Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

İlim Ve Sanat Tarihimizde Fatih Sultan Mehmed

0 13.962

Ord. Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER

Fâtih Sultan Mehmed şüphesiz ki dünya tarihinde üzerinde behemahal durulması icap eden Osmanlı Türk hükümdarı ve âlimlerin hâmisi, milletlerarası şahsiyetlerin en mühimidir. Bir defa çocukluğundan, ölümüne kadar ilim ve iştigali bırakmamıştır. Baba ve dedeleri de ilmi himâye etmişlerdir. Orhan Bey’den itibaren hepsi birer medrese yaptırmış ve civarlarını diğer mamurelerle süslemişlerdir. Lâkin 22,5 yaşında İstanbul’u mühim bir ordu ile aldıktan sonra dünya ilim âleminde 16 kolejli bir Külliyeyi (Üniversite) kurmak şerefi kendisine müyesser olmuştur.

İstanbul fethine kadar medreselerimizde ancak nakli “şer’i” ilimler öğretilirdi. Lâkin Fâtih, çocukluğundan beri inkişaf eden araştırıcı kafası ile akli “fenni-scientifique,” ilimlere merak sardırmıştır. Onun için devrinde yanına getirdiği en seçkin âlimlerle müspet düşüncelerin ve ilimlerin medreselerinde de okutulduğunu görülmektedir.

Fâtih’in ilimde takip ettiği yol 31 yıllık saltanat zamanında çok verimli olmuştur. Lâkin halefleri bu yoldan yürümemişlerdir. Fâtih’in çocukluk, veliahtlık ve padişahlık devreleri bu noktadan incelenmeğe değer.

Fâtih’in çocukluk devri iyi araştırılmamıştır. Tarihler yanlışlıkla onu Sırp prensesi ve Il’nci Murad’ın eşlerinden “Mara”yı annesi olarak göstermek isterler. Bursa’ya ait şer’iye sicillerine göre[1] Fâtih “Hümâ Hâtun”, namında bir kızdan Edirne sarayında, babasının Rumeli fethine ara verdiği yani Edirne’de bulunduğu bir zamanda doğmuştur. Fâtih’in en doğru doğum tarihi budur:[2]

26 Recep 835 (1432) Sebt “Cumartesi” gecesi seher vaktinde saat sekizi dört geçe.

Çocukluğunda dâyelerle büyütülmüştür. İçinde en marufu…. İstanbul ve Rumeli’de hayrâtı olan “Dâye Hatun” dur.

II. Sultan Murad’ın oğludur. Usulen önce Amasya sancağına çıkarılmış, sonra Manisa’ya gönderilmiştir.

Annesi, 1449’de Mehmed Çelebi 18 yaşında iken ölmüştür. Oğlunun iki sene sonra tekrar tahta geçişini görememiştir. Ama birincisini idrâk etmiştir. Fâtih’in annesi vefatında kaç yaşında idi bilmiyoruz. Neden öldüğü de malûm değildir. Lâkin Bursa’da kendisinden iki sene sonra ölecek zevci II. Sultan Murad’ın türbesinden 100 metre ilerisine müstakil bir yere gömülmüştür. Kapısı üzerinde Mehmed Çelebi’nin[3] annesi olduğu yazılı ise de ismi yoktur. Yalnız Hâtun diyor. Türbenin inşası o devrin tarzındadır. İçinde süsleri de yine o devirde görülenlerin en güzellerindendir.

Rivâyete göre Mehmed Çelebi çocukken okumağa hevesli görünmüyor. Bu cihetle tahta vârisi olan oğlunun bu halinden, ince, hassas, şâir, âlim babası Il’nci Sultan Murad, endişededir. Zira onu okutmak için sancağa yollanan hocalar muvaffak olamamışlar ve genç şehzâde ile bir türlü anlaşamamışlardır.

Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed’in yaptırdığı “Yeşil Sultaniye” medresesinde müderris olan Molla Yegân “Mehmed bin Armağan” bir sene Hacca gider. Dönüşte mu’tâd vechile ilmi temaslarda bulunmak gayesiyle Mısır’a uğrar. Orada tahsilini henüz bitiren genç ve kuvvetli âlim Molla Gürâni ile tanışır. Bu olgun ve ciddî âlimi pek beğenir, beraberce Anadolu’ya “Ruma” yani Türkiye’ye gitmeği teklif eder. Molla Gûrani bu arzuyu kabul eder. Beraberce Bursa’ya gelirler. Molla Yegân usulen II. Sultan Murad’ı ziyarete gider. Molla Gûrânide beraberdir. Lâkin, yanına girmez, dışarıda kalır. Padişah bu ziyarete memnun olur. Bana Hacdan ne hediye getirdin diye sorar. O da kapının arkasında hazır duran Molla Gûrani’yi içeri alarak takdim eder. Molla ile görüşürler. Pâdişah onu pek beğenir. Ciddiyet ve ilmine hayran kalır. Söz Mehmed Çelebi’ye intikal edince daha henüz Kur’anı bile sökemediğinden üzüntü ile bahsederek onu hoca olarak intihâp eder.

Bu ciddi ve okumayanlara karşı aslâ müsamahası olmayan Molla Gûrâni genç şehzâdenin ilk dersinde yanına sopa ile girer. Mehmed Çelebi’nin yeni hocasının sopa ile yanına girmesi tuhafına gider ve tecessüsle bunun neye yarayacağını sorar. Molla Gûrâni kesin olarak şu cevabı vermiştir.

– Eğer okumakta tekâsül gösterirseniz padişah babanızın emriyle bunu istimâle mecbur kalacağım.

Bu söz Çelebi’ye kâr etti veyahut bir defa da belki tecrübe edildi de okumağa başladı denir. Lâkin biz dimağının inkişafa başlaması bu âne rastladı düşüncesindeyiz.

Mehmed Çelebi artık zamanı geldiğinden okumağa başlar. Şehzâde belki tehdit üzerine Namık Kemal’in ifadesiyle “avcı elinde muztar kalmış arslan yavrusu gibi bir şeye muktedir olamayarak çaresiz derse başlamış, fakat nefsince bir eziyet bildiği tahsili ilerlemiş, fıtratında gizli istidât inkişafı lezzet ve haz duymuştur”.[4]

II. Sultan Murad, Mehmed Çelebi’nin okumağa başlaması haberini çok sevinmiştir. Artık çocukluğunda okumağa bu kadar hevessiz gibi görünen Mehmed Çelebi daha gençliğinden itibaren ilim ve marifetini hakkıyla hâmisi olmuştur.

Mehmed Çelebi, dünyaya ve hükümdarlığa rağbet göstermeyen, inziva ve sükûnu seven babası II. Sultan Murad’ın tahtından feragatle Dimetoka’ya çekilmesi üzerine, 1443’de 14 yaşında hükümdar olur. O zaman onun hocaları arasında Molla Hüsrev’i de buluyoruz. Bu zât da Molla Gûrâni gibi Mehmed Çelebi’nin yalnız zamanının ilim hâmisi değil, âlimlerinden biri olmasına âmil olmuştur.

Sultan Mehmed Çelebi ilk hükümdarlığı zamanında, harici bazı karışıklıklar olur. Kendisi bizzat babasını tahta avdete dâvet eder. Hükümdarlıktan çekilir, yine Manisa’ya valiliğine döner. Onu bu sefer Molla Hüsrev takip eder ve ikinci defa 1451’de tahta geçinceye kadar yanından ayrılmaz. Fâtih bu fâsılada bütün vaktini bu kıymetli hocalarıyla ilme vermiştir.

Fâtih’in tahttan uzaklaşması muhakkak ki çocuk denecek kafasını üzmüş olmalıdır. Buna sebep olanlara pek de iğbirarını unutamadığı söylenir. Bu ikinci veliahtlığı zamanı hakkında pek hayırlı olmuş ve etrafını saran güzide hocalarla ilim âleminin hakikaten iftihar edeceği bir şahsiyet olmuştur. Aklî ve naklî ilimlerin bütün teferruatını öğrenmiştir. Bu fetret devri onun istikbaldeki saadetini doğurmuştur. Hükümdarlıkta kalsa idi belki muktedir bir hâkim olacaktı. Fakat bu inziva devri ona bir de âlimlik sıfatını bahşetti.

Fâtih’in bu devredeki hocaları Molla Gûrâni ve Molla Hüsrev’den ibaret olmamalıdır. Hepsini bilmiyoruz. Fakat hükümdar olduktan sonra bazı kıymetli âlimleri kendisine fahri olarak hoca geçmiştir. Bunlar, “Müderrisi Sultani” pâyesini alıyorlar ve nezaketen hükümdara bazı metinleri şerh ediyorlar. Onun için hal tercümelerinde Fâtih’e şu metni okutmuştur diye yazılıdır. Bunlar müteaddittir. Molla Hatipzâde Fâtih’in bu kabil hocalarındandı. Bu molla kadar kibirli ve müteazzim bir zatı kendisine hususi hoca seçmesinden bir maksadı olmalıdır. Çünkü o zâhiren Fâtih’in elini öpmez ve önünde eğilmezdi. Fakat bu da muhakkak ki makamda oturana yapılacak bu hürmetin makama yapıldığının farkında değildi. Makamda oturan bir gençti ama nihayet enferiyör görülecek bir vaziyette değildi. Hem ailece ve hem de kafaca asîldi ve sonra geniş bir Türkiye imparatorluğunun başı idi Hatipzâde’nin makamına olan bu kibri şayanı dikkattir. Bu adamı kendisine fahri hoca seçmesi biraz da onun marazi kıskançlığına mâni olmak içindi diye düşünülebilir ama bu tevcih onu bu sefer azametli ve kendisini çok beğenir bir insan yapmıştır. Diğer değerli hocaları arasında Molla Hoca Hayrüddin ve Molla Sıracüddin Mehmed Çelebi vardır. Sonra Fâtih yanına seçeceği hocaların yaşına değil başına bakardı. Hattâ kendisinden bir kaç yaş genç olan Sinan Paşa’yı da kendisine hoca seçti.

Molla Hocazâde, Molla Hatipzâde, Molla Hasan Samsunî, Sinan Hocapaş, Molla Abdülkadir Hamidi ve Molla Ahmed Paşa da kısmen hocası idiler ve kısmen muhasipliğini, yani bir nevi huzurda konuşmağa ve diğer âlimlerle muhasebe etmeğe mezun huzur hocalığı yapmış oluyorlardı. Sonra bunlar arasında muhasiplikle kalmayarak sırf hocalığı da beraber yapanlar vardı ki son üçü bunlardandır. Lâkin bu arada Arapça, Farsça, Fransızca ve Türkçe şiir söyleyen ve Kadii Beyzavi tefsirine hâşiyesi olan “İbn Temcid” de muallimleri arasında sayılmaktadır.[5] Sultan Mehmed’in tahta çıktığı sene, 1451’de ölmüştür.

Manisa inzivası Sultan Mehmed Çelebi’ye cidden faideli olmuştur. Bilâhare ilerleteceği tarih bilgisinin esaslarını bu devrede öğrenir. İstanbul fethi meselesi daha çocukken dimağını işgal etmiş ve üzerinde meşgul olmuştur ki tahta geçer geçmez hemen hazırlıklara geçmesi de zihninin bu mevzuda hazırlıklı olduğunu gösterir.

Yine bu inziva devresinde kitap ve kütüphane mefhumuna çok bağlanmış ve Manisa’daki hususî kütüphanesini inkişaf ettirmiş ve kıymetli eserleri çoğaltmıştır. Esasen dedesi olan Çelebi Sultan Mehmed kitap ve kütüphaneye meraklı idi. Ona da bu merak maalesef indî olarak okuma ve yazması olmadığı söylenen dedesi I. Sultan Murad’dan geliyor ki onun bir okur yazar ve Arapçaya da vâkıf bir hükümdar olması ihtimali üzerinde çok duruyoruz, çünkü hususî kütüphanesinin bir eseri elimize geçmiştir.[6] Torunu Çelebi Sultan Mehmed’in hususî kütüphanesine ait bir çok esere rastladık. Hepsinde de kendi el yazısıyla Malîkühül Veliyyül Hamid Mahemmed bin Bâyezid temellük kitâbeleri vardır.[7]

Çelebi’nin oğlu ve Sultan Mehmed Çelebi’nin babası ilme, sanata, edebiyat ve musikiye meraklı ve bunları eserlerinden takip eden ilim ve âlim âşıkı Il’inci Sultan Murad’ın gayet güzel ve sureti mahsusada yazdırılmış ve tezhip ve teclit edilmiş kitaplarla dolu bir kütüphanesi vardır. Her ne kadar ilk çocukluk yaşlarında okumağa heves, yaşı gelmediğinden, ilmi önceleri sevmediği mânası çıkarılan Fâtih’in okumağa ve yazmağa başladıktan sonra bu kütüphane içinde kitap ve kütüphane zevk ve hevesiyle büyüdüğüne ve bunu sevdiğine şüphe edilmemelidir. Çünkü o kitap toplamakla kütüphanesini zenginleştirmekte şark hükümdarları arasında en ileri bir mevki’ almıştır. Oğlu II. Sultan Bâyezid de kitap ve kütüphane merakını daha çocukluğunda baba ve dedesi kitaplarından öğrenmiştir ki onun da babasından kalan ve ayrıca elde ettiği kıymetli kitapların yekûnu üzerinde takdirkârlık ve hayranlık uyandıracak derecededir.

Sultan Mehmed Çelebi bu tesirlerle kütüphanesini daha Manisa’da iken kurmuş ve ikinci defa tahta geçince babasının kitaplarıyla ve sonra hususi hayatlarına ve saraylarında tesis ettiği nakışhanede yeniden istinsah ettirdiği kitaplarla zenginleştirmiştir ki bunun hemen dörtte üçü elimizden geçmiştir.

İşte Sultan Mehmed Çelebi’nin bu kütüphanesi üç defa yer değiştirir. İlk önce Manisa’da gelişen bu Kütüphane 1451’de Edirne sarayına taşınır, fetihten sonra da İstanbul’a önce Eskisaray’a sonra Yenisaray’a yerleştirilir.

Saraydaki bu hususi kütüphanesinin ilk Hafızıkütübü fahri hocalarından Sinan Hocapaşa’nın tavsiyesiyle Fâtih’e takdim edilen Tokatlı Molla Lütfi’dir. Bu Fâtih’in kitaplarından emriyle seçerek Külliye’nin medreselerine götürmüştür. Yani Fâtih’in İstanbul sarayındaki kütüphanesinden Zeyrek ve Ayasofya, Fâtih Camii, 8 “Semâiye,” medreselerine olmak üzere 11 kütüphaneye eser vermiştir.[8]

Bir taraftan hattatlarına yazdırarak ve nakışhanesinde tezhip ettirerek birçok eserleri kopya ettirmiş ve süsletmiştir ki bunlar o devrin ince sanatlardaki zevkinin tenevvüünü gösterir emsalsiz ve pek kıymetli sanat eserleridir. Bunlar yalnız süslü ve güzel olmakla kalmamış bu sâyede bir çok nâdide eserler de çoğalmıştır. Bunların mühim bir kısmını aklî “fennî” eserler teşkil eder.

Fâtih’in Bildiği Lisanlara Gelince

Fâtih küçükken iyi Arapça öğrenmiştir. Kütüphanesindeki kitapların hemen hepsi Arapça yazılmıştır. Hattâ kendi adına istinsah edilmiş ve süslenmiş kitaplar arasında daha henüz Türkçesine rastlamadık. Çünkü hususî kütüphanesi ve kendi şahsına ait yazılmış eserlerin hemen yarısı elimizden geçti. Farsça eser vardır, lâkin azdır. Şarktan gelen ve Farsça bilen âlim, fâzıl ve şairlerle konuşacak kadar Farsça bildiğini kabul ediyoruz. Fâtih, Arap ve o zaman Acem denen İran edebiyatını iyi bilen bir şairimizdir. Mükemmel bir divanı vardır. şarkın bu iki yaşayan dilinde tasarrufa kâdir olduğu muhakkaktır. Bittabi’ Türkçesi de iyi ve kuvvetlidir. Bunlardan başka dil biliyor mu idi? biliyordu veya bilmiyordu da denemez. Rivâyetler Lâtince, Yunanca, Slâvca ve hattâ İbrânice bildiği yolundadır. Bizce bunları öğrenmesine lüzum yoktu. Bunlardan bir metin okumak istediğini de zannetmiyoruz. Sonra ilmi kitaplarda geçen bazı Yunanca ve Lâtince ıstılâhları belki biliyordu.

Üvey validesi D. Mara sarayında belki Mehmed Çelebi ile meşgul olmuştur. Sonra sarayda rehine olarak tutulan Bizanslı prens ve sonra İskender bey diye meşhur olan bir Arnavut Prensi ile çocukken oynarken bazı cümleler öğrenmiş olabilir. Bu cihetle belki biraz gelip geçici İslâvca veya Yunanca da bilebilir. Fakat bu rivayetler ne kadar mevsuk olsa Mehmed Çelebi’nin bu dillere vukufunu gösteremez.[9] Zira o bütün fenleri varsa Yunanca asıllarından değil Arapçaya tercümelerinden takip etmiştir.

Sultan Mehmed Çelebi ilmî tahsil ve terbiye ile o hale geldi ki âlimler olmayınca seferlere gidemez ve gezmelere çıkamaz oldu. En mes’ud zamanlarını onlarla mübahase ederek ve âlimleri birbirleriyle mübahase ettirerek geçerdi.

Devlet idarelerinde, harp meclislerinde, ilmî toplantılarda olduğu gibi daima onlardan istifade etti. Âlimlerle daima müşavere edildi. Yanına beğenip de seçtiklerinden birçokları olmadan harp ve sefere çıktığı vâki değildi. Bunlar kısmen zamanın âlimlerinin hâl tercümelerinde yazılmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed yeni hükümdar olunca Edirne’ye zamanının meşhur lâkin ismini bilmediğimiz bir Arap âlimi gelerek âlimlerimizle mübahasede bulunur. Ve lâkin konuşmalarında bu yabancı âlim dirâyetini ispat eder. Buna karşı bizden kuvvetli birinin çıkmadığına üzülür. Molla Gürani’yi Mısır’dan getiren Molla Yegân’ın talebesinden ve bilâhare ona damat olarak Sivrihisar “Seferihisar” medresesi müderrisliğine ve kadılığına tâyin edilen Hızır Bey Çelebi’yi kendisine methederler. Yabancı âlimin karşısına ancak o çıkabilir, denir. Sivrihisar’a adam gönderilerek dâvet edilir. Hızır Bey Çelebi o tarihlerde 45-49 yaşlarındadır. Genç, ufak yapılı, üstelik de sipahi kıyafetiyle karşısına çıkan bu mütefekkir âlimimizi Arap âlimi gülümseme ile karşılar. Toplantıda Sultan Mehmed Çelebi de vardır. Yabancı âlimin suallerine Hızır Bey muvaffakiyetle cevaplar verir. Bir zaman gelir, boyuna sualler soran ve karşısındakini küçümseyen âlim susmağa mecbur kalır. Zira soracak bir şey kalmamıştır. Hepsinin cevabını alır. Sıra Hızır Bey’e gelince o da aldığı müsaade ile 16 sual sorar. Lâkin bunlara o âlimden cevap alamaz. Bu beni susturdu, mübahaseyi kazandı der ve önce onu iyi karşılamadığından dolayı özürler dileyerek susar.

Fâtih hazretleri Hızır Bey’in bu muvaffakiyetinden o kadar sevinç duyar ki, hemen kalkıp arkasından en kıymetli kürkünü çıkarıp Hızır bey’in arkasına hil’at gibi giydirir.

İşte Hızır Bey’le Sultan Mehmed böyle karşılaşırlar ve onun liyakatini yakinen görür, Bursa’da Sultaniye medresesine tayin eder, İstanbul’u alınca da kadı olarak nasbeder.

Misâl olarak tafsil ettiğimiz bu ufak hâdise daha tahta ilk oturduğu zamandan itibaren, Sultan Mehmed’in ilmi mübahase ve münazaralara ve hattâ münakaşalara ne kadar ehemmiyet verdiğini gösterir.

Bir misâl daha verelim: Hâdise İstanbul fethinden önce yukarıdaki gibi Edirne’de olur.

Devrinin güzide âlimlerinden ve babası zamanından beri şeyhülislâm Molla Fahreddin A’cemi doğruluğu ve kemaliyle kendisini Fâtih’e sevdirmiştir. O sıralarda Hurufiye taifesinden Tebrizli Fazlullâh Hurufi’nin felsefesi her nedense alâka uyandırmıştır. Sultan Mehmed Çelebi tecerrüs sevkiyle bunlardan birkaçı ile konuşmuş, hattâ Fazlül Hurufi’nin yakınlarından bazılarını sarayına bile kabul etmiştir. Mahmud Paşa bu temaslardan memnun değildir ve daima Hurufîleri hükümdârın gözünden düşürmek ister, lâkin böyle bir şey söylemeğe cesaret edemez. Bu endişesini Molla Fahreddin’e açar. Yalnız Mahmud Paşa’nın bir sözüyle karar vermiş olmamak için bir kere de bu adamların sözlerini dinlemek ister. Mahmud Paşa konağında bir ziyafet hazırlayarak Hurufîlerden orada bulunanları çağırır.

Şeyhülislâm bir köşeye gizlenir. Yemekten sonra, konuşulur, söz “Fazlullahül Hurufi”nin fikirleri ve mesleğine gelir. Gizlendiği yerden kendi fikir ve içdihadı hilâfına sözler işittikçe duramaz, fırlar, söze karışır ve muarızını kaçmağa mecbur eder. Onu dehalet için sakınmak istediği sultanın huzuruna kadar kovalar. O da bu vaziyeti sükût ile karşılamıştır. Molla Fahreddin buna da kanmaz, ertesi günü Edirne’de Üç şerefeli câmiye getirir. Halkın gözü önünde fikirlerini birer birer reddeder.

Neticede küfür ve zındaka ile ithâm edilip, yakılarak ölümüne fetva verir. Bu derhal infaz edilir, hattâ ateşi bizzat tutuştururken sakalından bir kısmı bile yandı derler. Buna hükümdar bile mâni olamamıştır.

Sultan Mehmed’in böyle her şeyi kabul maksadıyla olmayarak öğrenmeğe çalışması her ne kadar bazı mevzulardan dolayı, etrafındakilere aykırı görünse bile onun açık fikirliliğini göstermeğe kâfi gelmiştir.

O zamanlar genç hükümdârın zihni böyle şeylerle, çelinebilir mi? fikri hâtıra gelebilirdi, aldığı ciddi ilim terbiyesinden böyle şeylere sapması kolay olmazdı. Lâkin, etrafındakiler bu gibi endişelerle hassas davranmışlardır. Onlara karşı hiç bir müdahalede bulunmamıştır.

İstanbul muhasarasında harp meclislerinde daima âlimlerin ve askerin mâneviyatını yükseltmede âmil şeyhlerin mütalâalarından istifade etmiştir. Onlar harp meydanında ordu erkânıyla birlikte yer aldırdı. Daima onları tevkîr etti.

İlmî toplantılarında âlimlerin huzurunda oturmasına müsaadesi vardı. Fakat devlet otoritesine geçenler âlim de olsalar oturamazlardı. Meselâ sadrâzâm Mahmud Paşa’nın Fâtih’in huzurunda oturmağa müsaadesi yoktu. Hattâ altı gün altı gece sürdüğü rivâyet edilen, Molla Zeyrek ve Hocazâdenin ilmî münazaralarında hep ayakta durmuştur. Hattâ bir aralık oturmasına müsaade edilmesi taassutuna hayır, devlet otoritesinden vazgeçsin, sarığını sarıp huzurumda otursun, mealinde cevap aldığı bile söylenir.

Fâtih’in huzurunda birçok ilmî meseleler görüşülmüş, hattâ münakaşalar cereyan etmiştir. Fatih Sultan Mehmed bu münakaşa ve hattâ mübahaseleri dikkatle takip ederdi. Hiç birisinde hakem olmamış ve neticeye şahsen karışmamış, lâkin hakemin hükmüne tebaiyyetle kazanan tarafa diğerinden fazla ikramlarda bulunmuştur. Meselâ, onun yanında Molla Zeyrek, Hocazâde ile Ali Tûsi mübahaseleri meşhurdur. Her seferinde de hakem, Hocazâde’nin bahsi kazandığına hüküm vermiştir ki bu vazifeyi Fâtih’in arzusuyla Molla Hüsrev yapmıştır.

Fâtih’in huzurunda bizim âlimlerle şarktan gelen Ali Kuşci ile mübahasesi de meşhurdur. O mübahasede Sinan Paşa da vardı. Memlekette yetişen âlimlere Fâtih, daha fazla kıymet vermek istemiş, Ali Kuşci’yi ortaya attığı mes’elenin yerli âlimler tarafından cevaplandırılmasını istemiştir. Bütün bu hususlar bu zevatın hal tercümeleri kısımlarında yazılı olduğundan burada tekrar etmiyoruz. Yalnız Fâtih gerek sarayında ve gerek yollarda ve konduğu menzillerde, seferlerinde ve tenezzüh esnasında ve geçici oturumlarında da kabil mübahaseleri bütün hayatı müddetince devam etmiştir. Hattâ onun âlimlerinden birkaçı yanında olmadan dolaştığı ve kısa yolculuklara çıktığı vâki değildir.

Sultan Mehmed bizim âlimlerle değil, Türkiye’ye getirttiği veya gelen âlim, şair ve sanatkârlarla da konuşurdu. Yalnız sarayında bunlarla değil, şairlerle de toplanır, sanatkârları yanına alarak hasbihâl eder, hattâ ecnebi âlimlerle mümkün oldukça görüşür. Amirutzes ve onun Müslüman olan oğlu bunlardandır. Fâtih esasen ilmi tecessüse malikti. Her şeyi öğrenmek isterdi. Hıristiyanlık esasını ve afaroz edilenlerin ölüsü, gömülünce çürüyüp çürümediklerini Patrik ve Hıristiyan âlimlerinden sordu. Konya’dan Edirne’ye gelen Hekim Beşir Çelebi ile konuştu. Bu Beşir Çelebi Risalesinde yazılıdır.[10] O söylenilen her şeye tecrübesiz inanmazdı. Bu da aldığı müspet ilim terbiyesinin iktizası idi. Beşir Çelebi’nin bir rivayetini toprağı kazdırarak tevsik etti. Afaroz edilenlerden birisinin mezarını açtırarak yapılan iddiayı tevsik ettirmeden inanmadı. Bunlar hep Fâtih’te ilmi zihniyetin mevcut olduğunu gösterir birer misaldi.[11]

Fâtih tarihe de meraklıdır. Nitekim Rumca Kâtip olarak yanına aldığı İmroz Adalı Kritovlov- Kritobulos devrin meşhur tarihini yazmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed hurafelere inanmazdı. Lâkin Topkapı Sarayı Arşivinde No. 7081’de kayıtlı vekisada Fâtih’in ve çocuğunun mesut olacağı hakkında bir zayice bulunmaktadır.[12] Bu zayiçe yapılmıştır ve yapılması da mutaddır. Fakat bunun yapılması Fâtih’in böyle şeylere inandığını veya inanmadığını göstermez. Onun da teâmülen inanır gibi görünüp de inanmadığı veya inanır görünmediği halde inandığı hususlar belki vardır. Düşüncelerini çok defa meydana vurmazdı. Fâtih gibi bir insanın çok defa izhar etmediği her düşüncesine nüfuz kâbil olamayacağı cihetle kat’î bir hüküm çıkarmak ta doğru değildir. Fâtih, çocukluğundan beri herşeye inanmaktan ve herşeyi yapmadan önce bütün niyetlerini ve tasavvurlarını gizlemeği tabiatına uygun bir âdet edinmiştir. Buna dair fıkralar bile vardır.[13]

Fâtih Sultan Mehmed çocukluğundan beri aldığı ilmî terbiye sanat hususunda da tesir gösterdi. Memleketimizin sanat eserlerine ve bu meyanda alelumum sanat âbidelerine sevgisi vardır. Ona şu misali verebiliriz:

İstanbul’u aldığının 4. günü muazzam bir zafer alayı ile Ayasofya’ya geldiğinde bu kilisenin süslerinden ganimet mâlıdır diye koparmakla meşgul bir askeri esâsıyla vurarak tedip etmiştir. Binalar benim mâlımdır, ne hakla onu bozuyorsun? diye sanata verdiği itibarın mahiyetini ortaya koymuştur. O hakikaten yüksek bir sanat terbiyesi almıştır. Saraylarını ve yaptırdığı muazzam sitenin camiini devrinin en güzel çini ve her çeşit nakışlarıyla süslemiştir. Sarayda bir nakışhane vücuda getirmiş. Oraya Edirye ve Anadolu’dan en muteber hattat ve nakkaşları ve müzehhipleri getirtmiştir. Bu suretle sarayında o asrın en parlak ve verimli bir Güzel Sanatlar Akademisi kurmuştur ki hususî olarak kendisine istinsah ettirdiği kitapların çok mütenevvi’ nakışlarından silâhlara, fresklere, çiniler, mezar taşları, kumaşlar ve hattâ serimlerine kadar bunların en mükemmellerini yaptırmıştır. Devri hattatlarından mühim bir kısmının imzalı eserlerini bulduk. Nakkaşlarından bir kısmını da eserleri ve imzalarıyla tanıyoruz. Bütün bunlar sanata verdiği kıymetin birer misalidir. Sonra o şarkta ve Cenupta gördüğümüz diğer Müslüman memleketlerin sanat eserlerinde çok defa görüldüğü üzere monoton eser istememiştir. Selçuk sitilinden gelen ve babası ve dedesi zamanından kalan yüksek sanatkâr çıraklarının milli üslûpta vücuda getirdiği eserlerde birbirinden kopya edilmiş ve bir ikincisine rastlayamayız. Zira Fâtih’in sanat terbiyesi ancak orijinal ve birbirine benzemeyen sanat eserleriyle karşılaşmağa müsaittir. Onun bu suretle hazırlanmış eserlerinden yüz kadarını görebildik ve bunların en az ellisi üzerinden en mutena süsleme örneklerini aslı gibi aldık. Bunların güzelliği ve mükemmelliyeti karşısında, Fâtih’in bu ince zevkine ve sanat görüşüne, sanatkârları daima taklit olmayan orijinal eserler vermesine teşvik etmesine hayran olmamak kabil değildir. Biz bunu müspet ilimlerin tesiriyle çok olgunlaşan görüşle sanat cephesini de ele aldığına bir misaldir.[14]

Fâtih’in daha İstanbul alınmasının hemen ertesi gün ilim ve sanat ve imar hareketlerine başlaması onun ilmî zihniyetinin en bâriz misalidir. Biz bunları “Fâtih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı” eserinde tafsilâtıyla yazdığımızdan bu kadar teferruata girmiyoruz. Yalnız o bir memleketin ilme dayanmakla yükselebileceğine kanaat getirmiş ve bunun en bâriz ve hâlâ yaşayan misalini vermiştir.

Fâtih Sultan Mehmet aynı zamanda mütefekkir bir hükümdardır. Güzel esprileri vardır. Nitekim İstanbul’da Bizans sarayını gezer. Son İmparator Kostantin Paleoloğun artık bakımsız, harap ve ıssız bir dairesinde veya Ayasofya Tabakasına şair Sâdi’nin:

Perdedarı miküned der kasrı Kayser ankebut
Büm nevbet mizened der kalei efrasiyab

beytini okur.[15] Yani Sâdi’nin ağzından demek ister ki: Kayseri’nin kasrında örümcek perdedarlık ediyor. Efrasiyab’ın kalesinde baykuş nöbet (davul) çalıyor. Her halde Fâtih’in dünya ve mâfihâ, hayat ve memat, milletler ve memleketlerin mukader âkibeleri, kader ve onun sâikleri hakkında zamanında inanılan hususların kendi bilgi ve fazilet süzgecinden geçirerek ne demek istediği anlaşılmaktadır.

Nihayet bu ilmi zihniyetin tesiriyle o tarihte dünyanın hiçbir tarafında olmayan muazzam bir üniversite kurduğunu hiçbir dini teşekküle bağlamadı. Ayrı bir vakıf yaptı. İlmî iradesini hayatında kendisine raptetti. Orasını ilmin inkişafı bizde mutlaka arzusuna göre lâkin hocalarıma büyük bir serbestî vererek idare etti.

Bu sitede külliyesinin toplantı yeri olarak büyük bir cami yaptı. Burada müteferrik dersler, umumî maliyette yerli ve ecnebi din ve ilim adamlarına vaızlar yani halka vülgarize edilmiş konferanslar verdirdi. Beş vakit esasen Müslüman Türk âleminde günün tâtil zamanları olduğundan halka bu cami ibadethane olarak açıldı. 8 tane büyük medrese “Kolej” yaptırdı. Oda almağa lâyık talebe parasız oturuyordu. Hattâ bunlardan bekâr muid “doçent” ve müderrislerin oturmalarına yerler ayrıldı.

Bu “Sahnı Semaniye” medreseleri birer ihtisas medresesi haline getirildi. Bunlara talebe yetiştirmek üzere ayrıca 8 tane Tetimme medresesi inşa ettirdi. Karaman hamamını Külliyeye bağladı. Çukur hamam yine bu sitenin yani imaretin “mamurenin” oldu. Sonra İstanbul’un en büyük hastahanesini yanında yaptırarak buraya bağladı. Ona mukabil tarafta büyük bir tâbibhâne ve ziyafethane ve altında geniş bir kervansaray inşa etti. Her yolcu burada üç gün kalabiliyor, atı veya katırı varsa bakılıyor, kendisi yedirilip içiriliyor. Tekrar yola devam edebilecek bir tabütüvan kazanıyor.

Bu imaret aşhanesinde zamanının en nefis yemekleri pişiriliyor. Vakfının tevzinamesinde buna hayret olunur. Bir defa Üniversitenin kadrosuna dahil herkes günde bir veya iki öğün yemek yiyor.

Artanını fakirler çıkarsa onlara veriliyor. Bu kabil zengin vakıflarla tam olarak işleyen muasırı ve benzeri başka bir müessese gösterilemez. Bunu Fâtih başarmıştır ve göstermiştir ki müteferrik yerlerde dağınık insanlar ilmi zor başarırlar. Mutlaka çalışacak adamlara sâkin ve o günün hayat zorluğu endişelerinden kendilerini uzaklaştıracak bir yer lâzımdır. İşte bunu bugünkülere de bir misal olarak kendisi yapmıştır.

Külliyesine müderrisleri kendisi seçiyordu. Çünkü biz onda kurduğu Üniversitenin ilk Rektörü sıfatını buluyoruz. Bu vazifedeki isabet ve doğru görüşleri diğer âlimlerin hâl tercümelerinden takip olunmalıdır.

Kurduğu Üniversitede Fâtih’in bir odaya sahip olamaması hakkında şu hoş rivayet hâlâ dillere destan olmuştur.

Fâtih medreseleri yaptırınca tâyin ettiği müderrislerden bir gün hükümdarlıktan uzaklaşırsa kendisinin oturacağı bir odanın verilmesini ister. Müderrisler toplanır, olamaz derler. Sebep şu: Vakıa siz burasını yaptırdınız ve bizlere verdiniz, amma. Siz müderris veya talebeden değilsiniz ki size bir oda verelim. Fatih şartınız nedir diye sorar. İmtihan ederiz, derler. Pekâlâ, deyince gûya Fâtih’i imtihan ederler, kazanır, ona da bir talebe odası verirler. Yarım asra gelinceye kadar rahlesi, postu ve bazı hatıralarıyla bir odanın hürmeten saklandığı, görenler tarafından söylenmiştir. Tahkikimize göre hâlen bu odanın yerini bilenler olmadığı gibi eşyasının ne olduğunu bilen de kalmamıştır. Ne yazık[16] Dört buçuk asır kadirşinaslığımızla bunu saklamışız. Sonra bu ulvi histen ayrılmışız.

Fâtih Sultan Mehmed ilmî kıyafeti seçmiş ve çok defa bunu muhafaza etmiştir. Lâkin onun mevcut iki zırhlı tolgası vardır. Amma bunları harplerde giydiğini bilmiyoruz. Yaptırdığı külliyenin açış resmine de ilmî kıyafet ve sarıkla gelmiştir. Esasen onun bütün resimleri de sarıklıdır. Zamanında madalyası yapılmıştır. Vefatından 10 ay önce İtalyan ressam G. Bellini resminde de Fâtih yine sarıklıdır. Bunlardan istifade olunarak yapılan diğer resimler de böyledir. Demek onun sarığı bırakmaması bir teamül halini almıştır. Esasen tarihi kaynaklarımızda onu haklı olarak âlim gösterirler. Hattâ rivayete göre fetva vermek salâhiyetini hâizdir ve buna dair fıkra da vardır.[17] Fâtih, âkli (Tıp, Tabii ve Felsefi) ilimlere bilhassa merakı vardır.

Her âlim gibi Nakli, “şer’i” ilimleri biliyordu. Kritobulos diyor ki:[18] Ekseriya eski şark dillerinden ve Yunancadan Arapçaya çevrilmiş felsefî eserleri de okur ve yanında bulunduranlarla bu bahis üzerine konuşur, bilhassa Peripatetik ve Estotik felsefî bahislerle pek ziyade uğraşırdı.

Fâtih riyazî bahislere de merak etmiş ve bunlar hakkında da vukufunu arttırmıştır. Edvard Gibbon’ın Plutarque, meşhur adamların hayatı hakkındaki eserinin Fâtih’in emriyle Yunancadan Türkçeye çevrildiğini bir yerde gördüğünü söyler.

1453’te Oragon kralına Fâtih hakkında verilen malûmat arasında sultanın maiyyetinde biri Lâtince, diğeri Yunanca bilen iki hakîmin daima bulunduğunu ve bunların kendisine eski çağlar tarihini öğrettiklerini yazar.[19]

Tercüme ettirdiği kitaplar arasında Arapça ve Farsça olanlar yoktur. Çünkü bu dillere vakıftı. Lâkin diğer dillerden tercümeler yapıldığı muhakkaktır. Fakat bunlar görülmemiştir.

Zamanında Bizans kütüphanelerinde kalabilmiş Yunanca ve Lâtince manüskrilere ehemmiyet vererek sarayındaki hususî kütüphanesinde toplatmıştır. Bunlar miktarca azalsa da içinde mühimleri vardır. Muhtelif sayıda gösterilen bu kitaplar üzerinde yapılmış etütlerin en mühimmi ve sonuncusu A. Deissmann tarafından vücuda getirilmiş ve 1929’da neşr edilmiştir. Sayısı bu kataloğa göre 587’dir. Bunun 75 tanesi XI ve XIV. asırlara aittir. Bilhassa mühim 75 manüskri içinde riyaziyat ve fizik ilimlerine ait 15 eser mevcuttur. Diğer yazmaların çoğu kitabı mukaddese ait parçalardır. Bu kitaplar arasında gramer ve tarihe ait bir iki yazma vardır ki tarihi yazmalar içinde bütün dünyada tek nüshası bizde olan Kritobulosun bahsettiğimiz eseridir.

Koleksiyonunda en mühim eser Hey’et ve Coğrafya âlimi Ptolemee (Batlamyus) diye müellif adıyla anılan meşhur eseridir. Fâtih, bu eserle Topkapı Sarayı ikmâl olununca bir yaz ve sonbaharı orada geçirirken meşgul olmuştur. Bu yaz etrafına topladığı âlimlerle Fâtih bu eseri Trabzonlu Bizans âlimi, Filozof ve Arapçaya vâkıf Gorgios Amirutzes ile beraber gözden geçirmiştir. Bu âlimi Fâtih Trabzon fethinde esir etmişti. Son Trabzon imparatoru D. Kommen yanında baş mabeyinci idi. Sonra Fâtih’in en has hadimlerinden olmuş ve onunla Hıristiyanlık inanışına dair aralarında geçen münakaşadan sonra İslam olmuştur. Lakin bu rivayet kati değilse de oğlunun Müslüman olup Mehmed adını aldığı daha mevsuktur. Bu âlimin Fâtih ile mübahasesine dair bir dialog olduğu söylenirse de ele geçmemiştir. Fâtihi pek seven bu filozofun ona üç methiyesi vardır.[20] Mehmed Amiruçes Fâtih’in emriyle İncili Arapçaya çevirmiştir.

Fâtih’in üzerinde durduğu Coğrafya eserlerinden bugün sarayda 2 nüsha vardır. Baba oğul bunu Arapçaya çevirmişlerdir. Belki Rumca, Arapça isimlerle yazılmış dünya haritasını da muhtemeldir ki bu zamanda hazırlamışlardır. Bu cihetle Fâtih’in çok ihsarını görürler. Fâtih’in emriyle yapılan bu Arapça tercüme Prens Yusuf Kemal’in Leiden’de neşrettiği külliyatın ikinci cildinin birinci cüzünde çıkmıştır.[21]

Fâtih’in müspet ilimlere merakının, o zaman Garpta temasta bulunduğu memleketlerce bilindiği muhakkaktır.

Dr. A.P., Mordimann’ın neşrettiği İstanbul’un kuşbakışı plan resmi de Fâtih’in emriyle İstanbul’un fethinden sonra yaptırılan yeni binaları göstermek maksadıyla yukarıda ismi geçen G. Amirutzes’e yaptırdığını ifade eylemektedir.

Fâtih’in topladığı kitaplar arasında Euclidis hendesesi, birçok Yunanlı müelliflere ait felekiyata ait bir mecmua, taşlara ve hayvanlara dair bir yazma, Aristo’nun meşhur (Kevn ü fesad) eseriyle bir de hayvanat kitabı vardır. Filozofların hayatına dair olan bir eser de Yunanca yazmalar arasında saklıdır. Fâtih ilmî bütün eserleri toplamış, göz geçirmiş, okumuş, okutmuş ve icap edenleri tercüme ettirmiş, istinsah etmiş ilmin her şubesiyle hakikaten ilgilendiğini bu suretle ispat etmiştir.

Fâtih Sultan Mehmed şarkın birçok değerli âlimlerini buraya davet etmiş ve buna Ali Kuşci ve Ali Tusî gibi icabet edenlere yerli âlimler arasında bir mevki vermiştir.

Fâtih aynı zamanda tıp ve zamanının tıbbî eserleri ve klâsikleri ile büyük alâka göstermiştir. Hususî kütüphanesindeki tıbbî eserlerin listesini verdik. Hekimlerle akademik toplantılarda bulunduğu tahakkuk etti. Onun indinde ilmi eserlerin kıymeti olduğunu bilenlerden Amasya Darüşşifası hekimi Cerrah Şerefeddin Sabuncuoğlu resimli Cerrahiyyetü’l-haniyyee tülhaniye eserini Fâtih’e bizzat takdim etmeğe ihtiyar hâlinde İstanbul’a geldi. Eserin başında der ki: bildim ki ol fazılı kâmil. hazretinde ulumdan mergub bir nesne yoktur. Fakat o müracaat ettiği vâsıtadan umduğu mükâfatı göremeden müteessir olarak döndü.[22]

Bundan da anlıyoruz ki her zaman ve her yerde olduğu gibi padişahın hakikî ilim ve fen adamlarıyla temasına tesadüfen oraya yaklaşmış olanlar mani olmuşlardır. Eğer Şerefeddin Sabuncuoğlu huzura kabul edilse ve taltif edilseydi yazardı. O zaman çekinmeyerek etrafında bulunanların inhisarcı zihniyeti bu yaşlı ve 83 yaşına basmış hekimi ona yaklaştırmamıştır.

Maamafih Fâtih etrafına birer vesile ile gelmiş ve taktim olunmuş zevatın kıymetsiz olanlarını her ne bahasına olursa olsun yanından birer bahane ile uzaklaştırmıştır. Bu arada bazı zuhuller olmamış değildir. Fakat bu zeki hükümdar bunu da tamir etmeği bilmiş ve gönüllerini almıştır. Zamanında âlimler iki taraf değildir. Zira hem hükümdar ve hem de Üniversitenin Rektörü sıfatıyla bir nevi resmî devlet otoritesi nüfuzu buna manidir. Fakat, devlet ricali hocaların veya hocalarının tuttukları zevatı bir nevi himayelerine alarak ayrı ayrı nüfuslar belirtmeğe çalışmışlardır. Fâtih bunların fevkinde idi. Fakat çok defa bu tesir altında kalmazdı. Sadrazam Mahmud Paşa bazı âlimlere tarafgirlik etmiş bir kısmını da tutmamıştı derler. Bu kısımlar diğer âlimlerin hal tercümelerinde görülecektir.

Fâtih’e ithaf olunarak yazılan ve taktim edilen eserler çoktur. Bunlar kütüphanelerimizde müteferrik olarak mevcuttur. Bir kısmını biz kitaptan sıra ile gözden geçirdiğimizden bulabildik. Bunlar zamanında hususi kütüphanesine konmuştu. Şerefeddin Sabuncuoğlu Cerrahiyesi de keza oğlu İkinci Sultan Beyazid kitaplara çok meraklı olduğundan bunlara bittabi varis ve sahib olduğundan hepsine mührünü basmıştır. Fâtih hususî kütüphanesine giren eserlere mühür bastırmaz, zira görülmemiştir, ancak külliyesi kütüphanelerine verdiği kitaplarda iki çeşit, biri “El muzaffer” li diğeri sade ismi yazılı mühürler kullanmıştır. İkinci Sultan Bayezid’in itina ile bir araya getirdiği bu pek nadide kitaplar her nedense müteakip asırlarda oraya buraya dağılmıştır. Şimdi Anadolu ve İstanbul’un hemen her kütüphanesinde onun mühürlediği eserlerden çok görülür. Hatta Garbe ve Mısır’a giden kitaplar da çok olduğundan onlarda bile gördük. Meselâ bu noktadan Paris’teki Bibliotek Nasyonal buna misâldir. Nitekim Sabuncuoğlu Cerrahiyeti, Fâtih’e takdim olunan nüshadır. İkinci Sultan Beyazid bunu mühürlemiştir. Hâlen Paris’tedir. Bunlar hep Fâtih’in sarayında hususî kütüphanesi kitaplarındandı.

Görülüyor ki Fâtih’in hükümdarlığındaki muvaffakiyetleri ve devrinin güzel icraatını tarihlerimizde yazılı buluruz. Bizim bu mevzuumuz onlardan bahsetmeğe müsait olmadığından artık tarih kitaplarında ve Türk medeniyeti tarihinde görmek istediğimiz onun ilmi ve ilmi himaye mahiyetlerine temas ettik. Fâtih Sultan Mehmed bu cihetten de taktire lâyıktır. Ve bihakkın kurduğu üniversitesinin ilk rektörlüğü hizmetine muvaffakiyetle başarmıştır.

Fâtih Sultan Mehmet yine ilmi zihniyetinin kendisine verdiği salahiyetle icraatını yapma sahasına koymadan ve yapmadan önce kimseye haber vermezdi. O eski filozofların tavsiye ettiği bu hususa riayet etmiştir. Buna dair misâller söylenmiştir. Hatta vefatından önce Anadolu yoluyla kendisince malum, fakat etrafındakilere meçhul bir sefer için yola çıktığında Gebze’de Sultaniye çayırında şahane bir çadır içinde ölmüştür. Onun siyasî bir adam olan Yahudi hekimi vardı ve Defterdarlığa kadar yükselmişti. Âşık Paşazade bunun hastalığını anlayamayarak yaptığı yanlış tedaviyi teessürle yazar. 51 senei kameri yaşında 1481’de ölümü memleketimiz, İstanbul ve ilim âlemimiz için bir bedbahtlığın başlangıcı olmuştur. Yaptırdığı külliyenin câmii önünde müstakil türbede medfundur.

Fâtih Sultan Mehmed edip adamdı. Şiir yazardı. Hatta mürettep divanı vardı. Zamanında ilmi ve ilim adamlarını çok tevkîr etmiş ve onlara çok kıymet ve şeref vermiştir. Her yaşta hususî hocalarını mümtaz birer mevkie getirmiş ve hepsinin naz ve istiğnasına tahammül göstermiştir. Huzurunda ilmi ve fenni münakaşalar yaptırmış bunları dikkat ve istifade ile takip etmiştir. Binasız ilim olamayacağını kabul ettiğinden ilmin veya âlimlerin inkişafını kolaylaştıracak muazzam bir üniversite kurmuştur. Hayatı müddetince ilmî kıyafetini muhafaza etmiştir. Sanata yakından ilgi göstermiş ve Selçuk esasından gelen Türk süsleme sanatını ihya etmiştir. Resim ve ince sanatlara çok kıymet vermiştir. Fâtih Sultan Mehmed programlı bir imarcı idi. Yaptırdığı eserleri bizzat takip ve kontrol etmiştir. İlmî kafasının sevkiyle tecessüsü fazla idi. Çok olgun bir zekâya sahipti. Hurafelere inanmazdı. Fakat İlm-î Nücum ve Zayiçelerle de belki çocukluk devresinin intibalarıyla alâkadar olmuş sayılabilirdi.

Şayanı dikkat âdetleri vardı. Güzel konuşurdu. Arapça ve Farsça bütün mübahaseleri takip edebilirdi. Lâkin şimdiye kadar kendisinin olduğu söylenen bir imzasından öğreniyoruz ki yazısı da güzeldi. Kendisinden evvel gelen baba ve dedelerinin hiç olmazsa birkaç el yazması tuğrası mevcut fikri üzerinde durabiliriz. Fakat bunu zamanında âlimlerden seçtiği nişancılarına bırakmıştı.

Fâtih kitap ve kütüphane âşıkı idi. Velhasıl bir ilim adamında aradığımız bütün meziyetler şahsında toplanmıştı. Onun şahsından ve devrinden bize çok miras kalmıştır. Allah ona rahmet etsin.

Ord. Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 210-217


Dipnotlar :
[1] Defter 201, S. 64, Defter 370, S. 40. Defter 31, S. 35 de rahmetli üstâd Kâmil Kepecioğlu tetkiklerinden.
[2] Süleymaniye Umumî Kütüphanesi Esat Efendi kısmı. No. 1997 Hataylı müneccim Geylâni’nin “Talii mevlûd Ebülfeth Sultan Mehemmed hân nüshası. Müellifin el yazısıdır. Fatih’in vefatından bir sene önce 1480’de yazmıştır. Fatih’in doğumuyla yaşadığı seneleri zâyiçe ve feleki hükümleri içine alır. Zâyiçenin doğru çıkması için doğum tarihi saat ve dakikasına Rasathanenin No. 204 ve No. 49 da Sadullâh mecmuasında da aynı zâyiçe vardır. Fazla izahat için bakınız Dr. A. Süheyl Ünver. Fatih nerede ve ne zaman doğdu. Cumhuriyet 16/X/1943.
[3] Yalnız bu kitabede Fatih Sultan Mehmed’e belki ilk padişahlığından sonra Mehmed Çelebi denmesinden “Sultan Mehmed Çelebi” lâkabı yazılıdır. Binaenaleyh o şehzâde iken Mehmed Çelebi diye anılmıştır. Bu da dedesi Çelebi Sultan Mehmed’den geliyor.
[4] Namık Kemal. Evrakı Perişan “Teracüm-ü ahval” 1301.
[5] Sicilli Osmanî, Bakınız bu zatın hal tercümesine.
[6] Kitâbı şerhi Reddi mecmaül bayreyn. Fatih K. 1472.
[7] IV. Türk Tarih Kongresinde Tebliğ edilmiştir. Neşir tarihi 1952.
[8] Bu hususta basınız Dr. A. Süheyl Ünver. Fatih Külliyesi ve zamanı ilim hayatı eserine İ. Üniversitesi yayınlarından No: 273, 1945.
[9] Bu hususta bakınız. Dr. A. Süheyl Ünver, Fatih Külliyesi ve zamanı ilim hayatı eserine. İ. Üniversitesi yayınlarından No: 278. 1946.
[10] Dr. A. Süheyl Ünver Fatih ve Hekim Beşir Çelebi T. Tıp Tarihi Arşivi No. 21-22 1943; Bu rivayetler manzum olarak ta ayrıca yazılmıştır.
[11] Bunlar Dr. A. Süheyl Ünver Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı eserinde tafsilen yazıldığından buraya tekrar alınmamıştır. Oradan okunmalıdır.
[12] Tarihi de malûm olmadığından bahsolunan çocuğu hakkında bir şey söylenemez. Bu her halde Bayezid olmalıdır.
[13] Dr. A. Süheyl Ünver, Fatih Devri Fıkraları. İstanbul 1947.
[14] 400 parçaya yakın olan bu örnekler benim ve talebemin hususi kolleksiyonlarında saklıdır. Arzu edenlerin ve müracaat edeceklerin daima emirlerine amadedir.
[15] Şairlerimiz bu beyitle meşgul olmuşlar ve Edirne Sarayı’nın harabesi üzerinde dolaşanlar, meselâ şair Abdülhak Hâmid de bunu orada okumuştur ki Fatih’in bu Edirne’de tekemmül ettirdiği sarayı ne ince zevklerle bezenmiş bir mükemmel eseridir. Orada ne devirler geçti. Hâmid bunları görmedi amma biliyor, Bizans sarayında neler oldu. Fatih de bunu görmedi, amma biliyordu. Her ikisi de birbirinin eserine söylemiştir. Fatih kendisinden öncelerin sarayına söylediği aynı beyiti dört asır sonra Hâmid’de onun onun sarayına söyledi. Dünya bu, o söyledi ona da söylediler.
[16] B. Mehmet Balcıya göre bu oda Akdeniz tarafında medreselerden birinde, kapının sağındaki odadır. Bu odada Fatih rûhussa Buhârii şerif/bir ayda hatmolunur, ders vekili gelerek duasını yaparmış.
[17] Dr. A. Süheyl Ünver, Fatih Devri Fıkraları, 1947.
[18] Fatih Sultan Mehmed Hanı Sânî 1328. Tarihi Osmani Encümeni Mecmuası neşriyatından S. 182. Karolidi tercümesi. Bu ağır ifadeli tercüme yerine Topkapı Sarayı Müzesi’nde Üçüncü Sultan Ahmet Kütüphanesi’nde duran Yunanca aslından yenisi yapılmalı ve Kronolojik bir cetvel de hazırlanmalıdır.
[19] A. Adnan Adıvar. Osmanlı Türklerinde İlim (Fatih Mehmed ve İlim) bahsi.
[20] Fazla tafsilât için A. Adnan Adıvar Osmanlı Türklerinde İlim eserine bakınız.
[21] Fazla tafsilât için A. Adnan Adıvar Osmanlı Türklerinde İlim eserine bakınız.
[22] 85 yaşında telifi olan Mücerrebnameye bakınız. Ayasofya K. Tıb. K.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.