Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Kültürel Bellek Mekânı Olarak Türküler

1 18.443

Yrd. Doç. Dr. Veysel ŞAHİN

Giriş

Evrenin ruhunu ontolojik anlamda kendi ruhuyla bütünleştiren insan, yaşamak için durmadan kendine ait değerler yaratır. Yaratılan her kendilik değeri, ait olduğu toplumun bir parçası ve onu kendilik ekseninde tutan koruyucu bir güçtür. Bu güç sayesinde insan, dünya üzerinde bir farkındalıklar bütünü yaratarak kime ve nereye ait olduğunu kavrar. Bu kavrayış özünde, dünyaya kök salmak ve onu anlamlı kılmaktır. Dünyayı anlamlandırmanın en derin fenomolojisi ise dildir. “Milli kimliğin en önemli belirleyicisi ve en önemli temsilcisi” (Buran, 2008: 118) olan dil, insanı evrende diğer canlılardan ayıran en önemli unsurdur. İnsanı, zamansal ve mekânsal boyuta geçmişten geleceğe taşıyan dil, insanın varlık sınırlarını kavramasını sağlayan bir değerler bütünüdür. Bu bütün içinde yansımasını bularak kendi içinde oturmasını öğrenen insan, o dilin varlık alanını güçlendirmek için yeni atılımlarda bulunur.

Türk dilinin kendilik değerleri ve varlık alanını en geniş anlamıyla içeren ve içselleştiren türkü, masal, destan, halk hikâyesi, mani, ninni ve bilmece, gibi edebî türler, Türk milletinin en önemli bellek mekânlarıdır. Bu kültürel bellek mekânları, “hem sosyal hem de zaman boyutta birleştirici ve bağlayıcıdır. Ortak deneyim, beklenti ve eylem mekânlarında “sembolik anlam dünyası” yaratarak, birleştirici ve bağlayıcı gücüyle güven ve dayanak imkânı sağlayarak insanları birbirine bağlar. ” (Assmann, 2001: 21).

Kültürel bellek mekânı, felsefik olarak insan belleğinin dış boyutlarıdır. İnsan kültürel bellek mekânları sayesinde, kendi değerlerini geleceğe devreder. Nitekim kültürel bellek mekânı, kendi olmanın bir ön koşuludur. Zira hiçbir şey, geçmişin oluşması ve geleceğe devredilmesi kadar kolay değildir. Bu açıdan türküler, Türk milletinin geçmiş yaşantıları ve bilgeliklerini, Türkçenin varlık alanı içinde geçmişten şimdiye ve şimdiden de gelecek kuşağa taşıyan edebî türdür.

Evrenin büyülü ve ritmik ruhunu kendi bütünlüğü içinde eriten türküler, Türk milletinin varlığı ve varlık alanını da ses ve melodiye dönüştürür. Bu dönüşüm kaynağını, Türk milletinin yaratıcı bilinç ve muhayyilesinden alır ve dünyaya yeni oturma, katılma alanları açar. Açılan her yeni oturma ve katılma alanı, Türk milletinin kültürel zaman kurgusunu, kendi olana yönlendirir ve ona tabi olanlar arasında bir duygudaşlık bağı yaratır. Bu büyülü duygudaşlık dünyasına girebilmek için, o bellek mekânının değerler düzleminin dilini, yaşam biçimini ve kültürel kodlarını iyi bilmek gerekir. Nitekim “insana tarihselliğini kazandıran, duyumsatan eriştirici niteliğiyle türküler, ontolojik varlık alanı” (Korkmaz, 2008: 129) olarak köksel hatırlatmayı kolaylaştırır. Böylece birey ve toplum, kendi öz imgelerini kullanarak yalıtıklaşıp, problem yitimine uğramaktan kurtulur. Türküler bu yönüyle bir anlam ve değer aktarıcıdır. Kişi aktarılan sıcak kendilik değerlerini türkülerin içinde sıkıştırılmış bir şekilde bulur ve yitip gitmekten kurtulur. Ünlü şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler Dolusu ” adlı şiirinde türkülerin önemini şöyle ifade eder.

“Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler, köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni…
Ben türkülerden aldım haberi.
Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi insan kokar mis gibi toprak”

(Parlatır, 2003: 114-116)

Kendi sesini türkülerin sade ve içten anlatımında bulan şair, yaşamın kutsal ve geleneksel aktarımlarını dilin büyülü dünyasında yeniden keşfeder. Zira türküler, ana sütü gibi temiz, sıcak ve besleyici, buram buram tarih ve memleket kokar. Eyüboğlu da aklın yüce ve büyülü yaratımı olan türküleri, taşıyıcı bir içtenlik mekânı olarak ele alarak memleketin tarihsel bir vesikası olarak değerlendirir.

Mitik anlamda geçmişin kutsal ve örtük öyküsünü şimdide yaşatan türküler, Türk milletinin varlık alanlarını da kendi diliyle genişletip sınırları aşmasına katkıda bulunur. İnsan da bu zengin kurucu kültürel bellek mekânı sayesinde, zaman ve mekânı aşarak bütün insanlığın adına düş kurar.

Mikro kozmik anlamda ait olduğu kavmin kolektif bilinçdışı ve bilinçaltının aynası olan türküler, kendi topraklarının öyküsünü anlattıkça kozmosun -insanın- mitik öyküsüne yeniden göndergelerde bulunur.

Bellek mekânı olarak türküler, savaş, ayrılık, hüzün, aşk, gelenek ve görenekleri simgelerin gizli diliyle bize sunar. Nitekim her türkü, bir yaşanılmışlığın ve deneyimin sonucu ortaya çıkar. Örneğin Nesimi’ye ait olan “Barıştan Yana” adlı türkü, savaşın yıkıcılığını kendi dili ve imge dünyasıyla bütün dünyaya haykırır.

“Yaşayan insanlar el ele verip
Türküler söylesin barıştan yana
Dünya cennetinden çiçekler derip
Türküler söylesin barıştan yana

Uluslar anlaşsın savaş olmasın
İnsanlar yürekten yaralı olmasın
Sözlükte savaştan eser kalmasın
Türküler söylesin barıştan yana”

(Alptekin-Sakaoğlu, 2006: 229)

Savaşın, insan bilincinde oluşturduğu tahribat, açtığı yara, bütün dünyanın karanlık ve yaşanmaz bir yere dönüşmesine sebep olduğu gibi, mutlulukların da ötelenmesine neden olur. Yaratıcı ve evrensel bir atılımla savaşın dili ve yıkıcılığını insan bilincinde yok etmeye çalışan Nesimi, dünyanın bir çiçek bahçesine dönmesini ister. Barıştan yana türkülerin okunduğu bir dünyada, yeni nesillerin, barış türküleri söyleyerek geleceğe koşmasını arzular. Bunu da kendi varlık alanı olan türkülerinin içinde eritmek, evrensel anlamda bütün dünyanın düşünü görmektir. Gelecek kuşaklara, el ele yaşamanın, ne kadar önemli olduğunu belirten “Barıştan Yana” adlı türkü, dünyada savaş dili yerine mutlaka ama mutlaka barışın dilinin kullanılmasını gerektiğini belirtir. Bu bağlamda türküler bize, barış ve insan sevgisini salık verir.

Ait olduğu halkın, tinsel varlığını içinde taşıyan türküler, o halkın kültürel ve tarihsel kodlarını da içinde barındırır. Bu açıdan türküler, bir anlam aktarıcı, taşıyıcı ve kurucudur. Aşık Veysel’in; “Kara Toprak” adlı türküsü, ataların dünyaya bakışı ve dünya yaşantısını ele alışı açısından önemlidir.

“Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim kara topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır.”

(Alptekin, 2004: 246)

Bir kültürel bellek mekânı olarak “Kara Toprak” türküsü, milletin ve insanlığın toprakla olan ilişkisinin mitik bir öyküsüdür. Bu öykü, deneyimlenme yolu ile öğrenilmiş olup, kendisini okuyan herkese insan-toprak ilişkisini açımlar. Fenomojik açıdan toprak, insanın kendisi, dünyadaki yüzüdür. Aşık Veysel de toprağı, evrensel anlamda kişinin yegâne dostu olarak görür. Nitekim arketipsel açıdan toprak, anne rahmi, “anima” (Fordham, 2004: 67-68), doğurucu, besleyici ve kuşatıcıdır. Bütün anlatılarda ülkü değerleri temsil eden toprak, “kara” sıfatıyla metaforik bir bellek mekânına dönüşür. Türküde de dünya ve toprak, bir dost ve anlam taşıyıcı bir unsur olarak anlamlandırılır. “Sarılmak, sadık, dost, bağlanmak, fayda, yar”; gibi açar ibareler, toprak ananın insan zihninde çağırışım değeri en belirgin olan özellikleridir. İnsanın doğumdan ölüme kadar, fiziksel ve tinsel açıdan oturma yeri olan toprak, kültürel bellek mekânı olan türkülerde emek, saygı ve sevgi ile anılır. Daha sonraki kuşaklarca da bu yönde anılması telkin edilir. Bu bakımdan “Kara Toprak” ile insanın kaderi evrensel anlamda bütün insanlığın öyküsünü anlatılır. Zira yaşamın sonluluğu, insanın toprak ile kurduğu ilişkiyi bir emek ve saygı bağlamında ele alınması gerektiği belirtilir. “Kara Toprak” adlı türküde de dönüştürücü güç olarak ele alınan toprak, bizi kendiliğe ve kendimize davet eden en önemli değerler bütünüdür.

Türküler, çağın ruhunu geçmişin bilgelikleriyle birleştiren, zengin bir anlatıma sahiptir. Geçmişin bilgelikle dolu sırlarını ataların sembolik söylemi ile günümüze taşıyan türküler, bize kendimiz olma ve kendilik değerlerimize sahip çıkmayı öğütler. Toplumsal anlamda bizi yitip gitmek ve ötekileşmekten koruyan türküler, yaşanan toplumsal çöküşleri de belleğinde barındırır. Bireysel ölümleri, toplumsal tinde canlı tutan türküler, ait olduğu dilin ve toplumun hafızasıdır. Kaya, “Türk milleti zaferden zafere koşarken yahut imkânsızlıkları yüzünden yaşanılan mağlubiyetler sırasında duygularını, heyecanlarını coşkularını türkülerle dile getirir.” (Kaya,1999: 181) diyerek toplumsal hafızanın mekânı olan türkülerin işlevselliğini vurgular. Ünlü “Yemen Türküsü” de dönemimde yaşanan tarihsel olayı toplumsal hafızada canlı tutar. Nitekim türkü/ler, her zaman bize uyanık kalmayı ve ataların geçmişte yaşadıklarını aktarır. Bir göndergeler bütünü olarak “Yemen Türküsü” de savaşa gidenlerle geride kalanların acılarını, sürekli tarihsel belleğimizde canlı kılar.

“Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır

Adı Yemen’dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir ”

(Kaya,1999: 182)

Toplumsal anlamda Türk halkının yaşam bildirisi olan “Yemen Türküsü”, tarihsel bir anıt gibi Türk tarihi içinde acı ve hüznüyle yerini alır. Kendi ölüm ve acılarını unutarak başka bir milletin yardımına koşan Türk halkı ve askeri, “Yemen Türküsü” her dile gelişinde o simgesel yolculuğa tekrar çıkar. Kendi sınırlarına binlerce kilometre uzak olan Yemen’e ulaşmak ve oradaki insanları savunmak için büyük bir mücadelenin içine giren Türk askeri, bu türküyle tekrardan anılır. Zira yalnız anılarımızı değil, içimizde taşıdığımız bütün atılımcı ruhu da bu türküyle Yemen’in sınırlarına katarız. Türkü bu yönüyle tarihsel göndermelerde bulunarak Türk milletinin bilinçaltında yatan sembolleri de açığa vurur. Kültürel bellek mekânı olan türküler, insana tarihselliğini duyumsatan, ontolojik bir varlaşma alanıdır. Bu alan, her anımsamada kendini biraz daha canlı kılar. Böylece toplum, kendi dili, geleneği ve yaşam biçimini yeniden oluşturur.

Yaşamın sonluluğunu dilin sonsuzluğu ile kucaklayan türküler, ölümlü insanı da toplumsal belleğe taşıyarak onu ebedî kılar. Özellikle metin içinde geçen mahlaslar ve türkünün adına yakıldığı kişi veya olaylar, zaman ve mekânda ölümsüzleşerek milletin bilinci ve belleğinde sonsuza dek yaşartır. Karacaoğlan, Gevherî, Ercişli Emrah, Aşık Ömer, Ruhsatî, Aşık Diyarî, Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş, Aşık Mahsunî Şerif, Aşık Veysel, Ozan Arif, Hacı Taştan vb. gibi türkü dostları, saz ve nağmenin her teline dokunuşunda kendilerini ölümsüzleştirir. Örneğin Karacaoğlan (1636-1686) yılları arasında yaşamasına rağmen yazdığı, yaktığı türküler onu kültürel bellek mekânlarımızdan silinmekten kurtarır. Eserlerinde hiçbir sanat endişesi taşımayan Karacaoğlan’ın hayatı, türkülerinde bütün yönleriyle yer alır. Zira türkü yakmak, âşık olmayı, aşık olmak ise yanmayı, yanıp dünyanın rüyasını görüp onun sesi olmayı gerektirir.

“Karacaoğlan eğmelerin
Gönül sevmez değmelerin,
İlikleşmiş düğmelerin
Çözer Elif Elif deyi. ”

(Alptekin, Sakaoğlu, 2006: 61)

Karacaoğlan’ın sesinde evrenin saklı bilgelikleri ve erdemi, onu dinleyen herkes tarafından bir kendilik değerine dönüştürülür. Yaşamın kutsal öyküsünü, kendi iç yangınıyla bütünleştiren Karacaoğlan, gönül kapısını tek tek, bir bir ehli hakikate açar. Her iliklenmiş düğme, bireyin kemale erişmesinde bir eşiktir. Eşikler ise “Elif’ açar ibaresi ile açılır.

Nitekim “Elif’ simgesi “Mutlak Ben”in yani Allah’ın kendisidir. Ancak aşık ile maşuk bu iklimde “Elif’ ile bütünleşerek varlığını ruhsal anlamda tamlığa ulaştırır.

Kültürel bellek mekânı olarak simgelerin diliyle “kökenörnekler” (Lings, 2003: 12) hakkında bilgi veren türküler, insana dünyadaki yitik tamlığını da hatırlatır. Evrenin taşıyıcı ve aktarıcı bilinci olan insan, içinde taşıdığı kökenörneklerinin yardımıyla bir başkasına dön(üş)mek-öteki olmaktan kurtulur. Yaşamın sıradanlığı içinde “bölünen insan bilinci” (Jung, 1999: 97), kültürel bellek mekânı olan türküler vasıtasıyla tamlığa ulaşarak bölünmekten kurtulur. Böylece bireyin varoluşsal atılımları, toplumsal varoluşa dönüşür. Bu dönüşümle toplum, mimetik belleklerinin “temel ontolojik güvenliğini’ (Laing, 1993: 41) sağlar ve kendi benliğini tanır, tanıdıkça da ataların ruhunu keşfeder. Atalar kültünün bilinci ve ruhunu keşfettikçe de içinde taşıdığı içtenlik değerleri ve imgeleriyle yüz yüze gelir.

Kültürel ve tarihsel boyutlarıyla simgesel kodlar dizgesi olan türküler, bir içtenlikler bütünüdür. Türkülerdeki içtenlik imgeleri, aşk, sevgi, ayrılık, ölüm, yiğitlik, cömertlik, yardımseverliğe dönüştükçe, yerelden evrensele genişleyen bir perspektifle bütün insanlığı kucaklar. Bu bağlamda türküler, bireyin dünya üzerindeki varoluş serüvenini derin bir anlatımla ele alır. Aşk, sevgi ve ayrılık ise bu uzun süreçte duyguların en derin ve acısı, türkülerin en yanık olanıdır. Erzurumlu Emrah’a ait “Elagözlerini sevdiğim dilber” adlı türkü buna güzel bir örnek teşkil eder.

“Ela gözlerini sevdiğim dilber
Sen benim derdimden deva bilmezsin
Sen nasıl tabipsin, yoktur ilacın
Yürekte yaramı sarabilmezsin. ”

(Köprülü, 2004: 639)

İçtenlik değerleri ve imgelerini sade bir dil ile ortaya koyan türkü, aşkın yakıcılığını, sevgilinin ateşten ela gözlerinde bulur. Çünkü göz, gönül kalesine açılan en derin ve önemli kapıdır. Sevgili, aşığı ela gözleriyle kendi kalp kalesine alır ve orda kendisine tutsak eder. Âşık, göz ile sevdiği dilber arasında böylece iletişim kurar. Ancak sevgili kendisine umarsızca bağlı olan kişiye yüz vermez. Âşık ile maşuk arasındaki bu hazin durum, hasta ile doktor arasındaki ilişki ile özdeşleştirilir. Doktor, hastanın tedavisini yapan onu sağlığına kavuşturan kişidir. Ancak âşık, sevgilisinin aşk acısına deva bulmak yerine onun aşk ateşini iyice arttırır. Halk edebiyatında psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla derin bir şekilde ele alınan aşk ile sevgili ilişkisi, ela gözlü dilberin kimliğinde yeniden dile getirilerek, âşık olan ve bu aşktan yanan kişilerin sözcüsü haline gelir. Zira türkü yakmak, onu yakan için, yaktığı şeye dönüşüp onda yanmasını gerektirir. Türküler, bu yönüyle en iyi aşk/sevgi, ayrılık, savaş vb gibi öyküleri içinde barındırır. Kendisinden önce yaşanmış aşkların acısını büyülü ve ritmik sesle içlerinde duyan dinleyici ya da günümüz âşıkları, yalın ve simgesel anlatımıyla aşk ve onun merhalelerini yeniden okuyarak anlamlandırır.

Anonim dünyanın büyülü ve güzel ürünleri olan türküler, fenomonolojik açıdan insanın dünya üzerinde kurduğu, oluşturduğu ilişkiler ağını ele alır. Türkü, taşıdığı birincil anlamının dışında bir üst anlatım olarak bireyin ve ataların dünya üzerindeki atılımlarını, rüya, hayal ve dönüşümlerini içerir. Her türkü farklı bir kimliğe sahiptir. Müstakil olarak ele aldığında ise kendi içinde bir öyküsü olduğu ortaya çıkar. Bu bağlamda bütün insanlığın şarkısını yeryüzüne fısıldayan türküler, bireysel varoluşun da bir gerekliliğidir.

Bireyin, dünya üzerindeki yolculuğunu anlatan “Yüce Dağ Başında Yanar Bir Işık” adlı türkü, bireyin- kahramanın bireyselleşme sürecinde yaşadıklarını bilincimize kazır.

“Yüce da başında yanar bir ışık
Düşmüşüm derdine olmuşum âşık
Ağ buğday benizli zülfü dolaşık

“Dividim kalemim yazarım
Böyle bir yavrunun derdi var bende
Yar bende oy bende
Ana ben gidiyom sen hemen ağla
Yar ağla dön ağla”

(Özbek, 1975: 256-257)

Bireyin, dünya üzerinde serüvenini kendi içtenlik imgeleriyle ortaya koyan türkü, dünyayı bir oturma yeri haline getiren insanın bu süreçte yaşadıklarını içerir. Genel bağlamda “ben”, “sen” ve “aşk” ibareleri üzerine oluşturulan üçgen arzu, özne yani “ben”in, “aşk” nesnesi vasıtasıyla “sen” (dolayım) de erimesine neden olur. “Ben”, türkünün yönlendirici gücüdür (Girard, 2001: 82-83). Atılım ve yönelişler, “ben’den “sana” doğru akarak aşağıdaki daimi türkü üçgenini oluşturur. Aşağıdaki daimi türkü üçgeni, evrensel anlamda dünya yolcuğuna devam eden insanın, yatay ve dikey boyutlarıyla ontolojik sınırlarını gösterir.

Daimi Türkü Üçgeni

Türküde özne, konumundaki “ben”, dolayımcısı olan “sen”de bütünleştikçe aşk yani nesne, derin bir yapıya dönüşür. Zira bütün yolculuklar, evrensel anlamda yüce dağ başı olarak adlandırılan dünyada, bir ışık- bilgilenme süreci- bir yansımadır. Bu yolculukta düşmek, kaçınılmaz olarak insanın başına gelecek olandır. Türküde özne konumundaki “kahramanın hayatı, gerçek bireyselliğin somutlanışı olmaktan çok bireyselliğin, doğumun habercisidir.” (Harkheimer, 2008: 147) İnsanın bireysel doğumunun habercisi olan dünyaya sürçme ve bu sürçme sonrasında cennet bahçesinden kovulup “Mutlak Ben” de kayboluş, aşk acısını derinleştirir. Simgesel anlamda sevgilinin yani “sen”in, aşkla bizleşmesi, yârin buğday renkli yüzünde kutsallaştırılır. Buğday, emek, ekmek ve kutsal olanı simgeler. Sevgilinin yüzünün buğday kutsalına benzetilmesi, ona saygı ve sevgi gösterilmesi gerektiği vurgular. Bu süreçte buğday renkli kutsal (sevgili) yüz, aşk arzusuyla divit ve kalemin ucunda metinleştikçe dünya yolcuğu kahraman veya özne açısından trajikleşir. Bu yönüyle türküler, yatay boyutuyla halin, yani şimdinin yaşanan görüntüleri, dikey boyutuyla ise zamanla değişmeyen ezeli hakikatlerin kendisidir. Türkülerin dilinde sese dönüşen bu ezeli hakikat, bütün yakın ve uzak geçmişin gelecekteki tohumu haline gelerek varlık ile özü arasında bir bağ kurar. Bu bağlamda “hayatın sürekliliği içinde bir yığın değişmeye rağmen daimi kalan yanımızı ifade eden” (Tanpınar, 2000: 329) türküler, evrenin kurucu bilinci olan insanın öyküsünü mitik bir enerji ile geçmişten şimdiye, şimdiden geleceğe taşıyarak yaşanılmışlıkları bir deneyimler belleğine dönüştürür. Her deneyimsel öğreti, evrene ruhu sinen insan için bir simgesel dönüşümdür. Bu dönüşümde birey ve toplum, ontolojik anlamda kendini sonsuza kadar varlaştırarak soylu bir canlı haline gelir.

Kültürel bellek mekânı olarak “mitolojik dönemden günümüze uzanan uzun ince bir çizgide Türklerin sosyal, siyasî ve kültürel hayatının her safhasında ve sayfasında yer alan. ” (Yakıcı, 2007: 13) türküler, atalar kültü ve dili olarak milli bilincin uyanık kalmasını sağladığı gibi ait olduğu topluluğun zaman ve mekân içindeki yaratıcı dönüşümlerini bir ayna gibi yansıtır. Aşık Veysel’in de dediği gibi,

“Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başka olmasa ”

(Güzelliğin On Para Etmez, Alptekin, 2004: 151)

Fikir ve yaşamların taşıyıcı gücü olan ve “bizi adeta, kendi dar kabuğumuzdan taşıran, bir zevk ve heyecanla büyüleyen” (Güney, 1956: 13) türküler, insanlığın evrensel anlamda ülkü değerlerini aşk, sevgi, hüzün, ayrılık, barış ve mertlik gibi izlekler etrafında “ben”den sana, “sen”den “bize” dönüştürür. Böylece evrenin kutsal mitik öyküsünü, Türkçenin varlık alanı içinde yeniden anlamlı hale getirir. Türk milletinin kökene ilişkin öykülerini, davranış ve düşüncelerini, zaman ve mekânın döngüsel darlığından kurtaran türküler, yalıtıklaşan değerleri ve psişik tıkanma süreçlerini aşıp kendilik ekseninde yeniden kurdukça evrensel serüvenini tamamlar. Kurt ile koyunun bir arada gezmesi, ontolojik anlamda yaşaması, dünyayı insanlık adına anlamlandıran bir milletin, zıtlıkların bir bütün olarak nasıl varlaştığını göstermesi açısından da önemlidir.

Sonuç olarak türküler, kültürel bellek mekânlarını içtenlik imgeleriyle güçlendirerek Türk milletinin bir farkındalık bütünü oluşturmasına katkıda bulunur. Bu katkıyla birey ve toplum, kendi sesini, varlığını yitip gitmekten kurtarır. Nitekim Türk milletinin evrendeki tarihsel sesi olan türküler, her yakıldığı ve yankılandığı yeri içtenlik mekânına dönüştürerek dilimizi, kültürümüzü ve ontolojik olarak varlık alanlarımızı genişletir. Bu açıdan yatay boyutu ile dış dünyayı, dikey boyutu ile ise insan(lığ)ın içsel öyküsünü işleyen türküler, mikro kozmik anlamda Türk milletinin, makro kozmik anlamda ise evrenin seslerle örülü öyküsünü içerir.

Yrd. Doç. Dr. Veysel ŞAHİN

Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ELAZIĞ. Email: veyselsahin68@mynet.com.tr.

Alıntı Kaynağı: “Kültürel Bellek Mekânı Olarak Türküler” Kültürümüzde Türkü Sempozyumu Bildirileri.


KAYNAKÇA
♦ Alptekin, Ali Berat (2004), Aşık Veysel, Türküz Türkü Çağırırız, Ankara: Akçağ Yay.
♦ Alptekin, Ali Berat- Sakaoğlu, Saim (2006), Türk Saz Şiiri Antolojisi (14-21. Yüzyıllar), Ankara: Akçağ Yay.
♦ Assmann, Jan (2001), Kültürel Bellek, (Çev., Ayşe Tekin), İstanbul: Ayrıntı Yay.
♦ Buran, Ahmet (2008), “Atatürk ve Türk Dili”, Makaleler, (Haz., Ercan Aklaya vd.) Ankara: Turkısh Studies Yay.
♦ Fordham, Frieda (2004), Jung Psikolojisinin Ana Hatları, (Çev., Aslan Yalcıner), İstanbul: Say Yay.
♦ Girard, Rene (2001), Romantik Yalan ve Romansal Hakikat (Edebi Yapıda Ben ve Öteki), (Çev., Arzu Etensel İldem), İstanbul: Metis Yay.
♦ Güney, Eflatun Cem (1956), Halk Türküleri-2, İstanbul: Yeditepe Yay.
♦ Harkheimer, Max (2008), Akıl Tutulması, (Çev. Orhan Koçak), İstanbul: Metis Yay. Jung, Carl Gustav (1999), Keşfedilmemiş Benlik, (Çev., Canan Ener Sılay), İstanbul: İlhan Yay.
♦ Kaya, Doğan (1999), Anonim Halk Şiiri, Ankara: Akçağ Yay.
♦ Korkmaz, Ramazan (2008), Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Ankara: Grafiker Yay.
♦ Köprülü, Fuat (2004), Saz Şairleri, Ankara: Akçağ Yay.
♦ Laing, R.D. (1993), Bölünmüş Benlik, (Çev., Selçuk Çelik), İstanbul: Kabalcı Yay. Özbek, Mehmet (1975), Folklor ve Türkülerimiz, İstanbul: Ötüken Neşriyet.
♦ Parlatır, İsmail (2003), Güzel Yazılan Şiirler, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay. Tanpınar, Ahmet Hamdi (2000), Huzur, İstanbul. Dergah Yay.
♦ Yakıcı, Ali, (2007) Halk Şiirinde Türkü, Ankara: Akçağ Yay.
1 yorum
  1. İhsan Kurt diyor

    TÜRKÜLERLE SELAMLAR OLSUN
    Üçlerimizle, yedimiz, kırkımız
    Türkü çığrır, türkü söyler Türkümüz
    Budur bizim başkasından farkımız
    Sazım türkülerle selamlar olsun !
    Türkülerimizde duyduk gurbeti
    Türkülerimizle bildik hasreti
    Halkımızın dili, gönül serveti
    Tezim türkülerle selamlar olsun !
    Sevdaları göğerten de türküler
    Sarmalayıp büyüten de türküler
    Gülen türküler, ağlayan türküler
    Sözüm türkülerle selamlar olsun !
    Kahramanlardan ses, yiğitçe eda
    Ferhat’ın külüngü, Mecnunca sevda
    Neşeli konuşma, hüzünlü veda
    Bizim türkülerle selamlar olsun !
    Yanan türküler, yakılan türküler
    Gözümüz gibi bakılan türküler
    Gönül dalına takılan türküler
    Gözüm türkülerle selamlar olsun !
    Selamda dostluk var, selamda barış
    Kini bırak selamlaşmakla yarış
    Türkümüzle selam gönülden sarış
    Özüm türkülerle selamlar olsun !
    İhsan KURT (1995)

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.