Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Gençlik ve Mefküre

0 14.505

Hüseyin Nihâl ATSIZ

Bundan beş yıl önce idi. Bütün yaşlı insanlar ve bütün dünkü nesiller adeta hep bir ağızdan dile gelmişler, gençlikten şikâyete başlamışlardı. Bir heykel sükûneti ve sessizliği ile karşıladığımız bir sürü hücumlarda bulunuyorlar ve nasihat dolu konferanslar veriyorlardı. Bilmeyiz ne oldu? Bu büyük davalı ve büyük tavırlı insanlar artık sustular. Her biri bir derde veya keyfe daldı. Daha mühim işlerle uğraşmaya başladılar; anlaşılan ateşli hitaplarla haykırdıkları gençliğe nasihat etmekten vazgeçtiler.

Hiç unutmuyoruz ve unutmayacağız…

Merhum “Hayat” mecmuası yeni çıkmaya başlamıştı. Daha ilk musahabelerini yazan muhterem bir sabık müderris bize İtalyan gençliğinin idealizmini örnek olarak gösteriyordu. Bu, dünkü nesilden olan zat, şüphesiz duygusunda samimi idi. Fakat nedense bizim, harikalar yaratan bir milletin çocuğu olduğumuzu unutuyor, bizim büyük birer fedakârlık örneği olan şehit ağalarımızı unutuyor, sessiz ve adsız halk kahramanlarımızın delik deşik olmuş göğüslerini ve vatan için bol bol dökülen kanlarını unutuyordu. Bize asil ve yüce örnek olacak kahramanlar onlardı. Bize destanlar dolduracak büyük örnekleri göstermesini unutarak, İzonzodan kaçan ve o sıralarda Anadolu’muz için hülyalar kuran İtalyan gençliğini örnek yapmak istiyordu. İtalyan devletinin başındaki adam kendi milletinin ve gençliğinin ruhunda ve imanındaki zaafları yakından görerek onlara karşı tedbirler alır ve maneviyat aşıları yaparken, bizim büyüklerimizin bu yufka yürekli gençliği örnek göstermesi ne kadar acı idi. Her hayat gibi Hayat mecmuası da öldü. Bize mefkûre telkin eden bu mecmuada mefkûreden başka her şey vardı. Fakat bugün yine biz onu hayırla ve hürmetle yad ediyor ve Allah rahmet eylesin diyoruz.

Yine o sıralarda ve yine o mecmuada idi. Merhum Gök Alpın boş ve ıssız bıraktığı kürsüye tırmanan bir Fransız lise hocası, Türk gençliğine mefkûreden ve mefkûrecilikten bahsediyordu. Sessiz ve yaygarasız sükûnetin kuvvetini göremeyen, bizi bizden çok sever görünen bu yabancının yaveli nasihatlerine de gülümsemiştik. Türk yavrusu bu kadar duygusuz, bu kadar görgüsüz ve bu kadar kimsesiz mi idi?

Bize yüksek duyguları ve yalnız bizim milletimize mahsus olan mefkûre uğrunda ölmek aşkını öğretecek insanlar Fransızlar mı idi. O Fransızlar ki, beşeri hukukta müsavatı ilan ettikleri günden itibaren istilaya başlamışlar ve daha dün demokrat ve sosyalist Fransa namına Suriye’deki mirasımıza konmuşlardı. Yakın tarih ve geçen kanlı sahneler bize en büyük birer derstir. Herkese gönül verir, herkesle sevişir ve herkesin sözünü dinleyebiliriz. Fakat bu herkes hudutlarımızda bekleyen ve kara gözlerimize âşık olmuş görünen milletlerin adamlarından biri olmamak şartıyla. Bu genç müderris de telkinlerini kâfi gördü veya körlüğümüze kani oldu ki, nedense artık sustu. Şu Türkçe atalar sözünü şimdi bile ona hatırlatabiliriz: Yaranı yabana sardırma. Ve mutlak nasihat vermek ve telkin yapmak isterse Suriye’deki zavallı Arap yavruları bunlara bizden çok muhtaçtır. Bunları onlara duyurmak ve onları yükseltmek ne kadar büyük bir insanlıktır.

Yine o sıralarda idi İzmir’de yeni bir mecmua çıkmaya başlamıştı. Bu mevkutenin baş sayfasını dolduran bir lise müdürü, bizi yani bugünün: gençliğini mefkûresizlikle itham ediyordu. Hayret ediyorduk, bu samimi ve ateşli insanlar neden bu kadar geç kalmışlar? Yangından sonra gelen itfaiye gibi gösterişe dalmışlardı. Bu kadar mefkûreci ve bu kadar ateşli bir nesil nasıl olmuş da Abdülhamit’in istibdadı ile zehirlenmiş bir vatan havasını teneffüse razı olmuş ve nasıl olmuş da on yıl içinde büyük bir Türk imparatorluğunun yıkılmasına göz yummuştu? Genç yaşlarında kendilerinde mevcut olmayan şeyi bizde de yok zannediyorlardı.

Yine o yıllar içinde idi. Senelerden beri insaniyet aşkı ile tutuşan ihtiyar bir doktorumuz, “Harp ve sözde iyilikleri” adlı bir kitap neşretmişti. Bilmeyerek bize en büyük fenalığı yapıyor, samimiyetine kurban oluyor, bizi yeryüzünde tutan en büyük mesnedimizden yani harptan soğutmaya ve savaş kabiliyetimizi düşürmeğe uğraşıyordu. Evet, bize böyle kitaplar da lazımdı. Biz böyle kitapları da okumalıyız. Fakat ancak İngiliz imparatorluğu yıkılmalı, üzerinden iki yüzyıl geçmeli; yeni bir emperyalist doğmazsa o vakit okumalı ve bu çeşit kitaplardaki tatlı seraplara ve pembe renkli hülyalara dalmalıyız. Bakınız ne zavallı gençlerdik. Kafamızda bir şey mevcut olmadığına inananlar bulunduğu gibi, böyle abur cubur doldurmak isteyenler de çıkıyordu.

Nihayet, bizi çok düşünen bir edibimiz vardır. Rahmeti yazdığı için, biz ona rahmet okuruz. Fakat o bizi hiç sevmez. Büyük harp senelerinde tam bir fizyolojik sefalet içinde süpürge tohumu yiyen ve kuru bakla ile beslenen bizim neslimize düşmandır. Kısa boyuna rağmen, başı yüksek dağlar gibi dumanlı ve rüzgârlıdır. Aklına estikçe bize çatar, Onunla da kalmaz Türk tarihinin “ziyneti” olan İstanbul’a küfreder. Hatta o kadar büyük ve şahadetnamesiz bir ruh hastalıkları mütehassısıdır ki, dejenere bir nesil olduğumuza bile çoktan hükmetmiştir. Bereket versin ki biz onun bunları ciddi olarak söyleyeceğine inanmaz ve gülümseriz ve biliriz ki herkes ihtisası haricine çıkınca sudan çıkmış balıklara benzer. Çırpınır, çırpınır ölür, yalnız hatırlatmak isteriz ki gazete sütunlarındaki makalelerle halka telkin yapılsa da gençliğe mürşitlik olmaz.

Beş yıldan beri, bu belli başlıları ve bunlardan sonra birçokları, gençlikten ümidi kesilmiş görünen insanlar acaba haklı mıdırlar? Bunu zaman ispat edecek ve bilhassa sağ kalmalarını dileriz, ihtiyarlıklarında çok şey göreceklerdir. Her şeyi bir tarafa bırakarak onlara yalnız şu kadar söylemek isteriz ki: gençliği kafasızlık ve mefkûresizlikle itham etmelerinin bir zararı olmuş ve bazı gençler daha çocukken bazı şeyler duymak, öğrenmek ve gaye edinmek hevesine kapılmışlar, ayaklarına ve kulaklarının dibine kadar gelen propagandaları bir şey sanmışlardır. Bir fikre kulluğun ve mefkûreciliğin herkes tarafından tavsiye edilen bir yeni moda olduğunu gören bazı gençler, daha mektep sıralarında iken kızıl seraplı rüyalara dalmışlardı; zamanı ve sırası gelince bu yeni modanın tarihçesine de bir kuş bakışı ile göz gezdireceğiz. Bugün yalnız şu kadar söyleyelim ki, Türkün hakiki ihtiyaçlarını görmüş ve bu ihtiyaçların tedavisi için tam bir iman, tam bir kültür ve tam bir teknik ile çalışmaya and içmiş ve umumi harpte yetişmiş bir nesil vardır. Bu nesil icap ettiği zaman, bu uğurda kanını dökmekten de çekinmeyecektir. Kafamızda ve kalbimizde bir şey olmadığını ve olamayacağını zannedenler müsterih olsunlar. Henüz Namık Kemal unutulmamış ve Gök Alp’ın kemikleri çürümemiştir.

Atsız Mecmua, 15 Haziran 1931, Sayı: 2

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.