehirlerde huzursuzluk artar. Halifeler o zaman kendi emniyetlerini sağlamak için Türklerden asker devşirirler, böylece Türkler Arap için bir askerî güç haline gelir.

Türkler, Halife Mu’tasım zamanında çoğalarak iş başına gelmişlerdir. Halife Mu’tasım, 841’de Türkler için Bağdat yakınlarında Samarra şehrini kurdurmuştur. Yine, Türklere önemli memurluklar ve görevler verilmesi onlara verilen önemi göstermektedir.

Arap ve Türk ilişkileri üzerinde bu durumu yorumlayan Laszlo Rasonyi, VIII. yüzyıl yarısında Arap komisyoncularının, yetişkin Türk delikanlı ve kızlarını toplayıp satın aldıklarını kaydeder. Et- Tâlibî’den nakille, Araplar arasında “Yunanlı hadımlar, Türk iç oğlanları, Buharalı câriyeler ve Semerkand’lı kızlar” bulundurmanın bir kibarlık modası haline geldiğine değinir. Bu nedenle Farsların ve Arapların Türk kadınlarının güzelliğini övdüğünü zikreder.[19]

Dolayısıyla Türkün “güzel” oluşu, Arap edebî metinlerinde de karşımıza çıkar. Sa’âlebî (ö. M. 1038), Ebû İshak İbrâhîm (ö. M. 1129), Zemahşerî (M. 1143), Sıbt İbnü’t-Ta’âveyzî (ö. M. 1188) ve Arapça yazmakla beraber kendisi bir Türk olan Ahmed bin Muhammed bin Ahî bunlardan bazılarıdır.[20] Bu şairlerin en meşhurlarından biri olan Zemahşerî, Türk güzellerinden bir şiirinde şöyle yakınır:[21]

“Tanrı benim yardımcım olsun ben ahu Türklerin ellerinden neler çekmekteyim. Bütün felaketlerimin sebepleri onlardır. Bana her fenalık onlardan gelmiştir. Onların yüzünden ben kendimi şaşırdım, aklımı kaçırdım. Öyle ki yer ile göğü ayırt edemiyorum. Onların yüzleri nazik ve ince ise de huyları öyle değildir. Onlardan benim fayda ummam boştur. Onlardan her ne zaman vefa ümidine kapılıyorsam bu ümidim boşa çıkıyor. Onların bana vermiş oldukları ahde vefa etmeleri mümkün müdür?!.. Siz Türk dilinde vefayı ifa eden bir kelime duydunuz mu? …”

Bir başka şiirinde ise güzel gözlü Türk güzellerini şöyle metheder:[22]

“Sada’ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur. Bizi iri ve geniş gözler çekmez. Çünkü dar gözler ve gözlüler bizi bizden almıştır. Türk yüzleri ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki tolun aylardır, uğurlarında keseler harç ve sarf edilecek ve yüzlerce altın verilecek yüzler, bu yüzlerdir.”

İran edebî metinlerinde de benzer ifadeler bulmak mümkündür. Ziyâroğullarından Emir Unsûrü’l-Maâlî Keykâvus’un M. 1082 yılında oğlu Giylânşah’a yazdığı Kâbûsnâme bu bakışın tipik bir örneğini teşkil eder. Bu eser İran edebiyatında olduğu kadar, Türk edebiyatında da sevilerek okunmuştur. Eserin çeşitli Türkçe çevirileri olmakla beraber en tanınan ve sevilen tercümesi, 15. Yüzyılda Mercimek Ahmed tarafından yapılanıdır.[23] Eserin, Mercimek Ahmed tercümesiyle alıntılayacağımız 23. bâbı “Kul ve Karavaş Almakta ve Satmakta Eyisin ve Yaramazın Beyân Eder” başlığını taşır. Bu bâbda yazar satın alınacak kul ve kölelerin ırklarına göre özelliklerini ve seçimin amaca uygun olarak yapılması gerektiğini anlatır. Eserde sırasıyla Kıfçak ve Gûrî; Harlıhî, Hutenî ve Berberî; Sıhtakli, yani Gürcü; Tatar, Türkmen ve Türk; Saklap, Alan ve Rus; Rum, Ermeni, Hindû kulların özellikleri anlatılır.[24] Sonra da, Türkün kul ya da köle olarak alınmak istendiğinde dikkat edilmesi gereken özellikleri sayılır. Türk güzelleri Hindûlarla mukayese edilir ve güzellikte bütün ırklardan üstün bulunur.[25]

Elbette meselenin tek izahı, Türklerin güzel oluşları değildir. Türklerin askerî dehaları ve savaşçılıkları, onların klasik şiir geleneğindeki “acımasız, tüm güzellik elemanlarıyla adeta silahlı ve âşığı öldürmeye niyetli imiş gibi görünen sevgili” ile anlamca örtüşmelerinde etkili olmuştur.

Türk-İran siyasî ilişkileri çok eski çağlara dayanır. İran’ın muhtelif kısımları için birbirleriyle mücadele eden valilerin ve prenslerin ordularında Türk birlikleri önemli bir yer tutmaktadır. Daha Sâmânîler devrinde birçok Türk grubu İran’a yerleşmiştir ve yerel yöneticilerin hizmetinde asker ve kumandan olarak görev yapmışlardır. Sonraları yönetimde yüksek mevkilere gelmeye başlayan Türkler, zamanla istiklallerini ilân etmişlerdir.

Yeni Fars edebiyatının gelişmesine yol açan Türk sultanları olmuştur. Hindistan’la birlikte hemen bütün İran’ı egemenliği altına alan Gazneli Sultan Mahmud ile takipçilerinin sarayları şair, bilgin ve sanatçıların sığındığı bir yerdir. Firdevsî’nin şiirine en büyük destek Gazneli Mahmud’dan gelmiştir.

İran topraklarında geniş ve uzun Türk hâkimiyetlerinden birisi Büyük Selçuklular zamanında olmuştur. Kısaca Türkler, tarih boyunca İran’la siyasî ve kültürel ilişkiler içinde bulunmuşlardır. Üstelik etkileşim tek taraflı da değildir.

Türk saraylarında gelişen Fars dili ve edebiyatı Türk dili ve edebiyatından büyük izler taşır. Ahmet Kartal[26] ve Adnan Karaismailoğlu’nun[27] çalışmaları, Farsçadaki Türkçe, Türk edebiyatı ve Türk etkisini ortaya koymaları bakımından dikkat çekicidir.

Farsçadaki Türk ve Türkçe etkisinin en bariz göstergesi Farsça şiirlere giren Türkçe kelimelerdir. Farsça şiirlerde Türkçe kelimelerin kullanılmasına en çok verilen örnek Sûzenî’ye aittir.[28] Sûzenî beyitlerinde, “konuk gerek” ibaresi ile “çiçek” kelimesini Türkçe olarak alıntılamıştır:

Ey türk-i mâh-çehre çe bâşed eger şebî
Âyî be-hücre-i men u gûyî “konuk gerek”
Gülrû-yı men egerçe ki men Türk nîstem
Dânem hemîn kadr ki be-Türkîst gül çiçek [29]
Sûzenî

(Ey ay yüzlü Türk, bir gece odama gelsen ve konuk gerek mi desen ne olur? Gül yüzlüm! Her ne kadar ben Türk değilsem de şu kadar bilirim ki Türkçede gül çiçektir.)

Türk kelimesi ve ilişkide olduğu benzer kavramlar Türk şiirinde de “güzel” anlamıyla yaşamaktadır. Türk şairinin Türk’e yüklediği “güzel” anlamı daha çok İran şiiri etkisiyledir. Bu tür bir kullanımı XVI. yy. şairlerinden Bâkî (1526-1600) ile örneklendirelim:[30]

Hûnî göz ile ol müje vü ebrûvânı gör
Tîr ü kemân elinde iki türkmânı gör

(Kan dökücü göz ile o kirpik ve kaşı gör. Onlar ok ve yay elinde iki Türkmândır.)

Yine, XVI. yüzyılda, Tâcizâde Cafer Çelebi’de Türk şu şekilde mazmunlaşır:[31]

Türk-i tîr-endâzı kim cân ile dil sayyâdıdur
Uykuya varmış kemîngehde kemânın yasdanur

(Onun ok atan gözleri, can ile gönül avcısıdır. Bir kuytuda uykuya varmış yayını kurar.)

XVII. yy. şairlerinden Nef’î’de[32] (1575-1635) Türktâz kelimesini şu şekilde buluruz:

Cenâb-ı Hazret-i Sultân Murâd-ı Kahraman-savlet
Ki âlem sarsılır rûz-ı vegâda türktâzından

Kelime savaşçılık vasfı ile XVIII. yy. şairi Fehîm-i Kadîm’de şöyle geçer:[33]

Cüyûş-ı türk-i hüsnün cây edelden mülk-i uşşâkı
Metâ-ı zühd ü dîn ü akl u dil hep gâret olmışdur

(Senin güzelliğinin çapul ordusu âşıklar ülkesini mekân edineli beri zühd, din, akıl gönül malları hep yağmalanmıştır.)

Fehîm-i Kadîm Dîvânı’nda çiğil kelimesi ise şu şekilde geçer:

Ben âşık-ı âlüfte vü hem-hâl-i dilem
Mest-i nigeh-i mugbeçe-gân-ı Çiğil’em
Huşyâr olam insâf mıdır münfa’ilem
Vallâh hacîlem çeşm-i bütândan hacîlem

(Ben vurgun âşık ve gönülle arkadaşım, -Türkistanda güzelleri ile meşhur olan- Çiğil şehrinin mecûsî çocuklarının bakışları ile sarhoşum. Aklımın başıma gelmesi insaf edin ki mümkün müdür? Zîrâ, kırgınım ve vallahi put gibi güzellerin gözlerinden utanmışım, yüzüm kızarmış bir haldedir.) İran edebiyatının meşhur gazel şairi Hafız-ı Şirazî (ö.M. 1390?)’nin divanı “Türk”ün “güzel, mahbûb, sevgili” anlamlarıyla kullanılışının tipik örneklerini taşır. Hafız divanında, Halil Hatip Rehber neşrine göre, 495 gazel bulunmaktadır.[34] Bu gazellerde Türk ve ilişkili kelimelerin dağılımı şu şekildedir: Türk 11, Türkân 7, Çiğil 4, Hoten 8, Hıta 3 yerde geçer. Buna 10 gazelde geçen Turan Şah ile, birer beyitte geçen Tebriz, Hallah ve Peşenk yer ve kavim adları da eklendiğinde Türk ve ilişkili kavramları 46 gazelde bulmak mümkündür.

Hafız divanında Türk, tek başına kullanıldığında “güzel sevgili, şahid” gibi anlamlar taşır. Divanda Türk’ün tamlamaya girdiği kelimelerle kazandığı anlam daha çok Türkün savaşçılığıyla ilgilidir.

Meşhur Hâfız şârihi Sûdî, Hafız’da kelimenin kazandığı bu anlamı özetler. Sözlüklerde Tatar sınıfına Türk denildiğini; bunlar, zâlim, merhametsiz ve kan dökücü olduklarından Acem şairlerinin bunları mahbûba benzetme ile Türk diye adlandırdıklarını kaydeder. Bazı Şirazlılardan Hülâgû askerinden bir çok kimsenin Şiraz’da vatan tutup yerleştiğini ve orada evlad sahibi olduklarını duyduğunu söyler ve Türk-i Şirâzî (Şirazlı Türk) tamlamasının onların evlatlarına işaret olması gerektiğini yazar.[35] Sûdî’nin sözünü ettiği Türk-i şirâzî, Hâfız’ın meşhur beyitinde şu şekilde geçmektedir:[36]

Eger ân Türk-i Şîrâzî be-dest âred dil-i mâ-râ
Be-hâl-i hindûyaş bahşem Semerkand u Buhârâ-râ
Hâfız

(Eğer o Şirazlı güzel bize bir yüz verirse, onun yanağındaki bir bene Semerkand’ı da bağışlarım, Buhara’yı da.)

Bir kavim veya yer adının anlamdan soyutlanarak sevgili için mazmun olması sadece Türk kelimesi için geçerli değildir. Türk ve İran şiirinde Hıta, Hoten, Keşmir, Kandehar, Hint, Mısır, Habeş, Çin ve Frenk kelimeleri sevgili ve sevgiliye ait unsurlar için benzetme olmuşlardır.

Hintlilerin siyahî ırktan olmaları nedeniyle klâsik şiirde Hindû kelimesi sevgilinin benini ve saçlarını temsil eder. Yine kirpikler yan yana dizilmiş Hint askerleridir. Zaman zaman yüz güneşe, gözler de güneş altında yatan bir Hintliye benzetilirler. Bu Hindû sözü “köle, tüccar, asker, çapulcu ve hırsız” gibi anlamlar da yüklenmiştir. Şairler Hindistan’da yakut çıkarılması ilişkisiyle dudağı yakuta, saçı da yakutla oynayan bir Hindliye benzetmişlerdir.[37]

Habeş’in sevgilinin kara zülfüne ve benine ad olması, Frenk’in kâfir segiliyi temsil etmesi, Çin’in kıvrım, büklüm anlamına gelen “çin” kelimesiyle ilişkilendirilerek zülfü anlatması ya da Mısır’ın sevgilinin güzel yüzünün sembolü olması bu türden ilişkilendirmelerdir. Bunu Şeyhi’nin (1373?-1431?) beyiti ile örnekleyelim:[38]

Bir gör ol Türk-i Hıta’nın gözleri âhûsunı
Zülfinün her bir kılında Rûm ilin çîn eyledi
Şeyhî

Nâsırî “Türk” kelimesini izah ederken, Türk ülkesinde güzel yüzlüler çok olur. Bu nedenle mecazen sevgiliye Türk derler, tanımını yapar.[39]

İran şiirinde Türk güzelin özelliklerini şu şekilde maddeleyebiliriz:

a) Beyaz renklidir. Bu yönüyle yasemine teşbih edilir.

Türk-i semen hayme be-sahra zedeh
Mâhçe ber-evc-i süreyyâ zedeh[40]
Nizâmî

(Yasemin gibi olan güzel, sahraya çadırını kurdu. Çadırının tepesindeki hilal süreyyaya kadar ulaştı.)

Hinduvek-i lâle vü Türk-i semen
Sehl Arab bud ve Süheyl Yemen[41]
Nizâmî

(Lale Hindli, yasemin Türk’tür. Arap karga, Yemen Süheyl yıldızı oldu.)

Mânend be-sanûber kadd-ı ân türk-i semenber
Ger sûsen âzâd buved bâr-ı sanûber[42]
Muizzî

(Eğer hür sûsen çiçeği, selvinin meyvası olsa da, yasemin yüzlü Türk selvi boyludur.)

b) Savaşçıdır. Gözleri öldürücüdür. Kirpikleri ok, kaşları yaydır. Kan dökücülük açısından olsa gerek, türk ve türkman kelimeleri beyitlerde çoğu kez gözün mazmunudur ve kirpik, ok, hançer kelimeleriyle birlikte geçer.

Çeşmân-ı Türk ü ebruvân cân-râ be-nâvek mî-zened
Yârab ki dâd est în kemân ân Türk-i tîr-endâz-râ
Sa’dî

(Türk gözleri ve kaşları canıma ok attı. Allahım o iyi ok atan Türk’ün keman kaşlarından sana imdad ederim.)

Mîg çün türkî-i âşufte ki tîr-endâz
Berk tîr est mer u râ meger ü rahş kemân [43]

(Bulut, ok atan öfkeli Türk gibi; sanki şimşek onun oku, gök kuşağı ise yayı.)

Der ân türk-i hargehî âverd dest
Silâh-ı nikâbeş zi ruh ber-şikest [44]
Nizâmî

(Savaşçı güzel “türk” elini attı ve nikabının silahını yanağından çekti.)

Türk hezârân be-pây-ı pîş saf-ender
Her yek çün mâh ber du hefte dırahşân
Rûdekî [45]

(Ön safta binlerce Türk ayakta, her biri iki haftalık ay gibi.)

c) Gözleri mest ve sarhoştur.

Çü türk-i serkeş-i men mâ’il-i şarâb şeved
Zi tâb-ı ârız-ı û murg-ı dil kebâb şeved[46]
Tâhirî

(Benim serkeş sevgilim şaraba meylederse onun yanağının hararetinden gönül kuşu kebab olur.)

İn lâle-ruhân ki aslışân ez Çiğilest
Yârab şirişt-i pâkışân ez çe gilest[47]
Hafız

(Bu lale yanaklılar ki asılları Çiğil’dendir. Yâ Rabbî, temiz olan hilkatleri hangi çamurdandır.)

d) Güzel gülüşlüdür.

Teng-dil ez hinde-i Türkân şeker
Sürme-ber ez çeşm-i gazâlân nazar[48]
Nizâmî

(Şeker, sürmesini ahuların gözlerinden alan Türk’ün “güzelin” gülüşü yüzünden bunalıma girdi.)
e) Ay ve güneş gibidir. Yüzünün güzelliği ve parlaklığı dillere destandır.

Ger çün tu be-Türkistân ey türk nigârist
Her rûz be-Türkistân ıydî vü bahârist[49]
Ferrûhî

(Ey Türk, Türkistan’da senin gibi başka güzel yüzlüler de varsa, orada her gün bayram ve bahardır.)

f) Perî yüzlüdür. Peri gibi ele geçmez.

Ân türk-i perî-çehre ki dûş ez ber-i mâ reft
Âyâ çe hatâ dîd ki ez râh-i hatâ reft [50]
Hâfız

(O peri yüzlü Türk “güzel” dün gece düşüme girmedi. Acaba ne hata ettim ki, hata yolunu tuttu.)

g) Feleğe teşbih edilir

Beyâ ki Türk-i felek hân-ı rûze gâret kerd
Hilâl-ı ıyd be-devr-ı kadeh işâret kerd[51]
Hâfız

(Ey felek gibi olan türk “güzel”, oruç sofrasını yağmala. Bayram ayı, kadehin devrini işaret ediyor.)

h) Acımasızdır.

Dilem zi nergis-i sâkî emân ne-hâst be-cân
Çerâ ki şîve-i ân Türk-i dil-siyeh dânîst[52]
Hâfız

(Gönlüm sâkînin nergis gözünden aman istemedi. Çünkü o acımasız Türk’ün âdetini biliyordu.)

ı) Yağmacıdır.

Aşk âmed u akl kerd gâret
Ey dil tu be-cân ber în beşâre
Türkî aceb est aşk dânî
K’ez türk acîb nist gâret[53]
Hâce Abdullah Ensârî

(Aşk geldi ve akıl yağma oldu. Ey gönül cana bu bir müjdedir. Türk aşkı bilirse şaşırılır, yağmacılık Türk için şaşılacak bir şey değildir.)

Sonuç olarak, Türk kelimesinin Türk ve İran edebî metinlerinde sonradan kazandığı anlamlar, mecazlaşma ve anlam kötüleşmesi şeklinde açıklanabilecek dil hadiseleridir. Bu anlamlar farklı sosyo-kültürel şartların ve ihtiyaçların mahsûlüdürler. Türk, gerek “güzel, sevgili” anlamıyla, gerekse de “kaba, köylü, cahil” anlamıyla Türk kavim adına gönderme yapmaz. Kelime bu anlamlarla ansiklopediden sözlüğe dönerken Türk kavmini, Türk milletini işaret edecek şekilde kullanılmamıştır. Metinlerde Türk’ün gerçek anlamıyla kullanımı da vardır. Edebiyat metinleri, anlam değişmesi içermediği için örneklemediğimiz bu kullanımın sayısız örneklerini taşırlar. Nizâmî’nin beyiti buna tipik bir örnektir. Son sözü bu beyitle söyleyelim:

Devlet-i türkân ki bülendî girift
Memleket ez dâd pesendî girift[54]

(Türk devleti ihtişama erdiğinde, ülke adaletle dolmuştur.)

Yrd. Doç. Dr. Şerife YAĞCI

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 914-920


Dipnotlar:
[1] Faruk Sümer: Oğuzlar, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1967; Hüseyin Namık Orkun: Türk Sözünün Aslı, İstanbul 1940; Zeki Velidi Togan: Umûmî Türk Tarihine Giriş I-En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar-, İstanbul 1970; İbrahim Kafesoğlu: Türkler, İslam Ansiklopedisi, C. XII/2, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1988, s. 142-280; İ. Kafesoğlu: Tarihte Türk Adı, Reşit Rahmeti Arat İçin, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1965, s. 306-319; İ. Kafesoğlu: Türk Millî Kültürü, İstanbul 198; Tuncer Baykara: Türk Adının Anlamı, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1998: Faruk Ünlühızarcı: Türk Sözünün Aslı ve Anlamı, 2. Basım, Özkavukçu Yayınları, Kayseri 1974: Martti Rasänen: Versuch Eines Etymologischen Wörterbuchs der Türksprachen, Helsinki 1969, s. 506: J. Nemeth: Der Volksname türk, Cörösi Csoma-Archiv, II. Band, 4. Heft, 31 Dec. 1927, 275-281: Louis Bazin: Notes Sur Les Mots “Oğuz” et “Türk”, Oriens, 1953, VI/2, 315-322: Bernhard Munkacsi: Die Bedeuntug des Namens der Türken, Cörösi Csoma-Archivum, C. I, 1921-1925, Leiden, E. J. Brill, 1967, s. 59-63: Gerhard Doerfer: Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen, Band II, Franz Steiner Verlag GMBH, Wiesbaden 1965, 483-499.
[2] Günay Karaağaç: Özel Ad Bilgisi, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 593, Mayıs 2001, s. 520-525.
[3] Mehmet Kalpaklı: Osmanlı Edebî Metinlerine Göre Türklük ve Osmanlılık, Tarih ve Milliyetçilik, Mersin Üniversitesi I. Ulusal Tarih Kongresi-Bildiriler-, 30 Nisan-2 Mayıs 1997, Mersin 1999, s. 75-90.
[4] Tuncer Baykara: Türk Adının Anlamı, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1998, s. 57-58.
[5] Nuri Bilgin: Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, Ege Yayıncılık, İstanbul 1995.
[6] Ahmed Refik: Anadolu’da Türk Aşiretleri (966-1200), Devlet Matbaası, İstanbul, 1930, s. V; Rudi Paul Lindner: Orta Çağ Anadolusu’nda Göçebeler ve Osmanlılar, (Çev.: Müfit Günay), İmge Kitabevi, Ankara 2000, s. 87-119.
[7] Musa Seyirci: Batı Akdeniz Bölgesi Yörükleri, Der Yayınları, İstanbul, 2000, s. 41.
[8] T. Baykara: a.g.e., s. 58.
[9] A. T. Onay, a.g.e., s. 420.
[10] İskender Pala: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Şiirde Türk Kimliği, Yeni Türkiye, S. 23-24, 1998, s. 1809-1814; Mehmet Kalpaklı: a.g.e., s. 75-90.
[11] “Sahra-nişîn olup şehristâna dâhil olmayanlara Türk ve Oğuz ism-i umûmîsi kalmagla ilerüde Türk kaba, rüstâyî ve Oğuz sâde, sâf-dil mânâsına sarf olunmşdur.” Hüseyin Kazım Kadri: Türk Lûgatı, 2. Cild, Devlet Matbaası, İstanbul 1928, s. 137-141.
[12] Ahmed Talât Onay: Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (Haz.: Cemal Kurnaz), Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, Ankara 1992, s. 319-420.
[13] Agah Sırrı Levend: Divan Edebiyatı-Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar-, Enderun Kitabevi, İstanbul 1984, s. 594-601.
[14] Ziya Şükûn: Farsça-Türkçe Lugat-Gencîne-i Güftâr Ferheng-i Ziyâ-, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996, s. 579-580.
[15] Ali Ekber Dihhuda: Lügatnâme, 4. Cilt, Tahran, 1373, s. 5815-5819.
[16] İskender Pala: Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara 1990, s. 352.
[17] “Türk taifesi gibi cefakar ve garet-i sabr u karar oldukları ecilden kinaye tarikiyle civan-ı dilsitan ve hatır-şikara ıtlak olunur.” Hüseyin Kazım Kadri: Türk Lugatı, 2. Cilt, Devlet Matbaası, İstanbul 1928, s. 137-141.
[18] Mütercim Âsım Efendi: Burhân-ı Katı (Hazırlayanlar: Mürsel Öztürk-Derya Örs), Türk Dil Kurumu, Ankara 2000, s. 786.
[19] Laszlo Rasonyi: Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1971, s. 159.
[20] Ayrıntılı bilgi için bkz. Şerafeddin Yaltkaya: Türklere Dair Arapça Şiirler, Türkiyat Mecmuası, C. V (1935), İstanbul 1936, s. 307-326; Ş. Yaltkaya: Zemahşerî Dîvânında Türklere Ait Şiirler, Atsız Mecmua, S. 15, s. 65-67.
[21] Ş. Yaltkaya: Türklere Dair Arapça Şiirler, s. 319.
[22] Ş. Yaltkaya: Türklere Dair Arapça Şiirler, s. 321.
[23] Mercimek Ahmed tercümesi ve eserin diğer tercümeleri için bkz. Mercimek Ahmed: Keykâvus-Kabusname-, 3. Basım, Devlet Kitapları, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1974, s. VII-XVIII.
[24] Mercimek Ahmed: a.g.e., s. 144-156.
[25] “Filcümle malûm olsun ki Türk’den hûblar kopar ki kangı tâife içinde gerekse güzelliğini vasf etmeğe yarar. Ve çirkinler dahı kopar Türk’te çirkinliği vasfını etmeğe yaramaz. Ve lâkin Hindûlar bu dediğimin aksincedir, yani Hindûlar cümle çirkin olur ki hiç güzeli olmaz. Ve Türk’e göre Hindû’ların başı büyük olur ve yüzü yassı ve gözü yufka olur, yani kapaklı değildir… Türk sûreti bigi görünmez. Zîra Türk’ün zâtında sûreti ve sıfatı ve taraveti ve hûbluğu ile cümle cinslerden eli üstündür.” Mercimek Ahmed: a.g.e., s. 149.
[26] Ahmet Kartal: Farsçada Türkçe Kelimeler Ve Fars Edebiyatında “Türk” Kavramı İle İlgili Unsurlar, Bilig, S. 11, Güz 1999, s. 31-52.
[27] Adnan Karaismailoğlu: Klasik Türk Edebiyatının İran Edebiyatı ile Münasebeti, Dergah, S. 110, Nisan 1999, s. 14-17; Adnan Karaismailoğlu: Yeni Farsça İlk Şiirlerde Türkler ve Türk Kültürü, Dergah, S. 190, Ağustos 2001, s. 20-21.
[28] Z. Şükün: a.g.e., s. 579.
[29] A. Kartal: a.g.m., s. 33.
[30] Sabahattin Küçük: Bâkî Dîvânı-Tenkidli Basım-, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1994, s. 147.
[31] İsmail E. Erunsal: The Life and Works of Tâcizâde Ca’fer Çelebi with a Critical Edition of his Divan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul 1983, s. 230.
[32] Metin Akkuş: Nef’î Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara 1993, s. 208, 277.
[33] Tahir Üzgör: Fehîm-i Kadîm Hayatı, Sanatı, Divanı ve Metnin Bugünkü Türkçesi-, TDK Yayınları, Ankara 1991, s. 410-411; 704-705.
[34] Halil Hatip Rehber: Dîvân-ı Gazeliyyât-ı Şemseddin Muhammed-Hâce Hâfız-ı Şîrâzî-, Tebriz 1372 (M. 1994).
[35] “Türk’Lugatta Tatar sınıfına derler. Bunlar (Tatarlar) zâlim, bî-rahm ve hûnî olduklarından şuarâ-yı Acem bunları mahbûba teşbih edüp türk derler. Bazı Şirazlılardan mesmu’dur ki Hülâgû askerinden çok kimse Şiraz’da tevattun edüp tenâsül eyledi. Onların evlâdına hakîkaten türk-i Şirâzî demek muvafıkdur.” A. T. Onay: a.g.e., s. 419 (Sûdî, I, 53).
[36] H. H. Rehber: a.g.e., s. 4-6.
[37] İ. Pala: a.g.e., s. 231.
[38] Ali Nihat Tarlan: Şeyhi Divanı’nı Tedkik, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul 1964, s. 164.
[39] “Be-çün der ân bilâd hûbân-ı nîkû-rûy bisyâr bâşend. Mecâzen maşûkân-râ “türk” gûyend.” bk. Ferheng-i Nâsırî, 1288, 269.
[40] Berat Zencânî: Ahvâl ü âsâr ve Şerh-i Mahzenü’l-esrâr-ı Nizâmî-i Gencevî, İntişârât ve Çap Dânişgâh-ı Tahran 1370, s. 263. Zencânî “türk-i semen” tamlamasını dipnotta beyaz renkli yasemin olarak izah etmiştir.
[41] Zencânî: a.g.e., s. 264.
[42] Zabihollah Safa: A History of Iranian Literature of the Islamic Era, C. 1, Tahran 1372, s. 73.
[43] A. Kartal: a.g.m., s. 35; Dihhuda: a.g.e., s. 5815.
[44] Dihhuda: a.g.e., s. 5816.
[45] Güzîde-i Eş’ar-ı Rûdekî, (Şerheden: Cafer Şuar ve Hasan Enverî), İntişârât-ı Emîr Kebîr, Tahran 1369, s. 79.
[46] A. Kartal: a.g.m., s. 37.
[47] A. Kartal: a.g.m., s. 35.
[48] Zencânî: a.g.e., s. 280.
[49] Ferheng-i Nâsırî, 1288, 269.
[50] H. H. Rehber: a.g.e., gazel: 82, s. 114-115.
[51] H. H. Rehber: a.g.e., gazel: 131, s. 177-179.
[52] H. H. Rehber: a.g.e., gazel: 47, s. 67-68.
[53] Dihhudâ: a.g.e., s. 5815.
[54] Zencânî: a.g.e., s. 318.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.