Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Tarihi

0 17.135

Prof. Dr. Clement DODD

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye’nin askeri müdahalesinden 1 yıl sonra 1975 yılında kurulmuş olan Kıbrıs Türk Federe Devletinin yerine geçmek üzere 15 Kasım 1983 tarihinde ilan edildi.[1] Federe devlet ile Cumhuriyet arasındaki temel fark, federe devletin, ileride Kıbrıslı Rumlarla birlikte oluşturulacak olan federal bir sistemin parçası olarak düşünülmüş olmasıydı. Federe devletin kurulması bağımsızlık ilanı niteliği taşımamaktaydı. Kıbrıslı Türkler, 1983 yılında federe devlet olma statülerini bir kenara bırakarak kendilerinin self-determinasyon hakkı olan bir ‘halk’ oluşturduklarını vurgulamanın gerekli olduğu sonucuna vardılar.

Kıbrıslı Türklerin bağımsızlık ilan etmelerinin temel nedeni, Yunan Başbakanı George Papandreou tarafından teşvik edilen Kıbrıslı Rumların Cumhurbaşkanı Spyros Kipriyanu’nun Kıbrıs meselesini uluslararası hale getirme konusunda kararlı olmasıydı. Kıbrıslı Türkler bu şekilde davranarak dünya kamuoyunu davalarının haklılığı hususunda ikna edebileceklerini ümit etmekteydiler. Bu yönde harekete geçmek için de oldukça iyi bir konuma sahiptiler. Birincisi, sadece Kıbrıslı Rumlardan oluşan Kıbrıs hükümeti, Türkiye hariç tüm devletler tarafından 1960 yılında uluslararası anlaşmalarla oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru hükümeti olarak tanınma başarısını elde etmişti. Bu olgu, içinde sadece Kıbrıslı Rumların kaldığı hükümeti, Kıbrıs’a BM Barış Gücü yerleştirmek amacıyla de facto hükümet olarak tanıyan BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı kararının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Bu kararın çok ciddi bir karar olduğu daha sonra meydana çıkacaktı.[2] İkinci olarak, ada üzerinde oluşacak bir Sovyet varlığının, 1960 Kuruluş Anlaşmasına göre izin verilmiş olan iki İngiliz egemen askeri üssünü tehlikeye atabileceği yolunda İngilizlerin (ve Amerikalıların) duyduğu kaygı, 1964 yılından sonra İngiltere’nin 1960 düzenlemelerinin Garantör Devleti olarak etkisini ortadan kaldırmıştı. Başpiskopos Makarios, Kıbrıslı Rumların siyasi olarak adaya hakim olma amaçlarının gerçekleşmemesi halinde ada üzerinde Sovyet varlığına izin vermeyi olasılık dışı tutmuyordu. Bu yüzden İngilizlerin Rumlara yönelik politikası, yatıştırma politikası haline dönüştü.[3] Kıbrıs’ın Akdeniz’in Küba’sı haline dönüşebileceği yolunda görüşler ortaya konuyordu. Kıbrıs meselesinin uluslararası hale getirilmesinin, Kıbrıslı Rumların ada üzerinde yasal hakimiyetlerini şüphe götürmeyecek şekilde kurmasına neden olacağı yolundaki inancın üçüncü nedeni, Makarios’un önemli liderlerinden biri olduğu Bağlantısızlar hareketinin BM’deki temsil gücüydü. Aynı zamanda sınırları içinde azınlıklar bulunan sömürgeden yeni kurtulmuş birçok devlet, bu azınlıkların Kıbrıslı Türklerin özerklik kazanmalarıyla teşvik edilmelerini istememekteydi.

Adanın güneyinde Kipriyanu’nun 1983 yılında yeniden cumhurbaşkanı seçilmesiyle Kıbrıs meselesinin uluslararası hale getirilme kampanyası daha da yoğunluk kazandı. Bu kampanya, BM Genel Kurulunun, ‘Kıbrıs Cumhuriyetinin ve halkının, Kıbrıs toprağı ile Kıbrıs’ın doğal kaynakları ve diğer kaynakları üzerinde tam ve etkili egemenlik ve kontrole sahip olma hakkını’ teyit eden, tamamen Kıbrıs Rum tarafını kararıyla zirve noktasına ulaştı.[4] Karar aynı zamanda ‘işgal güçlerinin’ Kıbrıs’tan çekilmesi ve mültecilerin kendi evlerine dönmesi çağrısında da bulunuyordu.[5]

Kıbrıslı Türklerin, kendilerine azınlık muamelesi yapan bu olumsuz karara gösterdiği tepki, bağımsızlık ilanını düşündüklerini dünyaya duyurmak şeklinde ortaya çıktı. Bu tavır, BM Genel Sekreterinin, Denktaş tarafından önerilen şekliyle iki toplumun liderini yeniden bir araya getirmek için çaba göstermesine neden oldu. Kipriyanu, bu girişimi kabul eder gibi görünmesiyle birlikte Genel Sekreter, her iki tarafın problemin çözümüyle ilgili ortaya koydukları öneriler arasında ortak noktalar bulabilmek için çaba gösterdi. Ancak taraflar arasında temel farklılıklar olduğu ortadaydı. BM’nin arabuluculuk çabalarının çok fazla ümit vaad etmemesi karşısında Kıbrıs Türk Federe Devletinin Yasama Meclisi 17 Haziran 1983’te büyük bir çoğunlukla Kıbrıslı Türklerin self-determinasyon (kendi kendini yönetme) hakkına sahip olduğunu onaylayan bir karar aldı. Bu, daha sonra ortaya çıkacak olan kararın bir habercisiydi.

Cumhuriyetin Kurulması

Daha fazla ileri gitmeyi frenleme, yalnızca dış dünyaya ılımlı görünmek açısından değil, aynı zamanda Devlet Başkanı Denktaş’ın tartışmalı gözüken popüleritesi açısından da bir gereklilikti. Denktaş Haziran 1981’de başkanlık seçimlerini kazanmıştı, fakat 1976 yılında elde ettiği yüzde 77.6 oy oranına göre, bu seçimde elde ettiği yüzde 51.7 oy oranı daha düşüktü. Onun kurmuş olduğu Ulusal Birlik Partisi de aynı yıl yapılan Meclis seçimlerinde pek iyi performans gösteremedi; partinin oyu yüzde 53.7’den yüzde 42.5’e düştü. Yeni Meclisteki iki sol görüşlü parti, toplam 40 üyeliğin yarıdan bir fazlasına sahipti. Sol görüşlü partiler, yeni devletin çok zor zamanlar geçirdiği bir dönemde iç meselelerde takip ettikleri politikalarla halkın desteğini almışlardı, fakat bununla birlikte Kıbrıslı Rumlar konusunda duydukları kaygı, Ulusal Birlik Partisinin duyduğu kaygıya göre çok daha azdı. 1974’ten önce bu partilerin üyelerinden bazıları, sömürgecilik karşıtı aşırı sol görüşler taşıyan AKEL’in (İleri İşçi Partisinin) üyesi olmasalar da bu partiye sempati beslemişlerdi. Bu yüzden bağımsızlık ilanı yolunda mesafe katedilmesi, iç politika nedenlerinden dolayı da büyük önem taşımaktaydı.

Bu önemli dönemeçte sol görüşlü partilerden daha ılımlı olan Toplumcu Kurtuluş Partisinde, Rum solcuların benimsedikleri aşırı solcu politikalara ve Kıbrıslı Rumların iyi niyetine güvenmeme hususunda bir tepkinin ortaya çıkması Denktaş’a büyük destek oldu; Rumların Kıbrıslı Türkleri gözden düşürme ve çökertme yönündeki uluslararası kampanyaları Türkler tarafından tepkiyle karşılanmıştı. İki sol partiden daha büyük olanında ortaya çıkan bu davranış değişikliği, Meclisin bağımsızlık ilanını oylamasının da yolunu açtı. Böylece bağımsızlık konusunda referandum yapılmasının da önüne geçilmiş oldu; referandum yapılması problem oluşturabilirdi ve büyük ihtimalle Türkiye’deki kamuoyuyla birlikte uluslararası kamuoyunu da endişeye sevk edecekti.[6] Mecliste yapılan oylamada oybirliği sağlandı, fakat Cumhuriyetçi Türk Partisi, kendisi de Kipriyanu’nun niyetlerinden şüphe etmesine rağmen, bağımsızlık ilanı için oy vermemesi durumunda yeni devletten dışlanacağı söylenerek baskı altında tutulduğunu iddia etti.

Denktaş’ın kendisinin açıkça belirttiği başka bir nedenden dolayı da bağımsızlık ilanının geciktirilmeden gerçekleştirilmesi gerekiyordu: ‘Türkiye’de kararlaştırılmış olan rejim değişikliği yüzünden uygun bir zamanda harekete geçmek zorundaydım; görevden ayrılan Ulusu yönetimi, bağımsızlık ilanından beni alıkoyamayacaktı, görev başına geçecek Özal hükümeti ise bir oldu-bittiyle karşılaşacak ve Türkiye ile Kuzey Kıbrıs’taki kamuoyunun gücünden dolayı bu kararı değiştiremeyecekti.’[7]

Bağımsızlık oylamasından sonra Denktaş yeni anayasayı hazırlamak üzere bir kurucu Meclis oluşturulmasını önerdi. Öneri, 16’ya karşı sadece 24 oyla kabul edildi. Muhalefet, anayasaya ilave yapılmasının, elde edilmesi çok zor olan üçte iki çoğunluk gerektirdiğini bildiği için mevcut anayasaya ilave yapılmasının yeterli olacağını savundu. Kurucu Meclis’te görev alacak üyeler; mevcut Meclisin üyelerine başkan tarafından atanan 10 üye, Kıbrıs Cumhuriyetinin eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük tarafından atanan 1 üye ve küçük siyasi partiler ile sendikalar da dahil olmak üzere değişik kuruluşların seçtiği 19 üyenin ilave edilmesiyle belirlendi. Kurucu Meclis, aynı zamanda geçici yasama meclisi görevini de gördü.

Kurucu Meclisteki sol görüşlü partiler çok sayıda atanmış üyenin olduğu bir organda etkilerinin azaltılmış olmasından dolayı huzursuz oldular. Yeni bir anayasa hazırlanarak, halka öneriler yapması çağrısında bulunuldu, fakat sonunda yeni anayasa, Türk Federe Devletininkinden çok farklı olmayan bir anayasa olarak ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı, başkanlık sistemi oluşturulmasını elbette tercih ederdi, fakat bu yönde herhangi bir gelişme sağlanamadı. Yeni anayasayla ilgili referandum, yeniden başlayan ve ümit verici işaretler veren BM gözetimindeki görüşmeleri olumsuz yönde etkilememek için ancak 1985 yılında gerçekleştirildi. Anayasa taslağı, 12 Mart 1985’te (Cumhuriyetçi Türk Partisi üyelerinin kullandığı) 6 oya karşı 63 oyla kabul edildi. 5 Mayıs’ta yapılan referandum da yüzde 29.82 olumsuz oya karşı yüzde 70.16 kabul oyuyla Anayasanın onaylanmasını sağladı. Oylamaya katılma oranı ise düşüktü ( %78.3).[8]

9 Haziran 1985’te Denktaş, yüzde 85.7 oranında oylamaya katılan halkın yüzde 70.2’sinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Bu hem Denktaş açısından hem de onun Kıbrıs politikası açısından büyük bir zaferdi. Şimdi 40 üyelikten 50 üyeliğe çıkarılmış olan Meclis için yapılan seçimlerde de Ulusal Birlik Partisi iki sol görüşlü partinin toplam milletvekilinden sadece 2 fazla olmak üzere 24 sandalye kazandı, fakat Türkiye’den yeni göç etmiş halkı temsil eden Yeni Doğuş Partisinin desteğini elde etmeyi başardı. Meclis seçimlerinde iki sol parti, Ulusal Birlik Partisi’nin kazandığı yüzde 36.7 oya karşı, birlikte yüzde 37.2 oy topladılar. Denktaş, Kıbrıs meselesini yürütülmesi konusunda açık bir şekilde bütün siyasi partilerden önemli oranda destek elde etmişti, bu onun uzun süredir kaygı duyduğu bir konuydu, fakat iç politikada muhalefetin hâlâ canlı olduğu ortadaydı.

1985 Yılından Sonra İç Politika

1985 yılından sonra Ulusal Birlik Partisi, soldaki iki partiden daha ılımlı olan Toplumcu Kurtuluş Partisiyle koalisyon kurmaya karar verdi. Bu, hiç de sorunsuz bir koalisyon değildi, hem kişisel hem de ideolojik nedenlerden dolayı ortaklık büyük baskı altına girdi. Çekişmenin temel nedeni, Türkiye’de 1983 yılında Anavatan Partisi lideri Turgut Özal’ın iktidara gelmesiydi. Özal, Türkiye’de kendisinin ekonomik politikasının temelini oluşturan Friedman tipi ekonomik politikaların KKTC’de de benimsenmesini istiyordu. Bu yöndeki ekonomik baskılar, yeni ekonomik doktrininin kendisinin sosyalist ilkeleriyle uyuşmayan Toplumcu Kurtuluş Partisi açısından kabul edilemezdi. TKP, aynı zamanda koalisyonun büyük ortağı parti tarafından, zarar verici nitelikteki petrol işçilerinin grevi ile gıda endüstrisinde 16 gün süren grevi kınamaya çağrıldığında da oldukça zor duruma düştü. Bu açıkça birbirleriyle uyuşamayanların koalisyonuydu .

Koalisyon dağıldığında Ulusal Birlik Partisi destek elde etmek üzere Yeni Doğuş Partisine yönelerek Özal’ın benimsediği yeni ilkeler doğrultusunda ekonomik reformlar uygulamaya devam etti. KKTC, kendi ayağı üzerinde durmaya teşvik ediliyordu, ancak bu uluslararası ekonomik ambargonun oluşturduğu koşullar altında gerçekleştirilmesi çok zor bir olaydı. Yeni ekonomik paket yeni politikaların uygulanması vaadinde bulunmaktaydı, fakat bu politikalar kararlı bir şekilde uygulanmadı. Zorluk, uluslararası ambargonun özellikle turizm endüstrisi başta olmak üzere ekonomik genişleme olanaklarını sınırlandırmasından kaynaklanıyordu, halbuki adanın güneyi turizm sayesinde sürekli zenginleşiyordu. Yeni Doğuş Partisi yeni liderini seçtikten sonra küçük bir parti olsa da hükümette kendisine daha fazla pay verilmesini istedi, bunun üzerine Ulusal Birlik Partisi koalisyonu sona erdirdi. UBP artık 25 milletvekiline sahipti ve eskiden Yeni Doğuş Partisine mensup olan iki bağımsız milletvekilinin de desteğini alıyordu. İçerde güçlü muhalefetle karşılaşan ve şimdi kurucusu Cumhurbaşkanı Denktaş’tan gittikçe uzaklaşan Ulusal Birlik Partisi, seçimlerden birinci olarak çıkan partinin Meclis’teki sandalye sayısını artırmak için çok hayati nitelikte olan seçim yasasını değiştirme kararı aldı.

Yeni seçim yasasına diğer partiler şiddetle karşı çıktılar; Cumhurbaşkanı da yasayı eleştirenler arasındaydı. 1990 Meclis seçimlerinde temel muhalefet partileri tamamen seçimle ilgili nedenlerden dolayı birlikte hareket ettiler; bu, onların tutarlı bir politika platformu oluşturmalarına engel olan bir taktikti. Muhalefet partileri Meclisteki 50 sandalyeden 34’ünü ve toplam oyların yüzde 55’ini kazanan Ulusal Birlik Partisi karşısında seçimi kaybetti. UBP, teknik olarak eski seçim yasasına göre de Mecliste çoğunluğu elde edecekti, fakat bu durumda muhalefet partileri politikalarını daha iyi geliştirme ve seçmene sunma fırsatı elde edecekdi. Bu seçim değişikliği sonunda ülkede demokrasi meselesinde ya da demokrasinin olmadığı konusunda büyük bir karışıklık çıktı. İki sol görüşlü parti, Meclis seçimlerini boykot ettiler ve eski seçim yasasına göre yapılsa da onların boş kalan sandalyeleri için yapılan ara seçimlere de katılmadılar.

Kısmen KKTC’nin imajını kötü şekilde etkileyen bu gelişmelerden dolayı Cumhurbaşkanı ile Başbakan Derviş Eroğlu arasındaki ilişkiler ciddi şekilde bozuldu. Hükümet aynı zamanda cumhurbaşkanının çok istediği Ombudsman kurumunun oluşturulması önerisine karşı çıkıyordu; cumhurbaşkanının bu aracı kullanarak hükümetin icraatı üzerinde kontrol kurmaya çalışacağı düşünülmüştü. Bundan başka Eroğlu, Kıbrıs meselesinde Denktaş’ın takındığından çok daha sert bir tutum içinde bulunuyordu. Denktaş’tan gelen baskılara rağmen hükümet seçim sistemiyle ilgili olarak referandum düzenlemeyi reddetti. Ancak sonunda Ulusal Birlik Partisi içindeki rahatsızlıklar ile Ankara’nın gerçekleştirdiği arabuluculuk durumun değişmesine neden oldu. Ulusal Birlik Partisi içinden Hakkı Atun’un liderliğinde yeni bir parti, Demokratik Parti, ortaya çıktı. Cumhurbaşkanının oğlu Serdar Denktaş bu partinin önde gelen üyelerinden birisiydi.

Yeni seçimler Aralık 1993’te değiştirilmiş seçim kanununa göre yapıldı. Ulusal Birlik Partisi ile yeni kurulan Demokratik Parti oyların yüzde 59’unu eşit olarak paylaştılar. Seçimlerde en kötü performans gösteren, yalnızca beş sandalye kazanarak oyların da yüzde 13.7’isini alan Toplumcu Kurtuluş Partisiydi. Solda onun rakibi olan Cumhuriyetçi Türk Partisi ise kazandığı 13 sandalye ve aldığı yüzde 24.15 oy oranıyla daha iyi performans gösterdi. Yeni Doğuş Partisi daha önce Demokratik Partiye katılmıştı. Ancak Demokratik Partinin başarısı, önemli ölçüde göçmenlerin oylarından dolayı ortaya çıkmamıştı. Kıbrıslı Rum yorumcular, sık sık Denktaş ve onu destekleyen milletvekillerinin, 1996 nüfus sayımına göre sayıları 40,000’i bulan göçmenlerden dolayı iktidarda kaldıklarını iddia etmekteydiler. Fakat bu iddia doğru değildi. Araştırmalar bu kişilerin de diğer seçmenler gibi oy kullandıklarını göstermiştir.[9]

Ulusal Birlik Partisi seçimlerde çok az farkla öne geçerek Meclis’te kendi rakibinden 2 sandalye daha fazla kazanmıştı. UBP kendi ‘isyancılarıyla’ koalisyon kurmak istemedi. Sürpriz bir şekilde Demokratik Parti, Cumhuriyetçi Türk Partisiyle koalisyon oluşturma yoluna gitti. Ancak CTP artık aşırı sol görüşlerinin çoğunu terk etmiş ve hatta dini nedenlerden dolayı değil, çevreyle ilgili nedenlerden dolayı kırmızı rengini bırakıp yeşil rengi benimsemişti. Yeni lideri Mehmet Ali Talat yönetimindeki CTP’nin Demokratik Partiyle imzaladığı protokol, bu partinin Cumhuriyetin bağımsızlığının ve eşitliğinin desteklenmesinde hangi noktaya geldiğini açık bir şekilde ortaya koymaktaydı. Protokol, her iki partinin, (1) ada üzerindeki iki toplumun eşit siyasi statüye sahip olduğuna, (2) (Kıbrıs Cumhuriyetinin tek bir egemenliğinin değil) ortak egemenliğinin bulunduğuna, (3) iki bölgeli iki toplumlu federasyon çözümünün uygun çözüm olduğuna ve (4) Türkiye’nin KKTC’nin bağımsızlığını etkili bir şekilde garanti etmeyi sürdüreceğine dair inançlarını açık bir şekilde ifade etmekteydi.

Kıbrıslı Türklerin Avrupa Birliği’ne tarımsal ürün ihrac etmesine neredeyse yasak getirildikten sonra Haziran 1994’te KKTC Meclisi, aldığı önemli bir kararda bu yasak uygulanmaya devam edilirken (o zaman gündemde olan) Birleşmiş Milletlerin Güven Artırıcı Önlemler önerisinden hiçbir olumlu sonuç çıkmayacağına karar verdi. Karar, gelecekte yapılacak görüşmelerin Kıbrıslı Türklerin egemenlik hakkını ve siyasi eşitliğini hesaba katmak zorunda olduğunu ve Türkiye ile KKTC’nin Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar tarafından alınan askeri önlemlerle orantılı önlemler almalarının gerekli olduğunu belirtti. KKTC Meclisi aynı zamanda 1984 ile 1985 yıllarında alınan ve Kıbrıs’ta bulunacak çözüm şeklinin federasyon olması gerektiğini belirten kararları da yürürlükten kaldırdı. Cumhuriyetçi Türk Partisi karara karşı oy kullandı, fakat koalisyonda kalmaya devam etti. Daha sonra Şubat 1995’te CTP, eskiden Kıbrıslı Rumlara ait olan mülkleri kullanan ve bu mülklerin kendilerine tahsis edildiği 17,000 aileye tapu senedi verilmesi yönünde öneriler içeren yasa tasarısına da karşı çıktı. CTP’ye göre bu, Kıbrıslı Rum mültecilerin dönüşünü hemen hemen imkansız hale getirecek çok önemli bir gelişme olacaktı, ancak gerçekte eskiden Kıbrıslı Rumlara ait olan mülkleri kullananların yüzde 85’ine zaten tapu senedi verilmişti. Bu girişimin arkasında başka bir neden arayanlar, CTP’nin Kıbrıs sorununda bir çözüme ulaşılması hususunda problemler yaratılması konusuyla ilgilenmekten çok, açık bir şekilde halkı memnun edecek bir hareket olarak görülen girişimden Demokrat Partinin puan kazanmasına izin verilmemesiyle ilgilendiğini öne sürmüşlerdir. Görünüşte daha fazla tapu senedi verilmesi ve böylece Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşılmasının daha da zorlaştırılması meselesinden dolayı Şubat 1995’te koalisyon dağıldı. Bundan sonra Ulusal Birlik Partisiyle Demokrat Partinin oluşturduğu bir koalisyon iktidarı devraldı.

1998 Meclis seçimlerinde görüldüğü gibi milliyetçi sağ oyunu açık bir şekilde artırıyordu; bu seçimlerde Ulusal Birlik Partisi toplam oyların yüzde 40.3’ünü alırken, daha liberal görüşlere sahip milliyetçi parti konumundaki Demokratik Parti yüzde 7’lik bir düşüş yaşayarak aldığı yüzde 22.1 oy oranıyla ikinci parti oldu.

İki sol görüşlü partiden her biri toplam oyların yüzde 13’ünden biraz fazla aldı. Ulusal Birlik Partisi ile Demokrat Parti arasındaki rekabet, UBP’nin Mustafa Akıncı’nın başkanı olduğu Toplumcu Kurtuluş Partisiyle koalisyon kurmasına neden oldu. Bu da pek de sorunsuz olmayan bir koalisyondu; kısmen Türkiye tarafından takip edilen ekonomik kemer sıkma programının ortaya çıkardığı, fakat asıl 1999’da bazı Kıbrıs Türk bankalarının çökmesinin neden olduğu ekonomik krize rast geldiği için koalisyonun sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdı. Bu gelişmeler, Toplumcu Kurtuluş Partisinin krizdeki Türkiye bağlantısını eleştirmesiyle birlikte koalisyon ortakları arasında zorluklar ortaya çıkardı. Akıncı ile Kıbrıs’taki Türk komutan arasında yaşanan tartışma da onun koalisyon ortağı açısından huzursuz edici ve de küçük düşürücü bir gelişmeydi. Demokratik Partideki değişiklikler, özellikle de Serdar Denktaş’ın liderlikten istifa etmesi, Eroğlu’na Akıncı ile koalisyonunu Mayıs 2001 tarihinde sona erdirme ve Demokrat Partiyle yeni bir koalisyon kurma fırsatı tanıdı; bu gelişme, Ankara tarafından ortaya çıkarılmamış olduğu kabul edilse bile Ankara’daki liderler tarafından memnuniyetle karşılandı. Denktaş’ın, Kıbrıslı Türkler tam bir eşit muamele görmediği müddetçe BM gözetimindeki dolaylı görüşmelere katılmayı reddetmesinin desteklenmesi için içeride sağlam bir cephe oluşturulması gerekiyordu.

Denktaş, Mayıs 2000’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde başlıca rakibi olan ve ikinci tur cumhurbaşkanlığı seçimlerinden çekilen Eroğlu karşısında açık bir zafer elde ederek konumunu güçlendirmişti.

KKTC’de son birkaç yıldır yaşanan ve sık sık Türkiye’nin ekonomik problemlerini yansıtan ekonomik zorluklar, sol görüşlü örgütlerin şiddetli tepki göstermesine neden olmakta ve Denktaş’ın istifa etmesi çağrısını da içeren halk gösterilerinin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. KKTC’de Türkiye ile daha yakın birliktelik kurulmasını istemeyen ve tam siyasi eşitlik elde edilememe pahasına da olsa Kıbrıslı Rumlarla uzlaşmaya varmak için çaba gösterilmesi gerektiğine inanan insanlar bulunmaktadır. Ancak bu kişilerin tavrı, milliyetçi sağın da tepki göstermesine neden olmuş ve sonuçta Türkiye’ye sadık kalınması yönünde kararlı olan bir Ulusal Halk Hareketi ortaya çıkmıştır.

Ekonomi

Kuzey Kıbrıs’ta 1974 yılından beri karşılaşılan siyasi zorlukların birçoğunun kökeni ekonomiyle ilgili problemlerde yatmaktadır. Daha önce değinildiği gibi birincil ve en temel sınırlandırma uluslararası ambargo olmuştur, hâlâ da o olmaya devam etmektedir. Bu ambargo, temelde ekonomik durumu hızlı bir şekilde iyileştirecek olan uluslararası turizm endüstrisinin gelişmesine engel olmuştur. Daha az ciddi olmayan diğer bir engel, Avrupa Birliği’ne tarımsal ürün ihraç etme fırsatının olmamasıdır; bazen bu engeli dolaylı olarak aşmanın yolları bulunsa da ve daha az kazanç getiren başka yerlere ihracatta bulunma gerçekleştirilebilse de bu ciddi bir engel olmaya devam etmektedir.

1974 ve 1975 yıllarının olumsuz nitelikteki olayları, Kıbrıs Türk ekonomisinin kötü bir başlangıç yapmasını bir anlamda garanti etmiştir. Adanın güneyinden göç eden 60 bin dolayında Kıbrıslı Türk’e konut sağlanması ve bunların kuzeyin ekonomisi içine alınması gerekiyordu. 1963 yılından 1974’e kadar geçen dönem boyunca birçoğu dar yerleşim alanlarında kuşatma altına alınmış bir şekilde yaşayan Türklerin neredeyse tamamı endüstri ve ticaretle çok az uğraşmış, daha çok tarımsal alanlarda çalışmıştı. Bu Türklerin bir ticaret geleneklerinin de bulunmamasındandı. Osmanlı ve İngiliz yönetimleri zamanında temelde (eğer eğitim almışlarsa) kamu görevlisi, tarım işçileri ve zanaatkarlar olarak hayatlarını sürdürmüşlerdi. Bunun nedeni olarak girişimci olma açısından yetersiz olmanın ve hükümete aşırı derecede güvenilmesinin hakim tavır olması gösterilebilir. Kuzeyde gerçekleştirilen tarımla ilgili olarak aşırı hükümet sübvansiyonlarının, ‘gittikçe daha az çalışılmasına neden olduğu, verimlilik yönündeki çabaları engelleyici etkide bulunduğu ve rekabet ve yaratıcılığın artırılmasına yönelik hiçbir katkıda bulunmadığı’ belirtilmiştir.[10]

Bu tür dezavantajlarına rağmen Kıbrıs Türk ekonomisi 1977 ile 1990 yılları arasında ortalama yüzde 6.5’lik bir büyüme oranı yakalamayı başarmıştır; bu oran Türkiye’nin finansal problemlerinin etkisini gösterdiği 2000 yılına kadar aşağı yukarı korunmuştur. Şu anda (2001 yılında) kişi başına milli gelir yaklaşık 4,500 dolar civarındadır; bu miktar güneydeki milli gelirin üçte biri düzeyindedir, fakat ‘bazı gelişi güzel gerçekleştirilen hesaplamalara göre resmi GSMH istatistiklerinin yüzde 70’ine kadar ulaşan’ bir karaborsanın ya da kayıt dışı ekonominin olduğu bilinmektedir.[11]

Beklenebileceği gibi, tarımla uğraşan insanların sayısı, nüfusun içindeki oranları 1999 yılında yüzde 18’e düşecek şekilde zaman içinde azalmıştır. Endüstride çalışanların sayısı iş gücünün yaklaşık yüzde 10’u civarında, hizmet sektöründeki çalışan sayısı ise yavaş bir şekilde artarak 1999 yılında yüzde 72 civarına ulaşmıştır. Turizm sektörü de zaman içinde yavaş bir şekilde gelişmeye devam etmektedir, fakat 1999 yılında ülkeye gelen 417 bin turistin 340 bini Türkiye’den gelmiştir ve bu rakam, aynı yıl içinde adanın güney kesimine gelen 2.4 milyon turistle karşılaştırılabilecek düzeyde bile değildir. Turizm alanında yeterince gelir elde edilememesi karşısında üniversite eğitimi sağlama alanında çarpıcı nitelikte gelişmeler gerçekleştirilmiştir. Şu anda ülkede beş tane üniversite bulunmaktadır, bunların hepsi de eğitim dili olarak İngilizce’yi kullanmaktadır, temelde Türkiye’den olsa da dışarıdan öğrenci çekebilmektedirler. Üniversite öğrenci sayısı, 1997-1998 eğitim öğretim yılında 17.040 iken, 2000-2001 döneminde yapılan hesaplamalara göre 25 bine ulaşmıştır.[12]

Geçen yıllar içinde büyük adımların atıldığı altyapının geliştirilmesi alanında finans Türkiye’den sağlanmaktadır. Bu çabalar sonunda ulaşım yollarında önemli oranda iyileştirmeler yapılmış, elektrik sağlanmış ve henüz yeterli miktarlarda olmasa da Türkiye’den su taşıma olayı gerçekleştirilmiştir. Son 20 yıldır trafiğe çıkan yeni taşıtların sayısında oldukça dikkat çekici nitelikte bir artış gözlemlenmektedir. Şu anda çok sayıda sıradan ailenin televizyon setlerine, buzdolaplarına, çamaşır makinelerine ve buna benzer ev aletlerine sahip olduğu da görülmektedir. Son yıllarda konut inşa sektöründe ve evlerin tamir edilmesi alanında büyük bir patlama yaşanmaktadır. Mülklere yapılan özel yatırımların önemli bir kısmı, dış ülkelerde, özellikle de İngiltere’de ve Türkiye’de yaşayan Kıbrıslı Türkler tarafından gerçekleştirilmektedir; şu anda İngiltere’de yaşayan Kıbrıslıların sayısının 100 binden fazla olduğu söylenebilir.

Bütün bunlara karşın KKTC Hükümeti, bütçesinin beşte birine ulaşan Türkiye’den gelen yardım olmaksızın bütçesini dengeleyebilecek durumda değildir. Ekonomisi üzerindeki en büyük yüklerden bir tanesi, oldukça geniş olan kamu sektöründe çalışanlara ödenen resmi maaşlar ile emekli olmuş hükümet görevlilerine ödenen emekli maaşlarıdır. Bu harcamaları kısma yönünde halkın pek onayını almayan bazı çabalar da gerçekleştirilmektedir.

Kıbrıs Meselesi

Kıbrıs meselesine bir çözüm bulma konusu Kuzey Kıbrıs tarihinde sürekli gündemde olan bir konudur. Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulduktan sonra devlet başkanı Rauf Denktaş Başpiskopos Makarios’u durumu değerlendirmek üzere bir araya gelmeye çağırdı. İki devlet adamı Ocak 1977’de şu ana noktalar üzerinde anlaştılar:

  1. Biz bağımsız, bağlantısız, iki toplumlu bir Federal Cumhuriyet kurulması için çaba göstermekteyiz.
  2. Her iki toplumun yönetimi altında bulunan topraklar, ekonomik açıdan ayakta kalabilirlik ya da verimlilik ile toprak sahipliği açısından tartışma konusu yapılmalıdır.
  3. Dolaşım özgürlüğü, yerleşme özgürlüğü, mülk sahibi olma hakkı ve diğer spesifik konular gibi ilkesel sorunlar, iki toplumlu federal bir sistemin temel niteliği ile Kıbrıs Türk toplumu açısından ortaya çıkabilecek belli zorlukların dikkate alınmasıyla tartışmaya açıktır.
  4. Merkezi federal hükümetin yetkileri ve görevleri, Devletin iki toplumlu niteliğini dikkate alan ve ülkenin birliğini korumaya yönelik olma niteliği taşıyan yetki ve görevler olacaktır.

Farklı yorumları olduğu kabul edilse de bu ilkeler üzerinde ortaya çıkan anlaşma, Birleşmiş Milletleri, Kıbrıs sorununun çözümüne yardımcı olmak için iyi niyetini ve arabuluculuğunu ortaya koyma konusunda teşvik edici nitelikte oldu. Yeni dönemin ilk günlerinde, daha fazla bir zaman geçmeden, Kıbrıslı Rumların, federasyonu, fazla yetkilere sahip olan güçlü bir merkezi hükümetin kurulmasını sağlayacak ve federal devlet organlarını yerel hükümet yetkilerinden birazcık daha fazla yetkilerle donatacak şekilde yorumladıkları ortaya çıktı. Bu şekildeki yorumun tam tersi olarak, Kıbrıslı Türkler merkezi yetkileri az olan ve geri kalan yetkilerin anayasanın oluşturduğu diğer organlara dağıtıldığı zayıf bir federasyon istemekteydiler. Kıbrıslı Türkler, 1960 Anayasasında olduğu gibi merkezde alınacak temel nitelikteki kararların Parlamentoda yer alan her iki toplumun temsilcilerinin desteğini elde etmesi ve Rum cumhurbaşkanı ile Türk cumhurbaşkanı yardımcısının her ikisi tarafından onaylanması gerektiğini savunmaktaydılar. Kısaca belirtmek gerekirse, Türklerin istediği, kesin olarak 1960 Anayasasının temel bir özelliği olan taraflar arasında eşit ortaklık kurulmasıydı.[13]

1983 yılında gerçekleştirilen Kuzey Kıbrıs’ın Bağımsızlık ilanı, BM Güvenlik Konseyi tarafından şiddetle protesto edildi, fakat bu durum, BM Genel Sekreterini bir çözüme ulaşılmasını sağlama konusunda ortaya koyduğu çabalarını sürdürmekten alıkoymadı. 1984 yılında zamanın BM Genel Sekreteri olan Perez de Cuellar, her iki tarafla ayrı ayrı görüşlerine başvurarak sorunun halledilmesiyle ilgili federal bir çözüm önerisi ortaya koydu; Kıbrıslı Türkler hiçbir noktasına itiraz etmeden bu öneriyi kabul ettiler. Dünya kamuoyunu oldukça şaşırtan bir sürpriz olarak Kipriyanu, adanın güneyinde öneriye önemli oranda destek ortaya çıkmasına rağmen Yunanistan’ın tam desteğiyle öneriyi geri çevirdi. 1986 yılında bu önerinin değiştirilmiş şekli de Güney tarafından bir kez daha reddedildi. Kipriyanu, adanın her yerinde dolaşım, yerleşim ve mülk sahibi olma özgürlüklerinin sağlanması gerektiğinde ısrar ediyordu. Kıbrıslı Rumlar, aynı zamanda 1974 yılında terkedilmiş olan Rumlara ait mülklerin sahiplerine geri verilmesini, Türk göçmenlerin Türkiye’ye geri dönmesini ve BM kararlarında öngörüldüğü şekilde Türk askerlerinin adadan çekileceği konusunda garantiler verilmesini istiyordu.

1992 yılında BM Genel Sekreterliği görevini yürüten Boutros Gali, 1984 ile 1986 yıllarındaki önerilerde öngörüldüğü şekilde, güçlü bir federasyon içerisinde temel yasalara ve kararlara toplumların olur onayı vermesini içeren oldukça benzer bir öneri ortaya koydu, bu öneriler Fikirler Dizisi olarak isimlendirilmişti. Kıbrıslı Türkler önerileri kabul etmeleri konusunda BM Güvenlik Konseyinin güçlü baskısına maruz kaldılar. Onlar 100 öneriden 91’ini kabul ettiler, fakat çözümlenebilecek bazı anayasal konulara ek olarak, önerilen federasyonda eşit ortak olabilecek şekilde kendilerinin egemenliğinin tanınmasını istediler. Aynı zamanda 1974 yılında mülteci durumuna düşen Kıbrıslı Rumların kendi topraklarına dönmelerinin, çok sayıda Kıbrıslı Türk’ü mülteci durumuna düşürmeden gerçekleştirilemeyeceğini ortaya koymaya çalıştılar. Bundan başka Kıbrıslı Türkler, gerçek anlamda tek verimli bölgeleri olan Morfu/Güzelyurt bölgesini ellerinden alan bir haritayı da reddettiler.

Kıbrıslı Rumlar ciddi anlamda baskıya maruz bırakılmadılar, eğer baskıya tabi tutulsalardı bir anlaşma yapılabilmesi için temel olarak gördükleri ve üzerinde görüşme yapılabileceğini kabul ettikleri, önerilen noktaların birçoğunu kesinlikle kabul etmeyeceklerdi. Zaten o dönemde sorunu kendi lehlerine çözmek için Avrupa Birliği çerçevesinde çaba göstermeye karar vermiş bulunuyorlardı, bu amaçla 1990 yılında Avrupa Birliği üyeliği için başvurmuşlardı.

1992 yılından beri Kıbrıslı Türkler açısından uluslararası alanda tanınma hakkı elde etme meselesi en ön planda yer alan konu hüviyetini taşımaktadır. Kıbrıslı Türkler, bu yaklaşıma uygun düşecek şekilde Ağustos 1998’de Türkiye’nin de desteğiyle konfederasyon önerisini ortaya atmışlardır. Bu öneri, Kıbrıslı Rumlar tarafından protesto edildi ve BM Güvenlik Konseyi tarafından da reddedildi. Daha önce 1997 yılında gerçekleştirilen BM gözetimindeki dolaylı görüşmeler egemenlik konusundaki anlaşmazlıktan dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 1999 ve 2000 yıllarında BM gözetimindeki dolaylı görüşmeler yeniden canlandırıldığında BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Kıbrıslı Türklerin oldukça önemli oranda etkili olmalarının öngörüldüğü, fakat kendilerine eşit katılım imkanının tanınmadığı federal bir yapı oluşturulmasıyla ilgili çok önemli öneriler ortaya koydu. Bu şekilde çok köklü öneriler ortaya atmakla BM Genel Sekreteri gerçekten çok ileri gitmişti. KKTC hükümeti görüşmelere devam etmeme kararı aldı, fakat Cumhurbaşkanı Denktaş daha sonra Ağustos 2001 tarihinde Genel Sekreter ile Salzburg’ta bir araya gelmeyi kabul etti.

Ancak Kıbrıs sorunu sadece BM Güvenlik Konseyinin dikkatini çeken ve sadece onu uğraştıran bir mesele değildi. Avrupa Birliğini de ilgilendiren bir mesele haline gelmeye başlamıştı. Daha önce değinildiği gibi, Kıbrıs Cumhuriyetinin hükümeti olma iddiasında bulunan Kıbrıs Rum hükümeti, temelde Kıbrıs konusunda kendi davasını güçlendirebilmek amacıyla AB üyeliği için başvuruda bulunmuştu. Eğer Kıbrıs Avrupa Birliğine kabul edilirse Türk askerlerinin AB’ye ait bir toprağı işgal ettiği öne sürülebilirdi.

Mart 1995’te Yunanistan, Kıbrıs’ın üyeliğe kabul görüşmelerinin başlaması için bir tarih verilmemesi durumunda AB ile Türkiye arasında kurulması öngörülen Gümrük Birliğini veto edeceği tehdidinde bulununca Kıbrıslı Rumların üyelik başvurusu büyük bir ivme kazandı. Bu başvurunun 1994 gibi erken bir tarihte öngörüldüğü şekilde kabul edilmesi durumunda artık Kıbrıs’ın tümü Avrupa Birliği’nin bir parçası olarak görülebilirdi. Kıbrıslı Rumlar, olayların bu şekilde gelişmesinin Türkiye açısından ortaya çıkaracağı gerçek nitelikteki zorlukların ve küçük düşüşün, Ankara’yı Rumlar açısından avantajlı olacak bir çözüm şeklini kabul etmesi konusunda Lefkoşe üzerinde baskı uygulamak zorunda bırakmasını açık bir şekilde ümit etmektedirler. Türkiye’nin AB üyeliği için bir aday olarak kabul edilmesiyle birlikte Türkiye’nin, ekonomisinin kötü şekilde yönetilmesinden dolayı zorluklarla karşılaşması ve bunun sonucunda Uluslararası Para Fonuna (IMF’ye) dayanmak zorunda kalması, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin boyun eğmek zorunda kalacakları yönündeki inancını kuvvetlendirmektedir.

Sonuç

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, zorluklar karşısında boyun eğmez lideri Rauf Denktaş’ın yönetiminde, çeyrek asırdan daha fazla zamandan beri çok kötü şartlarda varlığını devam ettirebilmek için mücadele etmektedir. Kıbrıslı Türkler, birçok devletin benzer zorluklar karşısında totaliter rejimi tercih edeceği şartlarla karşılaşmalarına rağmen liberal ve demokratik sistemlerini devam ettirmektedirler. Ekonomik fırsatların yetersizliğinden dolayı yaygın bir tatminsizlik bulunmasına ve birçok Kıbrıslı Türk kısmetini ülke dışında aramasına rağmen halkın büyük kısmı özgür ve açıktan yapılan seçimlerde milliyetçi partilere destek vermektedir. Hukuki ve ahlaki açıdan haklı hale getirilmesi çok zor olan uluslararası ambargodan dolayı baskı altında kalsa da ülke ekonomisi yavaş bir şekilde gelişmektedir. KKTC, aynı zamanda Kıbrıslı Türkleri, 1963 ile 1974 yılları arasında tabi tutuldukları muameleleri hatırlatarak, ortaya çıkarılacak bir çözümün getireceği ekonomik faydaların hiç güven duymadıkları bir halk tarafından azınlık muamelesine tabi tutulmanın getireceği dezavantajlardan çok daha fazla olacağı konusunda ikna etmeye çalışan, uluslararası toplum tarafından düzenlenen çok kararlı bir kampanyayla da mücadele etmek durumundadır. Daha yakın tarihte Rumların ve Kıbrıslı Türklerin birlikte üye oldukları bazı hükümetler dışı örgütler, Kıbrıslı Türkler ile Rumların uyum ve dostluk içinde bir arada yaşamalarını engelleyenlerin sadece siyasi liderler olduğunu vurgulamaya eğilimli görünmektedirler. bu tür toplantılarda temel siyasi problem, daha sonra bir şekilde hiç ortaya çıkmayacakmış gibi hareket edilerek hiçbir zaman ele alınmamaktadır.

1974 yılından beri Kuzey Kıbrıslılar Türkiye’ye çok yakın olmak mecburiyetinde kalmaktadırlar. Ekonomik gerekliliklerden ve ileri derecede silahlanmış Güneye karşı kendilerini savunma ihtiyacı içinde olmalarından dolayı bundan sonra da Türkiye’ye yakın olmaya devam etmek zorunda kalacaklardır. Ancak KKTC açık bir şekilde Türkiye’nin yönetimi altında olan bir ülke değildir. Son zamanlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin aldığı bir karar, Türk askerleri tarafından ‘işgal edilmiş’ olduğu gerekçesiyle (gerçeklerle ilgili bilgileri ortaya koymaksızın) KKTC’nin Türkiye’nin yönetiminde olan bir ülke olduğunu varsaymıştır.[14] Çoğu Kıbrıslı Türk ateşli bir şekilde bağımsız olmak istemektedir. Onların tarihi, uluslararası politikayla ilgili nedenlerden dolayı Kıbrıslı Türkleri temel siyasi haklarından mahrum etmek için çaba gösteren ve onların içinde bulundukları kötü durumu göz ardı etmeyi politik bir konu haline getiren bir dünyada, küçük bir demokratik devletin, barışçıl ve demokratik bir hayat sürmekten başka bir şey yapmayarak mücadele etmesinin parlak bir örneğini oluşturmaktadır.

Prof. Dr. Clement DODD

Londra Üniversitesi Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okulu (SOAS) / İngiltere

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 905- 912


Dipnotlar :
[1] Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumların saldırısına uğradıkları 1963 yılında bağımsız küçük bölgelerde toplandıktan sonra ilk önce bir Genel Komite yoluyla kendi kendilerini yönettiler; Kıbrıslı Rumlar, bundan sonra 1960 Anayasasına aykırı bir şekilde tamamen azınlık statüsünü kabul etmedikleri müddetçe Türkleri tekrar hükümete kabul etmeye yanaşmayacaklardı. Aralık 1967’de Genel Komitenin yerine Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi oluşturuldu. Daha sonra ‘geçici’ kelimesi de kaldırıldı; 1971 yılında ‘özerk’ kelimesi başa eklendi.
[2] Kararın arka planında gerçekleştirilen manevraların tahlil edici bir anlatımı için bkz. Michael Moran (der. ), Rauf Denktash at the United Nations (Huntingdon, Eothen, 1997), özellikle de Giriş kısmı, ss. 1-33.
[3] Şu anda 1970 yılına kadarki dönem için açılmış olan İngiliz resmi dokümanlarında ortaya konduğu gibi.
[4] Genel Kurulun 37/253 sayılı ve 13 Mayıs 1983 tarihli kararının 2. Paragrafı.
[5] Güneyden gelen Kıbrıslı Türk göçmenler geri dönmek istememektedir. 150 bin (tartışmalı bir rakam) civarında olduğu söylenen Kıbrıslı Rum göçmenler ise Kuzeydeki evlerine dönme haklarına her zaman sahip çıkmışlardır.
[6] Aralık 1981’de iki sol görüşlü parti neredeyse koalisyon kurmayı becereceklerdi. Fakat iddia edildiğine göre Ankara’nın teşvik etmesiyle, sahip olduğu iki sandalye çok hayati önem taşıyan küçük bir parti olan Demokratik Halk Partisi desteğini geri çekti. Bkz. ‘From Federated State to Republic, 1975-1984’ içinde C. H. Dodd (der. ), The Political, Social and Economic Development of Northern Cyprus (Huntingdon: Eothen, 1993), ss. 121-2. Bu olayların içinde yer alan seçkin bir kişi olan Fuat Veziroğlu’nun olayları anlatımı şu eserde yer almaktadır: Dizleri Titreyenler ( [Lefkoşa], 1985).
[7] R. R. Denktash, The Cyprus Triangle, ikinci baskı (Londra: Rustem, 1988), s. 116.
[8] Çekimser ve geçersiz oyların dikkate alınması durumunda seçmenlerin sadece yüzde 54’ünün (tam rakam vermek gerekirse yüzde 54. 9’unun) yeni anayasayı kabul yönünde oy kullandığına işaret edilmiştir. (Robert McDonald, The Problem of Cyprus (Londra: Adelphi paper No 234, 1988/89), s. 43). Bu temele dayanılırsa bu durumda seçmenlerin sadece yüzde 22. 8’inin aleyhte oy kullandığı da ortaya konabilir.
[9] Bu konuyla ilgili şu araştırmaya bkz. Jonathan Warner, ‘Importing Voters. Does it Work? ’, New Cyprus, Eylül/Ekim, 1990), 34-5. Seçim sistemi ve 1990 yılındaki de dahil olmak üzere o zamana kadar yapılan seçimler için yazarın şu eserine bkz. ‘Political Choice: Elections’ içinde Dodd (der. ), The Political, Social and Economic Development of Northern Cyprus, ss. 193-217.
[10] Mustafa Ergün Olgun, ‘Sectoral Analysis’ içinde Dodd (der.), The Political, Social and Economic Development of Northern Cyprus, s. 305.
[11] Mehmet Tahiroğlu, ‘Cyprus-EU Negotiations: Implications and Consequencies for the Economy of Northern Cyprus’, içinde Susanne Baier-Allen (der. ), Looking into the Future of Cyprus-EU Relations (Baden-Baden: Verlegsgesellschaft, 1999), s. 116.
[12] Ibid., s. 122.
[13] 1960 Anayasasının niteliğinin kısa bir anlatımı için bkz. Clement Dodd, Storm Clouds over Cyprus: A Briefing (Huntingdon: Eothen, 2001), ss. 11-12.
[14] Case of Cyprus v. Turkey, Judgment, 10 Mayıs 2001.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.