Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Fetret Dönemi Ve Sonuçları

0 25.317

Doç. Dr. Kenan Ziya TAŞ – Sadettin BAŞTÜRK

Anadolu Selçuklu Devleti’nin İlhanlılar adı verilen İran Moğollarına[1] karşı kaybettiği, 1243 Kösedağ Savaşı sonrası Anadolu’da bir kargaşa dönemi yaşanmıştır. Anadolu, beylikler dönemi adı verilen küçük siyasi teşekküller ülkesi haline gelmiştir. Tevâif-i Mülûk da denilen bu siyasi teşekküllerden bir tanesi de Osmanlı Beyliği idi. Bulundukları coğrafi mevkilerinin sağladığı avantaj ve takip etmiş oldukları akıllı siyasetle, giderek merkezi devlet anlayışını benimseyen Osmanlı Beyliği kısa zamanda büyük bir devlet haline geldi. Kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra Yıldırım Bayezid döneminde Osmanlılar, siyasi parçalanma içerisinde olan Anadolu’yu yeniden bir bütün haline getirmeyi başarmıştır. Osmanlılar, Anadolu’da bu bütünleşmeyi sağladığı 1300’lü yılların sonlarında merkezi Semerkant olan, hükümdarlığını Timur’un yaptığı ve kendi adını taşıyan Timur Devleti büyük bir güç olarak ortaya çıktı.[2] Osmanlı Devleti’nin Anadolu’da uygulamaya başladığı yeni Osmanlı rejimi muhaliflerini de beraberinde getirdi.

Bu yıllarda hükümdarlığını Yıldırım Bayezid’in yapmış olduğu Osmanlı Devleti, Timur’un büyük devlet veya “ulu hakanlığının önünde aşılması gereken bir engel durumuna gelmişti. Osmanlı Devleti, Türklerin eski hayat tarzı olan (göçebe) konar-göçerliği[3] büyük ölçüde terk ederek yerleşik bir devlet haline gelmeye başlamış idi. Timur Devleti ise bozkır imparatorluk geleneğini pek çok unsurlarıyla ağırlıklı olarak devam ettiren bir siyasi teşekkül konumunda idi. Bu iki hükümdarın devletlerini bir cihan devleti yapma anlayışları 28 Temmuz 1402’de onları karşı karşıya getirdi. Bu karşılaşma aynı zamanda yerleşik devlet anlayışı ve ordu yapısı ile bozkır (göçebe!) devlet anlayışı ve ordu yapısının karşılaşması oldu. Ankara’nın Çubuk Ovası’nda karşılaşan bu iki güçten, Orta Asya geleneklerini sürdüren bozkır (göçebe) devlet anlayışı ve ordu yapısına sahip olan Timur galip çıktı.

Muharebeye beş oğlu ve devlet erkânıyla katılan Yıldırım Bayezid iki oğlu ile birlikte Timur’a esir düştü. Savaş henüz sonuçlanmadan muharebe meydanını terk eden Yıldırım Bayezid’in üç oğlu (Süleyman, İsa, Mehmed Çelebiler) babalarının Timur’a esir düşmesi üzerine Osmanlı Devleti’nin bu savaşa kadar hakim olduğu çeşitli yerlerde Timur’un yüksek hakimiyetini tanıyarak hükümdarlıklarını ilan ettiler. Bir süre Anadolu’da kalan Timur’un bölgeden çekilmesinden sonra da kendi aralarında taht mücadelesine giriştiler. Yıldırım Bayezid ile Timur arasında vuku bulan bu savaş Osmanlılarda Fetret Dönemi, Fasıla-i Saltanat Dönemi veya Hükümetsizlik Dönemi diye tabir olunan bir dönemin başlamasına ve yaklaşık 20 yıl süren bir kargaşa dönemi yaşanmasına sebebiyet vermiştir. İşte yaklaşık 20 yıl süren bu dönem incelendiğinde çok önemli sonuçların ortaya çıktığını görüyoruz.

Osmanlıların henüz kuruluş safhasını tam manâsıyla tamamlamadan böyle bir vaziyetle karşılaşmaları istikballeri için çok faydalı olmuştur. Yazının devamında, XV. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’ni parçalanmanın eşiğine getiren fetret dönemi, Osmanlı Devleti’nin ileriki yıllarında devlet tecrübesi açısından ve daha geniş manada devlet anlayışı bakımından ne gibi faydalar sağlamıştır ve bu dönemin özellikleri nelerdir, sorularının cevabı aranacak ve sonuçlar tahlil edilecektir.

  1. Fetret Dönemi, Ankara Savaşı mağlubiyeti sonrası Yıldırım Bâyezid’in oğulları arasında yaşanan taht mücadeleleri dönemi midir yoksa, özellikle I. Murad döneminden başlamak üzere, Yıldırım Bâyezid döneminde daha da artarak devam eden, devletin birçok alanındaki yeniden yapılanma/restoration anlayışına karşı yapılmış bir mücadeleler dönemi midir?
  2. Fetret Dönemi ne zaman başlamış, ne zaman sona ermiştir?

Fetret Dönemi’nin mahiyetini anlayabilmek için, 1402 Ankara Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nin içtimai, siyasi ve askeri bünyesi göz önüne alındığında, Fetret Dönemi’nde yaşanan mücadelelerin temelinin burada yatmakta olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlılarda böyle bir dönemin er ya da geç yaşanacağının kuvvetli belirtileri mevcuttu. Ankara Savaşı mağlubiyeti ise derinleşip yoğunlaşan bu belirtilerin tezahürünün çabuklaşmasına vesile olmuştur.

1- Osmanlıların 1402’ye kadar son 25 yıl içerisinde, Anadolu Türkmen Beylikleri açısından takip ettikleri yeni siyasi anlayış, Fetret Dönemi’ndeki mücadelelerin temel sebeplerinden birisidir.

XIII. asrın sonlarında Batı Anadolu’da ortaya çıkan Türkmenbeyliklerinin durumları birbirlerinden çok farklı değildi. Osmanlıların da içinde bulunduğu bu Türkmen beylikleri, Anadolu Selçukluları zamanında uçlarda (ucât) ele geçirmiş oldukları kılıç hakkı topraklarında bağımsızlıklarını ilan eden birer küçük beylikten ibaretti. Bu tevâif-i mülûk ya da parçalanmış siyasi teşekküller,[4] Moğolların baskısı sonucu, Orta ve Doğu Anadolu’daki yaylaklarını kaybetmeleri neticesinde, onların önünden çekilerek Batı Anadolu’ya gelip yerleşmiş olan Türkmen cemaatlere dayanıyordu.[5] Bu tevâif-i mülûk içerisinde başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen, Kastamonu uç bölgesinde bulunan Osmanlılar, bulundukları yörenin fiziki ve sosyal yapısının sağladığı avantajları iyi kullanarak, yaptıkları faaliyetlerle kısa sürede topraklarını genişleterek önemli bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamışlardır. 1326’da Orhan Bey tarafından Bursa’nın alınışı, bir taraftan Marmara sahillerine ve Gelibolu yarımadasına uzanma yolunda önemli bir avantaj teşkil ederken diğer taraftan, yakın çevrelerinden başlamak üzere civardaki Türkmen beyliklerine karşı yeni bir siyasi anlayışın şekillenmesine yol açmıştır. Bir başka ifadeyle, Türkmen beyliklerinin kademe kademe ilhâk süreçleri başlamıştır. Prof. Dr. Feridun Emecen’in ifadesi ile; Osmanlıların izlediği bu beylikler siyaseti, yeni bir anlayışa, Osmanlılaşmanın teşekkülüne, mesned olmuştur.[6]

Orhan Bey, 1335’ten başlayarak yaklaşık on beş yıl içerisinde takip ettiği ince bir politikayla Karasioğulları Beyliği’nin ilhakını tamamlamıştır. Ancak bir hanedanın kılıç hakkı yoluyla meşru surette malı olan toprakların ilhakı, cihad ve gaza işi ile izahı pek mümkün gözükmüyor ve izah için başka faktörlerin de rol oynadığı dikkati çekmektedir.[7] Türkmen beylikleri üzerindeki bu yeni siyasi anlayış ile Osmanlılaşma süreci başlamış demekti. Yani Anadolu’da yeni Osmanlı Rejimi’nin önemli adımları atılmıştır. Bu da Osmanlı ailesinin hükümranlığında, merkezi devlet anlayışıyla, yeni bir rejim biçimidir. Anadolu’daki bu ilk bütünleşme hareketinin, beyliklerin tabanında ne gibi tepkilere yol açtığı hususunda kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmuyorsa da, beyliklerin tabanlarının birbirlerinden çok farklı olmadıkları düşünüldüğünde, bu hadisenin tabanda önemli bir muhalefete yol açmadığı söylenebilir.

1352’den itibaren Rumeli’ye geçen Osmanlılar burada kazandıkları muvaffakiyetlerle diğer Türkmen beyliklerini kat kat geçmişler, Anadolu’daki Türkmen ahalinin büyük teveccühünü kazanmışlardır. Orta ve Batı Anadolu’da değişik zümrelere mensup pek çok nüfus, bilhassa göçebeler, Osmanlı topraklarındaki refahlı hayat ve fetihlerin verdiği dini/milli (gaza)[8] heyecanın etkisiyle, bu topraklara gelerek Osmanlı askeri kadrolarında hizmete koşuyorlardı.[9] Bu da aynı zamanda Anadolu’da bulunan göçebe ahalinin Osmanlı sınırlarına girmesiyle yerleşik hayata geçişinde çok önemli bir hadise idi. Merkezi devlet anlayışı da zaten bunu gerekli kılıyordu. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumeli’de de elde ettikleri muvaffakiyetlerle daha da güçlenen Osmanlılar, Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın, Anadolu’daki topraklarını birleştirerek kendi uç hükümetlerini, Anadolu’da hâkim bir hükümet şekline getirme teşebbüsüne giriştiler.[10]

I. Murad bunu gerçekleştirmeye çalışırken asla zorbalığa başvurmuyor, karşısına çıkan fırsatları gelecek namına çok iyi kullanıyordu. Osmanlıların Anadolu’da gittikçe güçlendiğini gören Türkmen beyliklerinden, Germiyanoğullarının cihaz yoluyla, Hamidoğulları’nın ise satu-bazâr yoluyla Osmanlılara toprak vermeleri bir keyfiyet değil, gelişen hadiseler doğrultusunda zorunluluktan ileri geliyordu.

1389 Kosova Savaşı öncesi I. Murad Batı Anadolu Türkmen beyliklerini vassalı haline getirmeyi başararak, Anadolu siyasi birliğini sağlama yolunda çok mühim başarılar elde etti. Vassalı haline getirdiği Türkmen beyliklerinin hanedân ailelerine, geçimlerini çok rahatlıkla sağlayabilecekleri yerler tahsis ederek, onları kendi topraklarında bıraktı. Böylece bu Türkmen beyler de tam yerleşik bir duruma getirilmesi amaçlanıyordu ki, merkezi devlete doğru gidişin en açık göstergelerinden birisi de budur diyebiliyoruz. Bu hadise de Anadolu’da tevâif-i mülûktan Osmanlılaşmaya geçiş için büyük bir hız kazandırmıştır. Yıldırım Bâyezid’in Kosova Savaşı sonrası hükümdârlığa geçişi ise Anadolu’nun siyasi birliğinin tam manasıyla gerçekleştirilmesi hususunda bir dönüm noktasını teşkil etti. I. Bâyezid fiilen Osmanlılara geçmiş olan Anadolu hükümdârlık hakkını, resmen ve fiziken de herkese tanıtmaya niyet ederek, 1390-1391 yıllarında vassalları halinde gelmiş olan Anadolu Türkmen beyliklerini, tamamen ortadan kaldırma hareketine girişmiştir. Bunu gerçekleştirirken de, babası zamanındaki siyaseti biraz daha sertleştirmiş, genellikle yaptığı seferlerde ordusunda ağırlıklı olarak Hıristiyan unsurlardan sağladığı kuvvetleri kullanmıştır. Hatta bu hareketini Müslüman ahaliye meşru gösterebilmek gayesiyle İslam dünyasının halifesinden sultanü-r-rûm unvanını istemiş ve de almıştır.[11] Yıldırım Bayezid’in bu hareketi, gaza ve cihad ile izahı pek mümkün gözükmeyen, Anadolu’da hakim hale getirilmeye çalışılan yeni Osmanlı rejimini dini açıdan meşru hale getirmeyi de amaçlıyordu. I. Bayezid’in bu siyaseti, Türkmen beylikleri hanedân ailelerinin kendi başına bey durumlarını kaybetmeleri sonucunu doğurduğu için, onlar tarafından mukavemetle karşılanmıştır.[12] Ancak bu Türkmen beyliklerinin hanedan aileleri mukavemet edecek güç de bulamayınca çeşitli yollarla Anadolu’yu terk ederek, Osmanlılara karşı koyabilecek, en az onlar kadar güçlü siyasi teşekküller aramaya çıkmışlardır. Bu yıllarda Timur, güçlü bir şekilde Anadolu’nun doğusunda ortaya çıktığı için onu bulmuşlardır. Bu güç Timur değil başka bir güç de olabilirdi.[13] Bu durumun bir başka ifadesi de, Türkmen beylikleri hanedan mensuplarının yeni Osmanlı Anadolu siyasal rejimini, yani tevâif-i mülûktan büyük bir siyasi kuruluş haline dönüşmesini, merkezi ve yerleşik Anadolu rejimini istemedikleri anlamına gelmektedir.[14] Ancak tabanı oluşturan halkın büyük bir kısmının, (daha sonraları aşiretlerin iskânında büyük sıkıntılar yaşayacak olmasına rağmen) küçük hükümetçikler halinde devam etmekte olan beylikler rejiminden kurtulmak istediği, Osmanlı topraklarına teveccühlerinden açık olarak anlaşılmaktaydı.

Bu Türkmen hanedân aileleri, hayatta kaldıkları müddetçe eski durumlarını devam ettirebilmek için er ya da geç bir yerde ortaya çıkarak, yeni Osmanlı Anadolu rejimine karşı problem yaratacakları aşikârdı. Zaten Fetret Dönemi hadiseleri göstermiştir ki, Osmanlıların yeni Anadolu rejimi yerleşik ahaliyi memnun ederken Anadolu’nun asilzâde, Türkmen beylikleri hanedân aileleri ve diğerlerinde rahatsızlık meydana getirmiştir. Timur sayesinde yeniden kurulan Türkmen beylikleri toparlanmakla birlikte halk nazarında eski durumlarına bir türlü kavuşamamışlar, güçlü bir siyasi teşekkül haline gelememişlerdir. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususlardan daha da net anlaşıldığı üzere, Fetret Dönemi’nde yürütülen mücadelelerin bir kısmı Türkmen hanedân aileleri ve diğerleri ile Osmanlıların yeni Anadolu rejimi arasında geçen mücadele dönemidir diyebiliriz.

2- Yeni kurulmuş olan Yeniçeri Ocağı’nda yetişmeye başlayan Kapıkulu Askerleriyle, değişik isimlerle adlandırılan sadece Türklerden[15] müteşekkil ordu arasındaki şiddetli geçimsizlik; yani Türklerden oluşan askeri kitlenin kendilerine karşı gittikçe artan daimi ve yerleşik bir ordunun meydana getirilmesi bakımından teşkil edilen[16] kul kökenli askerlerin Osmanlı ordusu içerisindeki gittikçe güçlenen varlıklarını kabul edemeyişleri; aynı zamanda bu yapılanma da merkezi devlet anlayışının açık bir göstergesidir.

Kuruluş devrinin başlarında Osmanlı Beyliği’nin arkasında Oğuz boylarından mürekkep bir siyasî, sosyal, iktisadî ve kültürel anlayış vardı. Esasında gelişerek büyük bir devlet haline gelmeden önce Osmanlılar da, bir boy idi. İlk fetih hareketleri beylerin etrafında kümelenen gazi, alp, alperen gibi serhad akıncıları tarafından yürütülüyordu.[17] Ancak bu kuvvetler çok dinamik olmalarına rağmen pek sınırlı sayıdaydılar.[18] Osmanlılarda Orhan Bey devrinin sonuna kadar ordu, üç unsurdan oluşuyordu. Birincisi; bilhassa aşiretlerden hizmetleri mukabilinde kendilerine tımar tevzi edilmek suretiyle tertip olunan sipahilerdi.[19] İkincisi; Orhan Bey’in kendisinin ihdas ettiği yaya ve müsellemlerdi.[20] Üçüncüsü ise; yukarıda bahsettiğimiz akıncı kuvvetleri idi. Yaya ve Müsellemler ile Sipahiler merkeze uzak, akıncı kuvvetleri ise az sayıda idi. Edirne’nin fethini müteakip büyümeye namzet olan beyliğin asker ihtiyacını bu kuvvetler karşılayamıyor, elde daimi bir ordu bulundurulması icâp ediyordu.

I. Murad’ın ilk hükümdârlık yıllarında ulemadan Molla Rüstem ve Çandârlı Kara Halil’in himmetleriyle, harplerde ve seferlerde elde edilen Hıristiyan esirlerin beşte birinin (pencik, penc-ü yek) devlet namına alınması usulü ile Yeniçeri Ocağı teşkil olundu.[21] Osmanlılar bu askeri teşkilatı ihdas ederlerken, Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki sultanın şahsına bağlı, daima merkezde bulunan gulâm sistemini örnek almış, daha da geliştirerek inkişaf ettirmişlerdir. Yeniçeri Ocağı bu teşkilatın değişik ve daha gelişmiş bir şeklidir.[22] Merkezi bir devlet kurmada büyük gayret gösteren I. Bâyezid devrinde gulâm sistemi, tam bir gelişmeye mazhar olmuştur. Yeniçeriler, teşkil olundukları yıllarda, özellikle de I. Bâyezid döneminde, uç beylerine karşı devletin merkezi otoritesini temsil etmişlerdir. Sonradan eyalet kuvvetlerine karşı da bu durumlarını devam ettireceklerdir.[23]

Kuruluş yıllarında 1000 kişi civarında olan ocak mensuplarının sayısında, ihtiyaca ve elde edilen esir sayılarının artışına binaen müteakip yıllarda artışlar olmuştur. I. Bâyezid Ankara Savaşı’na giderken maiyetinde 10.000 kişiden oluşan Yeniçeri kuvvetine sahipti.[24] Fatih devrinde bile bu sayı 12.000 idi ki,[25] Bâyezid’in bu kadar kısa sürede, o kadar yüksek sayıda yeniçeri kuvvetine sahip olması son derece dikkat çekicidir. 1370’lere kadar, bütün askeri gücü Türklere dayalı olarak gelişen devletin içinde, kısa sürede temeli Hıristiyan esirlere dayanan bir ordunun oluşturulması, hele de bu ordunun merkezi gücü temsil ediyor olması, elbette ki beyliğin kuruluşunda ve gelişmesinde en önemli rolü üslenen Türk askeri güçlerin tepkisine neden olacaktı. Türkler üç yüz yıldır Anadolu’daki vatanlarında gayrimüslimlere hükmediyor ve onlara şeriatın hükümlerini uyguluyorlar, dolayısıyla zımmî statüsü herkesçe biliniyor ve saygı görüyordu. Üstelik bu yeni oluşturulan ordu, göçebe geleneğe de aykırı idi. Kapıkulu Ordusu ile Türklerden oluşan ordu arasında şiddetli bir geçimsizlik mevcuttu.[26] İşte Fetret Dönemi’ni hazırlayan çok önemli etkenlerden bir tanesi de bu iki ordu arasında bulunan şiddetli geçimsizliktir. Nitekim Fetret Dönemi’ne bu durum çok açık bir şekilde yansımıştır.

3- Türk asilzâdeler ve medrese çıkışlı Türk kökenli devlet ricâli ile, bunlara karşı yeni yetişmeye başlayan Enderûn çıkışlı kul kökenli devlet ricâli arasındaki şiddetli geçimsizlik.

İslam devletlerinde medrese denilince sadece ilim ile uğraşan insanların yetiştirildiği bir müessese olmasının yanı sıra aynı zamanda devletin ihtiyacı olan bürokrasi sınıfının da yetiştirildiği bir mektebin akla gelmesi icâp eder. İlk Osmanlı padişahları devletin kuruluşundan itibaren Türk asilzâdeleri ve ulemâ dediğimiz din alimlerinden başlıca müşavirler olarak faydalanmışlardı.[27] Hatta Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda en önemli rol belki de bunlar idi. Yerleşik şehirli topluluğu temsil eden Ahî tarikatı mensupları[28] Osmanlılara kuruluşlarından itibaren büyük katkıda bulunmuşlardır. Orhan Bey ve I. Murad, devleti teşkilatlandırırken Şeyh Edebâli,[29] Ahî Hasan, Çandârlı Kara Halil gibi nüfuzlu Ahî tarikatı mensuplarından azami derecede faydalanmışlardır.[30]

İlk Osmanlı bürokrasisinin tamamını Türk asilzâdeler ve ulemâ dediğimiz medrese çıkışlı, eski Anadolu Selçuklu şehirlerinde yetişen insanlar oluşturuyorlardı ki hemen tamamen yerleşik hayatı benimsemiş insanlardı. Bu nedenle Orhan Bey İznik’te derhal bir medrese inşa ettirerek devlet kadrolarında görev alacak ricalin yetiştirilmesini sağlamıştır.[31] Rumeli’ye geçişten sonra da Edirne’ye büyük önem verilerek burası önemli bir ilim merkezi haline getirilmiştir. Ancak devletin büyük bir hızla genişlemesine paralel olarak askere olan ihtiyaç arttığı gibi, devletin bürokratik kadrolarında görev alacak insanlara da ihtiyaç artmıştır. Örgün bir eğitim kurumunu oluşturan medreseler daha çok ilmiye bürokrasisine eleman yetiştirmelerinden dolayı Osmanlı devlet hayatında artan bürokrat ihtiyacını karşılama hususunda yetersiz kalmıştır. Osmanlılar, kurmuş oldukları Yeniçeri Ocağı teşkilatı dahilinde, pırıltılı yetenekleri iç oğlan sıfatıyla, hârem-enderûn-bîrûn şeklindeki üçlü yapılanmanın içinde, devlet kadrolarında vazife alacak insanların yetiştirilmesi amacıyla Enderûn Mektebi’ni inkişaf ettirmişlerdir. Enderûn’a alınan kul kökenli insanlar iyi bir eğitimden geçirildikten sonra devlet kadrolarında görev almaya başlamışlardır. Eskiden beri nüfûzlu Türk aileler arasında yaşanan iktidar kavgaları, Türk devletlerinin devamlılıklarında büyük zaaf meydana getiriyordu.

Türklerden oluşan ricâl elde etmiş oldukları mevkileri, evlatlarına intikal ettirerek uzun müddet ellerinde tutmayı başarabiliyorlar, bu da merkezi devlet anlayışına ters düşüyordu. Osmanlılar kurmuş oldukları Enderûn sistemi sayesinde, devletin bürokrat kademelerine getirdikleri kul kökenli ricâle, hizmetleri mukabilinde gerekli mali ve sosyal imkanları sağlıyor, ölümleri halinde bunların bütün malı mülkü, yani serveti, devlete kalıyor, bu mevkilere başkaları rahatlıkla getirilebiliyordu. Yani müsadere sisteminin uygulanmasına imkan veriliyordu. Aynı zamanda bu insanlar azilden sürgüne hatta idama kadar varan ağır yaptırımlarla inzibat altında rahatlıkla tutulabiliyor, her şart altında devlete mutlak sadakat içinde bulunuyor, devletin otoritesini zaafa düşüren faaliyetler karşısında adeta devletin emniyet garantisi oluyorlardı. Türk asilzadeler ve medrese çıkışlı ricale karşı ise böyle bir uygulama tatbik olunamıyordu.

Osmanlılar Rumeli’de iyice genişlemeye başlayınca, birçok etnik ve ideolojik çeşitliliğe sahip nüfus kitlesini yönetmek, hem de bu kitleye idari ve siyasi istikrar sağlama durumunda idiler. İnkişâf ettirilen Enderûn Mektebi tabiiyet altındaki insanların bizzat yönetime katılmalarını sağlamıştır. Esir olarak elde edilen Hıristiyan çocuklar, Enderûn sayesinde desteklenip disipline edildikten sonra nitelikli insan gücü olarak Türk olan devletin çok üst mevkilerinde görevler almaya başlamışlar, ayrıca Enderûna kaynak teşkil eden kesimin toplumsal muhalefetini de engellemiştir. I. Bâyezid devletin yüksek çıkarlarını ve askeri ihtiyaçlarını diğer kaygılardan üstün tutarak, askeri idare sistemini kurmak gayesiyle ulemâ sınıfının karşı koymasına rağmen, ulemaya yarayan birçok vakıfları devlet eline geçirmiş, askeri sınıfa vermiştir.[32]

I. Bâyezid’in bu siyaseti Türk Asilzâdeler ve medrese çıkışlı devlet ricalinin geri plana itilerek pasifize edilmesine sebebiyet verince, Türk asıllı ulemâ ve bürokratların büyük tepkisine neden olmuş, ancak I. Bâyezid’in güçlü otoritesi zamanında bu durumu gün ışığına çıkaramamışlar, 1402’den sonra başlayan mücadelelerde bu durum bütün şiddetiyle tezahür ederek Fetret Dönemi’ndeki mücadeleler arasında yerini almıştır.

4- Kuruluşundan itibaren safha safha merkezi bir mahiyet kazanmaya başlayan Osmanlı Devleti’ne karşı, hâlâ eski geleneksel hayatlarını devam ettirmeye çalışan özellikle uç ümerâsının devlete değil merkezileşmeye karşı gösterdiği tepki.

I. Bâyezid devrinden itibaren şuurlu bir tarzda, mazideki Türk devletlerinin, özellikle Anadolu Selçuklularının siyasi bünyesi iyi tetkik olunarak, tespit olunan rejim zaaflarından korunacak şekilde kurulan Osmanlı rejimi, hâkimiyetleri altında bulunan yerlerde birliği tahakkuk ettirirken merkeziyetçi bir mahiyet kazanmıştır.[33] Esasında, gelecekte cihan devleti olacak olan Osmanlı’nın ilk zamanlarındaki hükümet şekli de merkeziyet esaslarına dayanıyordu. İlk Osmanlı padişahları elde ettikleri yerlerin yönetimlerini oluştururlarken, fethedilen yerlerin yönetimini fethi gerçekleştirenlere veriyordu. Ancak devletin hızla genişlemesine bağlı olarak ele geçirilen yerlerin yönetimini fethedenlerden ziyade devlet merkezinden gönderdikleri ricâle teslim etmeye başlamışlardır.[34] Kuruluşundan itibaren her yönüyle sürekli gelişim içinde olan Osmanlı Devlet’i adem-î merkezi anlayıştan merkezi anlayışa doğru hızlı bir gelişme sergilemiştir. Osmanlı klasik sistemi nihâî durumunu Fatih devrinde kazanmış olsa da, 1402’den kısa bir müddet evvel adem-î merkezi unsurlar ayıklanarak siyasi, sosyal, iktisadi hatta ilmi açıdan merkezi devlet anlayışının temelleri atılmıştır. Bunlar, Osmanlı Devleti’nin temelinde yer alan hânedan, hânedandan sonra en önemli organ olan vezâret, yönetimin odağındaki merkezi divan, bürokrasi, ilmiye ve bunlarla irtibatlı diğer kurumları ihtiva etmektedir.[35]

İlk Osmanlı padişahları devletin kuruluş dönemlerinde aşiret kuvvetlerinden azami derecede faydalanmışlardır. Özellikle de Rumeli’ye geçişten itibaren sınırların korunabilmesi ve burada Türk unsurun hakim bir tabaka oluşturmasını sağlamak amacıyla Anadolu’dan birçok aşiret Rumeli’ye naklolunmuştur. Burada devamlı kalabilmelerini sağlayabilmek amacıyla da bir çok ayrıcalıklar vermişler,[36] akınlarda elde ettikleri ganimetlerin bolluğu da buna eklenince Rumeli’de kısa sürede güçlü bir uç ümerâsı oluşmuştur. Bu ümerâ ve maiyetleri daha çok eski geleneksel hayatlarını devam ettirmekle beraber yapmış oldukları faaliyetleri denetleyip düzenleyecek bir merkezi güç istemiyorlardı. Uç ümerâsını oluşturanlar ise Evronosoğulları, Mihaloğulları gibi köklü akıncı aileler ve maiyetleri idi. 1402’ye kadar bu tepkilerini güçlü olan merkezi devlete karşı gösterememişlerse de, Fetret Dönemi’nde Rumeli’de yaşanan mücadelelerde hükümdar olacak şehzadeyi belirleyecek kadar ortaya koymuşlardır. Musâ Çelebi’nin Rumeli’de hükümdar olmasında önemli rol almış olan uç ümerâsı, Musâ Çelebi’nin merkezi anlayışa yönelmesi üzerine Şehzade Orhan’ı destekleyerek ondan yüz çevirmişlerdir. Çelebi Mehmed’e ve I. Murad’a karşı Şehzade Mustafa etrafında toplanmaları da yine aynı sebepten kaynaklanıyordu. Yani, Rumeli’de bulunan uç ümerâsı merkezi bir devlet istemiyordu.

Fetret Dönemi’nin ne zaman başlayıp ne zaman sona erdiği sualini ise, yukarıda yaptığımız açıklamalar ve belirttiğimiz sebepler dahilinde ortaya çıkan mücadeleleri bir zaman çerçevesi içerisine yerleştirdiğimizde kolaylıkla ortaya çıkmaktadır.

Herkesçe malûm olduğu üzere Fetret Dönemi 28 Temmuz 1402’de Yıldırım Bâyezid’le Timur’un Çubuk Ovası’nda yaptıkları Ankara Savaşı adıyla meşhûr muharebede Osmanlı ordularının yenilmesiyle başlamıştır. Ancak üzerinde durmaya çalıştığımız asıl husûs bu dönemin ne zaman sona erdiğidir. Yukarıda verdiğimiz bilgiler şu durumu açıkça ortaya koymaktadır: Fetret Dönemi asıl olarak Türk asilzadeleriyle Osmanlı Devleti’ni yeniden tek bir padişahın hakimiyeti altında toplamaya çalışan şehzadeler arasında geçen mücadeleler dönemidir. Bir başka deyişle devletin merkezi bir hal almasına çalışanlarla bu merkezileşmeyi istemeyenlerin mücadeleleri dönemidir. Bundan dolayı Fetret Dönemi’nin zaman çerçevesini ikiye ayırarak çizebiliriz.

Birinci çerçeve, Osmanlı Devleti’nin 5 Temmuz 1413’te yeniden tek bir hükümdârın idaresi altında toparlanma süresidir. I. Bâyezid’in Ankara Savaşı mağlubiyeti sonrası dört oğlu (Süleyman Çelebi, İsâ Çelebi, Mehmed Çelebi ve Musâ Çelebi) arasındaki taht mücadelesi 11 yıl, 11 ay, 23 gün sürmüş, Çelebi Mehmed’in Musâ Çelebi’yi Çamurlu Savaşı’nda bertaraf etmesiyle noktalanmış, Osmanlı Devleti rakipsiz değil ama tek bir hükümdârın idaresi altında toparlanmıştır. Fetret Dönemi’ne bu açıdan baktığımızda, yani hükümdârlık açısından baktığımızda, bu tarihte sona ermiştir.

İkincisi ise; başlangıçta saydığımız sebeplere bağlı olarak Fetret Dönemi mücadelelerini oluşturan dönemin ne zaman sona erdiğidir. Bu çerçeve birincisine oranla daha büyüktür. Çünkü Fetret Dönemi’nin temelini oluşturan mücadeleler Çelebi Mehmed’in hükümdâr olmasıyla sonuçlanmamış, devam etmiştir. Başka bir ifadeyle Fetret Dönemi’nin esasını oluşturan mücadeleler devam ettiğinden dolayı Fetret Dönemi de devam etmiştir.

Devletin tabanını oluşturan Türk ahâli Fetret Dönemi’nin sonuçlandırılmasını sükûnetle bekleyerek mücadelelere karışmamıştır. Bu hususta şu bilgiler oldukça kâfıdir… İsa Bey dahi elçiyle gelib, hemen tevakkuf etmeyip, Gelibolı’dan geçib tamamet-i Karasi vilayetini aldı. Andan her nereye teveccüh etti ise, il vilâyet mecmûu ita’at etmeyip eyittiler: “Evvel var karındaşınla, Sultan Mehmed birle bir yana ol. Andan devlet her kanginizin ise biz kamumuz, can ve baş yoluna komuşuz. Şimdi vilayet gezmeden ne fayda olur” dediler.[37] Çelebi Mehmed kardeşi Musâ Çelebi’yi ortadan kaldırmak üzere Rumeli’ye geçerek Edirne’ye gelince. şehir halkı cem’ olub, Sultan’a eyittiler: “Biz sana şimdi hisarı vermeziz. İnşaallah ü Tealâ biri birinizle buluşup, bir yana olub, devlet her kanginizin başında ise hisar dahi bilâ-minnet anındır” dediler. Sultan bu haberi işidicek razı olub.[38]

Şeyh Bedreddin isyanı ise, elbette Fetret Dönemi’nde Osmanlı Devleti’nin maruz kaldığı siyasi içtimaî ve iktisadî buhranın sonucudur. Ancak isyana katılanlar da esas itibariyle Şeyh Bedreddin’in Musâ Çelebi zamanındaki Kazaskerliği sırasında kendilerine tımar verilip Çelebi Mehmed tarafından Anadolu’da ve Rumeli’de tımarları ellerinden alınan sipahiler, uç gazileri ve Osmanlı fetihleri sırasında toprakları ellerinden alınan yerli Hıristiyan feodallerdir.

Bu açıdan Şeyh Bedreddin isyanı büyük kesimiyle imtiyazları ellerinden giden Müslüman sipahiler ve Hıristiyan derebeylerin çıkarlarına hizmet eden bir ayaklanma olduğundan,[39] Şeyh ve halifelerine (Börklüce Mustafa ve Torlak Kemâl) uyanların da Türklerden daha çok Yahûdi ve Hıristiyan olması[40] nedeniyle, bahsettiğimiz duruma muhalefet teşkil etmemektedir. Ancak Fetret Dönemi, mücadelelerinin Osmanlı Devleti içerisinde bulunan asilzadeler ile devletin restoration süreci arasında geçtiğini göstermesi bakımından oldukça mühimdir.

Fetret Dönemi mücadelelerinin bitmediğini gösteren diğer bir hadise ise Süleyman Çelebi’nin Bizans’ta bulunan oğlu Şehzade Orhan meselesidir. Musâ Çelebi zamanında Bizans vasıtasıyla isyan eden Şehzade Orhan, Selânik kalesine sıkıştırılarak önü kesilmişti. Şehzade Orhan, Çelebi Mehmed tek başına Osmanlı hükümdarı olunca yine Bizans tarafından Rumeli’ye gönderilmiş, Osmanlı merkezi otoritesine girmek istemeyen Rumeli uç ümerâsından bazılarının da etrafına toplanmasıyla Karinabâd taraflarında yeniden isyan ettirilmişse de kısa sürede bertaraf edilmesi başarılmıştır.

Daha sonra iki kez ortaya çıkarılan Düzmece Mustafa hadiseleri ise yine Bizans kaynaklı olmuştur. II. Murad’ın tahta geçişiyle ikinci defa ortaya çıkışı Fetret Dönemi mücadeleleri açısından oldukça önemlidir. Çünkü II. Murad’ın tahta geçişiyle devletin merkezi otoritesi eskisine göre daha da güçlenmeye başlamıştır. Bunu gören uç ümerâsı, Mustafa’nın ikinci defa ortaya çıkışında hemen tamamen onun etrafında merkezi otoriteye karşı birleşmişlerdir. Hükümdâra karşı şiddetli bir mücadeleye girişmişlerse de 1422 baharında Mustafa yakalanarak ortadan kaldırılmıştır.

Sonuç olarak, Şeyh Bedreddin, Şehzade Orhan ve Düzmece Mustafa hadiselerini Fetret Dönemi mücadelelerinin bir devamı olarak değerlendirmek mümkün olduğundan Fetret Dönemi’nin II. Murad’ın saltanatının başlarına kadar devam ettiği söylenebilir.

Doç. Dr. Kenan Ziya TAŞ – Sadettin BAŞTÜRK

Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 252-258


Dipnotlar :

[1] Berthold Spuler, İran Moğolları, (Trc. Cemal Köprülü), Ankara, 1958.
[2] İsmail Aka, Timur ve Devleti, Ankara, 1991.
[3] Göçebe, konar-göçer, bozkır bu kavramların devlet, ordu yapısı ile halkın hayat tarzını ifade etmesi bakımından birbirlerine yakın anlamlar taşıdığı görülmektedir. Ancak bu yazıda vurgulanan husus iki devlet, Osmanlı-Timur devletleri, arasındaki bahsedilen unsurlardaki farklılığın da temelini teşkil etmektedir. Bundan sonra kullanılan göçebe kavramını bu anlam bütünlüğü içinde değerlendirmek gerekir. Sıradan ve düzensiz bir aşiretin yer değiştirmesi manâsında anlaşılmamalıdır.
[4] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, 1243-1453, İstanbul 1995, s. 229.
[5] Feridun Emecen, “Tevâif-i Mülûktan Osmanlılaşmaya” Türkiye Günlüğü, s. 58, Ankara 1999, s. 28-31.
[6] Feridun Emecen, “Tevâif-i Mülûktan Osmanlılaşmaya”, s. 28.
[7] Bu konular için bkz. Paul. Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu (Çev, F. Arık), İstanbul, 1942. Ayrıca tartışmalar için bkz. Söğüt’ten İstanbul’a Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, (Der. O. Özel-M. Öz), İstanbul, 2000, s. 397-443.
[8] Gaza anlayışının Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesindeki rolü ile ilgili tartışmalar için bkz. Rudi Paul Lındner; Orta Çağ Anadolusu’nda Göçebeler ve Osmanlılar, (Çev. Müfit Günay), Ankara, 2000.
[9] M. Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, İstanbul 1981, s. 172 vd.
[10] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, İstanbul, 1995, s. 229 vd.
[11] Halil İnalcık, “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisi İle İlgisi ”, Aüdtcfd, C. XIV, (1959), s. 78.
[12] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, s. 254.
[13] 15. yüzyılın başında Ankara Savaşı’nda taht için taraf değiştiren Anadolu’nun bey/göçebe zihniyetiyle 16. yüzyılın başında Çaldıran’da din/mezheb saikiyle taraf değiştiren bey/göçebe zihniyeti temelde birbirinden çok farklı değildir.
[14] Bu muhalefetin 16. yüzyılda Safevi Osmanlı mücadelesinde tuttuğu yer bakımından bir değerlendirme için bkz. R.P. Lındner, Göçebeler ve Osmanlılar, s. 80-86, 88.
[15] Burada kullanılan Türk kavramının modern milliyetçilik çerçevesinde değerlendirilen bir kavim adı olmaktan ziyade belgelerdeki orijinal ifade ile Türk’e vermek tabirinde geçen Türk kavramı çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
[16] R. Paul Lındner, Göçebeler ve Osmanlılar, s. 73-76.
[17] Yücel Öztürk, “Osmanlı Klasik Sisteminin Teşekkülü ve Çöküşü”, Türkiye Günlüğü, Sayı 58, Ankara 1999, s. 133-155.
[18] Mücteba İlgürel, “Yeniçeriler” İA, C. XII, s. 386, İ. Hakkı Uzunçarşılı; “Akıncı”, İA. C. I, s. 239, Tayyib Gökbilgin, “Osman I.”, İA, C. IX, s. 431-443 Tayyib Gökbilgin; “Sipahi” İA, C. X, s. 689.
[19] Halime Doğru, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaya-Müsellem ve Taycı Teşkilatı, İstanbul 1990 s. 4-7.
[20] Neşri, Kitâb-ı Cihân-nümâ (Neşri Tarihi), (Haz., F. Reşit Unat-M. Altay Köymen), Ankara 1987 C. I, s. 154.
[21] Neşri, Cihân-nümâ, C I, s. 197.
[22] M. Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1981, s. 135.
[23] Mücteba İlgürel, “Yeniçeriler” İA, C. XII, s. 386. İ. Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Devleti Teşkilatında Kapıkulu Ocakları, Ankara 1988, C. I, s. 145.
[24] Bu dönemde teşkilat henüz kurulduğu için mehazımızın verdiği bu 10.000 rakamına tamamen katılabilmemiz oldukça zordur. Ancak bu rakam gerçek olmasa bile önemli miktarda kapıkulu mensubunun bulunduğuna kani gelebiliriz. “Andan Yıldırım Han kapu halkı ile yalınız kaldı. Ol vakit Yıldırım Han’ın 10.000 yeniçerisi var idi. Ol gargaşada bile olanlar rivayet ederler…. Padişah bulunarak 12.000 neferden ibaret olan yeniçeri ve azab leşkeri sancak önünde ve kapıkulları havali-i kalpte.”, LÜTFİ PAŞA; Tevârih-i Âl-i Osman, İstanbul 1331, Matbaai Amire, s. 56.
[25] Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler Vesikalar I, Ankara 1997, s. 118, dip. 227.
[26] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, s. 257.
[27] M. Tayyip Gökbilgin, “Ulema”, İA, C. XIII, s. 24.
[28] Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1974, s. 43.
[29] Osmanlı Devleti’nin kuruluşu yıllarında adı geçen Edebalı ve diğer dinî vasıflı şahısların mensup oldukları tarikatın Ahilik’ten ziyade Vefaiye tarikatı olduğuna dair ve ahiliğin devletin kuruluşundaki rolü hakkında bkz. Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Dervişlerin Rolü”, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler, Ankara, 2000, s. 67-80.
[30] İ. Hakkı Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları I, S. 149.
[31] İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988, s. 1-2.
[32] Halil İnalcık, “Türk Devletlerinde Sivil Kanun Geleneği”, Türkiye Günlüğü, s. 58, Ankara 1999 s. 5-11.
[33] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, s. 238.
[34] İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman, I. Defter, (Haz. Ş. Turan), Ankara 1994, s. 139.
[35] Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler Vesikalar I, s. 245.
[36] Ö. Lütfi Barkan, “Osmanlı Tarihinde Rumeli’nin İskânı İçin Yapılan Sürgünler Meselesi”, CHP Konferanslar Serisi 16 (1940), s. 64-65.
[37] Neşri, Cihân-nümâ, C. II, s. 435.
[38] Neşri, Cihân-nümâ, C. II, s. 506-508.
[39] A. Yaşar OCAK, Osmanlı Toplumunda Mülhidler ve Zındıklar (15-17 Yüzyıllar), İstanbul 1998, s. 173-174.
[40] M. Şerafettin Yaltkaya, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, (Haz. H. Er), İstanbul 1994, 58-63.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.