Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Menderes Dönemi (1950-1960)

5 90.055

Yrd. Doç. Dr. Cihat GÖKTEPE

Yakın tarihimiz açısından bu on yıllık dönem çok değişik yönleri ile incelenebilir. Demokrat Parti ya da Menderes dönemi denilen bu periyotta 1950, 1954 ve 1957 yıllarında olmak üzere üç genel seçim yapılmış ve bu dönemde Adnan Menderes beş defa başbakan olarak hükümet kurmuştur. Bu çalışmada, Menderes dönemi esas itibarıyla, Demokrasinin Gelişimi, Ekonomik Değişim, İç Siyasi Gelişmeler ve Dış Politika olmak üzere dört alt başlıkta değerlendirilmiştir.

A. Demokrasinin Gelişimi

Milli Mücadele’nin (1919-1922) işgalci güçlere karşı kazanılmasından sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, aynı yıl Halk Partisi yeniden adandırılarak Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. Bu parti Türkiye’yi 1950’ye kadar 27 yıl kesintisiz tek parti sistemi ile yönetmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra iç ve dış siyasi, sosyal, askeri ve iktisadi faktörlerin etkisiyle Türkiye’de çok partili sisteme geçiş süreci başlamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) mensup dört milletvekili Celal Bayar (İzmir Milletvekili), Fuat Köprülü (Kars Milletvekili), Refik Koraltan (İçel Milletvekili) ve Adnan Menderes (Aydın Milletvekili) 1946’da CHP’den istifa ya da ihraç yoluyla ayrılmışlardır. Nitekim 7 Ocak 1946’da “Demokrat Parti” olarak isimlendirdikleri yeni partiyi kurmuşlardır.[1] 1945 ve 1946’da on beş yeni siyasi parti kurulmuş ancak DP ana muhalefet partisi olarak gelişmiştir. 1946 seçimlerinde CHP 396, DP ise 61 milletvekili 4 de bağımsız ki bu seçimin güvenilirliği ile ilgili hususlar da pek çok iddia ortaya atılmıştır. Demokratlar 1946-1950 arasında kısa sayılabilecek bir sürede çok büyük bir başarı elde etmişlerdir. Çok Partili sisteme geçiş süreci olarak da değerlendirilen bu dört yıllık dönemde çok partili rejim uğruna yapılan mücadeleyi Karpat, “Cumhuriyetin dayandığı ideolojinin yeniden yorumlanması sonucunu doğurduğu gibi komünizm üzerine geniş tartışmalara ve bugünkü parti sisteminin kurulmasına yol açtı.”[2] şeklinde değerlendirmektedir.

14 Mayıs 1950 seçim sonuçlarına göre toplam 7.953.055 oyun 4.242.833 (%53.35)’ünü DP almış ve karşılığında 408 milletvekili çıkarmıştır. Buna karşılık CHP 3.165.095 (%39.78) oy almış ve karşılığında ancak 69 milletvekili çıkarabilmiş 240.209 (%3.02) oy almış olan Millet Partisi (MP) ancak 1 milletvekili çıkarabilmiş, bunlara ilave olarak bağımsız olarak 9 milletvekili de meclise girmiştir.[3] Burada vurgulanması gereken bir nokta ise seçim sitemini getirdiği bir sonuç olarak DP oyların %53.3’ünü almışken bunun Meclis’e milletvekili olarak yansıması, 408 milletvekili oran olarak da %83,7 olmuştur. CHP oyların %39.78 ini almışsa da Mecliste 69 milletvekili ile ancak %14.4 nispetinde temsil edilmiştir. Millet Partisi’nin (MP) oy oranı %3.02 olmasına karşılık Meclis’te 1 milletvekili ve %0.2 oranında temsil edilebilmiştir. Seçim sisteminin Meclis’in şekillenmesinde halkın oyundan daha etkili bir faktör olduğu sonucuna varılabilir. Buna örnek olarak eğer 1950’de D. Hont sistemi olsaydı DP 270, CHP 210 vekil çıkarabilecekti. Belirtilen rakam ve oranlardan anlaşılacağı üzere seçim sisteminin (çoğunluk sistemi) temsil üzerindeki etkisi hem iktidar hem de muhalefet açısından çok fazladır. Zira iktidar kendisinde aldığı halk desteğinin üzerinde bir güç hissetmişken muhalefet ise temsildeki sayısal azlığın etkisiyle gücünün daha altında bir muhalefet anlayışını kabul etmek durumunda kalmıştır.[4]

1950 seçimlerinin bu sonuçları iktidarın el değiştirmesi anlamına geliyordu. Nitekim DP iktidarı 22 Mayıs 1950’de devralmıştır. Aynı gün Yeni Meclis’in yaptığı ilk işlerden birisi Atatürk’ün de yakın arkadaşı deneyimli ve ılımlı bir devlet adamı olarak da bilinen Celal Bayar’ı Türkiye’nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçmek oldu, Refik Koraltan da Meclis başkanlığına seçmişler Menderes’e de hükümeti kurma görevi verilmiştir.[5] Cumhurbaşkanı seçilen Bayar, Parti Genel Başkanlığı’nı da bırakmıştır. Bu da dem okrasi tarihimizde yeni bir başlangıçtı zira Atatürk ve Başkanlığı’nı fiilen olmasa da hukuken devam ettirmişlerdir. DP dönemindeki bu yeni anlayış Cumhurbaşkanlarının hukuken tarafsız olması durumunu pekiştirmiştir. Nitekim 9 Haziran 1950’de DP genel idare kurulu toplanarak Bayar’dan boşalan genel başkanlığa Adnan Menderes’i seçmiştir. Dolayısıyla 1950’den başlayan ve 27 Mayıs 1960 hükümet darbesine kadar sürecek olan bu dönem Demokrat Parti dönemi diye değerlendirilmekle beraber Adnan Menderes’in hem DP Genel Başkanı ve hem de ülkenin başbakanı olmasından dolayı “Menderes Dönemi” olarak da tanımlanmaktadır.

1950’deki hükümet değişikliği sadece iktidarın el değiştirmesi olarak değil, o tarihten itibaren siyaset devletçi siyasetçiden farklı olarak sokaktaki adama dayanmaya başlamıştı.[6]

Buna bağlı olarak tarihçiler arasında, Demokrat Parti’nin Mayıs 1950’deki ezici seçim zaferinin, modern Türk siyasal tarihinde bir dönüm noktası oluşturduğuna dair genel bir mutabakat vardır. Hatta özelikle DP taraftarları bu değişimi “Ak devrim” olarak tanımlamışlardır.[7]

Hem DP’nin ezici bir çoğunluğa sahip olduğu yeni Meclis’in hem de yeni hükümetin niteliği eskisinden çok daha farklıydı. DP milletvekillerinin sosyal durumları incelendiğinde, Kemalist devirden ayrılan pek çok farklılık göze çarpar. Bu duruma örnek vermek gerekirse DP milletvekilleri yaş ortalamaları olarak daha gençtiler, seçmenleri ve seçim bölgeleriyle çok daha yakın ilişkilere sahiptiler, yüksek öğrenimli olanlar daha az olmasına karşılık ticaret erbabı ve hukuk bilgisine sahip olanların sayısı daha fazlaydı. DP ile CHP arasındaki en belirgin farklardan biride DP’nin bürokrat veya askeri geçmişi olan milletvekili sayısının çok az olmasıydı. Dolayısıyla Türkiye’de bilinen kitleden oldukça farklı bir kesiminin iktidara gelmiş olduğu açıktı.[8]

DP’nin ideolojisi ve programında vurgulan hususlar ise ana hatlarıyla, halk için daha fazla hürriyet, liberal ekonomik politika, devlet sektörüne nazara özel sektöre daha çok destek, ve dini konularda daha az sınırlama olarak belirtilebilir.[9] Bu politikalar halkın büyük çoğunluğu tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.

Zürcher’in, “CHP’nin iktidar döneminde devlet idaresi ve parti teşkilatı o kadar iç içe geçmişti ki partinin devletin toplumu denetlemek ve yönetmek için kullandığı araçlardan sadece biri olduğu pekala söylenebilirdi. DP’nin iktidara gelmesiyle bu ilişki nihayet kesildi. Demokratlar eski yönetimden devraldıkları bürokrasi ve orduya güvenmiyor ve bunları kendi denetimleri altına almak için bir hayli çaba harcıyorlardı. Bu sebepten yıllar boyunca devlet ve parti, özelliklede üst düzeylerde yeniden bütünleşme eğiliminde oldu. Bununla beraber Kemalist dönemden olan ayrılık partinin bürokrasiye egemen olması idi.”[10]

Değerlendirmesi CHP dönemi parti ve devlet ilişkilerini daha açık bir şekilde yansıtmaktadır.

Genel olarak Demokratlar, Populist (halkçı) ve kırsal kesimin partisi olarak tanımlanırken, Halk Partisi ise elitin ve kentlinin partisi olarak değerlendirilmektedir.[11] Genel anlayış böyle olmakla birlikte aydınların pek çoğu 1946’da kurulduğunda DP’yi daha fazla özgürlük vaadettiği için desteklemişlerdir. Hatta CHP’yi de dolaylı olarak sıkıştırma eğilimine girmişlerdir. Özdağ’ın belirttiği gibi;

II. Dünya Savaşı’ndan sonra burjuvazi, bürokrasinin diktasından kurtulmak için baş kaldırdığında, bürokrasinin siyasal organı olan CHP’nin bu işlevi sona ermiş olduğu için bürokrasi içinde de parçalanmalar başlamıştır. Sivil bürokrasi asker bürokrasinin aleyhine iktidarını genişletmiş asker bürokrasiyi iktidar ortaklığından dışlamıştır. Subay heyetinin geneli, desteğini CHP’den çekip, DP’ye yöneltmektedir. Ordu içinde DP yanlısı gizli örgütler kurulmakta CHP iktidarı, seçim için DP’ye devretmeye razı olmazsa, CHP’nin devrilmesi planlanmaktadır.[12]

1950’de iktidar değişimi hukuken ve fiilen olmuşsa da sosyolojik ve psikolojik açıdan ne DP iktidara ne de Halk Partisi de muhalefete hazırdı.[13] Bu ana faktörden ötürü DP iktidara yabancılık çekmiş ve bürokrasi ve askeriyede CHP’nin etkisini azaltmak ve iktidarını sağlamlaştırmak için hızlı değişimler yapmak istemiştir. Bu doğrultuda Demokratlar, ordunun önde gelen subaylarının eski yönetimle bilhassa İsmet Paşa ile olan yakın ilişkilerinden dolayı orduya karşı hep güvensizlik duymuşlardı. Ama ordunun yönetim kademesinde iktidar değişimini müteakip 6 Haziran 1950’de Genelkurmay başkanının da dahil olduğu yapılan değişim hareketinden sonra rahatlamışlardı.[14]

DP Genel Başkanı Menderes, Başbakan olduğunda 51 yaşında 21 yıllık milletvekili ve 16 yıl CHP vekiliydi. Kendisini keşfedenin Atatürk olduğunu daima söylerdi[15] Dolayısıyla geçmişten getirdiği pek çok doğrular ve alışkanlıklar mevcuttu ve bazı konularda CHP’deki anlayışa benzer eğilimlerin bulunması gayet tabiidir. Bununla birlikte DP’nin dayandığı kitleler ve takip ettiği siyaset anlayışı gibi hususlar başta olmak üzere pek çok konuda CHP’ye göre farklılık gösterir. DP’nin ana söylemleri o dönemde sihirli söylemler olarak da tanımlanan “özel teşebbüs, özgürlük ve anti-komünizm”[16] olarak sıralanabilir.

Demokrat Parti’nin sınıfsal dayanağı ile ilgili çeşitli görüşler belirtilebilir, bu hareketin esas itibarıyla egemen sınıflara, yani ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerine dayandığını belirtmek mümkündür. Bununla birlikte bu değerlendirmelerin tam ve detaylı olabilmesi için DP’nin, halkı siyasal mücadelenin içerisine bizzat katıcı özelliğinin de altı çizilmesi gerekir. Zira DP’nin iktidara gelişi geniş bir halk hareketiyle mümkün olmuştur. DP’nin geliştirdiği ve uyguladığı metotlar, o zamana kadar Türkiye’de bilinen ve uygulanan siyasal mücadele usullerini kökten değişime uğratmıştır. Konu ve dönemle ilgili Eroğul’un; “Eskiden çok önemli ve ancak uzaktan saygıyla bakılabilecek şahsiyetler olarak görülen milletvekilleri, halkın ayağına gelmeye başlamışlar; devlet adamları, politikacılar, propagandacılar oy toplayabilmek için çamurlu köy yollarını aşındırır olmuşlardır. Seçimlerin tek dereceli hale getirilmesi, oy ile siyasal iktidar arasındaki ilişkiyi çok daha somut bir hale getirmiş; artık seçimler, sonucu önceden belli, düzmece bir oyun olmaktan çıkmış ve böylece halk bunlarla gerçekten ilgilenir olmuştur. Bu ilginin sonucu olarak katılma oranı gittikçe yükselmiş ve 1950 genel seçimlerinde %88.88’e varmıştır”[17] şeklindeki tespit ve değerlendirmeleri fevkalade önemlidir. Buradan da anlaşılacağı üzere Türk halkı Türk tarihinde ilk defa aşağıdan yukarıya bir anlayışla yöneticilerini değiştirmiş, bu durum bile tek başına önemli bir anlayış değişimini beraberinde getirmiş, halk yönetimdeki gücünü kavramış, kendisine olan güveni artmış ve daha da önemlisi iktidarın gerçekleştirdiği siyasi icraatların doğrudan kendisinin günlük yaşantısını etkilediğini fark etmiştir.

Demokrat Parti’nin topluma getirdiği yeni anlayışlar demokrasi açısından sadece görüntü mü (biçimsel) yoksa günün koşul ve özellikleri çerçevesinde değerlendirildiğinde bir yenilik ya da hamle midir? Bu sorunun cevabı geniş ve konuya bakış açısına göre değişiklik göstermektedir. Konu Eroğul tarafından da değerlendirilmiştir. Şöyle ki; demokrasinin klasik tanımı, halkın halk tarafından ve halk için idaresidir.

Demokrat Parti bütün eksiklerine ve iktidarının sonunda biçimsel demokrasiyi dahi yıkmaya kalkışmasına rağmen, işte bu gerçek demokrasiye gidecek yolu kitlelere hissettirmiştir. Halkımız bugün iktidarı fiilen belirleme yetkisine sahip çıkmıştır. Bundan sonra atılacak demokrasi adımlarında daima bu gerçeği göz önünde tutmak zorunludur. Bu bakımdan Türkiye devrimcileri, Demokrat Parti hareketini iyi değerlendirmek ve bu harekete bir karşı-devrim diyerek, onu hemen bir kenara itmemek durumundadır. Gerçek demokrasiye giden yol Demokrat Parti’nin açtığı demokratik çığırın inkarına değil, onun özümlenip aşılmasına bağlıdır.[18]

Demokrat Parti iktidarının ilk dönemi olan 1950-1954 dönemindeki demokrasi anlayışı incelendiğinde karşılaşılacak tabloyu Karpat; “… genelde herkesin kabul ettiği gibi Türkiye’de hür ve demokratik bir ortamın mevcudiyeti. Din konusundaki liberal tutumuna uygun olarak DP ezanın Arapça okunmasına müsaade etmiş,[19] askerlik süresi kısaltılmış, liberal bir af kanunu çıkarılmış, Türklerin yurtdışına çıkabilmeleri, yabancıların ve eski Türk vatandaşlarının Türkiye içerisinde seyahatleri kalaylaştırıldı, yeni basın kanunu oluşturuldu, anti-demokratik kanunları ve hükümleri tespit için komisyon teşkil edildi”[20] şeklinde, değerlendirerek ülkede demokratik gelişim olarak değişik alanlarda pek çok sınırlamanın kaldırıldığını ve kaldırılmaya devam edeceği hususundaki görüşlerini açıklamıştır.

B. Ekonomik Değişim

DP döneminin özellikle ilk yarısındaki en önemli gelişme ve değişmenin ekonomik alanda olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Türkiye’nin o vakte kadar görülmemiş bir gelişme içine girdiği de fevkalade belirgindir.

DP döneminin ilk ve son yıllarındaki rakamlara bakılarak bu dönemdeki gelişmeler daha kolay değerlendirilebilir.

“Şeker üretimi 1950’de 137.000 ton iken 1960’ta 643.000 ton olmuştur, çimento istihsali 400.000 ton dan 1.750.000 tona yükselmiş,

Aynı dönemde elektrik üretimi 100’den 375’e yükselirken, demir cevheri üretimi 100’den 475’e çelik üretimi ise 2230’a, bakır üretimi 103’ten 235’e yükselmiştir.

1950’de nüfus başına düşen zirai üretim 479 kilo iken 1958’de bu rakam 800 kilogram olmuştur.

1949’da ziraatte kullanılan traktör sayısı 3103 iken 1958’de 43872 olmuştur.

Milli Eğitim sahasında ise 1950’de ilkokul sayısı 1251 iken 1958’de 20.775, 27.144 öğretmene karşılık 1958’de öğretmen sayısı 50905, öğrenci sayısı 1.460.000’tan 2.280.000’e çıkmıştır.

Lise öğrenimi açısından sayılara bakılacak olursa, 1950’de 59 lise ve 18.257 ögrenci ve 5555 öğretmen mevcutken bu rakamlar 1958’de 104 lise, 188.554 öğrenci ve 7480 öğretmen olarak değişmiştir”.[21]

Bu çerçevede DP’nin üretimi tarımdan başlayarak geliştirmeye başladığı görülmektedir. Tarımsal üretimin artırılabilmesi için DP özel teşebbüse destek sağlanmış, tarımda makineleşmeye özel önem verilmiş ve özellikle traktör ve biçerdöver teminine çalışmıştır. Bu dönemde 40.000 traktör alınmıştır.[22] Bu atılımın etkileri kısa süre sonra görülecektir. Zira Türkiye 1950’ye kadar buğday ithalatçısıyken 1954’te dünyanın dördüncü buğday ihracatçısı olmuştur.[23]

Köylü o güne kadar elde edemediği miktarda para kazanmıştır. Bunda mevsimin iyi gitmesi ve hasadın verimli geçmesi ile birlikte Kore Savaşı’nın da etkisiyle dünya piyasalarında buğdaya olan talebin artması ve piyasanın yüksek oluşu da etkili unsurlar olarak belirtilebilir. Bu gelişmelerden ötürü 1955’e kadar sürecek olan bu dönem Menderes iktidarının ‘altın yılları’ olarak değerlendirilir. Tarımsal üretimin artması ve bunun pazarlara daha kolay ulaşabilmesi için yine hükümet, ulaşım imkanlarını özellikle yol yapımına da öncelik vermiştir.[24] 1950 öncesinde toplam 1.600 km. yol mevcutken 1960’da bu 7000 km. olmuştur.[25] Bunlara ilave olarak elektrik santralleri yapımına da başlanılmıştır. Bu yatırımlar esas itibarıyla dış borç ya da yardımlarla yapılmıştır. Dış borçlar da esas itibarıyla ABD’den sağlanmıştır. Bunu A. Mango da “1950 sonrası Türkiye’de başlatılan ekonomik gelişme programı için güçlü bir müttefike ihtiyaç vardı, o da Amerika olurdu ve Menderes faydalı ve mantıklı olduğunu düşündüğü için ABD’nin askeri ve mali yardımını çok elzem görmüştür”[26] şeklinde değerlendirmiştir. Menderes döneminde (On yılda) Türkiye ABD’den 994.000.000$ ekonomik yardım almıştır.[27] ABD’den sağlanan bu desteğin yaklaşık %70’i tarımsal modernizasyon için harcanmıştır.[28]

Ekonomik alandaki değişim ve gelişmeler ülkede sosyal ve kültürel alanda da yeni değişimlere sebep olmuştur. Özellikle kırsaldan kentlere önemli ölçüde göç olayı bu dönemde çok fazla artmıştır. Bu hususa rakamlarla bakıldığında “1950-1960 arası dört büyük şehrin nüfusu %75 artmış, tüm nüfusun kentlerde oturma oranı %19’dan %26’ya çıkmış, Bunun anlamı şehirlere 1.500.000 insanın göç ettiği bunun 600.000’i ise dört büyük şehre olmuştur.”[29]

Menderes döneminde eğitim alanında bir hayli gelişim ve değişim gerçekleşmiştir, bu bağlamda yeni okullar açılmıştır.

DP’nin eğitim anlayışı geleneksel değerlerin ağır basmasıyla İmam Hatip Okulları ve Yüksek İslam Enstitüleri açılmış ve din dersleri mecburi hale getirilmiştir, diğer taraftan Batıcı değerlerin ağır basmasıyla da yabancı dille eğitim yapan kolejler açılmış, deneme programları başlatılmış. Amerikan üniversite modeline göre Atatürk ve ODTÜ kurulmuştur.[30]

Demokrat Parti Dönemi, ilk defa teknik insan gücünün yetiştirilmeye başladığı dönem olarak görülür. Zira geleneksel manada elit genellikle askerden ve bürokratlardan oluşuyordu. DP hükümetleri ülkede sosyo-ekonomik değişimlere paralel olarak ihtiyaç duyulan teknik alanlarda eğitim amacıyla yurtdışına öğrenci göndermeye başlamışlardır.[31]

Ekonomik gelişmenin başlatıcısı Menderes’in iki önemli yönü olduğu ve bu durumun yatırım ve gelişmeleri hızlandırdığı Aydemir tarafından, “Adnan Menderes’in şu iki vasfı bakımından bizim gençlik yaşlarımızda beklenilen bir Başvekil olduğunu kaydetmişimdir. Bu iki vasfın biri onun büyük rakamlardan korkmaması, ikincisi de büyük rakamlara varan geniş inşa işleri ve projeleri için süratle karar verebilmesiydi”[32] şeklinde açıklanmıştır. 1950’li yılların ikinci yarısı özellikle yeterli ürün alınamaması, dünya piyasalarında tarım ürünlerinin değer kaybetmesi gibi sebeplerle hükümetin halka çok vaadde bulunması, ihracatın ithalat kadar olmayışı gibi sebepler, devamlı hükümeti dış borç alımına sevk etmiştir. Bu fasit daire içerisinde geri ödemelerde de sıkıntılar olmuştur.[33] Enflasyon aşırı derecede yükselmiş. Dolar-TL paritesisi 1-2.8 iken Ağustos 1958’de yapılan develüasyonla, başlatılan bir sürede parite 2.8-9.9025 olmuştur.[34]

C. İç Siyasi Gelişmeler

Dönemin iktidar ve ana muhalefet partisi arasındaki ilişkilere bakıldığında ilişkilerin ilk baştan beri gergin olduğu anlaşılmaktadır. CHP 27 yıllık iktidar döneminden DP ise dört yıllık şiddetli bir muhalefetten sonra yeni durumlarına alışmakta zorluk çekmişlerdir.

DP yöneticileri kendilerini Milli İrade’nin en büyük ve rakipsiz temsilcisi ve ülkeyi değiştirme göreviyle yükümlü olarak görüyor ve tıpkı kendinden önceki CHP yönetimi gibi muhalefetten küçük ortak gibi hareket etmesini bekliyordu. DP yönetimi kendilerinin tam çoğunluğu temsil ettiğine inanıyor ve bu durumu, gerekli gördüğü her şeyi yapmayı meşrulaştıran bir durum şeklinde algılıyorlardı. CHP ise elbette 1946’dan beri gelinen noktada ülkede yaygın desteğe sahip olmadığına inanmaktaydı.

İlk yıllarda DP’nin vaadlerinin gerçekleşmeye başlamasının gözükmesi, ekonomide canlılık CHP’yi bir iç karışıklığa sürüklemişti zira CHP’nin sunabileceği siyasal seçenekleri mevcut değildi.[35] Demokrat ilk iktidar döneminde liberal söylemin bir yansıması olarak dini konular ve kurumlarla ilgili de bazı düzenlemeler yapmışlardır. Bu çerçevede ezanın Arapça haliyle okunmasına çıkarılan bir kanunla izin verilmiş, CHP’nin son dönemlerinde açılmaya başlanılan dini eğitim veren kurumlar, İmam Hatip Liselerinin sayıları artmış olması toplumda laiklikle ilgili tereddütlere neden olmuştur. Bu durumda halk arasında DP laiklik karşıtı bir siyasi teşekkülmüş gibi algılama oluşmuştur. Bu temayı CHP 1950’den itibaren gündemde tutmuştur. Dini siyasete alet ettikleri kısmen ve sonraki yıllarda bir dereceye kadar doğrudur, ancak Cumhuriyet’in temel niteliklerini giderek zayıflatmış olduğu doğru değildir.[36] Karpat’ın belirttiği gibi Demokrat Parti Programı, CHP programından farklı değildir. Pek çok DP’li kendi programlarının CHP programının yeniden yorumlanmasından ibaret olduğunu söylemişlerdir. Pratikte ise iki parti arasında özel, tarihi ve siyasi sebeplerden ötürü olduğu gibi doğuş şartları sebebiyle bazı farklar ortaya çıkmıştır. Bunun gibi, partilerin faaliyette bulundukları ortam ve liderlerin şahsiyeti dolayısıyla da bazı farklar belirmiştir.[37]

Ayrıca 5 Temmuz 1951’de çıkarılan bir kanunla “Atatürk Kanunu” Atatürk inkılapları (Laiklik bunun en önemlilerindendir) büstleri, vb. tamamen kanunla korumaya alınmıştır. Zaten DP’nin laiklik ve inkılapçı özelliğinin dışında bir başka anlayışının da olması beklenemezdi, DP’nin kurucularından ve ilk başkanı, Bayar Milli Mücadele’ye katılmış ve Atatürk’ün bakanlığını ve bilahare başbakanlığını yapmış, inkılapçı, laiklik taraftarı ve ılımlı bir devlet adamıdır. Bunlara ek olarak “Bayar Parti kurmadan önce İnönü’ye laiklik, eğitim ve dış politika konularında güvence vermişti.”[38] DP’nin din ve laiklik anlayışını ve bunun uygulamalarını Karpat esas itibariyle temel hürriyetlerden biri olarak tanımlamakta ve bunun liberal anlayışın bir tezahürü olduğunu belirtmiştir.

Demokrat Parti, din hürriyetini temel hürriyetlerden biri saymış, parti sözcüleri Türk toplumu bir İslam toplumu olduğuna göre vatandaşların dini günlük politikaya karıştırmadan dini ihtiyaçlarını istedikleri şekilde ve istedikleri dilde yerine getirebilmeleri gerektiğine işaret ettiler. Demokratlara göre, laikliğin, düşünce hürriyetine hürmet ederek, fakat dinin siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına izin vermeyerek mutedil bir şekilde uygulanması gerekiyordu.[39]

Türkiye’de çok partili sistemin kurulması, laikliğin daha liberal bir şekilde yorumlanmasına yol açtı. Bu serbesti ile din eğitimine ve ibadete daha geniş bir alan bırakılmıştır, fakat bunun devlet müesseselerine geniş ölçüde bir tesiri olmamıştır. Din konusundaki liberalizasyonun, demokrasinin tabii bir sonucu ve demokrasiye intibak çabası olduğu söylenebilir.[40]

Bu konuda Zürcher de “İslam’ın dirilişi denilen şey aslında yalnızca, halk kitlesinin yaşamaya devam eden geleneksel kültürüydü” şeklinde değerlendirmede bulunmuştur.[41]

Özellikle 1955 sonrası toplumda particiliğinde etkisiyle rekabet yaygınlaştı ve kırsal kesim insanları ve ticaret erbabı DP’yi desteklerken, aydın, asker ve bürokratlar bir tarafta ve çoğunlukla CHP’yi desteklemekteydiler. İlk dönem aydın kitle, asker ve bürokrasinin bir kısmı da daha fazla özgürlük diğer bir ifadeyle sınırlamaların kalkacağı ümidiyle DP’yi desteklemişler. Ancak geçen zaman ve DP’nin kısıtlayıcı ve baskıcı politikaları özellikle, basına sınırlamalar, üniversitelere doğrudan siyasi müdahaleler ile radyonun kamu menfaatinden ziyade DP’nin propagandasının aracı olarak görülmesi gibi konular önemli bir kitlenin DP’den desteğini çekmesine neden olmuştur.

Askerler arasında ise 1955 sonrası ülkedeki ekonomik sıkıntıların etkisiyle askerin ekonomik durumlarının yeterli olmayışı, enflasyon, altın stoklarının kullanılmış olması ve ülkedeki kalkınma modelinin yeterli olmadıklarını düşündükleri için DP’ye destek vermemişlerdir. Zira özellikle Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra Türk ordusunun modernleştirilmesine ve savaş ve taşıma gereçleri ile donatılmasına önem verildi. Amerikan ekipleri, personelin eğitiminde yardımcı oldu. Ordudaki en önemli mevkilere, mühendislik veya haberleşmede uzman olan genç subaylar geçti. Bu genç subaylar eğitimlerinin bir kısmını, NATO karşılıklı eğitim programları yoluyla yurt dışında görmüş ve böylece Türk ordusunun ve Türk toplumunun aslında Batılı müttefiklerin ne kadar gerisinde olduğunu görme fırsatı edinmişlerdi. Günümüzde 1955’lerden itibaren hükümete karşı gizlice kurulan tertiplerin bu çevrelerde hazırlanmış olduğu bilinen bir gerçektir.[42] İngiliz Mareşali Harding 1955’te Kıbrıs’a İngiliz valisi olarak atanmış ve aynı yıl 4 Temmuz 1955’te Türkiye’yi ziyaret etmiş, amacı görüşleri ise, Türklere İngiltere’nin savaş durumunda Türkiye’den beklediği rol ile Orta Doğu savunması ile ilgili geniş prensipleri anlatmıştır. Harding kendi yazdığı raporda ise gezinin (ziyaretin) amaçlarını üç ana başlıkta toplamıştır:

  • Türk ordusunun savaş kapasitesini gözlemlemek,
  • Orta Doğu ile ilgili Türkiye’nin stratejik durumu konusunda düşüncelerini aktarmak,
  • Türk ve İngiliz askeri kuvvetleri arasında ilişkileri artırmak.

Harding Türk ordusunun “Morali yüksek, kendilerine güvenen, rakibine karşı iyi görünümlü (caydırıcı), askerleri düzgün ve hazır, Erzurum’daki manevralarda gördüğü piyade eğitimi çok iyi ve topçuluk eğitiminin yeterli olduğu, ekip çalışmasının kusursuz olduğunu ancak tankların ve uçakların çok kötü kullanıldığını vurgulamıştır. Türk ordusunun durumu ile ilgili olarak, Ankara’da subay eğitimlerinin etkileyici olduğunu, ancak Erzurum’da kendisi için yapılan manevralarda (exercise) edindiği intiba ise, Türklerin modern savaş gereklerini yerine getirmeleri için uzun bir yolları olduğu şeklindedir.[43]

Ordu içerisinde İnönü’nün partisinden ziyade kendi şahsına olan sempati bir hayli yüksekti, çünkü o Milli Mücadele’nin ve Cumhuriyet’in ikinci adamı ve Gazi’nin de yakın arkadaşıydı. Ayrıca DP’nin askeri, politik amaçlar için kullandığı kanaati de asker içerisinde DP’ye karşı bir tepkiye neden oluyordu. Askerin huzursuzluğu ile ilgili örnekler artırılabilir.[44] 1955’ten itibaren çözüm seçeneklerinden olan hükümet darbesi yapmak amacıyla orduda gizli komitelerin kuruldukları bilinmektedir.[45]

Nitekim bu komiteler adım adım ihtilale yaklaşmışlar ve 27 Mayıs’ta da Menderes Hükümeti’ni devirerek yerine askeri yönetim kurmuşlardır. İhtilalin olacağının içeride ve dışarıda pek çok kişi ya da kişiler tarafından tahmin edildiği bilinmektedir.[46] İhtilale ortam hazırlayan ya da hızlandıran olaylara kısaca bakılacak olursa, esas itibarıyla 1957 seçimlerinden sonra politik ortam bir hayli gerginleşmişti. 17 Şubat 1959’da Kıbrıs anlaşmaları için Londra’ya gitmekte olan Menderes’in uçağı Gatwick havaalanı yakınlarında pilot hatası ve sis yüzünden düşmüş, Menderes yaralı olarak kurtulmuştu.[47] Bu hadiseyi müteakip Menderes yurda dönüşte büyük tezahüratlarla karşılaştı ve İnönü de kendisini Ankara Garı’nda karşılaşmış ve el sıkışmışlardı, yani bu hadise bir yumuşamaya vesile olabilirdi. Bu dostça görüşme de iki lider arasındaki bu tür son bir görüşme olmuştur.[48]

Demokrat Parti’nin sonunu hazırlayan olaylar dizisinde 19 Nisan 1959’da 75 yaşındaki CHP lideri İnönü’nün beraberinde diğer parti yöneticileri ve gazeteciler olduğu halde parti treniyle “Büyük Taarruz” adı verilen geziye çıkması etkili bir olaydır. Trenin ilk durağı Uşak’tı burada hükümet tarafından organize edildiği sanılan bir grup göstericiden on altı yaşındaki birinin attığı taş İnönü’nün kafasına isabet ederek yaralamıştır.[49] Bu durum CHP tarafından devamlı gündemde tutuldu ve bu yüzden ülke çapında ortam gerginleşmiştir. Bu hadise askerler arasında da İnönü’ye duydukları saygıdan dolayı huzursuzluğa neden olmuştur. Daha sonra İnönü İzmir’e oradan da İstanbul’a gitmiş orada havaalanından şehire gelirken arabası bir grubun saldırısına uğramıştır. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki muhalefetin etkisini kırmaya yönelik teşebbüsler etkili olamamış, aksine CHP’nin trendini yükseltmiştir. Son olarak Kayseri’de Yeşilhisar yakınlarında İnönü ve taraftarları için verilen emre askerler itaat etmemişlerdir. Bu durum da göstermiştir ki DP ordudan destek alamaz ve CHP asker yakınlaşmasını artırmıştır.[50] 18 Nisan’da Meclis’te üyelerinin tümü DP’lilerden oluşa Araştırma Komisyonu’nun kuruluşu CHP saflarında protesto edilmiştir. İnönü bu protestosunu şu cümlelerle dile getirmiştir: “Bu yolda gitmeye devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam, şartlar zorunlu olursa ihtilal millet için meşru bir haktır”[51]

Siyasi atmosfer gerginleşmekte iken ülke genelinde üniversite öğrencileri hükümeti protesto eden eylemlere başladılar. Polis ve askerin İstanbul’daki gösterileri bastırması sırasında iki öğrenci hayatını kaybetti. Basına uygulanan sansür nedeniyle insanlar bu hadiseyi olduğu gibi öğrenemediği için dedikodular etrafa yayılmış ya da daha çok öğrencinin öldüğü haberi yayılmıştır. Bu yüzden protestolar artmış, hükümette çare olarak sıkıyönetim ve Ankara ile İstanbul’da 28 Nisan 1960’ta sokağa çıkma yasağı ilan etmiştir.[52] Buna rağmen kalabalık bir grup Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Menderes istifa şeklinde slogan atmışlardır. Buna benzer olaylar 27 Mayıs 1960’a kadar devam etmiş ve DP iktidarının sonunu hazırlamıştır. Menderes Tahkikat Komisyonu’nun kaldırıldığını Eskişehir’de söylemesine rağmen ses kabloları kesildiği için pek kimse bunu duyamamıştır. Nitekim Menderes, 27 Mayıs sabahı ihtilali Eskişehir’de öğrenecektir. Peki Menderes seçime gitse sonuç nasıl olurdu sorusuna ve Menderes’in anlayışıyla ilgili olarak dört yıl Ankara’da İngiliz Büyükelçisi olarak görev yapmış olan Burrows’un yazdıkları ile değerlendirelim:

Bu kombinasyonu not etmek gerekir, zira başka ülkelerde öğrenciler, akademisyenler ve subaylara arasında, geçmişten gelen askeriye ve mülkiye üstünlüğü geleneği, pek beklenmez. Eğer 1960 ilkbaharında bir seçim yapılsaydı DP’ye ülke çapında ekonomik programından dolayı hâlâ büyük destek vardı. Fakat onlar sonunda risk almamak için seçime gitmek istemediler. Bunun sebeplerinden biri de Menderes’in gelişme ile ilgili anlayışıdır. Onun politikaları aşağı yukarı geleneksel politika takip etmek şeklindedir. Maksadı Türkiye’de Batı standartlarını ve refahını hızlandırmaktı. Bu amaç doğrultusunda oldukça fazla yol yapımına hidroelektrik santrali inşası ile güneydoğu bölgesine rafineri yaptırma gayretiyle tarımda ürün artışını sağlamak istemiştir. Menderes Türkiye’nin gelecekte kalkınması için kendini özel bir görevde sayıyor ve elinden bu fırsatı kaçırıp başkasının elde etmesini istemiyordu. Bu davranış maalesef tesadüfi olaylarla gelişti. Mesela Londra uçak kazası dönüşü aşırı derecede kurbanlar kesilmiş.[53]

Peki Menderes olabileceklerden tamamen habersiz miydi? “Görünüm oydu ki Menderes bir dar çemberin içine alınmıştı. Kendi çıkarları uğruna bu dar çemberi teşkil edenler onu her an biraz daha uçuruma doğru itmekteydiler. Uzak çevrenin ikazları da ulaşamıyordu. Menderes bir bakıma bahtsız bir devlet adamıydı”.[54] Menderes’in etrafında sadık ve samimi dostlar bulamadığı oğluna yazdığı vasiyetten de kolayca tespit edilebilir. Menderes’in vasiyetinden oğlu Yüsel’e;

“Suret-i katiyede etrafına inanmayacaksın, beşeri zaafların dışında benim suçlu olduğuma katiyyen inanmayınız. Bütün bu olaylardan sonra da benim mefkurem olan millete ve vatanına varlığınla hizmet etmekten fariğ olma.”[55]

D. DP’nin Dış İlişkileri

Celal Bayar’ın Meclisi açış konuşmasında Dış Politika ile ilgili görüşleri;

“Türk Dış politikası esas itibarıyla kollektif güvenlik sistemine dayanır. Şükranlarımı belirtirim ki Hükümetin gayretleri sonucunda Kuzey Atlantik Assemblesi’ne dahil olunmuştur ki bu organizasyon kollektif güvenlik biriminin en mükemmelidir, SHAPE’yi de eklemiş ve komuta merkezi İzmir’de kurulmuştur ”[56] şeklindeydi. Menderes Dönemi’nde hem hariciyeci hem de Menderes’in Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapmış olan Ercüment Yavuzalp ise Menderes dönemi dış politikasını özetleyerek;

“Menderes iktidara geldiğinde, Menderes için dış politikanın temel hedefinin, çok geç kaldığına ve bu yüzden birinci önceliğe sahip bulunduğuna inandığı kapsamlı bir ekonomik kalkınma hamlesini bir an evvel gerçekleştirmek için, ülke güvenliğini sağlam temellere oturtmak olduğunu söylemek mümkündür.

Menderes’in büyük bir heyecanla bağlı olduğu amacı, devleti sadece birkaç büyük yerleşim merkezi ve orada yaşayanların devleti olmaktan çıkarıp, bütün memleket sathını kapsayan, tabana yayılmış bir devlet haline sokmak ve fukaralığı yenmek için kolları sıvamaktı. Bunun için geçmişle övünmekle yaşamayı bir tarafa bırakıp, evvela geri kalmış bir ülke olduğumuz olgusunu, bir komplekse kapılmadan kabul etmek, ondan sonra da bu durumda kurtulmak için gerekeni yapmak gerekiyordu. Dolayısıyla dış politikada güvenlik sorununun bir an önce bir sonuca bağlanması, sadece hayati bir öncelik değil, aynı zamanda ivedilik arz eden bir hedef olarak da ortada duruyordu”[57] şeklinde geniş bir değerlendirme yapmıştır.

Menderes’in en yakın bürokratının da altını çizdiği husus iyi ve verimli bir dış politikanın devamı için önce güvenlik gereklidir.

Burrows 18.01.1960’ta geriye dönük olarak yaptığı değerlendirmede;

“Türkiye dış politika tercihini yapmış bağımsızlığını ve demokratik prensiplerini muhafaza edebilmek için NATO’ya katılmış ve CENTO’yu (Bağdat Paktı) kurmuştur. Bu politika Türkiye’nin Batı ile işbirliği içerisinde olması gerekliliği ki, bu politika Atatürk’ün politikasıydı.”[58]

DP’nin dış politikası da muhalefet tarafından ağır bir şekilde tenkit edilmiştir. CHP II. Dünya Harbi sonrasında Batı’ya karşı izlediği politika DP’nin dış politikasıyla önemli benzerlikler göstermesine rağmen onlar DP’yi ‘Batı’dan daha fazla Batıcı’ olmakla suçlamışlardır. Bunun anlamı ise Türk Dış politikası tamamen Batı’ya, bilhassa da Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu politikasına endekslenmişti.[59] Türk dış politikacıları 1950’lerde kendilerinin bölgede Batı’nın temsilcisi olduklarını belirtmişlerdir.[60] Fakat burada yine milli menfaatler ön plandadır. Zira muhalefet bu konuyu aşırı derecede abartmıştır.[61]

Soğuk savaş şartlarında Türkiye yayılmacı komşusu Sovyetlere karşı bir ittifak arayışına girmişti. Bu şartlarda 1 Ağustos 1950’de Kuzey Atlantik Savunma Paktı’na (NATO) dahil olmak için resmen müracaat etmiştir. Eylül 1950’de yapılan toplantıda konu gündeme gelmesine rağmen özellikle Norveç ve Danimarka Türkiye ile birlikte Yunanistan’ın ittifaka üye olmasına şiddetle muhalefet etmişlerdir. Avrupalılar ittifakın taahhütlerinin daha geniş coğrafyaya yayılmasını istemiyorlardı. İngiltere ise Türkiye’nin NATO dışında kalmasını buna karşılık kendisinin önderliğinde oluşturulacak bir Orta Doğu savunmasında Türkiye’nin aktif olarak yer almasını istiyordu.[62] Toplantı sonunda Türkiye’nin teklifi kabul edilmedi.[63]

Buna karşılık Kore Harbi, Türkiye’nin NATO’ya girmesi için yeni bir ortam oluşturdu. DP hükümeti Birleşmiş Milletlere bağlı olarak Kore’ye 4500 askerden oluşan bir tugay göndermeye 25 Temmuz 1950 karar vermiştir. Hükümet konu ile ilgili olarak muhalefeti bilgilendirmemişti. Savaş sonunda Türk kuvvetleri 1200 kayıp vermiştir.[64]

Bu pahalı karşılık Batı’nın Türkiye ile işbirliği yapmasını hızlandırmıştır. Nitekim Pentagon Türkiye’nin stratejik önemiyle birlikte askeri katkısından da memnuniyetini belirtmiştir. İngiltere’de Türkiye’nin NATO ya alınmasını desteklemiş ve İskandinav ülkelerinin de itirazlarını çekmelerinden sonra Türkiye Yunanistan’la birlikte 28 Şubat 1952’de NATO’ya üye olmuştur. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin Dışişleri ve Savunma politikaları NATO’nun ortak savunma planı çerçevesinde işleyecektir.

Türkiye NATO üyeliğinin yanı sıra ABD ile ikili antlaşmalar da yapmıştır. Ancak bu antlaşmaların pek çoğu Meclis tarafından onaylanmamıştır, sadece Dışişleri Bakanlığı ya da ilgili askeri makamlar tarafından onaylanmıştır. Bu şekilde toplam 54 anlaşma mevcuttur, bunlardan üçü 1950 öncesinde imzalanmış, 31’i Demokrat Parti İktidarı döneminde, 20’si ise 1960’tan sonra imzalanmışlardır. Bu antlaşmalara göre ABD Türkiye’de askeri üs kurma hakkını elde etmiştir. Muhalefet bu konudan dolayı hükümeti ülkenin milli güvenliği ve hakimiyetini ihlal ettiği gerekçesiyle suçlamıştır.[65] Türkiye’nin Batı ittifakı içerisinde bulunması İngilizlerce fevkalade olumlu karşılanmıştır. Dışişleri Bakanı Eden 21 Mayıs 1952’de konu ile ilgili görüşünü Başbakan Churchill’e bildirmiştir. Şöyle ki;

“Türkler kuvvetli (sadık) müttefiktirler bu yüzden Amerikalılar bizim yapabileceğimizden daha çok şeyler yapabilirler, bizimle yakın ilişkide olmaları önemlidir (kıymetlidir)”[66] Aradan zaman geçmesine rağmen İngilizlerin Türkiye ile ilgili görüşleri hemen hemen aynı şekildedir. Bu durumu Ankara’daki Büyükelçi Burrows Londra’ya bildirmiştir.

“Kuvvetli ve sağlam bir Türkiye’nin mevcudiyeti genelde Batı için özellikle de İngiltere için hâlâ çok mühim stratejik menfaattir.”[67]

Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya Dışişleri Bakanları Amerika’nın da desteğiyle Şubat 1953’te Ankara’da bir dostluk ve işbirliği antlaşması imzaladılar. 9 Ağustos 1954’te bu antlaşma ittifak askeri pakt haline dönüştü ve “Balkan Paktı” adını aldı.[68] Paktın amacı Sovyetlerden ve uydularından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Amerikan desteğine açıktı. Kurulan bu Pakt kısa süreli oldu, özellikle Stalin’in 1953’te ölümüyle birlikte Tito Sovyetlerle yakınlaşma politikasını başlatmış ve nihayetinde de bağlantısızlar içerisinde Nehru ve Nasır’la birlikte etkin bir politika devam ettirmek istemiştir. Aynı yıl 18-24 Nisan’da Bandung’da yapılan bağlantısızlar konferansına Türkiye de Dışişleri Bakanı F. Rüştü Zorlu ile iştirak etmiştir. Ancak Zorlu burada da Paktlar politikasını savunmuştur ki, pek tasvip edilmemiştir. 1955’te Kıbrıs meselesi yüzünden meydana gelen Türk-Yunan gerginliği de Paktın hukuken 1960’a kadar devam etse de fiilen 1955’te ortadan kalkmasına sebep olmuştur.

Türkiye güney ve doğu komşuları ile de benzer bir ittifaka girmiştir. 24 Şubat 1955’te Bağdat Paktı’nı kurmuştur. Bu pakta bilahere 4 Nisan’da İngiltere, 23 Eylül’de Pakistan ve 3 Kasım’da da İran iştirak etmişlerdir. 1958’de Irak’ta ihtilal olması ve Irak’ın Pakt’tan ayrılmasından sonra Pakt CENTO adıyla 1979’a kadar devam etmiştir. CENTO’ya ABD gözlemci olarak katılmıştır. Bu Pakt’ta Sovyet tehdidine karşı bölge güvenliğini sağlamaya yönelik bir ittifaktı.[69] Bu gelişmelerle birlikte Menderes hem ilişkileri yumuşatmak hem de ekonomik destek almak amacıyla Temmuz ayında Sovyetlere bir seyahat planı vardı ancak ihtilalin olması bunu yapılamaz hale getirdi.[70] Türk-Sovyet yakınlaşması ya da Türk-Amerikan ihtilafı[71] bazı bilim adamlarına göre ihtilalin en önemli nedenleri biri olarak belirtilmiştir.[72]

DP dönemi, Türkiye’nin o dönemdeki dış politikası ittifak arayışları olarak değerlendirilebilir. Ancak özellikle Balkan ve Bağdat Paktı örneklerinden de görüleceği üzere bu girişimler Türkiye’nin güvenliğine ekstra hiçbir yarar getirmediği gibi Pakt’ın dışında kalan diğer bölge ülkelerinin de tepkisini çekmiştir. Özellikle Orta Doğu ülkeleri bu girişimleri kendi güvenlikleri açısından kuşkuyla değerlendirmişlerdir. Bu durumun uzun vade de Türk dış politikasına menfi etkileri olmuştur.

Sonuç

Çok partili Türk siyasi tarihinde on yıl kesintisiz ve aynı başbakanla devam etmiş DP’den başka siyasi parti olmamıştır. Bu durumdan da anlaşılacağı üzere bu dönem çok partili siyaset yönüyle olduğu gider diğer pek çok yönden de yenilik ve değişimin hızlı olduğu bir dönemdir.

DP’nin yıldızının sönmesinin üç nedeni gösterilebilir. Bunlar, büyüyen ekonomik bunalım, aydınlar ve ordunun hükümetten soğuması, ile Paşa fobisi ya da Paşa faktörüdür.

Demokrat Parti döneminin en etkili üç kişisinin şahsiyetlerini Aydemir şu şekilde açıklamıştır: “İnönü= Akılcı, realist”, “Bayar=Meslekten Politikacı ve kobinezonlar adamı”, “Menderes için de “heyecan ve ihtiras adamı”[73] olarak açıklamıştır. Genel Türk tarihinde zaman zaman görülen ülkeyi bir kişinin yönetmesi anlayışı hâlâ Türk toplumunda olmaktadır. Bu durum da hata yapma payını artırmaktadır. Bu durum çok geniş bir zaman dilimi için geçerlidir. İngiliz sefaret mensubunun ifadelerinden de anlaşılacağı üzere tek kişinin yöneticiliği riski de beraberinde getirir.

“İnönü sonuçtan geçici olarak memnun olabilir, anayasanın ve sivilin askeri kontrolü hususunda kademeli olarak başka raundu da kazanır ve koalisyonun devamını sağlayabilir ve askerin siyasete müdahalesini azaltabilir. Ancak o tek (özel) şahsiyet ve yaşlı bir insandır. Eğer aniden ölürse olacaklar konusunda fikir yürütemiyoruz.”

Menderes’in Batıcı olduğu bilinmekle beraber[74] ülkesinin kalkınması için gayretli bir fert olarak tanımlanabilir. Menderes’in özel sohbetlerinde sık sık dile getirdiği bir düşüncesi vardı: “Türkün Türkten başka dostu yoktur.”[75] 1958’de Almanlar bizden işçi istediklerinde Adnan Bey’in cevabı “Bize beş sene müsaade edin biz işçi isteyelim”[76] oldu.

Bu dönemi Karpat’ın değerlendirmeleriyle açıklamak gerekirse;

“DP’nin başarılarına kısaca bakılacak olursa, bütün başarısızlıklarına rağmen iktisadi politika, iş görme arzusu, partinin dinamik ruhu, toplum ve fert hayatında yeni bir devir açmıştır. Tarımın makineleştirilmesi, yol inşaatı ve yatırım politikası toplumun bütün katlarını etkilemiş, bütün fertleri ve sosyal grupları, modern hayatın hem problemleri hem de nimetleri ile karşı karşıya bırakmıştır. Daha iyi bir hayat, hür olmak ve ilerlemek imkanları artık bir hayal olmaktan çıkmış, her kuşağın kendi hayatı esnasında elde edebileceği birer gerçek olmuşlardır. Türk ekonomisi de daha büyük üniteler şekline girerek daha rasyonel işletme usulleri sayesinde ilkel görüşünü gitgide kaybetmiştir. Demokrat Parti doğuşu, faaliyeti ve ruhu bakımından başlangıçta halkın isteklerine cevap vermiş ilk partidir ve bunu da kamuoyunu daima dikkate alarak yapmıştır. İktisadi politika ve kamuoyuna saygı sayesindedir ki Demokratlar-çoğu kere kendileri de farkında olmadan yirminci asır tekniğini ve buna bağlı fikirleri, hiçbir mukavemete ve muhalefete meydan vermeksizin geniş halk tabakalarına götürebilmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden yaptıkları bazı tavizlere rağmen Demokratlar devrimlere karşı tüm olarak saygı göstermişler, devrimciliği kendi anlayışlarına göre yorumlamışlardır.”[77]

Yrd. Doç. Dr. Cihat GÖKTEPE

Kafkas Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 901-910


Dipnotlar :
[1] Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, Demirkırat; Bir Demokrasinin Doğuşu, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1995, s. 26, (Demokrat Parti DP olarak, Cumhuriyet Halk Partisi CHP şeklinde kısaltılarak yazılacaktır).
[2] Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, Afa Yay. İstanbul, 1996, s. 205.
[3] Mete Tunçay, “Siyasal Tarih (1950-1960)”, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Yay. Yönetmeni Sina Akşin Cem Yay. İstanbul 1997, ss. 175-187.
[4] Türk Siyasi Tarihinde seçimler ve seçim sistemleri içn bkz. William Hale, “The Role of the Electoral System in Turkish Politics”, International Journal of Middle East Studies, C: 11 1980, ss. 401-417.
[5] Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge Kitabevi, Ankara 1990 s. 55.
[6] Ali Yaşar Sarıbay, “The Dmocratic Party, 1946-1960”, Political Parties and Democracy in Turkey, ed. Metin Heper&Jacob M. Landau, I. B. Tauris, London 1991, s. 119-133.
[7] Feroz Ahmad, Turkish Experiment in Democracy, London C. Hurst, 1977, s. 38.
[8] Erik Jan Zürcher, Moderleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim, İstanbul 1998, s. 321.
[9] Walter Weiker, The Turkish Revolution, 1960-1961. Aspects of Military Politics, D. C., Brooking Institution, Washington 1963, s. 7.
[10] Zürcher, a.g.e., s. 322.
[11] Ahmad, a.g.e., s. 44.
[12] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Kitapları, İstanbul 1997, s. 21.
[13] Şevket Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, s. 221.
[14] Zürcher, a.g.e., s. 347.
[15] Aydemir, a.g.e., s. 223.
[16] Nurhan İnce, Problems and Politics in Turkish Foreign Policy, 1960-1966. With Emphasis on Turksh-United States Relations, the Cyprus Question, and The Leftist Movement, (Basılmamış Doktora Tezi), Kentucky 1974, s. 28.
[17] Eroğul, a.g.e., s. 51.
[18] Eroğul, a.g.e., s. 182.
[19] Konu ile ilgili kanun 16 Haziran 1950’deki Meclis toplantısında tüm meclisin oyuyla kabul edilmiştir. Zira CHP konunun hassasiyetinden dolayı muhalefet etmekten çekinmiş ve kabul oyu vermiştir. Eroğul, a.g.e., s. 58; Hikmet Özdemir, Türkiye Cumhuriyeti, İz yay. İstanbul, 1995, s. 206.
[20] Karpat, a.g.e., s. 329-330.
[21] Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul 1972, s. 231-232.
[22] Jacob M. Landau, Radical Politics in Modern Turkey, E. J. Brill, Leiden 1974, s. 3.
[23] William Hale, The Political and Economic Development of Modern Turkey, London 1981, s. 104.
[24] Roger Owen, State Power&Politics in Making of The Modern Middle East, Routledge, London 1992, s. 125.
[25] M. E. Yapp, The Near East Since The First World War, Longman, London 1991, 313.
[26] Andrew Mango, “Turkish Policy In The Middle East Turning Danger to Profit”, Turkish Foreign Policy New Prospects, Ed. C. H. Dodd, Eothen Press Huntingdon 1992, ss. 55-69.
[27] 14 Temmuz 1960, FO-371/153675 (İngiliz Dışişleri Bakanlığı Arşiv Belgesi).
[28] George Harris, Troubled Alliance, Turkish-American Problems in Historical Perspective, 1945-1970, Washington 1972, s. 71.
[29] Çağlar Keyder, “Class and state in the Transformation of Modern Turkey”, State and Ideology in the Middle East and Pakistan, eds. Fred Halliday and Hamza Alavi, New York 1988, ss. 191-221.
[30] Toper Akbaba, Demokrat Parti ve 27 Mayıs Dönemi Türk Eğitimi, Ankara 1998, s. 90-91.
[31] Selim Deringil “İnrtoduction: Turkish Foreign Policy since Atatürk”, Turkish Foreign Policy New Prospects, Ed. C. H. Dodd, Eothen Press Huntingdon 1992, ss. 1-8.
[32] Aydemir, a.g.e., s. 190.
[33] Melek M. Fırat, 1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Siyasal Kitabevi, Ankara 1997, s. 6.
[34] Ahmad, a.g.e.
[35] Zürcher, a.g.e., s. 323.
[36] Zürcher, a.g.e., s. 338.
[37] Karpat, a.g.e., 328.
[38] Hamit Ersoy, Turkey’s Involvement In Western Defence Initiatives In The Middle East in The 1950s, Basılmamış Doktora Tezi, Durham 1995, s. 136.
[39] Karpat, a.g.e., s. 229.
[40] Karpat, a.g.e., s. 235.
[41] Zürcher, a.g.e., s. 340.
[42] Zürcher, a.g.e., s. 348.
[43] 12 Temmuz 1955, FO-371/117732 RK 1197/6.
[44] Burrows’dan Dışişlerine (Ankara-Londra) 6 Ocak 1960, FO-371/160212, RK 1011/1.
[45] Bu hususda geniş bilği için bkz. William Hale, Turkish Politics and Military, Routledge, London 1994; Ümit Özdağ, a.g.e.,.
[46] İçeride İsmet Paşa’nın ihtilalin olacağından emin olduğunu Metin Toker belirtmiştir. Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, Demokrasiden Darbeye 1957-1960, Bilgi Yay. İstanbul 1991, s. 353.
Dışardan örnekler ise, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Burrows 22 Nisan 1960’ta Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği telgrafta, Türkiye’de potansiyel ihtilal tehlikesinden bahsetmektedir. FO- 371/153032, RK 1015/10.
Ayrıca, 26 Nisan 1960 tarihli İngiliz The Times gazetesinde “Yeniçeri eski gücüne mi erişiyor?” başlıklı ve Türk ordusunun krizi etkileme gücü üzerine uzunca bir yazı yazılmış.
[47] Erdem Erner, Davulun Sesi (Dışişlerinde 44 Yıl), Bilgi yay. İstanbul 1993, s. 65.
[48] Eroğul, a.g.e., s. 146.
[49] Burrows’dan da Dışişleri Bakanlığına, 22 Nisan 1960, FO-371/153032, RK 1015/10.
[50] Burrows’dan Dışişleri Bakanlığına 22 Nisan 1960, FO-371/153032, RK 1015/10.
[51] Hale, Turkish Politics, s. 106.
[52] Burrow’dan Dışişleri Bakanlığına, 29 Nisan 1960, FO-371/153032, RK 1015/11.
[53] 1958-1962 döneminde İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’ni yapmış olan Sir Bemard Burrows’un 1998’de Londra Üniveritesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Fakültesi’nde vermiş olduğu seminer metni.
[54] Bekir Tünay, Menderes Devri Anıları, İstanbul, s. 382.
[55] C. Arcayürek, Yeni Demokrasi Yeni arayışlar 1960-1965, Bilgi Yay. Ankara1985, s. 41; Hürriyet 1 Haziran 1967t.
[56] Ankara to FO, (Eden), 4 Kasım 1952, WK 1022/7.
[57] Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Bilgi yay. Ankara 1996, s. 74-75.
[58] Burrows to FO, 18. 01. 1960, Fo-371/153039, RK 1022/1.
[59] Nasuh Uslu, Türk Amerikan İlişkilerinde Kıbrıs, 1. Yüzyıl Yayınları, Ankara 2000, s. 20.
[60] Ayşegül Sever, “The Compliant Ally?, Turkey and the West in the Middle East 1954-58, Middle Eastern Studies, C. 34, No. 2 1998, ss. 73-90.
[61] Konu ile ilgili İngiliz ve Amerikan kaynaklarıyla, B. Kemal Yeşilbursa, İngiltere ve Amerika’nın Ortadoğu Savunma Projeleri ve Türkiye (1950-1954), Ankara 2000.
[62] Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu 1945-1958, Boyut Kitapları, İstanbul 1997; Bülent Ali Rıza, Turkish Participation In Middle East Defence Projects and Its Impact on Turco-Arab Relations, May 1950-June 1953, (Basılmamış Doktora Tezi) Oxford 1982.
[63] Ahmad, Turkish Experiment, s. 391
[64] Selim Deringil, “Turkish Foreign Policy Since Atatürk”in Clement Dodd (ed), Turkish Foreign Policy, Eothen, Huntington, 1992, ss. 1-8.
[65] Mehmet Gönlübol ve Diğerleri, Olaylarla Türk Dış Politikası, Siyasal Kitabevi, Ankara 1991993, s. 235-236.
[66] Eden’den Başbakan Churchill’e, 21 Mayıs 1952, FO-371-101856.
[67] Burrows’dan FO, 7Aralık 1959, FO-371/144757, RK 111/11.
[68] Hüseyin Bağcı, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitabevi, Ankara 1991, s. 57.
[69] Nurhan İnce, a.g.e., s. 30; Bağdat Paktı ve Cento ile ilgili geniş bilgi için bkz. Cihat Göktepe, “The ‘Forgotten Alliance’? Anglo-Turkish Relations and Cento, 1959-65, Seventy-Five years of The Turkish Republic, Sylvia Kedourie, (ed), London 2000, ss. 103-129.
[70] Kemal Girgin, Dünyanın Dört Bucağı Bir Diplomatın Anıları, 1957/1997, Milliyet yay. İstanbul 1998 s. 56.
[71] Detaylar için, Nur Batur, İngiliz Gizli belgelerinde Menderes-Amerika Kavgası ve 27 Mayıs’a Doğru, Milliyet, 13-18 Şubat 1989.
[72] Tunçay, a.g.m.
[73] Aydemir, a.g.e., s. 214.
[74] Atilla İlhan “Batıcı’ mi Batılı mı?”, Cumhuriyet 14 12 2001.
[75] Recep Şükrü Apuhan, Öteki Menderes Eski DP Milletvekili Gıyaseddin Emre’den Hatıralar ve 27 Mayıs Olayı, Timaş İstanbul 1996, s. 73.
[76] Apuhan, a.g.e., s. 74.
[77] Karpat, a.g.e., 337-338.
5 Yorumlar
  1. Ayhan DÜZ diyor

    Öncelikle çalışmanız için teşekkür ederim. Bazı ekonomik istatistikler az da olsa yine de değinilmiş. 1950 de ilkokul sayısı hatalı. 15310 adet. Gözden kaçmış olmalı. Görünen o ki yapılanlara baktığımız zaman olumlu.

  2. Yusuf diyor

    “14 Mayıs 1950 seçim sonuçlarına göre toplam 7.953.055 oyun 4.242.833 (%53.35)’ünü DP almış ve karşılığında 408 milletvekili çıkarmıştır. Buna karşılık CHP 3.165.095 (%39.78) oy almış ve karşılığında ancak 69 milletvekili çıkarabilmiş”
    Adil olmayan seçim sistemini CHP kendi yararına olacak sandığı için seçime böyle gitmiş. Türkiye’de bir türlü netleşmeyen adaletsiz seçim kanunları nedeni ile, milli irade asla tam olarak meclise yansımamıştır.

  3. ilhan Dülger diyor

    Demokrat Parti dönemi, 27 Mayıs’tan sonra karartılarak, NATO’cu subayların yaptığı zulüm gözlerden gizlenmeye çalışılmıştır. Çıkarılan Tedbirler Kanunu ile DP’yi savunmak 15 sene boyunca yasaklanmıştır. Onun için, o nesil ve sonrakiler eksik bilgilerle yargılara varmak zorunda kalıyorlar. Bu çalışmanız, doğrulardan bir kısmını ortaya koyduğu için, yakın tarihimizi az bilen orta yaş ve genç insanlarımız çok faydalı bir hizmet yapmıştır. Teşekkür ederiz.
    İlhan

  4. cem ali inan diyor

    demokrat parti dönemi karşı devrimin şeytani planlarının uygulandığı karanlık bir tarihtir.

  5. Arda Sözen diyor

    Teşekkürler çok faydalı oldu

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.