Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Neden Millî Egemenlik?

0 13.880

Prof. Dr. İbrahim ARSLANOĞLU

Atamızın, ülkemizi düşmandan kurtarmak için ayak bastığı kutsal Samsun ilinde bulunmaktan ve sizler gibi güzel insanlarla birlikte olmaktan son derece mutluyum. Bana göre Samsun’un kutsallığı iki nedene dayanır. Birincisi, Samsun bir vatan toprağı olduğu gibi Atamız vatanın kurtuluşunu buradan başlatmıştır. Bu sebeple vatanımız ve Türk büyüklerimiz kutsaldır. İkincisi eğer Atamız kurtuluş savaşını başaramamış olsaydı Irak gibi vatanımız, namusumuz ve inancımız düşmanın ayakları altında kalır ve 800 yıl yaşayan Müslüman Endülüs halkının başına gelenler bizim de başımıza gelirdi. Şöyle ki, camiler kiliseye çevrilir, halk ya zorla Hıristiyanlığa döndürülür ya da öldürülürdü. Görüldüğü gibi vicdansız yobazların iddialarının aksine Atatürk, ülkesini olduğu gibi Türklerin dinini de düşmana karşı korumuştur.

Yarından sonra 23 Nisan, TBMM’nin açılışının 86. yıldönümü. Bildiğimiz gibi 23 Nisan 1920 tarihinde Milli Meclisin ilk toplantısı, Ankara’da eski TBMM binasında yapılmıştı. Bu süreç ise Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkması ile başlamıştır.

Esas konumuz olan egemenliğe gelince… Egemenlik, kamu hukuku, siyaset felsefesi, klasik politika bilimi,  siyaset sosyolojisi ve siyaset biliminde merkezi bir yer tutmuş ve çeşitli teorilerin temel dayanağı olmuştur (Kapani, 1995).

Egemenlikle ilgili teorilerden birisi, Alman sosyologu Max Weber tarafından ortaya atılmıştır. Weber’e göre egemenliğin meşrulaştırılması ile ilgili üç ideal tip vardır (Kızılçelik, 1994):

1.Geleneksel otorite tipi: Bu düzenin ve hükümdarın kutsallığı ile meşruiyet kazanır. Kimin iktidara geleceğini gelenekler ve var olan düzen belirleyecektir. Osmanlı padişahları bu otorite tipine örnek gösterilebilir. Çünkü padişahlık, geleneklere göre babadan oğla geçerdi.

2. Karizmatik otorite: Bu tip otoriteyi meşrulaştıran egemen kişide var olduğu kabul edilen üstün niteliklerdir. Bu kişiyle başlayıp kişi ile biten bir otorite tipidir. Atatürk bu otorite tipine örnektir. Çünkü herkes teslimiyeti ve mandacılığı savunurken o “manda ve himaye kabul edilemez ve bu ülke kurutulacaktır” dediği için, seçimle değil karizması ile lider olmuş ve halkı peşinden sürükleyerek ülkeyi kurtarmıştır.

3. Meşru otorite veya bürokrasi: Bu modern toplumlarda görülür. Otoritenin meşruiyeti, objektif ilke ve kurallar sitemiyle belirlenir. Onun için yöneticilerin emirlerine temsil ettikleri düzen gereğince uyulmaktadır. Seçime dayanan demokratik düzen, bu otorite tipine örnektir.

Devlet içindeki egemenliğin kimde olduğu sorusu tarih boyunca sorulmuş fakat farklı yanıtlar verilmiştir. Ortaçağda gerek Batı’da ve gerekse Doğu’daki devletlerde hükümdarlar, Tanrı adına iş görüyorlardı. Kısacası o çağda halk değil Tanrı’nın egemenliği söz konusu idi. Onun için hükümdara ve yasalara karşı gelmek bir bakıma Tanrı’ya isyan etmek anlamına geldiği için bunun cezası da idamdı. Dinsel hukuktan kaynaklanan monarşik egemenlik, giderek yerini demokratik egemenliğe bırakmıştır.

Rousseau’ya göre, yasama halka aittir başkasına ait olamaz, halkın doğrudan doğruya onaylamadığı hiçbir tasarı, yasa sayılmayacaktır (Göze, 2000). Görüldüğü gibi Jean Jasque Rousseau’ya göre egemenlik başkasına aktarılamaz ve başkası tarafından temsil edilemez. Rousseau kuramından genel oy, seçim hakkı kavramları ortaya çıkar. Egemenliğin temsil edilememesi ilkesi doğrudan demokrasiyi zorunlu kılar. Milletvekili seçmek ise ancak eskilerin deyimiyle ehven-i şer yani kötülerin en az zararlısı veya mahsurlusu olarak kabul edilir (Milliyet, ?)

1789 Fransız devrimcileri halk egemenliği yerine ulusal egemenliği geçirdiler. Bildiğimiz gibi ulusçuluğun ortaya çıkmasında Fransız İhtilali ile 1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşının önemli bir rolü olmuştur (Çam,1995). Gerçi Türkler’in ulus olmaları bu olaylardan çok öncesine dayanır. Bunun kanıtı, Göktürk yazıtlarıdır. Bu yazıtlar, Türk ulusunun geçmişini anlatan ve geleceğe nasıl bakılması gerektiği konusunda bir takım öğütler veren yazılı belgelerdir. Yazıtlar, Türklerin çok eski ve kültür sahibi bir millet olduklarını da göstermektedir. Türklerin tarihi yaklaşık üç bin yıl öncesine dayanmaktadır. Başlangıçtan bugüne kadar Türkler; tarihte başlıca Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlı’lar, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerini kurmuşlardır.

Fransız devrimcilerine göre iktidarın kaynağı, bölünmez bütün olan ulustur. Egemenliği kullanma yetkisi, yalnızca ulusu temsilen meclise aittir. Nitekim 1958 Fransız Anayasası’nın 3. maddesine göre ulusal egemenlik, ulusa ve onun temsilcilerine aittir. Ulus bunu bazen referandum yoluyla doğrudan doğruya kullanmaktadır(Milliyet,?).

Osmanlı Devletinde teokratik ve monarşik egemenlik geçerliydi. Tanrı’ya ait olan egemenlik, halkın yeryüzünde gölgesi olan Halife Sultana aitti.  Birinci Meşrutiyet ve 1876 Kanun-i Esasi ve hatta II. Meşrutiyet(1908) bu ilkeye dokunmadı. 1876 Kanuni Esasiyi değiştirilmesi gereğini vurgulayan 19 Ağustos 1909 tarihli kararnamede “hakimiyet-i milliye” yani milletin hakimiyeti ifadesi geçti fakat anayasal bir ilke haline gelemedi. Kurtuluş savaşı ortamı, ulusal egemenlik ilkesinin beşiği olmuştur. Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları, Türk milletinin egemenlik hakkını açıkça ortaya koymuş ve bu, kurtuluş savaşının itici gücü haline gelmiştir(Milliyet,?).

21-22 Haziran 1919’da yayımlanan Amasya Tamimi’nin birinci maddesinde “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir. Üçüncü maddesinde ise “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır(Hayta,1995), denilmektedir.

23 Temmuz 7 Ağustos 1919’da toplanan Erzurum kongresinde birinci maddesinde “ Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür. 4. maddesinde ise “Kuvay-ı Milliyeyi amil ve iradeyi milliyeyi hakim kılmak esastır.”(Hayta,1995).

4-11 Eylül 1919’ta toplanan Sivas kongresinin 1. maddesinde “Türk toprakları hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür. Kongrenin 2. maddesinde ise, kuvay-ı milliyeyi amil, iradei milliyeyi hâkim kılmak esastır (Hayta, 1995), denilmektedir.

Atatürk, 23 Nisan 1920’de T.BM.M.’nin açılışında yaptığı konuşmada ise şunları söylemiştir.“Bizim uygulamak istediğimiz siyasi ilke, milli siyasettir.Milletimizin güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle milli bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir. Milli siyasetten kastettiğimiz, milli sınırlar içinde kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek mutluluk ve refahına çalışmaktır (Atatürk,2005).

I. TBMM’nin yaptığı 1921 tarihli Teşkilat’ı Esasiye Kanununun 1.maddesi “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, yönetim usulü halkın kendi kendisini bizzat ve fiilen yönetme esasına dayanır.” Burada doğrudan demokrasiyi çağrıştıran bir ifade kullanılmıştır. Oysa doğrudan demokrasi, dünyada sadece İsviçre kantonlarında uygulanmıştır. 1924 Anayasasının 3. maddesi, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu bildirdikten sonra bu hakkın kullanılma yetkisinin yine Anayasanın 4. maddesine göre ulusun tek ve gerçek temsilcisi saydığı TBMM vermiştir.

Bütün bunlara rağmen egemenlik teorisi, kuvvetler ayrılığı ilkesi ile bağdaşmaz. Çünkü bu ilkeye göre düzenlenen anayasalarda devlet gücünün yasama, yürütme ve yargı organları tarafından kullanılacağı ifade edilmiştir (Kapani, 1995).

1961 ve 1982 anayasaları, egemenliğin ulusa ait olduğunu tekrarlamakla birlikte egemenliği kullanma yetkisinin sadece TBMM ait değil yasamanın yanında yürütme Cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu ve bağımsız yargı da egemenliğin kullanılmasına katılan organlardır.  Siyaset bilimi veya siyaset sosyolojisinde güçler ayrımı olarak adlandırılan bu durumun Türkiye’deki uygulanmasına kısaca değinmek istersek şunları söyleyebiliriz.:

Türkiye’de yasama ile yürütme birbirinin içine girmiş durumdadır. Çünkü bir kişi hem yasama organı üyesi hem de yürütmenin içinde olan bakan olabilmektedir. Böyle olunca bakan, meclisin denetim görevi sırasında kendisi ile ilgili bir yolsuzluk dosyasının görüşülmesi sırasında kendisinin aklanması için oy kullanabilmektedir. Bu da meclisin denetim görevini yapmasını büyük ölçüde engellemektedir.

Türkiye’de yargının bağımsız olduğu söylenebilir mi? Çünkü hâkimlerin atama ve yer değiştirmelerini yapan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarıdır. Bu durumda yargıç, ister istemez siyasal otoriteden çekindiği için bağımsız karar vermekte zorlanmaktadır.

Bana göre günümüzde ulusal devletlerin egemenliğinin önündeki en büyük engel çok uluslu şirketlerdir. Bunlar yaklaşık 500 şirket olup sahipleri ABD, İngiltere, Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya vatandaşıdırlar. Çok uluslu şirketler, dünyayı sömürmelerinin önündeki engel olarak gördükleri ulusal devletlerin yıkılmasını istemektedirler. Bunun için Batı dünyasında ABD, imparatorluk yapısını korurken ve Avrupa devletleri AB adı altında para, bayrak ve sınır birliğini oluşturup bütünleşmeye giderlerken kendi dışındaki dünyayı parçalamayı planlamaktadırlar. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Condalize Rice, Fas’tan Çin’e kadar 22 devletin sınırlarının değişeceğini bütün dünyaya ilan etmiştir. Bu ülkelerin çoğu Müslüman ülkelerdir. Ülkelerin parçalanacağını söylemek suçtur, çünkü BM anayasasına göre bütün ülkelerin toprak bütünlüğüne her ulusun saygı göstermesi gerekir. Bugün dünyada BM yasaları değil güçlünün zayıfı ezdiği Orman Kanunları geçerli olduğu için yasalar, güçlüye değil zayıfa uygulanabilmektedir.

Son yıllarda bir de küreselleşme diye bir kavram ortaya atılarak bunun bütün insanlığının hayrına olduğu çok sayıda kişiye benimsetilmiştir Çok uluslu şirketlere göre küreselleşme, devletler arasında gümrük duvarlarının ve sınırların kaldırılarak sermayenin, emeğin, mal ve hizmetlerin serbestçe dolaşımıdır. Oysa bu, günümüzde tek taraflı işlemektedir. Şöyle ki; çok uluslu şirket sahipleri, pek çok ülkeye serbestçe girip ticaret yapabilirlerken, onların ülkeleri, gelişmekte olan ülke vatandaşlarının kendi ülkelerine girişlerine vize, mallarına kotalar koyarak serbest ticareti alabildiğine sınırlandırmaktadırlar. Bu şirket sahipleri, çıkarlarını korumak için kendi devletlerini arkalarına aldıkları gibi zaman zaman Irak ve Afganistan’da olduğu gibi başta ABD ve İngiltere olmak üzere kendi ülkelerinin ordularını da çıkarları için kullanabilmektedirler.

Dünyadaki yatırımların %80’ini ve ticaretin % 50’ni ele geçiren çok uluslu şirketler, pek çok ülkedeki kamu ekonomik kuruluşlarını özelleştirme adı altında kelepir fiyatlara satın alarak el koymaktadır. Ayrıca yine borsa yoluyla ülkelerde krizler yaratılarak pek çok ulusal özel şirket, iflasa sürüklenmekte ve yine çok uluslu şirketler tarafından değerlerinin çok altında satın alınarak bunların mülkiyetleri de ele geçirilmektedir.

Egemenlik, devletin kanun yapmak, savaş ve barış ilan etmek, para basmak, vergi toplamak gibi iktidarlarını kapsar(Kapani,1995). Buna göre, Türkiye egemen bir devlet ve Türk halkı egemen bir ulus sayılabilir mi? Şimdi bu sorunun yanıtını birlikte arayalım. Bugün TBMM kendi özgür iradesi ile istediği yasaları çıkaramamakta ve hangi yasaların çıkarılması gerektiğini AB yetkilileri Türkiye’nin başbakanından istemekte o da grubuna emrederek istediği yasaların çıkmasını sağlamaktadır. Çoğu kere meclisten çıkan yasaların içeriklerinin neden ibaret olduğunu, oy veren milletvekilleri dahi bilmemektedir. Bazen bu kanunlar, Türk halkının aleyhine de olabilmektedir. 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinden sonra çıkarılan, Türk mahkemelerini devre dışı bırakan Tahkim yasaları ve Türkiye’de tütün ve pancar ekimini sınırlandıran yasalar buna örnek gösterilebilir.

Yine Türkiye’de ekonomi,  nerede ise çok uluslu şirketlerin çıkarlarını koruyan IMF, Dünya Bankası ve Dünya ticaret örgütü gibi kuruluşlara güdümündedir. Çünkü Türkiye bugün istediği ürünleri istediği miktarda üretememektedir. Örneğin son üçlü koalisyon döneminde ABD’deki şeker ve tütün stoklarının eritilebilmesi için Türkiye’de Tütün ve şekerpancarı ekimi sınırlandırılmıştır. Hatta şu anda ülkemizdeki memur maaşlarının bile ne kadar olacağına IMF’nin karar verdiğini sokaktaki sıradan vatandaş bile bilmektedir. Ayrıca Türkiye kendi parasını kendisi basamamaktadır. Onun yerine A.B.D., karşılıksız trilyonlarca dolar basıp bizim gibi ülkelere borç vererek ülkeleri ipotek altına almaktadır. Bu durumda Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığa sahip olduğu söylenebilir mi?

Türkiye’de dış siyaset ise A.B.D.’ye bırakılmış gibidir. A.B.D., ise B.M’i devre dışı bırakarak 2003 yılında Irak’ı işgal etmiştir. Bu işgalin sebeplerinden birisi Irak petrollerine el koymak, ikincisi İsrail’in güvenliğini garanti altına almaktır. Üçüncü sebep ise Sevr Antlaşmasından beri Batı’nın gündeminde olan Kürt Devletini kurmaktır. Bundaki amacı Türkiye’yi doğudan sıkıştırmaktadır Kurulan bu kukla devlet, Talabani ve Barzani gibi aşiret reislerine dayanmakta olup Kürtlerin çoğunluğunu da temsil etmemektedir. Irak’ı işgal sebeplerinden dördüncüsü ise Saddam’ın döviz olarak Doları bırakıp onun yerine Euro’yu kullanmaya başlamasıdır.

Ayrıca A.B.D., Türkiye’ye kime dost kime düşman olacağını da söylemekte ve adeta bunları dayatmaktadır. Son günlerde anarşinin azmasının altında yatan sebeplerden birisi de ABD’nin İran’a saldıracağı sırada Türkiye’nin ABD ile birlikte hareket etmek istememesi olsa gerektir. Burada, aba altından sopa gösterilerek Türkiye’ye denilmektedir ki, “benim yanımda olmazsan işte ben de bu şekilde seni sıkıntıya sokarım.” İran için görünüşteki gerekçe her ne kadar nükleer silahlar ise de gerçek sebep, İran’ın bir petrol borsası kurmak ve petrol dış satımında dolar yerine euro’yu kullanmak istemesidir. Bunu dünyada güçlü birkaç ülkenin uygulaması ABD’yi ekonomik olarak çökertecektir. Bugün A.B.D. parasının 3/2’si karşılıksız olup tamamen kağıt ve boyaya dayanmaktadır. Bu sebeple A.B.D., sınırsız para basarak pek çok dünya ülkesinin emeğini, doğal kaynaklarını ve ürünlerini sömürmektedir.

Bu durumun farkında olan Çin, Rusya, Japonya, Güney Kore gibi ülkeler ellerindeki doların bir kısmını altına çevirmişlerdir. Bütün dolarları birden elden çıkarmaya kalksalar, kendi ekonomileri de altüst olacaktır. Onun için doları yavaş yavaş altınla değiştirmektedirler. Bu yüzden son günlerde altın fiyatları anormal derecede artmıştır.

1950’lerde dünyada üretilen mal ve hizmetlerin yaklaşık % 50’si ABD’de iken bugün bu oranın % 30’lara kadar düştüğünü görüyoruz. Bunun sebebi, ABD’deki çok uluslu şirketlerin 1980’lerden sonra gerçek üretimi bırakarak faiz, döviz, borsa gibi kumarhane ekonomisine yönelmeleridir. Ne yazık ki ABD, sadece kendisini değil bizim gibi diğer ülkeleri de bu sanal ekonomiye yöneltmiştir. Bildiğimiz gibi çok uluslu şirketlerin dili ile konuşan Türkiye’deki mütareke medyası, sabahtan akşama kadar faiz, döviz ve borsaya dayanan üçkâğıt ekonomisinin ne durumda olduğunu bize açıklamaktadır. Bugüne kadar dünyanın hangi ülkesi vatandaşına kumar oynatarak gelişebilmiştir? Bana göre bu bile ABD’nin ve ona dayalı ekonomilerin çökmelerinin başlı başına bir sebebi olabilir. Hâlbuki ülkelerin ekonomik olarak gelişebilmeleri, üretim ve ihracata dayanmak zorundadır.  Nitekim Aklın yolu bir olmalı ki, bir kuruluşun misafiri olarak Ankara’da bulunan Rusya Bilimler Akademisi Üyesi ve Putin’in danışmanlarından Prof. Dr. Victor Minin ile 18 Nisan 2006 tarihinde tercüman aracılığı ile yaklaşık bir saat Türkiye-Rusya ilişkileri konusunda sohbet ettik. Prof. Minin bu konuşma sırasında,“ABD’nin en fazla 2 yıl sonra çökebileceği”ni söyledi. İslam filozofu ve sosyolojinin kurucusu İbn Haldun da “Mukaddime” adlı eserinde “devletlerin ömrünün en fazla 3 nesil olduğu”nu söyler.

Atatürk, günün birinde Türkiye’nin karşı karşıya kalabileceği olası durumu, bundan yaklaşık 70 yıl önce engin öngörüsü ve büyük stratejik dehası ile “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle ifade etmiştir: “İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanin, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî çıkarlarını, işgalcilerin siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve güçsüz düşmüş olabilir.”  Atatürk’ün söylediklerinin bugüne ne kadar uyduğunun takdirini sizlere bırakıyorum.

Uzun zamandır Türkiye’de, kitle iletişim araçları vasıtasıyla halk ikna edilerek, Batı’nın istediği iktidarlar işbaşına getirilmiştir. Özal’dan başlayarak iktidara gelen partilerin liderleri, Türk halkı yerine A.B.D. liderlerinden icazet almayı tercih etmektedirler. Nitekim Basından öğrendiğimize göre, Başbakan Erdoğan’ın danışmanlarından Cüneyt Zapsu ile Sakarya Milletvekili Şaban Dişli, AKP Hükümeti ile ABD arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için ABD’ye gittiler. Görüşmeler sırasında Cüneyt Zapsu şunları söylemiştir:“A.B.D.’ye ihtiyacımız var. Siz de AKP ile 6-7 yıl daha yaşamak zorundasınız. Alternatifiniz yok. Erdoğan’ı devirmeye çalışmaktansa, onu kulanın”(Cumhuriyet, 9.4.2006). Sevgili arkadaşlar, bu sözleri duyduktan sonra ülkenin içine düşürüldüğü duruma kahrolmamak mümkün müdür?

Çok partili yaşama geçtiğimizden beri iktidarlar, iktidara gelmelerini halka borçlu olmadıklarını bildikleri için, çoğunlukla onun aleyhine olan ekonomi-politikaları uygulayarak halkın bugünkü sefaletini hazırlamışlardır. Bu yüzden  Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de halkın kendi özgür iradesi ile seçtiği iktidarlar işbaşına gelirse halk çoğunluğunun yararına olan ekonomi politikaları uygulayarak halkın refah ve mutluluğunu sağlayabilir. İşte o zaman Türk halkının egemenliği gerçekleşmiş olacaktır. Aksi halde halk, yine IMF ve Dünya Bankasının direktiflerine uyan iktidarları seçerek, kötü kaderini kendisi çizerek sefalet ve miskinlik içinde yaşamayı sürdürecektir.

Ayrıca iktidarı,  sadece halkın seçmesi yetmez, Venezüella’da olduğu gibi, küresel çeteler, yerli işbirlikçilerle birlikte bu iktidarı devirme girişiminde bulunduklarında yine halkın, iktidarının arkasında kaya gibi dim dik durması da gerekir.

SONUÇ

Eğer Türk halkı egemen kılınmak isteniyorsa, dış güçlerin güdümünde olan mütareke medyasının etkisi altında kalmadan halkın, kendi özgür iradesi ile kendi iktidarını kendisi işbaşına getirmesi gerekir. Böylece TBMM, sonu belli olmayan AB’nin vesayetinden kurtarılarak Türk halkının ihtiyacı olan yasaları çıkarmaya başlayacaktır. Bugün AB’ye uyum yasaları sayesinde anarşiste, alabildiğine serbestlik verilmişken Türk güvenlik güçlerinin eli kolu bağlanmıştır. Bunun acı bir örneğini son Diyarbakır olaylarında polislerin anarşistlere kuş sapanı ile karşı koyduğunu televizyonlardan üzülerek ve gülerek seyrettik.

Sonra gücünü dışarıdan değil halktan alan bu iktidar, ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirerek, istediği ürünleri istediği kadar üretebilir, yer altı kaynaklarını kendisi işleyerek içeride kullanabildiği gibi dış ülkelere ihraç edebilir. Ayrıca kendi parasını kendi basabilir. Dış politikayı AB ve ABD’nin vesayetinden kurtararak bağımsız bir dış politika uygulayarak Türkiye’nin çıkarlarını koruyabilir. İşte o zaman gerçek anlamda Türk halkının egemenliğinden söz edebiliriz.

Prof. Dr. İbrahim ARSLANOĞLU

Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi


KAYNAKLAR
♦ Atatürk, Mustafa Kemal. Nutuk(1919-1927) Bugünkü Dille Yayıma Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, A.K.D.T.Y.K. Atatürk Araştırma Merkezi, 2005).
♦ Cumhuriyet Gazetesi, “Danışmandan ABD’lilere Erdoğan’ı Kullanın”, 9.4.2006.8.
♦ Çam, Esat. Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul, Der yayınları, 1995.
♦ Göze, Ayferi. Siyasal düşünceler ve Yönetimler, İstanbul, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş. 2000.
♦ Hayta, Necdet ve Diğerleri. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi,1995.
♦ Kapani, Münci. Politika Bilimine Giriş, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1995.
♦ Kızılçelik, Sezgin. Sosyoloji Teorileri I, Konya, Emre Yayıncılık, 1994.
♦ Milliyet Gazetesi. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi VII, (kaç olduğuna bakılacak) İstanbul, Milliyet A.Ş.?
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.