Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

İkinci Dönem TBMM ve Cumhuriyet’in İlânı

0 17.914

Prof. Dr. Dursun Ali AKBULUT

1. İkinci Dönem TBMM’nin Açılması (11 Ağustos 1923)

Kanuni Esasi’ye göre Mebuslar Meclisi seçimleri dört yılda bir yapılacaktı. 23 Nisan 1920’de TBMM açıldığında bunun kaç yıl süreyle olacağı belirtilmemiş, fakat Osmanlı anayasası yürürlükten kaldırılmadığından, başlangıçta orada belirlenen dört yıllık sürenin bu meclis için de geçerli olacağı var sayılmıştı. Bununla birlikte Ankara yönetimi kendi şekil ve mahiyetini ifade eden yasalar çıkarmak, kararlar kabul etmek suretiyle Osmanlı anayasası ve yasaları ile yürütülmesi mümkün olmayan konuları çözümlemeye çalışmıştı. O nedenle söz konusu yasalarda ve kararlarda anayasa hükmü ifade eden maddeler yer alıyordu. 29 Nisan 1920’de kabul edilen Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. maddesi bu özde düzenlenmiş olup, aynı maddenin birinci kısmı TBMM’nin kuruluş amacını belirliyordu. Bu amaç, hilâfet ve saltanat makamları ile ülkenin düşman elinden ve saldırılarından kurtarılması idi. 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun 1. maddesi de TBMM’nin amacına ulaşıncaya kadar toplantılarını sürdürmesini öngörmekteydi. Her iki kanunun söz konusu maddeleri birlikte ele alındığında, I. Meclis’in süresinin zamanla değil, şartlarla sınırlandırılmış olduğu görülür. O şart da vatanın kurtuluşudur. Başka bir ifade ile I. Meclis vatanın kurtuluşuna kadar görevini sürdürecekti.

Mudanya Mütarekesi’nden sonra, 20 Kasım 1922’de Lozan Konferansı başladı. Artık ülke bütünüyle kurtarılmış, İtilaf Devletleri ve Yunanistan ile bir barış antlaşması yapılması aşamasına ulaşılmış ve böylece şart yerine gelmişti. Atatürk’ün 15 Ocak 1923’te Batı Anadolu gezisine çıkmasının sebeplerinden biri, belki başta geleni, yapılacak seçimler konusunda kamuoyunu yoklamak ve halkı aydınlatmaktı.[1] Atatürk 20 Şubat 1923’te Ankara’ya döndükten sonra bu kanaatini kuvvetlendirecek belirtilerin ortaya çıkmakta olduğunu gördü. Bu sırada Lozan Konferansı kesintiye uğratılmış, delegeler ülkelerine dönmüşlerdi. Meclis’te Lozan’la ilgili hararetli tartışmalar yapılıyor, Hariciye Vekili İsmet Paşa ve hükümet ağır bir biçimde eleştiriliyordu. Bu eleştirilerin haklı olup olmadığı bir yana, vatanı kurtaran Birinci Meclis kuruluş amacına ulaşmış, siyasi polemiklerle ilgilenmeye başlamıştı. İç siyasi çekişmelerin yeri bu meclis değil, siyasi programlarını ilan etmiş yeni siyasi parti veya grupların yer alacağı bir başka meclis olabilirdi. Atatürk de bunu görüyordu. “Bütün millette, Meclisin vazife ifa edemiyecek bir hale geldiği endişesi hissolunmaya başladı”ğı[2] anda harekete geçen Mustafa Kemal Paşa, önce hükümet üyeleri ile toplanarak seçimlerin yenilenmesini onlara kabul ettirdi, sonra Müdafaa-ı Hukuk Grubu’nun aynı doğrultuda karar almasını sağladı. Ardından 1 Nisan 1923’te Meclis Genel Kurulu’nda yapılan görüşmelerden sonra oy birliği ile[3] seçimlerin yenilenmesi hakkında karar kabul olundu. Birinci dönem TBMM son oturumunu 16 Nisan 1923’te yaptı ve görevini tamamlamış oldu.

Seçimlerin yenilenmesi kararı üzerine Mustafa Kemal Paşa aynı gün yani 1 Nisan 1923’te hükümete gönderdiği yazıda hemen seçimlere başlanmasını ve sonuçtan kendisinin bilgilendirmesini istedi.[4] 8 Nisan’da Halk Fırkası’na dönüştürülecek Müdafaa-ı Hukuk Grubunun 9 umdesi yayınlandı. Böylece siyasi programı ile bir grup ya da parti hareketi ortaya çıkmış oldu.[5] 1923 seçimleri iki dereceli olarak Haziran-Temmuz aylarında gerçekleştirildi. Bu seçimlere siyasi partilerle değil, Müdafaa-ı Hukuk Grubu ile gidildi ve Gümüşhane dışında hemen her yerde seçimleri Müdafaa-ı Hukuk adayları kazandılar. Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan sonra, 11 Ağustos 1923’te toplanan İkinci TBMM’nin önünde önemli problemler bulunuyordu. Dışarıda Lozan Antlaşmasının onaylanması, içeride başkentin ve şekl-i hükümetin tespit edilmesi bunlardan başlıcaları idi. Mustafa Kemal Paşa 13 Ağustos’ta yeniden Meclis Başkanlığına seçildi. 14 Ağustos’ta Fethi Bey’in başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Lozan Antlaşması ve ekleri 21 Ağustos’ta TBMM’ye sunuldu, 22 ve 23 Ağustos günleri görüşmeler yapıldıktan sonra dört ayrı kanun ile onaylandı.[6]

2. Ankara’nın Başkent Olması (13 Ekim 1923)

Mondros Mütarekesi’nden sonra, 13 Kasım 1918’de başkent İstanbul, İtilaf Devletleri tarafından denetim altına alınmış, devlet yönetimine müdahale edilmeye başlanmış, 16 Mart 1920’de resmen işgal edilmişti. Bu şekilde fiili ve resmi işgal beş yıldan beri sürdürülmekte idi. Saltanatın kaldırılmasından ve Osmanlı hükümetinin istifasından sonra, 4/5 Kasım gecesi Ankara hükümetince hazırlanan talimatnâme çerçevesinde TBMM adına İstanbul’un yönetimine el konulmuş ve başkentlik statüsüne son verilmişti. İstanbul’un yönetimine el konulması işgalden kurtarıldığı anlamına gelmiyordu. İşgal kuvvetleri halâ İstanbul’da idiler ve Lozan Konferansı sırasında da İstanbul’da kalmaya devam ettiler. Lozan Antlaşması’nı tamamlayan XIV sayılı protokol işgal altındaki Türk topraklarının boşaltılması ile ilgili idi. Bu protokole göre, Lozan Antlaşması ve eklerinin TBMM tarafından onaylandığının İstanbul’daki İtilaf yüksek komiserlerine bildirilmesinden sonra, altı hafta içerisinde işgal kuvvetleri İstanbul ve Boğazlar bölgesini boşaltıp çekileceklerdi.[7] 24 Ağustos’ta başlayan boşaltma işlemi 2 Ekim’de tamamlandı. 2 Ekim Salı günü işgal kuvvetleri İstanbul’dan ayrıldılar. Bundan dört gün sonra, 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki Türk birlikleri İstanbul’a girdi. Beş yıl aradan sonra Türk kuvvetlerinin İstanbul’a girmesi, halk tarafından coşkun sevinç gösterileri ile karşılandı.

TBMM açıldığı günden beri fiili başkent Ankara olmasına rağmen İstanbul’un düşman işgalinden kurtarılması hükümet merkezi meselesinin gündeme getirilmesine sebep oldu. Bu mesele Milli Mücadele sırasında da ele alınmış, hükümet 28 Kasım 1920’de bir kararname hazırlamış ve bu kararname 31 Ocak 1921’de TBMM’de okunmuştu. Kararnamede, İstanbul kurtarıldıktan sonra bile onu bir merasim merkezi olarak muhafaza edip, devlet merkezini Anadolu’da emniyetli ve korunaklı bir yere nakletmenin gerekliliğinden bahsolunuyor, bir başkent komisyonu kurulması ve bu komisyona üç mebusun dahil edilmesi için meclisten izin isteniyordu.

Görüşmeler sırasında mebuslar söz konusu kararnamedeki hususlara karşı çıktılar. Bunu zamansız bulanlar olduğu gibi, sakıncalı görenler de oldu. O zaman başkentin belirlenmesi girişiminden sonuç alınamadı. “Başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması teklifi 26’ya karşı 71 oyla reddedildi.”[8] Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesi, devlet merkezinin Anadolu’da olması yönünde idi. Bu düşüncesini 1921 yılı kışında Ankara’ya gelen Amerikalı gazeteci C. K. Streit’e açıklarken, “… milli hükümetin merkezi Anadolu’da olacak.” diyordu.[9] 16/17 Ocak 1923 gecesi İstanbul gazetecileri ile yapmış olduğu İzmit Kasrı mülakatında da aynı konuda şunları söylemişti: “Anadolu’nun ortasında merkez olacak bir şehir ancak Ankara, Kayseri, Sivas müsellesi (üçgeni) dahilinde bir noktada olmak lâzım gelir. Ankara Türkiye’nin pekala merkezi olabilir.”[10] Öte yandan İngiltere de bu mesele ile ilgilenmiş, bu konuda Türkiye’nin gerçek niyetini öğrenmeye çalışmış, İstanbul’daki yüksek komiserleri ile İngiliz Dışişleri Bakanlığı arasında yazışmalar yapılmıştır. Hatta İngiltere, biraz daha ileri giderek, Türkiye ile kurulacak diplomatik ilişkisinin derecesini tespit etmeye çalışırken, başkent meselesi ile bu derecelendirme biçimi arasında bağlantı kurmak istemekte ve diplomatik temsilcilerin Türkiye’nin hangi şehrinde oturacaklarını bunun ölçütlerinden biri olarak görmekteydi.

Türkiye’nin konumu göz önüne alındığında bir işgüder ya da elçilik yerine büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişki kurulması zorunluluğu karşısında İngiltere, diplomatik misyonunu, başkent olacağı kesin görünen Ankara’ya değil, İstanbul’a göndermeyi, Ankara’daki işleri bir dışişleri memuruyla takip etmeyi kararlaştırdı ve bunu da müttefiklerine telkin etmeye başladı. Fransa’nın dışında İtalya, A.B.D. ve Japonya buna uyacaklarına dair izlenim veriyorlardı. Sonunda Fransa da ikna olundu. Şayet Türkiye, büyükelçiliklerin Ankara’ya taşınmasını isterse, o zaman diplomatik temsilciliğin derecesi düşürülecek, elçilik, hatta işgüderlik seviyesine indirilecekti. Amaç, Ankara’nın başkent ilan edilmesini engellemek ve böylece Ankara hükümetini zor durumda bırakarak düşürmek, yerine İngiltere’den yana yeni bir kabinenin kurulmasını sağlamaktı.[11]

İki yıldan fazla süreden beri gündemde olan, birinci dönem TBMM’de halledilemeyen, üstelik dış çevrelerin baskı unsuru haline gelmeye yüz tutan başkent meselesini hukuken karara bağlamak gerekiyordu. İstanbul kurtarılmış, bu noktada bir problem de kalmamıştı. İçeride “yeni İstanbul mebuslarından bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul’un payitaht kalması lüzumunu, bazı misallere istinaden, ispat etmeye çalışıyorlardı.”[12] Dışarıda ve içeride meydana gelen tereddütlere nihayet vermek isteyen hükümet derhal harekete geçti. Bu mesele öncelikle Halk Fırkası meclis grubunda ele alındı. 9 Ekim 1923 tarihinde yapılan grup toplantısında partinin başkan vekili İsmet Paşa’nın, Ankara’nın hükümet merkezi olmasını isteyen önerisi kabul edildi. Bu öneri, İsmet Paşa ve 14 arkadaşının imzasıyla bir kanun teklifi olarak meclise sunuldu. Meclis’te komisyonlardan hızla geçti ve bir karar tasarısı şeklinde 13 Ekim 1923’te meclis genel kurulunda görüşülmeye başlandı. Tasarının gerekçesinde, devlet merkezi belirlenirken akla gelebilecek düşüncelere işaret olunuyor ve bu gerekçelerin yeni Türkiye’nin merkezinin Anadolu’da seçilmesini zorunlu hale getirdiği vurgulanıyordu. Yapılan uzun tartışmalardan sonra, Anayasa Komisyonu’nca tanzim olunan mazbata ittifaka yakın oy çokluğuyla kabul edildi. Kabul olunan kararda, Türkiye Devleti’nin idare merkezinin Ankara olduğu belirtiliyordu. Böylece hukuki işlem tamamlanmış, Ankara resmen başkent ilan edilmiştir.[13] Bir anayasa hükmü niteliğindeki bu karar Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda 29 Ekim 1923’te 364 Sayılı Kanun’la yapılan değişiklikte yer almamış, 1924 anayasasının 2. maddesine ilave edilmiştir. 1937 ve 1945’te yapılan Anayasa değişikliklerinde 2. maddede yerini korurken, 1961 ve 1982 Anayasalarında 3. maddede belirtilmiş, 1982 Anayasası’nın değiştirilemeyecek hükümleri başlığını taşıyan 4. maddesinin kapsamına dahil edilmiştir.[14]

Ankara’nın resmen başkent ilan edilmesi, uzun zamandan beri bu konu ile ilgilenmekte ve bu konuya Türk hükümeti üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışan İngiltere’yi harekete geçirdi. İngiltere’nin bu hususta siyaseti belli olduğuna göre, Türkiye’deki diplomatik temsilciliklerinin derecesi, bunların nerede oturacakları ve Ankara’ya ne zaman taşınacakları sorusu ortaya çıktı. Bu sırada Ankara’da sadece Sovyetler Birliği ve Afganistan Büyükelçilikleri vardı. İngiltere ve müttefikleri ile henüz diplomatik ilişki kurulamadığından, İstanbul’daki yüksek komiserliklerini muhafaza ediyorlar, diplomatik ilişki için Lozan Antlaşması’nın yürürlüğe girmesini bekliyorlardı.[15] Fakat bundan önce Ekim 1923’ten itibaren İngiltere, müttefikleri ile yazışmalar yapmak suretiyle, ortak tavır kullanılması için onları yönlendirmeye çalışıyordu. Elçiliklerin Ankara’da toplanmasını gerekli gören Türk hükümeti, Ankara’da sefarethane ve konsoloshane inşa etmek üzere parasız arsalar tahsis edileceğini 1925 yılı Bütçe Kanunu’na koydu ve inşaatla ilgili her türlü malzemenin ithalini gümrük vergilerinden muaf tuttu. 1925 yılında İstanbul’da 18, Ankara’da 4 adet temsilcilik bulunuyordu. Büyükelçiler Ankara’ya gelerek güven mektuplarını sunuyor, sonra İstanbul’a dönerek görevlerine başlıyorlardı. İşin ilginç tarafı, İngiltere’nin Ankara’dan parasız arsa talebinde bulunan ilk ülkeler arasında yer almasıydı. İlerleyen senelerde bazı ülkeler temsilciliklerini Ankara’ya taşıdılar. Türkiye ile ilk kez diplomatik ilişki kuran devletler de Ankara’da temsilcilik açtılar. Ayrıca direnişçiler cephesinde bir çözülme meydana geldi. Ankara’da ev ve bina kiralamaya başladılar. 1926’da Ankara’da elçilik sayısı 8 e yükselirken İstanbul’da 16’ya düştü. Ankara’da yabancı temsilcilik sayısı her geçen gün artıyordu. 1927 de Türkiye’de diplomatik misyon sayısı 27’ye çıktı. 1928 de direniş cephesi bütünüyle çöktü. Bunda Atatürk’ün siyasi dehâsının rolü çok büyük olmuştur. 1930’da İngiltere de Ankara’da büyükelçilik yaptırınca, taşınma süreci tamamlandı.[16] İngiltere’nin anlamsız direnişi Ankara’ya taşınmayı geciktirmekten başka bir işe yaramamış, Türk hükümetinin kararlılığı karşısında yenilgiye uğramaktan kurtulamamıştı.

3. Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)

Ankara’nın başkent ilân edilmesiyle önemli bir mesele çözümlenmiş, en azından başkent tartışmaları ve bu konudaki tereddütler ortadan kaldırılmıştı. Şimdi daha önemli bir konu, hükümet biçiminin tespiti gündeme getirilmektedir ki, bir yıldan beri milli egemenlik prensibini de zedeleyecek tarzda vuku bulan girişimlerin sona erdirilmesi gerekiyordu.

1921 Anayasası’nın 1. maddesinde yer alan egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu, idare usulünün halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalı bulunması hükmü, hükümet biçimini açıkça ifade etmediği gibi, 1 Kasım Kararı da bu eksikliği gidermekten uzak bulunuyordu. Bunun başlıca sebebi, birinci dönem TBMM’de hakim olan anlayıştır. Bu meclis, yeni bir hükümet biçiminin tespitine, özellikle cumhuriyetin ilanına hazır görünmüyor, Meclis’teki muhalefet buna imkan vermiyordu. Halbuki Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktığı günden itibaren zihnini iki önemli problemle meşgul etmişti. Bunlardan biri vatanın kurtuluşu, diğeri de ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız olan yeni bir Türk Devleti kurmak[17] idi.

Yeni Türk Devleti’nin hükümet biçimini 20 Temmuz 1919’da Mazhar Müfit Bey’e şu şekilde açıklamaktaydı: “Muhakkak ki, mevcut şekli hükümet bu memleketin refah, saadet ve terakkisine kâfi gelmeyecektir. Başka bir hükümet şekli arayıp bulmamız lazım geldiği kanaatindeyim. Açıkça söyliyeyim şekl-i hükümet zamanı gelince, cumhuriyet olacaktır”[18] Vatanın kurtarılmasından sonra Neue Freie muhabirine 27 Eylül 1923’te verdiği demeçte Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ilk iki maddesinden çıkarılacak sonucun tek kelime ile “cumhuriyet” olduğunu söylemiş ve bu konuda görüşlerini de şu şekilde dile getirmişti: “yeni Türkiye’nin emr-i teceddüdü daha nihayet bulmamıştır. Harpten sonra Türk Teşkilât-ı Esasiyesi’nin inkişafı henüz kat’i bir şekil almış addedilemez. Tadilat ve tashihat yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzemdir. İkmaline başlanan bu iş henüz bitmemiştir. Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin bugün filen almış bulunduğu şekil kanunen de tesbit edilecektir. Yakın bir âtide bu meseleye ait hükümet teklifatı meclise arz edilecektir.”[19] Bu anlatımlara göre Atatürk, cumhuriyet düzenini yeni Türk Devleti için gerekli görüyor, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu buna zemin hazırlaması bakımından önemsiyor, fakat bu kanunda hükümet biçimini açıkça ifade edecek değişikliklerin yapılacağını da belirtiyordu.

Birinci TBMM, yasama ve yürütme erklerini kendinde topladığından, yürütme vekâleten bir kurula devredilmiş bulunuyordu. Bununla ilgili ilk düzenleme 24 Nisan 1920 tarihli meclis kararıdır. Ondan sonra 2 Mayıs 1920’de kabul edilen İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun’da, 1921 Anayasası da dahil üç kez değişiklik yapıldı. Kanun’un ilk şeklinde İcra Vekilleri Hey’eti üyeleri TBMM’nin salt çoğunluğu ile aralarından seçiliyor, meclis başkanı aynı zamanda bu kurulun da başkanı sayılıyordu. 4 Kasım 1920’de yapılan değişiklikle İcra Vekilleri Hey’eti üyelerinin, meclis başkanın göstereceği adaylar arasından yine salt çoğunlukla seçilmesi öngörüldü. Bundan maksat, hükümetin oluşturulmasında kolaylık ve çabukluk sağlamaktı. Çünkü daha önce her vekil, meclis tarafından ayrı ayrı seçildiğinden ve aday gösterilmediğinden oylar dağılıyor, çoğu kez salt çoğunluk temin edilemiyordu. Meclis başkanı, yoğun işleri arasında bir de hükümete başkanlık etmek gibi bir görev üstlenince bunu bir dereceye kadar hafifletmek için 1921 Anayasası’nda, İcra Vekilleri Hey’e- ti’nin aralarından birini başkan seçmeleri kararlaştırıldı. Bununla birlikte meclis başkanı bu kurulun doğal başkanı kabul edildi. 8 Temmuz 1922’de yapılan değişiklik işleri daha karmaşık hale getirdi. Meclis başkanının aday gösterme ve kurula başkanlık etme görev ve sorumluluğu ondan alınarak meclise devredildi. Bu değişikliğe göre İcra vekilleri Hey’eti başkanı ile üyeleri ayrı ayrı meclis tarafından seçilecekti.[20] Bütün bunlar yasama ile yürütmenin iç içe bulunmasından, başka bir deyişle sistemden kaynaklanan güçlüklerdi. Daha önemlisi bir devlet başkanı yoktu, dengeler kurulamıyordu.

hükümete sık sık müdahalede bulunulabiliyordu. Hükümette başkanlık göreviyle birlikte Dahiliye Vekilliğini de yürütmekte olan Fethi Bey, 24 Ekim’de bu ikinci görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Dahiliye vekilliğine, Erzincan Mebusu Sabit Bey’in seçilmesi Mustafa Kemal Paşa’yı memnun etmedi. Çünkü o, yeni Türkiye’nin yeni şartlarla içişlerini yönetebilecek durumda değildi. Meclis içinde gizli ve karşıt bir grubun varlığını keşfeden Mustafa Kemal Paşa, 25 ve 26 Ekim günleri hükümeti, doğal başkanı olması sıfatıyla, Çankaya’da topladı. Onlara, görevlerinden istifa etmelerinin zamanı geldiğini, tekrar seçilecek olurlarsa istifa ederek Hey’et-i Vekile’ye girmemeleri gerektiğini söyledi ve bu hususta mutabakat sağlandı. Böylece muhalif grubun hükümet teşkiline fırsat verilecek, hatta bir süre ona yardımcı da olunacaktı. Fethi Bey, ertesi günü yani 27 Ekim’de, “Meclisi Âli’nin her suretle itimat ve müzaheretine müstenit bir Heyeti Vekile’nin teşekkülüne hizmet etmek maksadıyla” istifa ettiklerini bir yazı ile meclis başkanlığına bildirdi ve bu istifa aynı gün toplanan meclis genel kurulunda okundu.[21] Bunun üzerine muhalif grup, yer yer toplantılar yaparak muhtelif Hey’et-i Vekile listeleri hazırlamaya başladı. “Bu durum 28 Ekim günü geç vakte kadar devam etti.” Fakat girişimlerinde başarılı olamadılar.

Öte yandan 28 Ekim günü toplantı halinde olan Halk Fırkası Yönetim Kurulu’nun düzenlediği liste de yeterli bulunmadı. Aynı günün akşamı Mustafa Kemal Paşa, yakın arkadaşlarını, İsmet, Kâzım (Özalp) Paşalarla Fethi Bey’i Çankaya’da yemeğe davet etti. Yemekte onlara, “yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz” dedi. Yemekten sonra, İsmet Paşa ile yalnız kalarak, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda yapılacak değişikliği görüştü, bu kanunun 1 maddesinin sonuna “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir” cümlesinin ilâvesi kararlaştırıldı ve buna bağlı öteki değişiklikler gözden geçirildi.[22]

29 Ekim sabahı saat 10. 00’da fırka grubu, Fethi Bey’in başkanlığında toplandı ve Hey’et-i Vekile seçimi görüşülmeye başlandı. Mustafa Kemal Paşa, bir konuşma yaparak, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda yapılacak değişiklikleri gösteren müsveddeyi kâtiplerden birine verdi ve kürsüden ayrıldı. Grupta yapılan uzun tartışmalardan sonra bu usül kabul edilerek, değişiklik önergesinin meclis başkanlığına sunulması kararlaştırıldı.[23] TBMM Genel Kurulu aynı günün akşamı saat 18.00’de ikinci reis vekili İsmet Bey’in başkanlığında toplandı. Anayasa Komisyonu’nun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerinin tadiline dair kanun teklifi ve mazbatası gündeme alındı. Sıradaki gündem maddelerinin görüşülmesinden sonra, komisyonun mazbatası okundu. Söz konusu mazbatada, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete aidiyeti ve idare usulünün milletin mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etme esasına dayanması zaten cumhuriyet demek olduğundan bahisle, bu değişikliğe bağlı diğer zorunlu düzenlemelerin gerekçeleri açıklanıyordu. Değişiklik teklifinde, 1921 Anayasası’nın 1. maddesinin sonuna, “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti cumhuriyettir” cümlesi ilâve edilirken, 2, 4, 10, 11, 12. maddeler yeniden düzenleniyordu. Burada dikkati çeken nokta Anayasa Komisyonu Mazbatası’nda 2. maddenin gerekçesine yer verilmemiş olduğudur. 2, 4, 10, 12. maddeler yeniden düzenleniyordu. 2. madde “Türkiye Devleti’nin dini, İslâm’dır, resmi lisanı Türkçedir” şeklinde yazılmıştı. Kanun’un geneli üzerinde konuşma yapan Anayasa Komisyonu Başkanı Yunus Nadi Bey, bu madde ile ilgili olarak, “zaten kendimizde mevcud olan vaziyetimizi tespit etmiş oluyoruz.” demekle yetinmiştir. Ancak maddelerin görüşülmesine geçildiğinde bu madde hakkında söz alanlar çoğaldı.

Karahisar-ı Şarki (Şebinkarahisar) Mebusu Mehmet Emin Bey, Tanrı’nın 14 asır sonra ilâhi bir hükümet kurmayı, ikinci bir mucize yaratmayı Türk milletine nasip ettiğini, Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi de Hulefayı Raşidin dönemine dönüldüğünü söyleyince, Yunus Nadi Bey, dinlerin serbest olduğu ve kanun çerçevesinde korunacağı uyarısında bulundu.[24] Mustafa Kemal Paşa da 28/29 Ekim gecesi hazırladığı değişiklik müsveddesini Nutuk’ta aktarırken 2. maddeden bahsetmemektedir.[25] Nitekim Nutuk’un bir başka yerinde, 1924 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nda ukde teşkil eden noktalardan söz ederken, 2. maddede yer alan “dini İslâm’dır” ifadesini, “zait görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve idare-i cumhuriyetimizin asri karakteri ile kabil-i telif olmayan tabirat, inkılâp ve cumhuriyetin o zaman beis görmediği tavizler” olarak değerlendirmekte, bunun ilk münasip zamanda kaldırılmasını istemekteydi.[26] Görünen o idi ki 2. maddenin birinci kısmı, yani “dini islâm”, kabul olunan şekli hükümetin zorunlu sonucu olmayıp, o zaman için cumhuriyetten dinsizlik manası çıkarmaya vesile arayanlara karşı alınmış etkin bir önlemdi. Öteki maddelerde yapılan düzenlemeler cumhuriyet rejiminin zorunlu sonuçlarıydı. 10. madde ile bir reisi cumhurluk makamı ihdas olunmakta, 11. maddede reisi cumhurun başlıca görev ve yetkileri belirtilmekte, 12. maddede başbakanın atanması ve hükümeti oluşturması söz konusu edilmekteydi.

Değişiklik teklifinin maddeleri görüşülürken 1. madde hakkında söz isteyen olmamış, madde sürekli alkışlarla ve “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri ile aynen kabul edilmişti. 4, 11 ve 12. maddeler de görüşmesiz ve aynen kabul olundu. 10. madde dolayısıyla, cumhurbaşkanının süresiyle ilgili kısa bir müzakere yapılmıştı. Böylece Cumhuriyet’in ilânı mevcut anayasada, 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasi Kanunu’nda bazı ilâve ve değişikliklerle gerçekleştirilmiş oluyordu.

Cumhuriyet’in hükümet biçimi olarak kabulünden sonra, yine aynı oturumda Ertuğrul Mebusu Dr. Fikret Bey, bir önerge vererek, cumhurbaşkanının hemen şimdi seçilmesini teklif etti. Bu önerge kabul olundu. Ardından cumhurbaşkanı seçimini müteakip ve Cumhuriyet’in ilânı şerefine 101 pare top atılması hakkında karar alınmasıyla ilgili üç ayrı önerge oylanarak kabul edildi. Daha sonra gizli oylama ile cumhurbaşkanı seçimine geçildi ve Mustafa Kemal Paşa mevcut 158 mebusun iştiraki ve oybirliği ile cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanı seçilmesi münasebetiyle mebuslara karşı teşekkür konuşması yapan Mustafa Kemal Paşa, “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır” temennisiyle sözlerini tamamladı. Oturum sona erdiğinde saat 21.00 i gösteriyordu.[27] Bütün mesele üç saatten az bir zamanda halledilmişti.

Cumhuriyet’in ilânının ertesi günü, 30 Ekim 1923’te Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu değiştiren 364 Sayılı Yasa’nın 12. maddesi gereğince, Malatya Mebusu İsmet Paşa’yı Cumhuriyet’in ilk hükümetini kurmakla görevlendirdi. İsmet Paşa’nın seçtiği kabine, cumhurbaşkanı tarafından meclisin onayına sunuldu ve oylamaya katılan 166 mebusun oybirliği ile hükümete güven oyu verildi. Bunu müteakip İsmet Paşa, yaptığı teşekkür konuşmasında, Cumhuriyet Hükümeti’nin sözden çok iş yaparak eylem ve uygulamalarıyla meclise ve millete güven vermek için bütün kuvvetini sarf edeceğini söyledi.[28] Mustafa Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle, TBMM başkanlığı boşalmış bulunuyordu. Meclis başkanlığına 1 Kasım 1923’te Fethi Bey seçildi.[29]

Cumhuriyet’in ilânı ile bir yıldan bu yana sürmekte olan anayasal rejim tartışmaları sona erdi ve halifeyi yeni devletin başkanı görmek isteyenlerin, meşrutiyeti geri getirmeye çalışanların, meclis hükümeti şeklinde yönetimi bir kurula devretmek arzusunda bulunanların beklentileri boşa çıkarıldı. Bundan dolayı sevinenler olduğu gibi, beklentilerinin gerçekleşmemesi nedeniyle üzülenler de oldu. Cumhuriyet’in ilânını halk büyük sevinçle karşıladı. İlanı müteakip, alınan karar gereğince aynı gece İstanbul’da da 101 pare top atılmak suretiyle Cumhuriyet’in kutlanması istendi. Halkın sevincine katılmakta tereddüd gösteren İstanbul’un bazı gazetecileri vardı. Bunlardan biri de Hüseyin Cahid Bey’di. 31 Ekim günkü Tanin’de “Yaşasın Cumhuriyet” unvanı altında yazdığı makalesinde, Cumhuriyet’in kurulması ve ilân şeklini garip karşılıyor, sıkboğaza getirilmiş bir durum olduğunu, birkaç saat içinde anayasa değişikliğinin en hafif tabiriyle, normal bir hareket sayılamayacağını, cumhuriyetin alkışla, dua ile[30], şenlikle yaşayamayacağını söylüyordu. Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta, bu eleştirileri haklı bulmamakta ve gazetecilerin samimi olmadıklarını ifade etmektedir.[31]

Prof. Dr. Dursun Ali AKBULUT

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 332-337


Dipnotlar :
[1] Batı Anadolu gezisi hakkında bkz. Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 İzmit ve Eskişehir Konuşmaları, Ankara 1982.
[2] Nutuk, II, s. 727.
[3] Nutuk, II, s. 728.
[4] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Ankara 1991, s. 514.
[5] “Neşrettiğim programı, bir fırka-ı siyasiye için gayrı kâfi, kısa bulanlar oldu. Halk Fırkası’nın programı yoktur dediler. Filhakika umdeler namı altında malum olan programımız, itiraz edenlerin gördükleri ve bildikleri tarzda, bir kitap değildi. Fakat, esaslı ve ameli idi.”, Nutuk II, s. 718-719.
[6] 341, 342, 343 ve 344 sayılı yasalarla onaylanmıştır. İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları I. Cilt (1920-1945), Ankara 1989, s. 79.
[7] Soysal, a.g.e., s. 204.
[8] Bilal N. Şimşir, Ankara… Ankara Bir Başkentin Doğuşu, Ankara 1988, s. 195-206
[9] Şimşir, a.g.e., s. 213.
[10] İnan, a.g.e., s. 51.
[11] Şimşir, a.g.e., s. 220 vd.
[12] Nutuk, II, s. 796.
[13] TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, C. 2, Ankara, s. 587, 598, 665-667. TBMM’nin 27 sayılı kararı için bkz. Yalçın-Gönülal, a.g.e., s. 292.
[14] Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri, Ankara, 1985, s. 103, 111, 172, 256, 257.
[15] Antlaşma’nın yürürlüğe girmesi için parlamentolarca onaylanan metinlerin teatisi gerekiyordu. Türkiye onaylı metni 31 Mart 1924’te vermişti. Antlaşma’nın 143. maddesinde çağrıyı yapan dört devletten (İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya) en az üçünün onay belgelerini sunar sunmaz, Antlaşma’nın o gün o devletler arasında yürürlüğe gireceği belirtiliyordu. İtalya ve İngiltere’den sonra, Japonya 6 Haziran 1924’te söz konusu işlemi tamamlamış ve Lozan Antlaşması ilgili devletler arasında bu tarihte yürürlüğe girmiştir. Fransa’nın onay işlemi, 27 Ağustos 1924’te tamamlamıştır. (Soysal, a.g.e. s. 79-80).
[16] Şimşir, a.g.e., s. 249-350.
[17] Nutuk, I, s. 12.
[18] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I. Cilt, Ankara 1986, s. 74.
[19] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, Ankara 1989, C. 3, s. 86-87.
[20] Kili-Gözübüyük, a.g.e., s. 88, 94. 8 Temmuz 1922 değişikliğinin 2. maddesinde, hükümet başkanının vekiller arasından seçilmesi durumunda, haiz olduğu vekâleti de meclis kararı ile muhafaza edebilecekti. Ayrıca bkz. Yavuz Aslan, TBMM Hükümeti Kuruluşu, Evreleri, Yetki ve Sorumluluğu (23 Nisan 1920-30 Ekim 1923), Ankara 2001.
[21] Nutuk, II, s. 796-800.
[22] Nutuk, II, s. 801-803.
[23] Nutuk, II, s. 802-813.
[24] TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, c. 3, Ankara, s. 89 vd.
[25] Nutuk, II, s. 803-804.
[26] Nutuk, II, s. 714-717. Atatürk, 16/17 Ocak 1923 gecesi İzmit Kasrı mülâkatında, Kılıçzade Hakkı Beyin yeni hükümetin dini olacak mı? sorusuna, “Vardır efendim, İslâm dinidir. İslâm dini hürriyet-i efkâra maliktir.” cevabını vermiş, Hakkı Bey, “Yani hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi?” deyince, “edecek mi etmeyecek mi bilemem! Bugün mevcut olan kanunların aksine bir şey yok” şeklinde konuşmasını sürdürmüştü. (İnan, a.g.e., s. 67). Nutuk’un okunmasından altı ay kadar sonra, 10 Nisan 1928 değişikliğinde, “dini islâm” ifadesi anayasadan çıkarılacaktır.
[27] TBMM Zabıt Ceridesi, II. Dönem, C. 3, s. 89-98.
[28] TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, C. 3, s. 103-104.
[29] TBMM Zabıt Ceridesi, II. Devre, C. 3, s. 166, 168.
[30] Cumhuriyetin ilân edildiği oturumun sonunda, Afyon mebusu Kâmil Efendi tarafından kürsüde okunan dua kastedilmiş olmalıdır.
[31] Nutuk, I, s. 815-819.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.