Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Geleceğin Öğrenilmesinde Farkli Bir Yöntem: “Melheme”

0 13.312

Yrd. Doç. Dr. Şeref BOYRAZ

İnsanın, biyo-psikolojik varlığını koruma ve sürdürme konusundaki doğuştan getirmiş olduğu güçlü arzusu, onun kendisini saran evrenle[1] ilgili bilgiler[2] edinmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Zira bu ihtiyacın giderilmesi başka bir deyişle bilginin elde edilmesi, insana biyo-psikolojik varlığını koruması ve yaşatması için gereken şifreleri vermekte, zaman, emek ve para bakımından iktisatlı yolları göstermekte; insanın, karşısına çıkması muhtemel olana yönelik tedbirler almasını, davranış değişiklikleri yapmasını ya da en azından psikolojik açıdan hazırlanmasını sağlamaktadır. Bu kadar çok işe yaraması dolayısıyla bilgiye duyulan aşırı ihtiyaç, bilginin elde edilmesi için insanın dikkatlerini geçmiş, gelecek ve haldeki unsurlar üzerine yöneltmiş, diğer bir ifadeyle onu araştırmaya sevk etmiştir. İnsanı araştırmaya sevk eden yegane etken kuşkusuz sadece bu ihtiyaç durumu değildir. İnsanı araştırmaya iten âmillerden birisi de onda fıtraten var olan merak duygusudur. Merak duygusu belki de insana, hayatın idamesi ve tekamülü için gerekli olan bilgileri toplayabilmesi için verilmiştir. Çünkü öyle sanıyoruz ki merak olmasaydı insan sadece biyolojik varlığını sürdürmek için çalışır, tekamül için gerekenleri öğrenemez, dolayısıyla da yapamaz ve bunların sonucunda gerçekleşebilen bilimsel ve teknolojik gelişmelerle tanışamaz, insanî vasıfları kazanamazdı. Bu demektir ki bilgiyi elde etmesi için insanı hem ihtiyaçları hem de merak faktörü harekete geçirmektedir. Ayrıca ihtiyaçlar ve merak saikiyle öğrenilen bilgi, bir noktadan sonra “daha”sı için merakı kamçılamakta ve onu güçlendirmektedir. Demek oluyor ki doğuştan gelen merak hissi, belirli bir düzeye eriştikten sonra, bilginin hem sebebi hem de sonucu konumuna oturmaktadır.

İşte böylesi bir yapı ve fonksiyona sahip olan merak hissi insanı, zaman doğrusunun iki tarafındakileri de öğrenmeye sevk etmiştir. “Geçmiş”tekileri ve “hal”dekileri öğrenmeye yönelik merak hissi, genellikle pozitif veya sosyal bilimlerin yardımıyla giderilebildiği halde “gelecek”tekileri bilmeye yönelik olanın tatmininde bu bilimler çoğu zaman yetersiz kalmıştır. Bu yetersizlik, “gelecek”i bilmeye harcanan merakı daha da yoğunlaştırmış ve insanı bazı arayışların içerisine itmiştir. İşte bu arayışlar neticesinde, tamamen kişisel inanca dayalı “fal” ve “kehanet” denilen metodlar bütünü icad edilip kullanılır olmuştur. Hatta günümüzde, geleceği kısmen de olsa öğrenebilmek ve ona göre hazırlıklar yapabilmek için oluşturulan ve bilimsel istatistikî öngörüden hareketle olasılık yasalarına göre çalışan “futuroloji”yi kurduran da yine aynı merak hissidir.

İnsanın, özellikle ‘gelecek’e olan merakı, onun bir yığın fal ve kehanet çeşitlerini ortaya çıkarmasına neden olmuştur.[3] Bu merak insanın, akla hayale gelmeyecek pek çok unsuru fal ve kehanet için kullanmasını sağlamıştır. Hatta yine aynı merak, bazen insanı öylesine ileri götürmüştür ki, kutsalı bunu açıkça yasaklamasına[4] rağmen onu, fal veya kehanete baş vurdurmaya devam ettirmiş ve kimi zaman kutsalını bile fala vasıta ettirmiştir.[5] İnsana kutsalını dahi fal ve kehanete araç ettiren merakın, geleceği öğrenme adına kullandırdığı bir diğer araç da ay veya güneş tutulması, yeni ay görünmesi, yıldız kayması, şiddetli yağmur veya dolu yağması ya da rüzgar esmesi, gökkuşağı, şimşek, yıldırım ve deprem gibi birtakım tabiat olaylarıdır. Başka bir deyişle merak hissi, insana tabiat olaylarını kullandırarak gelecekten haber verme konusunda farklı bir yöntem oluşturtmuştur, ki buna “melheme” adı verilmektedir.

Melheme, en kısa tabiriyle, hem birtakım tabiat olaylarından hareketle gelecekten haber veren sistematiğin hem de bu sistematiğin yazılı olduğu metinlerin ya da eserlerin genel adıdır. Bu metinlerin (eser) çoğu, Osmanlı döneminde yazılıp okunmuş olup günümüzde bunların, kütüphanelerde bol miktarda el yazması ve taş baskı şekilleri bulunmaktadır.

Dikkat edilecek olursa burada melhemenin tanımını yaparken, gelecekten haber verdiğini söylediğimiz halde onun için “bir fal veya kehanet çeşididir” ifadesini kullanmadık; onun yerine özellikle “sistematik” ibaresini koyduk. Çünkü melhemeler ne tam olarak falın özelliklerini taşımaktadır ne de kehanetin. Onlar, gelecekten haber vermeleri dolayısıyla fal ve kehanetle benzeşmekte; kimi özellikleriyle fala, bazı yönleriyle de kehanete yaklaşmaktadır ancak yapısı ve kullandığı metotlar nedeniyle de onlardan ayrılmaktadır.[6]

Melheme türünün geneli ve Türk edebiyatındaki melhemeler hakkında bugüne kadar derli toplu bir çalışma yapılamamıştır. Müstakil melheme metinleriyle ilgili yapılan birkaç çalışmada[7] ise bu türün ve özelliklerinin, yönteminin ne olduğu, kaynağının nereye dayandığı, benzerleriyle nasıl bir ilişkisinin bulunduğu ve ne gibi etkiler bıraktığı noktasındaki sorular cevapsız bırakılmış, uzun sözün kısası melheme türü, bütünü şamil bir biçimde tanıtılamamış, sadece söz konusu edilen metinlerle ilgili spesifik bilgiler verilmiş ve bu metinlerin edebî bakımdan ve dil incelemesi açısından taşıdığı değerler üzerinde durulmuştur.

Melhemeler konusunda bugüne kadar yapılan çalışmalardan, yazılan ansiklopedi maddelerinden ve bu türe örneklik eden metinlerden anlaşıldığı kadarıyla türün adı konusunda henüz bir netlik yoktur. Zira melhemeyi konu edinen çalışmaların birçoğunda bu türün adı “melhame” veya bunun çoğulu olan “melâhim” şeklinde verilmektedir. Oysa melheme metinlerinin bizzat kendisinde türün adı bazen, “melhame”, kimi zaman “melheme”, nadiren de “mülhime” veya “mülheme” şeklinde geçmektedir. Bu durum, “yazılış şekli itibariyle aralarında nüans bulunduran bu kelimeler, anlam ve karşıladıkları kavramlar yönünden birbirinden farklı mıdır?”, sorusunu akla getirmektedir. O nedenle melheme türü hakkındaki bilgilere geçmeden önce, isimlendirmedeki bu farklılıkların sebepleri üzerinde durulması ve durumun açıklığa kavuşturulması gerektiği kanaatindeyiz.

“Melhame”, Arapça bir kelime olup “le-ha-me” üçlü kökünden türetilmiştir ve bu kök sözlükte; “(fiil olarak) bir işi sağlam yapmak, eti kemikten ayırmak, bir yerde eğlenip kalmak, kırık bir nesneyi yapıştırmak, (lahm şekliyle isim olarak) et, maddelerin özü, (luhme biçimiyle) dokuma arkacı ve (lehîm yazılışıyla sıfat olarak da) etli, şişman”[8] manalarına gelmektedir. Bu kökün Arapça’ya da, İbrânîce’deki gıda ve savaş manalarına gelen “lahm” ve ekmek anlamındaki “lehem” kelimelerinden geçmiş olabileceğini söylenmektedir.[9] Buna göre “melhame” kelimesi, “le-ha-me” kökünün mimli mastarı veya mekan isimleri yapan kalıp yardımıyla aynı kökten türetilmiş yer ismidir. Zira Arapça sözlük bu kelimeyi “şiddetli harp, şiddetli harp yeri” biçiminde hem mimli mastar olarak hem de yer ismi olarak manalandırmaktadır.[10] İslam literatüründe melhame konusunu işlediği makalesinde İlyas Çelebi, (1997: 153-154), savaşta insanların birbirine girmesi ve savaş alanında ölen kişilerin cesetlerinin et yığını oluşturması sebebiyle ve “le-ha-me” kökünün karışma, karıştırma manalarından hareketle savaşta insanların birbirine karışması da düşünülerek bu kelimeye harp ve harp yeri anlamlarının yüklendiğini Arapça kaynaklardan aktarmaktadır.[11] Etimolojisi bu şekilde yapılan melhame sözcüğünün Osmanlıca’daki karşılığı da Arapça’dakinden pek farklı değildir. Örneğin Kâmûs-ı Türkî, “melhame” sözcüğünün karşısında, “çok telefâtı mûcib büyük muharebe: Kosova melhame-i kübrâsı”[12] ifadelerini kullanmaktadır. Bütün bunlardan melhame kelimesinin, “çok sayıda insanın öldüğü savaş veya savaş yeri” manalarına geldiği anlaşılmaktadır.

Melhame kelimesinin bu anlamlarından hareketle türetilmiş bir de terim anlamı bulunmaktadır. Terim olarak bu kelime, “gelecekte vuku bulacak savaş ve benzeri olayları haber verme veya bu haberlerin yazıldığı eserler”[13] manasındadır. Söz konusu bu eserleri “melhame” adıyla anlatan kaynaklardan ve incelediğimiz el yazmalarından edindiğimiz bilgiler ışığında, “melhame” başlığı altında üç farklı eser grubunun bulunduğunu, tabir-i diğerle aynı adla anılan üç değişik grubun olduğunu söyleyebiliriz. Melhame konusunda bilgi veren kaynaklarda yeterince ayrımı yapılmayan ve birbirine karıştırılan veya birbirinin aynı zannedilen bu grupları, şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. İslam peygamberinden rivayet edilenler
  2. Müneccimlerin yöntemlerine göre yazılanlar
  3. Danyal Peygamber’e nisbet edilenler

Bu gruplardan ilkini, Hz. Muhammed’den nakledilen ve gelecekte cereyan edecek büyük savaş ve onun gibi kargaşalıkların haberlerini içeren sözler oluşturmaktadır. Örneğin İstanbul’un fethedileceği haberi, Hz. Muhammed kaynaklı melhame kapsamında gösterilmektedir. İşte bunun gibi haberleri içeren ve Hz. Muhammed’e nispet edilen sözler, hadis kitaplarının “Kitabu’l-fiten” veya “Kitabu’l-melâhim” başlığını taşıyan bölümlerinde yer almaktadır.[14] Hz. Muhammed’e atfedilen Deccal’ın çıkması, kıyamet alametleri gibi geleceğe ilişkin başka birçok haberlerin varlığı bilinmektedir. Ancak bunların tamamı “melâhim” kapsamında değerlendirilmemektedir. “Melâhim” kapsamına alınanlar sadece “fitne esnasında düşmanlarla yapılan ve çok ölümle sonuçlanan” savaşları önceden haber veren ve Hz. Muhammed’in söylediği rivayet edilen sözlerdir.

İkinci gruptakiler, müneccimlerin geleceğe ait haberlerini[15] içeren eserlerdir. Bunlar, İbn Haldun’un bildirdiğine göre[16] müneccimlerin, yıldızların hareketlerine bakarak yeryüzünde cereyan edecek hadiseleri, gelecekteki devlet ve hükümdarların durumlarını söyleyip yazdıkları metinlerden oluşmaktadır. Manzum veya mensur olarak yazılmış olan ve eski bir devletin yıkılıp yerine yenisinin kurulması, devleti kuran milletin kim olacağı, devletin başında kimlerin bulunacağı ve bunların âdet, inanış ve uygulamalarının neler olacağı ve bunların yapacakları savaşlar konularında bilgi veren bu metinlere sonradan, çoğunlukla savaşlardan haber verdiği için, melhame adı verilmiştir. İbn Haldun’un anlattığına göre bu “melhame”lerin bir kısmı genel olarak İslam devletlerinde, bazıları da belli bir devlette cereyan edecek hal ve hadiselerden bahsetmektedir. Örneğin İbn Arabî’ye (1165-1240) nispet edilen ve “Eş-Şeceretü’n-Numaniyye fi’d-Devleti’l-Osmaniyye” adını taşıyan eser, Osmanlının geleceği ve yıkılışıyla ilgili bilgiler vermektedir ki, bu eserin, yıkılışla ilgili bilgileri yüzünden Osmanlıda bir dönem yasaklandığı söylenmektedir.[17]

Yine İbn Haldun’un ifadelerine göre çoğu manzum olan bu melhamelerin beyitleri, harf ve rumuzlarla dolu olup muammayı andırmakta ve dolayısıyla anlaşılmamaktadır: “Kaf, Cim’in yardımıyla Mim’i öldürecek sonra kesin zaferi elde edecek olan Şin gelecek.” ya da “Ayn İbn Ayn İbn Ayn, Mim İbn Mim İbn Mim’i öldürecek.[18] gibi. “Melhame” adıyla anıldığını söylediğimiz son gruptaki eserler, ki bizim esas konumuzu bunlar oluşturmaktadır, Danyal Peygamber’e atfedilmektedir. Bu gruptaki birçok melhame nüshasında rastlanılan; “Âgâh ol ki bu Kitâb-ı Melheme Dânyâl Peygamberden kaldı.”[19] şeklindeki satırlar bu eserlerin Danyal peygamber tarafından oluşturulduğuna bizi inandırmaya çalışmaktadır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu gruba ait Arapça, Farsça ve Türkçe’de muhtelif eserler ya da eser nüshaları bulunmaktadır. Çoğu mensur biçimde kaleme alınmış olan bu eserlerde geleceğe ilişkin haberler, yıl içerisinde oluşan ay veya güneş tutulması, yıldız kayması, şimşek, gök gürültüsü, yağmur veya dolu yağması, sis, deprem gibi tabiî olaylara bakılarak verilmektedir. Bu eserlerde verilen haberler ise, devletlerin kurulmasından yıkılmasına, yapılacak savaşlardan hükümdarların durumlarına, isyanlardan kıtlık, hastalık, iklim, ziraat ve ticaret gibi pek çok konuyla, eserlerin yazıldığı veya hitab ettiği dönem hayatının hemen her alanıyla ilgilidir. Ayrıca bu gruptaki eserler, sadece herhangi bir devletle ilgili değil, ait olduğu zamanda bilinen dünya coğrafyasının tümüne ilişkin gelecek haberlerini içermektedir.

Dikkat edilecek olursa bu üç gruptaki eserler gelecekten haber vermekte, bazı noktalardan birbirlerine benzemektedir ve bundan dolayı olsa gerek üçü de “melhame” adıyla anılmaktadır. Fakat bizce bu üç grup, gelecek haberlerini verme yöntemi ve bu haberlerin mahiyeti itibariyle birbirlerinden ayrılmaktadır.

Birinci gruptakiler, sadece geleceğin savaşlarının haberlerini içermesi ve bu haberlerin ortaya çıkması noktasında herhangi bir vasıta kullanılmaması, yani Hz. Muhammed’in sözlerine dayandırılmış olması dolayısıyla, diğer ikisinden kolayca ayrılmaktadır. O halde esas itibariyle hadis biliminin sahasına giren bu grubu bırakıp aralarında çok daha fazla ortak yan bulunan diğer iki gruba bakabiliriz.

İkinci ve üçüncü grubun her ikisi de kendilerine “melhame” adının verilmesine sebep olan büyük savaşların haberlerini içermekte ve içerdikleri bu haberleri de belli vasıtalar yardımıyla vermektedirler. Ancak bu haberlerin mahiyetine ve vasıtalarına yoğun bir dikkatle bakıldığında benzerliklerin içerisinde farklılıkların da bulunduğu görülecektir.

İkinci gruptaki eserlerde iletilen haberler, savaşlar ve savaşlara bağlı olarak gerçekleşen devletlerin yıkılıp kurulması, devleti yönetenlerin durumları ve halkın bunlardan nasıl etkileneceği gibi siyasî konulardan oluşmaktadır. Üçüncü gruptakilerde yer alan haberler ise aşağıda ayrıntılı biçimde görüleceği üzere, sadece savaş ve ona bağlı olan hadiselerle değil, hayatın hemen hemen tüm alanlarıyla ilgilidir. Yine ikinci gruptaki eserlerde gelecek bilgisini taşıyan haberler, yıldızların burçlardaki konumuna bakılarak verilirken üçüncü gruptakilerde tabiat olaylarından hareketle söylenmektedir. Ancak üçüncü gruptakilerde doğrudan olmasa da bazı haberlerin verilmesinde dolaylı olarak “ilm-i nücum”dan[20] faydalanılmaktadır.

İkinci grubu oluşturan eserlerden her biri, belki de özel istek neticisinde yazılmış olmaları nedeniyle belli devletlere mahsus olarak ve dolayısıyla belli bir zamanı kapsayacak biçimde yazıldığı halde üçüncü gruptakilerde zaman ve devlet sınırlaması yoktur. Yani üçüncü gruptaki eserlerde verilen haberler herhangi bir devletle sınırlı olmayıp “eski dünya”da bilinen coğrafyaların tamamıyla ilgili olduğu için gelecek zamanda da bir kısıtlama söz konusu değildir. Zira belli bir devlete mahsus olarak yazılmış melhamedeki geleceğe ait bilgiler o devletin yıkılmasıyla birlikte sona ermekte ve dolayısıyla eserdeki gelecek zaman da bitmektedir. Oysa üçüncü gruptaki eserler, herhangi bir devlete değil de genele hitap ettiği için ve özeli belirtmesi gerektiğinde de devlet adı değil de, millet veya coğrafya adı kullandığı için zaman sınırlamasından uzaktır.

Bu iki gruptaki eserler arasındaki bir diğer fark da üslup konusunda görülmektedir. İkinci gruptaki eserlerde anlatım, çoğu zaman harf ve remizlerle bir muammayı andırmakta, mısralarda veya satırlarda verilmek istenen haberlerin mahiyeti çoğu zaman anlaşılmamaktadır. Üçüncü gruptakilerde ise böyle bir durum söz konusu değildir. Üçüncü gruptakilerde anlatım, yılın on iki ayı ve bu aylarda gerçekleşen tabiat olayları üzerine kurulmuşken ikinci gruptakilerde böyle bir sistemin varlığından söz etmek mümkün değildir. İşte aralarındaki bütün bu farklar dikkate alındığında, “bu iki eser grubunun tek bir grupmuş gibi değerlendirilmesi ve dolayısıyla aynı adla, ‘melhame’ kelimesiyle, anılması doğru mudur?” sorusu ortaya çıkmaktadır.

İkinci gruptakilere, verdiği haberlerde savaşları mihver edindiği için “melhame” denildiği açıktır. Örneğin bir el yazmasında yer alan iki Arapça eser,[21] Şam, Mısır, Mekke ve Sind gibi yerlerdeki büyük savaş ve fetihlerden bahsettiği için başlıklarında “melhame” kelimesini barındırmaktadır. Üçüncü gruptakilerde savaşla ilgili haberlere de yer verilmesi, bu grubun aynı adla anılmasına yeterli sebep midir? Zaten bir “melhame” yazmasında geçen; “Melhame Arab dilince kan döküldügi yere derler. Bu kitabda dahı kan dökülmek sıfatı çokdur. Bu sebebden melhame deyü ad virdiler.”[22] biçimindeki ifadeler de bu eserlerin, savaşlardan bahsettiği için “melhame” diye isimlendirildiğini göstermektedir. Ancak kanaatimizce bu, üçüncü gruptakilere “melhame” denilmesi için yeterli bir sebep değildir. Bu, olsa olsa esas adı unutulan ve esas adı, hatta bir parça da muhtevası başka bir türünkine -ikinci gruptakilere- çok benzediği için onlarla karıştırılan bir türe verilen yeni adın bahanesi olabilir. Yani üçüncü gruptaki eserlerin esas adı “melheme”dir, ama bu kelimenin, diğer grubun adı olan “melhame”yle benzerliği bu gruba da “melhame” denilmesine sebep olmuştur. Melheme ve melhame kelimeleri arasında tek harflik bir fark vardır. Tek harflik bu farkın kelimelere değişik anlamlar verebileceğinin düşünülememesinin ve her iki gruptaki eserlerin de muhtevaca bir miktar benzeşmesinin, “melheme”nin “melhame”ye dönüştürülmesine neden olduğunu tahmin ediyoruz.

O halde “melheme” kelimesi ne anlama gelmektedir? Melheme de, Arapça bir kelime olup “lehe-me” üçlü kökünden türetilmiştir. Sözlükte “le-he-me” kökünün “lehime” şekline “bir şeyi birden yutmak”; “elheme” veya “ilhamen” biçimine “bir şeyi birden yutturmak”; “lehimu” yazılışına “obur”; “lihemmu” imlasına “hayrı çok olan, çok bağışta bulunan” ve “lüheymu” okunuşuna da “felaket, afet” manaları verilmektedir. Ancak dilimizde daha çok bu kökün, “bir şeyi birden yutturma” anlamını taşıyan “ilham” şekli, ıstılah manasıyla kullanılmaktadır. Istılahî olarak da bu kelime, “feyz yoluyla Allah’ın kulun kalbine koyduğu, kalbe doğan fikir vs., vahy-i İlahî”[23] manalarına gelmektedir.

Buna göre “melheme” kelimesi, “le-he-me” kökünün mimli mastarı veya mekan isimleri yapan “mef’ale” vezni yardımıyla aynı kökten türetilmiş yer ismi konumundadır. İşte bu açıdan bakıldığında “melheme”nin, kelime olarak “bir şeyleri yutturma” veya “bir şeylerin yutturulduğu yer”; ıstılahî olarak da “bir şeyleri ilham etme” veya “bir şeylerin ilham edildiği yer” manalarını verebileceği anlaşılacaktır. Verebileceği diyoruz çünkü Arapça sözlüklerde “melheme” kelimesini göremedik. O bakımdan bu anlamlandırma, akıl yürütme yoluyla bizim vardığımız bir sonuçtur. Öyle sanıyoruz ki melheme, Arapça’da yer alan medrese, mekfere, merhale, mertebe, meşcere, mezbaha, mezbele, vs. gibi kelimeleri ortaya koyan dil mantığıyla Arap olmayan -Fars ve Türk gibi- unsurlarca türetilip kullanılmış ve bu yüzden de Arapça sözlükte yer almamıştır. Aynı kelime “melhame”yle karıştırılıp onun gölgesinde kaldığı için de Farsça ve Türkçe sözlüklerde kendine yer bulamamış olmalıdır. Oysa inceleme fırsatını bulduğumuz bazı el yazmalarında bu eserlerin ismi “melheme” biçiminde yazılmıştır. “Melheme” şeklinde okunan kelime, eğer hareke yoksa “mülhime” ve “mülheme” biçiminde de[24] okunabilir. Nitekim bazı el yazması kataloglarında[25] bu kelimenin mülhime ve mülheme şeklindeki okunuşlarına da tesadüf edilmektedir. Ancak, “mülhime” okunuşunun, anlamı dolayısıyla söz konusu eserlere ad olamayacağını düşünüyoruz. Çünkü “mülhime”, “ilham eden, Tanrı” manasındadır. Konu edindiğimiz eserler ise ilham eden değil, ilham edilen bilgiler veya bilgilerin ilham edildiği yer konumundadır. İslam inancına göre “ilham”ı Allah’tan başkası yapamayacağına ve bu eserler de islâmî düşünceye sahip olanlara hitap ettiğine göre bu eserlere “mülhime” demek hatalıdır.

Diğer yandan elimizde sözünü ettiğimiz kelimeyi “melheme” biçiminde okutacak harekeli örnekler olmasaydı, anlam itibariyle de uyduğu için söz konusu eserlerin adına “mülheme” diyebilirdik. Ancak bazı el yazmalarında söz konusu sözcük, “melheme” okutacak şekilde harekelenmiştir.

İslam inancına göre “gayb”ı, geleceği, öğrenmeye çalışmak yasaklanmıştır ve bunu Allah’tan başkası da bilemez.[26] Ancak Allah, dilediğine özellikle de peygamberlerine gelecekle ilgili haberleri “ilham” yoluyla bildirebilir. İşte bu bilinci taşıyan “melheme” yazarları veya mütercimleri, yazdıkları eserlerin “gayb”la ilgili bilgiler içerdiğini görünce bu eserlerin ancak bir peygambere gelen ilhamlarla yazılabileceğini düşünmektedirler:

“İlm-i İdris ü kelâm-ı Dâniyâl
Kavl-i Eflâtun[u] Lokmândur makâl
Pes sözi hakdur nebînün bî-hilâf
Kavli muhkemdür sözünde yok güzâf
Tanrı vahyitdi ya geldi Cebrâ’il
Gendüsi gördi ya fî-nevmin kalîl
Yahud ilhâm oldı ana bu makâl
Sen bilürsin hod nebîdür Dâniyâl”[27]

“İmdi Hak te‘âlâ bunlara vahyitdi yâhud Cebrâ’il geldi ve yâhud ilhâm oldı anunçün böyle didiler.”[28]

Görüldüğü üzere konu edindiğimiz eserleri Osmanlı Türkçesi konuşanlar için hazırlayanlar, bu eserlerin “hak” sözlü peygamber sözlerinden oluştuğunu ve peygamberlere de bu sözlerin “ilham”[29] yoluyla verildiğini düşünmektedirler. İşte melheme yazarları, sahip oldukları bu düşüncelerden hareketle eserlerini, ilham edilmiş sözlerin/bilgilerin bulunduğu yer olarak görmüş ve bu yüzden de eserlerinin adını “melheme” şeklinde koymuş olmalıdırlar. İşte biz de bütün bunları dikkate alarak bu eserlerin ismine, kimi melheme mütercim veya yazarlarının da tercihine uyarak, diğer türlerden de ayırt edilmesi için melheme demeyi yeğliyoruz.

Klasik Türk Edebiyatının diğer bazı türleri gibi melhemeler de, Türk Edebiyatına Farsça eserler kanalıyla geçmiştir. Bu, melhemelerin kaynağının Fars kültürü olduğu şeklinde yorumlanmamalıdır çünkü bunlar, Farsça’ya da Arapça’dan çevrilmiştir. Melhemeyi Arap kaynaklarından Farsça’ya Ebu’l- Fazl Kemaleddin Hüseyin Hubeyş bin İbrahim bin Muhammed Et-Tiflisî[30] çevirmiştir. Ebu’l-Fazl’ın “Usûlü’l-Melâhim” adını verdiği eserinin, önsöz mahiyetindeki bölümünden anladığımız kadarıyla Ebu’l-Fazl, hükümdarların ve büyük zatların melheme kitabına çok rağbet ettiklerini görmüş, melhemeyi Arapça’dan Farsça’ya mensur olarak çevirmiş ve bu çevirisini de II. Kılıçarslan’a ithaf etmiştir.[31] Selçuklu sarayında müneccimbaşılık yaptığı da söylenen Ebu’l-Fazl’ın, 12. yüzyılın ikinci yarısından sonra çevirdiği bu eser, hicrî 1340’ta “Melhametü Danyal” adıyla Tahran’da basılmıştır.

Türk Edebiyatındaki manzum ve mensur melhemeler, ya çoğunlukla Ebu’l-Fazl’ın işte bu sözünü ettiğimiz eserinin muhtelif çevirilerinden ibarettir ya da bundan faydalanılarak yazılmıştır: “Şeyh Ebu’l-Fazl Pârisîye getürdi ve bu za‘îf iki nüsha cem‘ kılup bu kitâbı Türkçe yazdum.”.[32]

Ebu’l-Fazl, Türk Edebiyatındaki melhemelere kaynaklık eden eserinde, melhemenin asıl kaynakları konusunda bazı bilgiler vermektedir. Ona göre melheme, Danyal peygamberden kalmıştır.

Danyal peygamberden sonra Hermes, Büzürcmihr ve Vâlis gibi filozoflar melhemedeki bilgileri ve verileri tecrübe etmiş, yani melhemenin doğruluğunu denetlemiş ve nihayet Cafer Sadık da bunları özetleyerek kitaba elimizdeki şeklini vermiştir: “Âgâh ol ki bu Kitâb-ı Melheme Dânyâl peygâmberden kaldı. Andan sonra hukemâ-ı kadîm [Hermes] ve Büzürcmihr ve [Vâlîs] tecribesidür. Anlardan sonra Ca‘fer-i Sâdık radıya’l-lahu ‘anhu muhtasar kıldı.”[33]

Melhemeyi ilk ortaya koyan kişi olarak gösterilen Danyal, İsrailoğulları peygamberlerindendir ve İslam dünyasında da kitap gönderilmeyen nebi, hikmetin sembolü, reml ilminin ve rüya tabirinin kurucusu, müneccimlerin piri olarak bilinmektedir ve hatta mezarının Tarsus’ta olduğuna inanılmaktadır.[34] Melhemelerin gerçekte Danyal peygamberden kalıp kalmadığı bilinmiyor ve bunun ispatlanması da şimdilik pek mümkün görünmüyor. Ancak halk hafızasının Danyal’da olduğuna inandığı özellikler, Danyal’ın melheme gibi bir eseri telif etmiş olabileceğini düşündürmekte ve halkın buna inanmasını sağlamaktadır.

Melhemeye kaynaklık ettiği söylenen ve filozof, velî veya nebî özelliklerine sahip olduklarına inanılan Hermes, Büzürcmihr, Valis ve Cafer Sadık gibi bilge kişilerin de gerçekte melhemeyle ilgilerinin olup olmadığı, olmuşsa derecesi bilinmemektedir. Zaten adı geçen şahısların söz konusu eserle ilgilerinin varlığını ve varsa derecesini şimdilik tespit etme imkanı da yoktur. Ancak şurası da muhakkak ki bu isimler, melhemeye olan inancı artırmak ve böylece ona olan rağbeti fazlalaştırmak için de esere konulmuş olabilir. Çünkü bu isimler, halkın inanç dünyasında böylesi bir eser için referanslık edebilecek özelliklere sahiptir.

Yukarıda melhemelerin Türkçe’ye Farsça’dan çevrildiğini; Farsça’ya da Arapça’dan nakledildiğini yazmıştık. Buna göre melhemelerin esas kaynağının Arap kültürü olduğu düşünülebilir. Ancak yaptığımız çalışmalar sonucunda melhemelerin, Arap kültürünün değil, Mezopotamya ve çevresinde yaşayan halkların ürünü olduğu ve Araplara da onlardan geçtiği ortaya çıkmıştır. Melhemelerin Mezopotamya kaynaklı olduğunu düşündürten âmillerin başında, melhemenin gelecekten haber verme metodu gelmektedir. Bir melheme metni okunduğunda, orada gelecek bilgileri verilirken temel olarak kozmolojinin öğretilerinden yararlanıldığı görülecektir. Kuşkusuz her kültürün kendine ait bir kozmolojisi vardır. Ancak melhemeyi oluşturan kozmoloji öğretisi, yine kozmolojinin kendi içinden çıkarılarak bir “ilim” haline getirilen “astroloji”dir ve astrolojiyi bir ilim gibi disipline ederek onun dünyaya yayılmasını sağlayanlar da Mezopotamyalı kavimlerdir.[35] Zaten A. Fodor da melhemelerin orijininin Asiro-Babil kültürüne dayandığının G. Furlani tarafından uzun zaman önce -1917 ve 1921’de-söylendiğini belirtmektedir.[36]

Mezopotamya ve çevresi, dünya tarihindeki en eski halkların yaşadıkları topraklardan birisi olarak kabul edilmektedir. Mezopotamya, doğudan gelen Ârîler, güneyden göç eden Sâmîler ve kuzey kökenli Ural-Altay kavimlerinin birlikte yaşadıkları bir coğrafyadır. Güneyine Bâbil, Kuzeyine ise Asur ülkesi denilen Mezopotamya’nın en karışık ahaliye sahip olduğu dönem Keldanîler dönemidir.

Keldanîler döneminde burada Sümer, Akad, Amurru, Kassit, Arâmî ve Asurîler yaşarken bunlara II. Nebukadnetsar’ın fetihleriyle Yahudîler, Filistinli, Fenikeli, Mısırlı, İonyalı ve Elamlılar da katılmıştır.[37] Buna göre melhemeyi oluşturduğunu söylediğimiz astroloji, tek bir kültürün değil de bütün bu halkların kültürel bileşkesinin bir ürünü olabilir. Ancak bu bileşkenin disipline edilmesi noktasında tek bir halkın/kültürün etkisinin diğerlerinden daha büyük olması muhtemeldir. O nedenle astrolojiye ve dolayısıyla melhemeye tam olarak şu kültürün ürünüdür demek doğru değildir. Zira melhemelerde çeşitli kültürlere ait unsurların bulunması da onun tek bir kültürün ürünü olmadığını göstermektedir.

“Akad astrolojisi diye adlandırılan astrolojide meteoroloji ve gök olaylarından gelecek hakkında bilgi elde ediliyordu. Bu astrolojik hükümler ve tahminler tek tek fertlere değil, toplumun bütününe aitti… Fert olarak sadece krala kabil-i tatbikti. Çünkü hükümdara ilişkin olaylar, ister istemez, toplumun tümü ile de ilgiliydi. Astroloji savaş ve barış, zafer, hükümranlık, tahta oturma, hanedan ve sülale değişmesi, isyan, kıtlık, hastalık salgınları, mahsul durumu ve taşkın gibi olayları haber veriyordu.[38]

Bu alıntı satırlarda bahsedilen özelliklerin tamamını melhemelerde görmek mümkündür. O halde melhemeler, astrolojinin sistematize edilmesinde diğer milletlere oranla daha fazla ön plana çıkmış olan Akadlar/Keldanîler tarafından metin haline getirilmiş olabilir. Zira sihir ve astrolojide en çok şöhret kazanan Bâbil halkından olan Keldanîlerdir.[39] “Osmanlı Şiir Tarihi”nin yazarı E. J. Gibbde[40] “asr-ı saadet zamanlarında hiçbir hükümdar tarafından” kullanılmayan “Babil” isminin veya “Babil kralı” tamlamasının melhemede sık sık kullanılmasına bakarak melhemelerin kaynağının Yahudi veya Keldani kültürü olabileceğini belirtmektedir. Bu arada melhemeyi ilk ortaya koyan kişi olarak gösterilen Danyal peygamberin de Bâbil sürgününde Keldanîlerin esiri olduğunu hatırlamak gerekir.

Melhemenin Mezopotamya halklarından, özellikle de Keldanîlerden kalmış olduğunu bize düşündürten bir diğer sebep de melhemelerde, Keldanî ırkından gelen Süryanîlerle[41] ilgili bilgilere yer verilmesidir. Melheme metinleri okunduğunda, her ay adının Arapça, Farsça, Rumca, Türkçe ve Süryanice’deki karşılıklarının verildiği görülecektir. Ay adlarının veriliş sıralamasına dikkat edildiğinde ise Süryanice ay adlarının ya bölüm başlığı olarak kullanıldığı ya da ilk sırada verildiği göze çarpacaktır. O halde Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazılmış melhemelerde Süryanice ay adları niçin yer almaktadır? Bu sorunun cevabı, melheme metinlerinin başlangıçta Süryanice olduğu ve söz konusu dillere çevrilirken de Süryanice ay adlarının korunduğu şeklinde verilebilir. Buna göre Süryani kaynaklı olan melheme, Süryanice’den farklı dillere çevrildikçe çevildiği dillerden ay adları gibi çeşitli unsurları da bünyesine katmış olmalıdır.

Kuşkusuz melhemelerdeki, Süryanilerle ilgili unsurlar ay adlarıyla sınırlı değildir. Melhemelerin baş kısmında, “Çeşitli milletlere göre yılbaşı ne zamandır, niçin?” sorularının cevabı verilirken yine en başta Süryanilerin bu konudaki uygulamaları ve inanışları anlatılmıştır. Orada anlatılanlara göre yılbaşı, Süryanilerde “Teşrin-i Evvel” ayıdır. İlginçtir ki, birkaç istisna hariç, melhemelerin hemen hepsinde esas konunun anlatımı da Süryanilerin yılbaşı kabul ettiği “Teşrin-i Evvel” ayından başlamaktadır. Melhemelerin anlatımının Süryanilerin yılbaşına göre tertip edilmesi de, bu eserlerin en azından yazıya geçirilme yerinin Süryanice olduğu fikrini biraz daha pekiştirmektedir. Bütün bunların, melhemelerin metinsel kaynağı olarak Süryanilerin gösterilmesine yeterli olmadığı düşünülebilir. Ancak bir Arapça melheme nüshasından alınan aşağıdaki satırlar, melhemelerin kaynağı konusundaki fikirlerimizi doğrulamaktadır: “Melheme kitabı, Süryani kitaplarından… Arapça’ya nakledildi.” veya “Çağrışım kitabı [melheme],. Süryani kitaplarından Arapça’ya nakledildi.”.[42]

Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere melhemeler, Arapça’ya Süryanice’den çevrilmiştir. Herhangi bir Süryanice melheme metnini görme imkanımız olmadı. Ancak G. Furlani’nin yayınlamış olduğu makaleler[43] (Fodor 1974: 85), Süryanice melheme metinlerini gözler önüne sermekte ve bunların Arapça versiyonlarıyla benzerliklerine işaret etmektedir.

Melhemelerdeki Süryanice ay adlarının varlığından hareketle melhemelerin Süryanilerle olan ilgisine değindik. Aynı mantık, melhemelerdeki Rumca/Yunanca ay adları için de yürütülebilir. Melhemelerde ay adlarının Süryanicesinden sonra Rumca/Yunancasının da geçmesi, melhemelerin Grekçeye de çevrilmiş olabileceğini ve Rumca ay adlarının bu çeviriden kalmış olabileceğini göstermektedir. Zira Fodor makalesinde,[44] melhemelerin Grekçe versiyonlarının bir listesinin P. Boudreaux tarafından yayınlandığını belirtmektedir. Ayrıca melhemelerde Hıristiyanlıkla ilgili oldukça fazla bilgi bulunması da melhemelerin, Grek ve Süryani gibi Hıristiyanlığı kabul etmiş milletlerin dillerine çevrildiğini, çevrilirken de bu bilgilerin melhemeye eklendiğini göstermektedir.

Yine melhemelerde Rum/Yunan takvimine göre yılın ilk gününe bakılarak o yılın özelliklerinin anlatılması da, bu metinlerin Grekçeye çevrildiğinin ve bu bölümün çeviri sırasında ilave edilmiş olabileceğinin bir göstergesi olsa gerektir. Buna göre öyle tahmin ediyoruz ki melhemeler Arapçaya gelmeden önce Süryaniceden Grekçeye geçmiş, oradan aldığı bazı unsurlarla tekrar Süryaniceye aktarılmış ve bu şekliyle de Arapçaya çevrilmiştir. Eserin Türkçe’ye de Farsça kanalıyla çevrilmiş olduğu daha önce belirtmiştik.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Arapça, Farsça ve Türkçedeki melhemelerin çoğu mensurdur. Sadece Yazıcı Selahaddin’e ve Cevrî İbrahim Çelebi’ye ait olanlar manzumdur. İster manzum olsun ister mensur, melhemelerin hemen hepsi okuyucularına gelecekle ilgili bilgileri belirli bir plan dahilinde sunmaktadır.

Klasik dönem eserlerinin çoğunda olduğu gibi Türkçedeki melhemeler de Allah’a hamd (hamdele), peygambere salat ve selam (salvele) ile başlamaktadır. Ancak hamdele ve salvele kısmı bulunmayan melheme nüshalarına da rastlamak mümkündür. Bazı melheme nüshalarında hamdele ve salveleden sonra eserin nasıl ortaya çıktığı, metinleşene kadar kimlerin elinden geçtiği, halkın – özellikle de yönetici sınıfların- melhemeye olan ilgisi ve eserin niçin yazıldığı veya tercüme edildiği konularında bilgiler verilmektedir. Bunu, “Çeşitli milletlere göre sene hangi aydan başlar, niçin? Yılbaşı hangi günden başlarsa o yılda neler olacaktır?” gibi soruların cevabını içeren bölüm izlemektedir.

Mensur melhemelerde sadece Süryanilere göre yılbaşının hangi ayda olduğu sorusunun cevabı verilirken manzumlarda buna Arap, Fars, Yunan, Yahudî, Hıristiyan ve Türklerdeki yılbaşı inanç ve pratiklerinin anlatımı da eklenmiştir. Bundan sonra melhemelerin esasını oluşturan “bab”ların ve “fasıl”ların anlatımına geçilmektedir.

Melhemeler, on iki “bab”dan oluşmaktadır. Babların her biri, yılın on iki ayından birine ayrılmıştır. Melhemelerin çoğunda bablar, “Teşrin-i Evvel (Ekim)” ayından başlatılmıştır. Süryanilere göre yılbaşı Teşrin-i Evvel’den başladığı için bu ay birinci bab yapılmıştır. İnceleme imkanı bulabildiğimiz Arapça melhemelerde ise birinci bab olarak Nisan ayı alınmıştır. Birinci bab olarak Nisan ayının alınmasının – tıpkı Teşrin-i Evvel’in alınması gibi- belli bir sebebi var mıdır, yoksa bu tamamen tesadüfi midir? Bu konuda kesin bir hüküm veremiyoruz. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, Teşrin-i Evvel’in birinci bab yapılmasının sebebi, yılın başlangıç ayı olması idi. Buna göre Nisan’ın da yılın başlangıç ayı olması beklenir. Oysa Nisan ayı Arap takviminde yılbaşına tekabül etmez. Araplarda yılbaşı Muharrem ayından başlamaktadır. Buna göre Arapça melhemelerde Nisan ayının birinci baba alınması ya rastlantı sonucu ya da başka bir sebepten ötürü olmalıdır. Eğer Nisan ayı belirli bir sebeple birinci baba alınmışsa bu sebebin ne olduğuna dair şimdilik bir fikir yürütemiyoruz. Ancak bir Arapça melhemedeki; “Danyal buyurdu: ‘Allah Teşrin-i Evvel’de dünyayı, Nisan’da göğü yarattı.’”[45] biçimindeki ifadeler, Nisan’ın birinci baba alınmasının tesadüfi olmadığını düşündürtmektedir.

İncelediğimiz iki yüze yakın melheme nüshası içerisinden sadece on tanesinde Mart ayı birinci bab olarak alınmıştır. Bu on nüshanın tamamı da Türkçedir. Babları Mart ayı ile başlatılan bu melheme nüshaları, bablardaki sıralama hariç, her şeyiyle diğer melhemelerin aynısıdır. Yani bunlardaki tek farklılık bablardaki sıralamadır. Öyle sanıyoruz ki bu on melhemenin istinsahını yapanlar, melhemelerin Süryanilerin yılbaşı kabul ettiği ayla başladığını görmüş ve bunu kendi yılbaşı inançlarına adapte etmeye çalışarak Mart ayını birinci baba yerleştirmişlerdir. Başka bir deyişle bu melhemelerin birinci babının Mart ile başlaması, Nevruz dolayısıyla Mart’ı yılbaşı addeden düşüncenin bir neticesi olsa gerektir. Mart ayı ile başlatılan melhemeler, günümüze daha yakın zamanlarda istinsah edilmiştir.

Aylara göre tertip edilmiş olan babların başında, önce babın anlattığı ayın iklimsel ve tarımsal özellikleri, o aya ilişkin tabiat bilgileri, o ayda nelerin yenilip nelerin yenilemeyeceği, yapılması uygun olanlar ve olmayanlar, ilgili ayın uğurlu ve uğursuz günleri, yine o ayda cereyan etmiş önemli tarihsel olaylar, çeşitli milletlerin söz konusu ayla alakalı inanışları ve o ayda ne gibi uygulamalar yaptıkları, ilgili aydaki gündüzlerin ve gecelerin süreleri ve burçların durumları anlatılmaktadır. Bir anlamda her babın baş kısmı, günümüz duvar takvimlerindeki bilgilerin benzerini içermektedir.

Babların bundan sonraki kısmında “fasıl”ların anlatımına geçilmektedir. Her babda yirmi beş fasıl bulunmakta ve bu fasılların her birinde de bir tabiat olayının gerçekleşmesine bakılarak geleceğe ilişkin bilgiler verilmektedir. Başka bir deyişle yirmi beş fasılda, yirmi beş tabiat olayının vukuunun, gelecekteki hangi olayların habercisi olduğu anlatılmaktadır. Bu yirmi beş fasıl, bablarda şu sırayla yer almaktadır:

1. Fasıl/alâmet: Güneş tutulması, 2. Fasıl/alâmet: Ay tutulması, 3. Fasıl/alâmet: Güneş ağıllanması, 4. Fasıl/alâmet: Ay ağıllanması, 5. Fasıl/alâmet: Yeni ay görünmesi, 6. Fasıl/alâmet: Kuyruklu yıldız görünmesi, 7. Fasıl/alâmet: Gökten yıldız düşmesi, 8. Fasıl/alâmet: Gökkuşağı görülmesi, 9. Fasıl/alâmet: Şimşek çakması, 10. Fasıl/alâmet: Göğün kızarması, 11. Fasıl/alâmet: Havada tuhaf bir şeklin görünmesi, 12. Fasıl/alâmet: Havada hayvan suretinin görünmesi, 13. Fasıl/alâmet: Gök gürlemesi, 14. Fasıl/alâmet: Yıldırım düşmesi, 15. Fasıl/alâmet: Gökten ateş düşmesi, 16. Fasıl/alâmet: Şiddetli ve çok yağmur yağması, 17. Fasıl/alâmet: Dolu yağması, 18. Fasıl/alâmet: Havadan toprak yağması, 19. Fasıl/alâmet: Havadan kurbağa ve böcek yağması, 20. Fasıl/alâmet: Yerden çok toz kalkması, 22. Fasıl/alâmet: Şiddetli ve çok rüzgar esmesi, 23. Fasıl/alâmet: Gökten ses işitilmesi, 24. Fasıl/alâmet: Yerden ses işitilmesi, 25. Fasıl/alâmet: Deprem olması.

Bu yirmi beş faslın tamamı on iki babda da aynen tekrar edilmektedir. Yani melhemelerde, “Yirmi beş alâmetten herhangi biri, yılın hangi ayında ortaya çıkarsa bu neye delalet eder?” sorusunun cevabını bulmak mümkündür. Bu yirmi beş faslın her birinde, adı geçen tabiat olaylarının gerçekleşmesine bakılarak gelecekte vuku bulacak savaş, kıtlık, isyan, salgın hastalık, doğal afetler, bolluk, pahalılık, ucuzluk, hükümdarların tahta geçmesi veya ölmesi, havanın çok soğuk veya sıcak olması gibi olay ve durumlardan haber verilmektedir.

Türkçe ve Farsça melhemelerde, yirmi beş faslın tamamı bir babın içerisinde anlatıldıktan sonra diğer baba geçilmektedir. İncelediğimiz Arapça melhemelerde ise bir faslın on iki ay içerisindeki durumu anlatıldıktan sonra diğer fasla yer verilmektedir. Yani Türkçe ve Farsça melhemelerin anlatımında aylar; Arapça olanlarda ise fasılları oluşturan tabiat olayları/ alâmetler esas alınmıştır.

Bazı bablarda bu yirmi beş fasla ilave olarak duruma göre başka konular için de başlık açıldığı görülmektedir. Örneğin üçüncü babda Aralık ayı anlatılırken yukarıda sıraladığımız fasıllara geçmeden önce Milad konusuna ayrılmış bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölümde, İsa’nın doğumu hangi güne gelirse o yıl neler olur, nasıl geçer? sorularının cevabı verilmektedir. Yine aynı şekilde Ocak ayının anlatıldığı dördüncü babda da diğer fasıllara geçmeden önce Ocak ayının başı hangi güne gelirse o yıl nasıl geçecektir konusunu anlatan bir kısım bulunmaktadır.

Yukarıda melhemelerin, Keldani kültürü içerisinde yazıya geçirilmiş olabileceğini söylemiştik. Ancak burada Keldani kültürüne ait olmayan ve Keldanilerden sonra ortaya çıkmış olan İsa’nın doğumu ve Ocak ayının yılbaşı kabul edilmesi gibi bazı unsurlara yer verildiğini ve bunlara göre yorumlar yapıldığını gördük. O halde Keldaniler tarafından ortaya konulmuş bir eserde Keldanilerden sonra ortaya çıkmış bazı unsurların varlığı nasıl izah edilebilir? Bize öyle geliyor ki bu ve buna benzer unsurlar, asıl melheme metnine müneccimler tarafından sonradan eklenmiş olmalıdır. Çünkü müneccimlik Keldanilerden sonra da devam etmiş ve hükümdar saraylarına girecek kadar yaygınlaşıp itibar görmüştür.[46]

Onuncu babda Temmuz ayı anlatılırken her babda olması gerekenlerden başka burada bazı pratiklerin anlatımına da yer verilmiştir. Bu pratiklerden birisi, gelecek yılda hangi tohumu ekmenin uygun olacağını göstermektedir. Bir diğer pratik de gelecek yılda “orak zamanı”na dek ne kadar yağmurun yağacağını anlamaya yöneliktir. Yine Ağustos ayına ayrılmış olan babda, mutat konu ve fasıllara ilave olarak yılın hangi zamanında ne kadar yağmur yağacağını bildiren bir bölüm eklenmiştir. On ikinci baba da Hıristiyanların bayramı hangi güne gelirse o yılın nasıl geçeceğini anlatan bir bölüm konulmuştur.

Bazı melhemelerde on iki babın sonunda, burçlar ve ayın yirmi sekiz menzili konularında bir bölüm de yer almaktadır.

Elimizdeki bilgilere göre melhemeler, Türkçeye XV. yüzyılın başlarında girmiştir. Ancak bu, Türk okuyucusunun melhemeyle ilk olarak bu yüzyılda tanıştığı anlamına gelmemelidir. Zira bundan önce melhemeler, Arapça ve Farsça olarak Türk okuyucusunun önünde duruyordu ve onların da içerisinde bulundukları kültürel ortam dolayısıyla bu dillere aşinalığı vardı. Ayrıca melheme, XII. yüzyılın ikinci yarısından sonra Arapça’dan Farsça’ya çevrilirken Selçuklu sarayının müneccimbaşısı tarafından II. Kılıçarslan’a ithaf edilmişti. Buna göre melhemelerin XII. yüzyılın ikinci yarısından sonra Türklerin ilgi alanına, XV. yüzyıl başlarında da Türkçe’ye girmeye başladığı söylenebilir.

Melhemeler Türkçe’ye kazandırıldıktan sonra giderek artan bir ilgiyle okunmuştur. Melheme çevirisi yapanların çokluğu ve çevirisi yapılan melheme nüshalarının sayısının kabarıklığı, bunu açıkça göstermektedir. Ayrıca Yazıcı Selahaddin’in “Şemsiyye”sinin bir defa; Cevrî’nin melhemesinin de üç defa basılmış olması da melhemelere yöneltilen ilginin yoğunluğuna işaret etmektedir.

Melhemelerde “Rum diyarı” tamlaması ve “Kostantıniyye” ismiyle Osmanlı topraklarının ve padişahlarının geleceğine yönelik kehanetler de yapılmaktadır. İşte bu kehanetlerin yayılmasını engellemek için olsa gerek Cevrî’nin melhemesi üçüncü baskısından sonra, 1318’de (1900-1) Osmanlı Devleti tarafından neşredilen yasak yayınlar listesine dahil edilmiştir.[47] XX. yüzyılın başlarında geçirmiş olduğumuz hızlı kültür ve medeniyet değişimi, melhemelere olan rağbetin azalmasına neden olmuştur. Ancak buna rağmen Cumhuriyet döneminde bazı yörelerde Osmanlıca bilenlerin melhemelere zaman zaman müracaat ettikleri de görülmektedir.[48]

Türkçe melhemelerin Ebu’l-Fazl’ın eserinden çeviri olduğuna değinmiştik. Bu çevirilerin kimi, kelimesi kelimesine; kimisi de manzum ve serbest bir şekilde yapılmıştır. İşte Türk Edebiyatındaki melhemeler, yazarına/çevirenine ve çevirinin şekline göre şu şekilde gruplara ayırarak incelenebilir:

  1. Yazıcı Selahaddin’in “Şemsiyye”si
  2. Yazıcıoğlu Ahmed Bican’ın melhemesi
  3. Ebrî Hoca İbn Âdil’in melhemesi
  4. Çevireni tespit edilemeyen melhemeler
  5. Diğer melhemeler

1. Yazıcı Selahaddin’in “Şemsiyye”si

Yazıcı Selahaddin’in Şemsiyye’si, bilindiği kadarıyla ilk melheme tercümesidir. “Kitabü’ş- Şemsiyye”, “Kitabü’l-Melheme” ve “Melheme-i Şemsiyye” adlarıyla da bilinen eser, 811 (1408-9) tarihinde yazılmıştır.[49] Şemsiyye’nin aslı her ne kadar Ebu’l-Fazl’ın eserine dayanmakta ise de Yazıcı Selahaddin, başka kaynakları da kullanarak yarı telif, yarı tercüme bir eser vücuda getirmiştir. Çünkü Yazıcı Selahaddin’in eserinde Ebu’l-Fazl’ınkinde görülmeyen bazı kısımlar bulunmaktadır. Özellikle baştaki 421 beyitlik bölüm, tamamen Yazıcı Selahaddin’e aittir. Yine Yazıcı Selahaddin’in eserindeki Süryanilere göre her ayın ne zaman girdiği, Arapça ay adları ve bu adların veriliş sebepleri, Arap aylarının başının hangi güne rast geldiği, her ayın otuz gününün özellikleri ve o günlerde neleri yapmanın ve nelerden kaçınmanın uygun olduğu, haftanın günlerinin özellikleri, nikah ve cinsel ilişkinin adapları gibi bölümleri diğer melhemelerde görmek mümkün değildir.

Şemsiyye, mesnevi tarzında ve aruzun “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” kalıbıyla yazılmıştır ve 4708 beyit tutarındadır. Klasik mesnevî planına uygun olarak bir “tevhid”le başlayan Şemsiyye, “na’t”, dört halifenin övgüsü ve sebeb-i telif bölümleriyle devam etmektedir. Bundan sonra ise Şemsiyye’nin esasını oluşturan melheme kısmına geçilmektedir.

Şemsiyye’nin birçok nüshası bulunmaktadır. Ancak bu nüshaların bir kısmı ya baştan, ya sondan ya da her iki yerden eksiktir. Bazı Şemsiyye nüshalarında baştaki 421 beyitlik “Mukaddime” bölümü bulunmamaktadır. Kimi nüshalar manzum mensur karışık biçimde istinsah edilmiştir. Kanaatimizce Şemsiyye’yi istinsah etmeye çalışan müstensihler, eserin daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla böyle bir yola baş vurmuşlardır.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Şemsiyye’nin yurt içinde ve yurt dışındaki kütüphanelerde elli kadar nüshası bulunmaktadır. Ancak şahsî koleksiyonlarda ve başka kütüphanelerde de bu eserden bulunabileceği düşünülünce bu sayı daha da artacaktır. Ayrıca Şemsiyye, 1891 yılında Kazan’da “Melhame” adıyla basılmıştır.[50]

2. Yazıcıoğlu Ahmed Bican’ın Melhemesi

Ahmed Bîcan[51] eserini, manzum mensur karışık bir tarzda ve 11 Zilhicce 870 (25 Temmuz 1466) tarihinde kaleme almıştır. Eserin manzum kısımları Yazıcı Selahaddin’in Şemsiyye’sinden alınmadır. Başka bir deyişle Ahmed Bîcan, babasının eserini manzum-mensur karışık bir tarzda yeniden yazmıştır. Ahmed Bîcan eserin başında, çalışmasının “Şemsiyye” veya “Melheme” olarak adlandırılabileceğini söylemiştir. Ancak eserin sonunda-ketebe kaydında-adı, “Bostanü’l-Hakayık” olarak gösterilmiştir.[52] Eserin, tespit edebildiğimiz kadarıyla üç nüshası bulunmaktadır.

3. Ebrî Hoca İbn Âdil’in Melhemesi

Hayatı hakkında herhangi bir bilgi bulamadığımız Ebrî Hoca İbn Âdil’in melhemesi[53] mensur olup “İhtiyârât fi’n-Nücum”, “Melhame Ma’a Nücum”, “Melheme-i İbn Âdil”, ve “İhtiyârât-ı Külliye”, gibi çeşitli adlarla anılmaktadır. Eserin “dibâçe”sinde adının “Ebrî Hâce İbn Âdil” olduğunu belirten müellifin buradaki sözlerinden anladığımız kadarıyla eser, “hikmet” ve yıldızbilim kitaplarından derlenen bilgilerin Türkçe’ye çevrilmesiyle oluşturulmuştur: “Bu ihtiyârât-ı kavâ’id-i külliyedür ki hikmet ü nücum kitâblarından istihrâc olunup Türkî diline tercüme olundu.” Ancak çevirinin hangi kitap veya kitaplardan yapıldığı konusunda herhangi bir bilgiye rastlanamamıştır. Eserdeki ifade tarzı, çevirinin serbest yapıldığı fikrini verirken “Bu kitâb sekiz yüz altmış dördinde yazıldı.”[54] cümlesi de eserin 864’te (1459-60) kaleme alındığını anlatmaktadır.

Ebrî Hoca’nın eseri yedi bölümden oluşmaktadır: 1-Her ayın gurresi (ilk günü) hangi güne gelir? 2- Haftanın günlerinde neler yapılır, neler yapılmaz? 3- Ay ve güneş on iki burca geldiğinde ne yapmak gerekir? 4- Ay’ın 28 menzilinin seyri ve şekli, 5- Melheme, 6- 28 menzilin doğuş ve batış günleri, 7- Yıldızların ve yedi iklimin keyfiyeti. Görüldüğü üzere esere adını veren “melheme”, eserin tamamını değil, bir bölümünü oluşturmaktadır. Ancak burada melhemeden bağımsız olarak bölümler halinde anlatılan bazı konulara ait bilgileri, diğer melhemelerin içerisinde de bulmak mümkündür. Sadece birinci ve yedinci bölümdeki konulara ilişkin bilgiler, diğer melhemelerde bulunmamaktadır.

Çevirenini tespit edemediğimiz bazı melhemeler, Ebrî Hoca’nın melhemesindeki satırların hemen hemen aynısını bünyelerinde barındırmaktadırlar. Bu bizde, Ebrî Hoca’nın eserinin sadece melheme kısmının bazı kişiler tarafından müstakil bir eser olarak istinsah edildiği fikrini uyandırmaktadır.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Ebrî Hoca’nın melhemesinin on iki adet nüshası bulunmaktadır.

4. Cevrî’nin Melhemesi

Melheme, Cevrî İbrahim Çelebi’nin[55] tanınmış eserlerinden biridir. Mesnevî nazım şekliyle ve aruzun “fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserde, birkaç istisna hariç, tüm başlıklar Farsçadır. Ayrıca bu başlıkların bir çoğunun -özellikle fasıl başlıklarının- da aruzun aynı kalıbında yazılmış olması dikkat çekicidir. Eser, 1045 (1635-6) yılında yazılmış olup 3672 beyit tutarındadır.

Cevrî’nin melhemesinin çok sayıda nüshası bulunmaktadır. Bu nüshalardan bazılarında Ay’ın 28 menzilinin anlatıldığı kısım ya yoktur ya da “hatime” bölümünden sonra yazılmıştır. Kimi nüshalarda ise burçlar ve Ay’ın 28 menzilinin anlatıldığı bölümler bulunmamakta kimisinde de bu kısımlar “hatime”den sonra gelmektedir. Cevrî’nin melhemesinin manzum mensur karışık olarak istinsah edilmiş nüshaları da bulunmaktadır ki bunu müstensih, eserin daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla yaptığını söylemektedir.

Cevrî’nin melhemesi, ilki 1273’te (1856) “Tabhâne-i Âmire”de; ikincisi 1294’te (1877) “Mustafa Efendi’nin Basmahânesi”nde ve sonuncusu da 1304’te (1886) “Mehmet Rıza Efendi’nin Matbaası”nda olmak üzere üç defa basılmıştır. Eserin Osmanlı Devleti tarafından yasaklandığını daha önceden belirtmiştik. Cevrî’nin melhemesinin tespit edebildiğimiz kadarıyla altmışa yakın nüshası bulunmaktadır.

5. Çevireni Tespit Edilemeyen Melhemeler

Çevirenini tespit edemediğimiz melhemelerin tamamı mensurdur. Bunlardan bir kısmı hamdele, salvele ve eserin hikayesinin anlatıldığı bir giriş bölümüyle başlarken bir kısmı da doğrudan babların anlatımıyla başlamaktadır. Bu melhemeler içerisinden en eskisi 971 (1563); en yenisi ise 1309 (1891) tarihinde istinsah edilmiştir. Fakat üzerinde istinsah kaydı olmayıp da daha yakın zamanlarda yazıldığı anlaşılan nüshalar da bulunmaktadır. Örneğin bu nüshalardan birisi günümüze daha yakın zamanlarda ortaya çıkan çizgili defterlerden birine istinsah edilmiştir.

Mensur melhemelerde de aynı anlatım planını görmek mümkündür. Ancak bunlarda Ay’ın 28 menzilinin ve burçların anlatıldığı müstakil bir bölüm bulunmamaktadır. Fakat bazı mensur melheme nüshalarında “menâzil-i kamer”, melheme metninden sonra ayrı bir eser olarak yazılmıştır.

Bu gruba giren elli civarındaki melhemenin bir kısmının Ebu’l-Fazl’ın eserinden tercüme edildiği anlaşılmaktadır. Bunlardan bir kısmı ise nereden çevrildiğini anlamamıza yarayacak ipucu vermemektedir. Ancak nüshalardan bir tanesi, Arapça bir melhemeden çevrildiğini belirtmektedir; “Arab dilinden Türkî diline tercüme kıldım.”[56] (Y202: 95b).

Bu gruptaki nüshaların tamamı, farklı mütercimler tarafından çevrilmiş değildir. Nüshaların incelenmesinden anlaşıldığı kadarıyla bunlar ifadelerinin benzerliği yönüyle kendi aralarında gruplar oluşturmaktadırlar. Başka bir deyişle bunların içerisinde bir mütercimin kaleminden çıkmış ve muhtelif zamanlarda ondan istinsah edilmiş birbirinin aynı nüshalar göze çarpmaktadır. Ayrıca bu grupta yer alan ve farklı mütercimlerce tercüme edilenler de birbirlerinden sadece ifade farklılığı yönüyle ayrılmaktadır. Anlattıkları konu ve verdikleri bilgiler/hükümler hep aynıdır. Başlangıçları ve sonları ufak nüanslarla aynı olduğu için bu eserlerin tamamının muhtelif zamanlarda farklı kişiler tarafından aynı eserden tercüme edildiği söylenebilir.

6. Diğer Melhemeler

Bu gruptaki melhemeleri, biri hariç, Türkiye kütüphanelerinde bulunan Arapça ve Farsça melhemeler oluşturmaktadır. Türkçe olmamasına rağmen, bunları Türk Edebiyatındaki melhemeler olarak görmemizin sebebi, bunların, aldıkları eğitim dolayısıyla söz konusu dillere vâkıf olan Türklerce okunmuş olması ve Türkçe’ye çevrilen melhemelere kaynaklık etmiş olmasıdır. Bu melhemeler incelendiğinde bunlardan Farsça olanların Ebu’l-Fazl’a ait olduğu görülecektir. Arapça olanların ise müellifi belli değildir. Türkiye kütüphanelerinde yirmiyi aşkın Arapça ve Farsça melheme nüshası bulunmaktadır. Yapılacak yeni çalışmalarla bu sayının artması muhtemeldir.

Kuşkusuz melhemelerin tamamı bunlardan ibaret değildir. Bir çok özel koleksiyonda melheme metinlerine rastlamak mümkündür. Örneğin Âmil Çelebioğlu’nun ve Hüseyin Ayan’ın şahsî kütüphanelerinde Şemsiyye’nin birer nüshasının var olduğu bilinmektedir. Yine Malatyalı Hüseyin Çolak’ın kütüphanesinde de Cevrî’nin melhemesinin bir nüshası bulunmaktadır. Aynı şekilde Mükremin H. Yinanç’ın, Mehmet Arslan’ın ve Rasim Deniz’in özel kitaplıklarında mensur melheme nüshalarının mevcut olduğu anlaşılmaktadır.

Kütüphanelerde başka isimler altında kayıtlı melheme metinlerine rastlamak da mümkündür. Örneğin bir melheme metni, kütüphanede “Mecmu’a-ı Hey’et” adıyla kayıtlıdır ve bu eserin 35a-54a yaprakları arası melhemeye ayrılmıştır. Yine “Resâil-i Ahkâm-ı Nücûm” adıyla kayıtlı olan bir eserin 51b-97a yaprakları arasında melheme yer almaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak ve yeni melheme nüshaları bulmak mümkündür. Ancak bu, melhemeler konusundaki söylediklerimize kayda değer yeni bilgiler ilave etmeyecektir. Sadece melhemelerin ne kadar çok okunduğunu söylerken elimizde daha fazla ve sağlam delil olmasını sağlayacaktır.

Çok sayıda melheme metninin ve nüshasının olması bir soruyu akla getirmektedir: Farklı kişiler tarafından kaleme alınmış bu metinler arasında fark var mıdır, varsa ne ölçüdedir? İster manzum, ister mensur, isterse manzum mensur karışık olsun bu metinlerin fasıllarında muhteva bakımından hiç bir fark yoktur. Var olan fark sadece ifade ediliş tarzlarındadır. Aynı durum, farklı dillerdeki melhemeler için de geçerlidir. Yani melhemenin dili, şekli, yazarı veya mütercimi ne ve kim olursa olsun melhemelerde muhteva, alametlere bakılarak verilen hükümler, hep aynıdır. Çünkü yukarıda sıraladığımız bütün bu melheme nüshalarının tamamı, tek bir metne dayanmaktadır. Başka bir deyişle bütün bu melheme nüshaları aslında bir kitaptır. Yani ortada bir melheme metni vardır ve nüshalar bu metnin farklı zamanlarda farklı kişiler tarafından çoğaltılmış şeklidir. Metinlerin fasıllarında mütercim veya müstensihlerden kaynaklanan farklar olduğu görülmektedir.

Metinlerin diller arası geçişlerde, metnin özünde olmamak kaydıyla, bir miktar adaptasyona uğradığı da anlaşılmaktadır. Örneğin Türkçe melhemelere Türkçe ay adlarının eklenmesi gibi veya yer adlarının adaptasyona uğraması gibi. Melheme metinlerinde göze çarpan en büyük farklılık, her babın fasıllara geçmeden önceki kısmında görülmektedir. Buralarda aylara ilişkin olarak verilen bilgiler nicelik yönünden birbirinden farklıdır. Özellikle kimi mensur melhemelerde bu bilgilere hiç rastlanmazken, kimilerinde bu çeşit bilgiler az bir yer tutmaktadır. Babların fasıllardan önceki kısmında en fazla bilgiyi barındıran melheme, Yazıcı Selahaddin’in Şemsiyye’sidir. Hatta Şemsiyye’de diğer melhemelerin hiç birisinde bulunmayan bazı bölümler de mevcuttur. Bütün bunlar dikkate alındığında her bir melheme nüshasına, tek bir metinden yapılmış ve fakat bünyesinde mütercim ve müstensih farklılıkları bulunduran çeviriler nazarıyla bakılmalı ve bunlar o şekilde değerlendirilmelidir.

Sözlü kültür ortamının ürünü olan melhemeler, okuyucularına yine o ortamın bilgilerini sunmaktadırlar. Melhemelerde, bu eserlerin yazılıp okunduğu dönem insanının ihtiyacı olan birçok alanla ilgili bilgilere rastlamak mümkündür. Melhemelerin bize sunduğu bilgiler, takvimden meteorolojiye, tabiat bilgisinden coğrafya, sağlık, beslenme ve astrolojiye, dinî inanışlardan tarım ve hayvancılığa ve hatta cinsel ilişkiye kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Bu itibarla melhemelere halkbilgisi kileri/ansikopedisi denilse yeridir. Günümüz ansiklopedilerinde kategorilere ayrılmış olarak bulabildiğimiz bilgiler, geçmişin bir çeşit ansiklopedisi olarak nitelendirebileceğimiz melhemelerde sınıflandırılmaksızın ve dağınık bir şekilde bir arada bulunmaktadır.

Melhemelerin içerisinde barındırdığı bilgilerin başında takvimle ilgili olanlar gelmektedir. Bu cümleden olmak üzere melhemelerde, yılbaşının ne zaman olduğu, yılın kaç mevsim ve kaç ay olduğu, hangi ayların hangi mevsimi oluşturduğu, ayların kaçar gün çektiği, bir günün kaç saat olduğu konularında ve günlerin uzayıp kısalması, bir saatin derec, dakika, saniye, salise cinsinden bölümleri hakkında bilgiler verilmektedir. İnsan hayatının bir düzene sokulabilmesi için içerisinde yaşanılan ve insanı kuşatan zamanın belirli periyotlara ayırılması elzem bir ihtiyaçtır. İşte günümüzde duvar, masa ve cep takvimleri gibi çeşitli yapı ve şekillerdeki araçlarla giderilen bu ihtiyaç, geçmişte melhemeler tarafından karşılanmıştır ya da en azından melhemeler bu ihtiyacı karşılayan araçlardan birisi olmuştur.

İnsanın tabiatla olan mücadelesinde ona yardımcı olan pek çok unsur vardır ve bu unsurlardan birinin yetersizliği veya yokluğu mücadeledeki başarı oranını düşürecektir. Mücadelede başarılı olabilmek için öncelikle mücadele edilen olgunun tanınması gerekmektedir. İnsanın daima mücadele halinde bulunduğu tabiatı tanımak için harcadığı çabalar sonucunda elde ettiği bilgilerin bir kısmı, meteorolojik bilgi adı altında toplanmaktadır. Melhemelerdeki bilgi kategorilerinden birisi de, takvime bağlı olarak gerçekleşen meteorolojik durumlarla alakalıdır. Melhemelerde, halk meteorolojisi olarak nitelendirilen ve günümüzde daha çok duvar takvimlerinde rastladığımız “erbain”, “hamsin”, “cemre”, “berdü’l-acuz”, “Hızır günü”, “gündönümü”, “bahur”, “kasım günleri” gibi konularda ve bir yılın iklim özellikleri hakkında çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Geçmişin ve hatta günümüzün birçok insanı, bu bilgiler ışığında işlerini ayarlamakta ve hayatını ona göre düzenlemektedir. Başka bir deyişle meteoroloji konusundaki bu halkbilgileri, günümüzde resmî bir kurum olarak çalışan ve kendine göre geliştirdiği bilimsel metotlarla, insanların duruma uygun tedbir alması için hava tahminleri yapan Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nün görevini yapmıştır ve hâlâ yapmaktadır.

Meteorolojik bilgilerden başka, tabiati tanımaya yönelik olarak elde edilmiş başka bilgiler de bulunmaktadır melhemelerde. Nehirlerin debisi, vahşî hayvanların, kuşların ve böceklerin çeşitli özellikleri, bitkilerin ve denizlerin durumu gibi çeşitli konularındaki bilgileri de melhemelerin satırları arasında görmek mümkündür. Bu bilgiler de sırası geldiğinde, insan hayatını kolaylaştırmak için kullanılacaktır.

Melhemelerde göze çarpan bilgilerden bir kısmı da melhemelerin hitap ettiği dönem insanın üretim tarzlarıyla ilgilidir. Kuşkusuz melhemelerin yazıldığı ve okunduğu dönem insanı, hayatını sürdürebilmek için tarım ve hayvancılıkla uğraşmakta, ara sıra ava çıkmakta ve ticaret yapmaktadır. İşte melhemelerde bu konulara dair bilgiler de bulunmaktadır. Toprak ne zaman sürülür ve ekilir? Ağaçlar ne zaman sulanır veya aşılanır? Hasat ne zaman yapılır? Hangi tohumu ekmek daha yararlıdır? Evcil hayvanlar ne zaman ve nasıl soğuktan korunur? Ne tür hayvanlar avlanır? Ne şekilde ticaret yapılır? Ticaret yollarında insanları hangi tehlikeler beklemektedir? Bütün bu soruların cevabı, melhemelerde verilmektedir.Melhemelerdeki bilgilerin bir kısmı da sağlıkla alakalıdır. En büyük varlık olarak nitelendirilen sağlığı korumak için nelere dikkat edilmesi gerektiği, sağlığın bozulmaması için hangi durumlarda ne gibi uygulamaların yapılmasının uygun olduğu konularında bilgiler verilmektedir. Başka bir deyişle melhemeler, kehanet kitabı olmanın yanında, eskinin tıp anlayışını ve uygulamalarını yansıtan bir ayna konumuna da sahiptir.

Melhemelerdeki sağlıkla ilgili bilgilerin bir kümesini de “beslenme bilgileri” oluşturmaktadır. Bu bilgiler insanların hangi ayda neleri yemesi ve nelere karşı perhiz tutması gerektiğini içermektedir. Oldukça fazla bir yekun tutan bu bilgileriyle melhemeler, adetâ bugünkü diyetisyenlerin görevini yapmıştır. Melhemelerde tarihî-dinî olay ya da kişilere ait bilgiler de bulunmaktadır. Bu cümleden olarak verilen bilgiler daha çok peygamberlerle ilgilidir. Onların doğum, ölüm zamanlarını, yaşadıkları olayları melhemelerden öğrenmek mümkündür. Buna göre melhemelerin, içerisinde minyatür bir peygamberler tarihi taşıdığını söylemek yanlış olmaz sanırız. Melhemelerde peygamberler hakkındaki bilgilerin yanı sıra birtakım dinî pratik ve bayramlar hakkında bilgiler de bulunmaktadır. Melhemeler, peygamberler ve onların kıssalarıyla dinî pratik ve bayramlar hakkındaki bilgileriyle insanın “manevî bilgi” ihtiyacını da karşılamaktadır.

Melhemelerde, halk arasında bugün hâlâ izlerine rastlayabildiğimiz uğurlu ve uğursuz günler konusunda bilgiler de bulunmaktadır. Melhemelerde yer alan bir diğer bilgi kategorisini de astroloji konusundaki bilgiler oluşturmaktadır. Güneşin hangi burca ne zaman girdiği, diğer burca ne zaman geçtiği, ayın menzilleri konularında ve ayın burçlardaki konumlarıyla ilgili bilgiler verilmektedir. Melhemelerde bunların yanında, gelecek yılın hava durumunu ve gelecek yıl hangi tohumu ekmenin uygun olacağını anlamaya yönelik pratikler, cinsel ilişkinin zamanı, günlerin özellikleri ve bu günlerde neler yapılabilir, neler yapılamaz gibi daha birçok konuda bilgiye rastlanılmaktadır. Melhemelerde geçen bütün bu saydığımız kültürel unsurların benzerlerini Türk kültürü içerisinde de bulmak mümkündür.[57]

Yrd. Doç. Dr. Şeref BOYRAZ

Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 635-647


Dipnotlar:
[1] Buradaki “evren” kelimesiyle ilk planda, içerisinde çeşitli gezegen, yıldız ve güneşlerin bulunduğu, henüz sınırları tayin edilememiş “uzay”ı kastetmiyor; insanın içerisine doğduğu, duyu organlarıyla ve aklıyla algılayabildiği, kavrayabildiği, onun şu ya da bu şekil veya derecede ilgi alanına giren olay, olgu, durum ve ortamlar toplamından oluşan bütünü anlatmak istiyoruz. Makro planda düşünüldüğünde gerçekte herkes aynı evren içerisindedir, ancak her insanın fizikî ve sosyal çevre şartları, algı düzeyi ve ilgi alanı farklı olduğundan herkesin evreni de farklıdır. Bu sebeple iki evrenden söz edilebilir: 1-Pozitif bilimlerin gösterdiği evren, 2-Herkesin kavrama ve algılama kapsamına göre değişebilen kendi evreni.
[2] Buradaki “bilgi” sözcüğünden kastımız sadece herhangi bir bilim ya da sanat dalında ortaya atılan hipotezler veya doğruluğu kesin delillerle ıspatlanmış veriler değildir; insanın, hayatını istediği biçimde idame ettirebilmesi için içgüdülerinden sonra öğrendiği/öğrenmek zorunda olduğu her şeydir. Başka bir ifadeyle bu ‘her şey’, insanın beşikten mezara kadar öğrendikleridir. Bilgi ve çeşitleri hakkında detaylı bilgi için bkz.: Cihan DURA, Bilgi Toplumu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990; Hüsamettin ARSLAN, Epistemik Cemaat Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, Paradigma Yay., İstanbul 1992.
[3] Fal ve kehanet çeşitleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: Mehmet AYDIN, “Fal”, TDV İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt, İstanbul 1995, s. 134-138; Giovanni SCOGNAMİLLO-A. ARSLAN, Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, Karizma Yay., İstanbul 2000, Arif ARSLAN-H. YILMAZ, Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kehanet, Karizma Yay., İstanbul 2000.
[4] Semavî dinler fal ve kehaneti açıkça yasaklamaktadır. Örneğin İslamın bu konuya yaklaşımı için [İlyas ÇELEBİ, “İslam’da Fal”a TDV İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt, İstanbul 1995, s. 138-139; Giovanni SCOGNAMİLLO-A. ARSLAN, a.g.e., s. 163-167; Arif ARSLAN-H. YILMAZ, a.g.e., s. 223-232. ] bakılabilir.
[5] Kuran-ı Kerim kullanarak fala bakma ve bunun metotlarıyla ilgili detay için bkz.: Mustafa UZUN, “Falnâme” TDV İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt, İstanbul 1995, s. 141-145; Şeref BOYRAZ, “Üç Manzume ve Halkbilimi Açısından Değeri”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 9. Sayı, Sivas 2000, s. 151-174.
[6] Fal, kehanet ve melheme arasındaki benzer ve farklı noktalar hakkında ayrıntılı biligi için bkz.: Şeref BOYRAZ, “Türk Halkbiliminin Yazılı Kaynakları Olarak Melhemeler”, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2000, s. 2-5.
[7] Melhemeler konusunda bugüne kadar yapılan çalışmalar ve bunların kritiği hakkında bkz.: Şeref BOYRAZ, a.g.t., s. 6-12.
[8] Mevlüt SARI, El-Mevârid Arapça Türkçe Lügat, Bahar Yayınevi, İstanbul 1984 (?), s.
[9] D. B. MACDONALD, “Melâhim”, İslam Ansiklopedisi, VII. Cilt, MEB Yay., İstanbul 1988, s.
[10] Mevlüt SARI, a.g.e., s. 1359.
[11] İlyas ÇELEBİ, “İslam Kaynaklarında Fiten, Melâhim ve Herc İnançları”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: XI-XII, İstanbul 1997, s. 153-154.
[12] Şemseddin Sami, Kâmus-ı Türkî. Enderun Kitabevi, İstanbul 1989, s. 1401.
[13] Bkz.: Taşköprüzâde Ahmed, Mevzuâtü’l-Ulûm, (Müt.: Taşköprüzâde Kemaleddin Mehmed), İkdam Matbaası, İstanbul 1313, s. 418.
[14] Bu konudaki geniş bilgi için bkz.: İlyas ÇELEBİ, a.g.m., s. 156-163.
[15] Müneccimlerin gelecekten haber verme metodları konusunda; Mehmed Çelebi’nin, “Ahkâm-ı Sâl-i Âlem, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Blm., nu: 1974, yk. 1b-48b” künyeli eserine ve Aydın Sayılı’nın” Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, TTK Yay., Ankara 1982. ” adlı çalışmasına bakılabilir.
[16] İbn Haldun, Mukaddime II. (Çev. Zâkir Kadirî Ugan), MEB Yay., İstanbul 1989, s. 199-222.
[17] İsmail KARA, “Melhame”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VI. Cilt, Dergah Yay., İstanbul 1986, s. 241.
[18] İlyas ÇELEBİ, a.g.m., s. 179.
[19] Melhame Tercümesi, Süleymaniye Kütüphânesi, Ayasofya Blm., nu: 2705/1, yk. 3a.
[20] Bugün astroloji olarak da bilinen ilm-i nücum hakkında ayrıntılı bilgi için Aydın SAYILI’nın 15. dipnotta adı geçen eserine ve “Giovanni SCOGNAMİLLO, Astroloji ve Yıldız Bilimi, Karizma Yay., İstanbul 1999. ” künyeli kaynağa bakılabilir.
[21] Melhametü’l-Hakimiyye Süleymaniye Kütüphânesi, Ayasofya Blm., nu: 2790, yk. 26a-31a; Melhametü’l-Muizziyye Süleymaniye Kütüphânesi, Ayasofya Blm., nu: 2790, yk. 35a-49a.
[22] Usulü’l-Melâhim, Millî Kütüphane, Yz A 3018, yk. 1b.
[23] Mevlüt SARI, a.g.e., s. 1394.
[24] “Mülhime”, “ilham eden, Allah”; “mülheme” ise “ilham edilen, kalbe doğan şey” manalarındadır. Bkz.: Ferit DEVELLİOĞLU, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi, Ankara 1988, s. 860.
[25] Edgar BLOCHET, Cataloge des Manuscrits Turc. I, Bibliothèque National, Paris1932, s. 390; Fehmi Edhem KARATAY, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Kataloğu, Topkapı Sarayı Müzesi Yay., İstanbul 1961, s. 531-535; Mehmet EMİNOĞLU, Koyunoğlu Müze ve Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloğu I, Kültür Müdürlüğü Yay., Konya 1997, s. 50.
[26] Kuran’da yaklaşık elli yerde, “gayb” bilgisinin Allah’a ait olduğu ve Allah’ın gaybî bazı bilgileri peygamberlere vahiy yoluyla bildirdiği/bildirebileceği ifade edilmektedir. Fakat gayb bilgisinin sadece Allah’a ait olduğunu doğrudan ve kesin bir ifadeyle bildiren şu âyettir: “Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilemez. Neml, 27/65. ” Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, (Haz.: A. ÖZEK ve DİĞERLERİ), TDV Yay., Ankara 1993, s. 382.
[27] Yazıcı Selahaddin, Şemsiyye, Süleymaniye Kütüphânesi, Pertevniyal Blm., nu: 766, yk. 11a.
[28] Yazıcızâde Ahmed Bican, Kitâb-ı Melheme, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi, Revan Blm. nu: 1751, yk. 2a.
[29] “İlham, kalbine koymak ve aklına getirmek anlamındadır. Dinî literatürde ise Allah’ın bazı kullarının kalbine getirdiği doğru görüş ve bilgi veya akla gelen fikir ve mana demektir. Bu kavram Kuran’da bir yerde geçmekte ve “nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene and olsun (91/7-8)” denilmektedir. Burada ilham etmek, Allah’ın her nefse, iyilik, kötülük; kâr ve zarar duygusu vermiş olması demektir. [İlham], Allah tarafından insanın içine telkin edildiği kabul edilen bir duygudur. Psikologlar bunu, ruhun şuur altı faaliyeti olarak kabul ederler ve herhangi bir meselenin temel unsurlarını birden bire kavrama olarak izah ederler. Bkz.: Kemal ATİK ve DİĞERLERİ, İslamî Kavramlar, Sema Yazar Gençlik Vakfı Yay., Ankara 1997, s. 369.
[30] Kısaca Ebu’l-Fazl veya Ebu Hubeyş olarak da bilinen bu mütercim/müneccim için bkz.: Cevat İZGİ, “Hubeyş Et-Tiflisî”, TDV İslam Ansiklopedisi. XVIII. Cilt, İstanbul 1998, s. 268-270.
[31] Bkz.: Şeref BOYRAZ, a.g.t., 29-30.
[32] Usulü’l-Melâhim, Manisa İl Halk Kütüphânesi, nu: 1512, yk. 2b. Türkçedeki melhemelerin, Ebu’l-Fazl’ın eserinden çevrildiğini gösteren diğer tanıklar için bkz.: Şeref BOYRAZ, a.g.t., 30-32.
[33] Melhame Tercümesi Süleymaniye Kütüphânesi, Ayasofya Blm., nu: 2705/1, yk. 3a.
[34] Danyal hakkındaki bilgi ve telakkiler için bkz.: Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit, Kitabı Mukaddes Şirketi Yay., Servet-i Fünun Matbaası, İstanbul 1976, s. 840-855; İskender PALA, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara 1991, s. 120; Ahmet Talat ONAY, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, (Haz.: Cemal Kurnaz), Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1992, s. 115.
[35] Aydın SAYILI, a.g.e., s. 323-410.
[36] A. FODOR, “Malhamat Daniyal”, The Muslim East; Studies in Honour of Julius Germanus, (Ed.: Gy. Kaldy-Nagy), Lorand Eötuös Universty, Budapest 1974, s. 85.
[37] Kadir ALBAYRAK, Keldanîler ve Nasturîler, Vadi Yay., İstanbul 1997, s. 43.
[38] Aydın SAYILI, a.g.e., s. 324.
[39] Bâbillilerin sihir ve astrolojide ne kadar ileri oldukları Kuran’daki bir ayette de belirtilmektedir: insanlara sihri ve Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye sihir ilmini öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Bakara, 2/102. ” Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, (Haz.: A. ÖZEK, ve DİĞERLERİ), TDV Yay., Ankara 1993, 15. Ayrıca bkz. Kadir ALBAYRAK, a.g.e., s. 34.
[40] E. J. Wilkinson GIBB, Osmanlı Şiir Tarihi (A Hıstory of Ottoman Poetry) I-V, (Çev. Ali Çavuşoğlu), Akçağ Yay., Ankara 1999, s. 212.
[41] Kadir ALBAYRAK, a.g.e., s. 23.
[42] Melhame, Süleymaniye Kütüphânesi, Reisülküttab Blm., nu: 1164/2, yk. 15a, 15b.
[43] A. FODOR, a.g.m., s. 85.
[44] A.g.y.
[45] Melhametü’l-Kübrâ, Yusuf Ağa Kütüphânesi (Konya), nu: 5006, yk. 1b.
[46] Salim AYDÜZ, “Osmanlı Devletinde Müneccimbaşılık ve Müneccimbaşılar”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1993.
[47] Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâneye Duhûl ve İntişârı Memnû Bulunan Kütüb ve Resâil-i Muzırranın Esâmîsini Mübeyyin Cedveldir. Matbaa-ı Âmire, İstanbul 1318, s. 94.
[48] 1980’li yılların sonunda Sivas İli Yıldızeli İlçesi’ne bağlı Tat Köyü’nde İbrahim Yıldız adlı bir değirmencinin, oluşan birtakım meteorolojik hadiseleri bir kitaba bakarak yorumlamasına şahit olmuştuk. Söz konusu kitabı inceleme imkanı bulduğumuzda bunun, aynı ilçeye bağlı Akören Köyü’nde okunmakta olan başka bir nüshadan istinsah edilmiş mensur bir melheme metni olduğunu gördük. Sonradan edindiğimiz bilgilere göre İbrahim Yıldız da söz konusu melhemeyi, Akören Köyü’ndeki Nâzım Belkir’den almış. N. Belkir’in kendisi ve dedesi de melhemeyi okurlarmış.
[49] Âmil ÇELEBİOĞLU, “Yazıcı Salih ve Şemsiyye’si”, Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 1, Atatürk Üniv. Basımevi, Erzurum 1976, s. 184.
[50] Yazıcı Selahaddin, eseri Şemsiyye ve bunun nüshaları hakkında geniş bilgi için bkz.: Âmil ÇELEBİOĞLU, a.g.m., s. 171-218; Mehmet TERZİ, “Yazıcı Salih (Selahaddin) Kitabu’ş-Şemsiyye (Melhame-i Şemsiyye) Dil Özellikleri-Metin-Söz Dizin”, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya 1994; Şeref BOYRAZ, a.g.t., s. 60-68.
[51] Ahmed Bîcan hakkında bkz.: Âmil ÇELEBİOĞLU, Muhammediye I, MEB Yay., İstanbul 1996, s. 25-32.
[52] Yazıcızâde Ahmed Bîcan, Kitâb-ı Melheme, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi, Revan Blm. nu: 1751, yk. 65b.
[53] Eser, Süleymaniye Kütüphanesi Hafid Efendi Bölümü nu: 128/2’deki nüshanın katalog kaydında, İbn Âdil Siracüddin Ömer b. Ali b. Âdil Ed-Dımışkî/Ebu Hafs künyeli kişiye ait olarak gösterilmiştir. Bu kişi, 879 (1474) yılında bitirilmiş “El-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb” adlı ve Kuran tefsiri konusundaki eserin müellifidir (Bkz.: Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâ’ü’l-Müellifîn ve Âsârü’l-Musannifîn I, İstanbul: MEB Yay., İstanbul 1951, s. 794). Künyesinden ve eserini bitiriş tarihinden anlaşıldığı kadarıyla bu kişi, Şamlı olup XV. yüzyılda yaşamıştır. Eserini çalışmamıza konu ettiğimiz Ebrî Hoca da XV. yüzyılda yaşamıştır. Her ikisinin de aynı yüzyılda yaşamış olması ve künyelerindeki “İbn Âdil”in ortak olması, melhemenin İbn Âdil Siracüddin Ömer b. Ali b. Âdil Ed- Dımışkî/Ebu Hafs’a ait olduğunu düşündürmüş olmalıdır. Bize göre, benzerlik olmasına rağmen, bu isimler ayrı ayrı şahıslara aittir. Çünkü “El-Lübâb…”ın sahibi Arap, melhemeninki ise galip ihtimalle Türktür. Tefsir sahibi eserini Arapça yazmış; melheme sahibi ise başka dil veya dillerden Türkçeye tercüme yapmıştır. Melheme sahibi adını eserinde açıkça “Ebrî Hâce İbn Âdil” olarak belirtmekte ve tefsir sahibinin künyesinde de “Ebrî Hâce” tamlaması yer almamaktadır. Ayrıca Araplar, “Ebrî Hâce” isim grubunu isimlendirme sistemlerinde kullanmamaktadırlar. Zira bu, Farslara ait bir kelime ve isimdir; Türklere de onlardan geçmiştir. Bu sebeple Kuran tefsiri yazarıyla melheme müellifinin aynı çağda yaşamış, isim benzerliği olan ayrı ayrı kişiler olduğunu düşünmekteyiz.
[54] Melheme-i İbn Âdil, Süleymaniye Kütüphânesi, Hafid Efendi Blm., nu: 128/2, yk. 10a, 13a.
[55] Cevrî İbrahim Çelebi ve eserleri hakkında bkz.: Hüseyin AYAN, Cevrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni, Atatürk Üniv. Yay., Atatürk Üniv. Basımevi, Erzurum1981.
[56] Kitâb-ı Melheme, Mehmet Arslan Özel Kitaplığı, yk. 95b.
[57] Melhemelerdeki kültürel unsurların Türk kültürü içerisindeki paralelleri ve bunların karşılaştırılması için bkz.: Şeref BOYRAZ, a.g.t., s. 272-335.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.