Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Fâtımî-Selçuklu Münasebetleri

0 21.077

Dr. Aydın ÇELİK

Bilindiği gibi, Şiâ mezhebinin iktidarı ele geçirmek için İslâmiyet’in ilk yıllarından beri yönetime karşı başlattığı savaşın temelinde yatan sebep, Hilâfet’in (imâmet) Ali b. Ebî Talib’in soyundan gelenlere ait olduğu ve bunun gerek Emeviler gerekse Abbasîler tarafından gasp edildiğine inanmalarıdır. Şiâ mezhebi bu amacını gerçekleştirmek için gerek Emeviler ve gerekse Abbasîler döneminde pek çok defalar ayaklanmalarda bulundular. Ancak tüm gayretlerine rağmen, hilâfet merkezlerinin bulunduğu Suriye ve Irak topraklarında hedeflerine ulaşma imkanı elde edemediler. Bu nedenle Hz. Ali’nin torunları, iktidar olma mücadelelerini, hilâfet merkezlerinden daha uzağa kaydırdılar. Neticede, Şia’nın İsmailiyye kolu, Kuzey Afrika’ya gönderdikleri dâilerinin yoğun propagandaları neticesinde 296/909 yılında Kuzey Afrika’da Fatımîler Devleti’ni kurmayı başardılar.

Fatımîler, Kuzey Afrika’da (Mağrib) devletlerini kurduktan sonra, daha ilk halife el-Mehdî Ubu Muhammed Ubeydullah (297-322/909-934) zamanında bile istikametini doğuya doğru yani Bağdat’a doğru yöneltmiştir. Bu amaç doğrultusunda 358/969 yılında Mısır’ı ele geçirmişler ve hemen ardından da Suriye’ye doğru asker çıkarmışlardır. Aynı dönemde ekonomik destek sağlamak suretiyle, Hicaz bölgesinde hutbenin kendileri adına okunmasını sağladılar. Böylece kutsal bölgeler olan Mekke ve Medine de hutbeyi kendi adlarına okutmak suretiyle İslam dünyasında itibarlarını arttırdılar. Nitekim Mısır Fatımîlerinin ikinci halifesi olan el-Aziz Billah (955-996) zamanında bu devlet zirvede iken Kuzey Afrika, Sicilya, Mısır, Yemen, Hicaz ve Suriye bölgelerinde hutbe Fatımîler adına okunuyordu. Dolayısıyla İslâm dünyasının tamamında siyasî önder olmaları için önlerinde tek engel olarak, Irak’taki Bağdat yönetimi kalmıştı.

Fatımîler -kendi devletinin kuruluşunda da görüldüğü gibi- her hangi bir bölgeyi egemenlikleri altına almak istediklerinde ilk önce oraya kendi dâilerini göndererek oranın bir nevi alt yapısını hazırlamadıkça askeri müdahaleye başvurmazlardı. Bu hareket metodu Fatımîlerin dış siyasette takip ettikleri en belirgin özelliğini oluşturuyordu diyebiliriz.

Irak’ın hilafet merkezi olması hasebiyle Fatımîler, davalarını yaymak için bu bölgeye çok sayıda dâi göndermişlerdi. Fatımîler, bu vesileyle davalarını yaymak üzere devletin ilk kurulduğu yıllarda yani henüz Mısır’a gelmeden önce Abbasî devlet ricali arasında çok sayıda Iraklı ahaliyi kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardı. Nitekim kaynaklarda Abbasî Halifesi el-Muktedir’in (295-320/908-932) komutanlarından Yusuf b. Ebi’s-Sâc’ın Fatımîlerin ilk halifesi el-Mehdî’nin hilâfetini onayladığı ve onun için çalıştığı belirtilmektedir. Böylece yıllarca süren bu dâilerin gayretleriyle özellikle Büveyhîler, Deylemliler ve Türklerden saflarına katılan büyük bir kesim olduğu ifade edilmektedir. Her ne kadar siyasî konularda Büveyhîler, Fatımîlere itaat etmiyorlar ise de yine de Fatımîlerle olan münasebetlerini kesmediler ve onların egemenliklerinde bulunan topraklarda davalarını yani mezheplerini yayma konusunda müsamahalı davrandılar.

Fatımîler, Selçuklulardan önce Bağdat hükümetini elinde bulunduran Büveyhîlerle dâileri vasıtasıyla sıkı temasa geçmiş ancak, bu ilişki siyasî anlamdaki bir birlikteliğe dönüşememiştir. Zira Büveyhîlerin Fatımîlerin egemenliğini tanımaları halinde kendi egemenliklerinden olmaları söz konusu olduğu için Fatımîlerin hilafet konusundaki iddialarına olumlu yaklaşmadılar. Çünkü Bağdat’ta iktidâr tamamıyla kendi ellerinde idi ve bu yetkilerini hiç de Fatımîlere bırakmak niyetinde değillerdi.

Yukarıda bahsedildiği üzere, Fatımîler, İslam dünyasının dinî ve stratejik yönden tanınan önemli bölgelerde hutbeyi kendi adlarına okuturlarken, dönemin uluslararası ilişkilerinde İslam dinini ve İslam dünyasını temsil etmesi açısından hutbenin kimin adına okunduğunun önemli olduğu bir diğer devlet olan Bizans’ın merkezi Kostantiniyye’de (İstanbul) de -daha önce hutbe Abbasîler adına okunmakta iken hutbeyi kendileri adına okuttular. Nitekim, Halife el-Aziz Billah, 377/987 yılında Bizans İmparatoru Basileios II (976-1025) ile yaptığı barış antlaşmasında anlaşma maddelerinden birisinin, İstanbul’daki camide hutbenin Fatımî halifesi adına okutulması, şeklinde olmasını istemiş ve Bizanslılar tarafından da kabul edilmiştir.

İşte 5./11. yüzyılın ilkyarısına gelindiğinde yani Selçuklular henüz Bağdat’taki Abbasî halifeleriyle temasa geçmeden önceki Irak, Suriye ve buranın batısında bulunan diğer ülkelerin siyasî coğrafyası kısaca, ağırlıklı olarak İsmailî mezhebine mensup olan Fatımîlerin egemenliği altında idi.

Selçuklulara gelince, 8 Ramazan 431/23 Mayıs 1040 tarihinde Dandanakan Savaşı’nda Gaznelilere karşı galip gelen Selçukluların doğudaki nüfuzu git gide arttı. Bu galibiyetten sonra ittifak eden liderleri birbirleriyle yardımlaşma kararı aldılar ve başlarına Tuğrul Bey’i atadılar. Bir yıl sonra da Abbasî halifesi Kâim Biemrillah’a mektup göndererek, devletlerini kabul etmesini istediler.

Şiî İsmailî mezhebine mensup olan Fatımîler, Suriye’deki hakimiyetlerini pekiştirmeye çalışırken, Sünnî Selçuklular ise Mâverâü’n-Nehr bölgesinde hakimiyet alanlarını genişletmeye çalışıyorlardı. Özellikle Samaniler Devleti’nin yıkılmasından sonra, Selçuklular, Tuğrul Bey’in liderliğinde Horasan’a doğru ilerlemeye başladılar ve Merv, Nîsâbûr, Kirman, Belh, Azerbaycan, Taberistan ve Hevârizm bölgelerini 429-437/1037-1045 yılları arasında yönetimleri altına aldılar.

Irak’ın doğusunda ve batısında tüm bu gelişmeler yaşanırken Abbasîlerin hilâfet merkezi Bağdat’ta ise Muizzu’d-Devle Ahmed’in Bağdat’a girmesi ve Halife el-Müstekfî’yi işkence ve hapis ile devre dışı bırakması neticesinde, Abbasî hilafeti daha önce Türklerin idaresinde iken 334/945 yılından beri tamamen Şiî (Zeydî) Büveyhîlerin kontrolüne girmiş ve bu nedenle geçen uzun zaman aralığında Bağdat’ta zaman zaman dinî merasimler, ya da siyasî, ekonomik bahaneler ileri sürülerek meydana gelen şiddetli Sünnî-Şiî mezhep çatışmaları yaşanıyordu. Bu mezhep çatışmaları Selçukluların Bağdat’a gelmesine bir iki yıl kala daha sık ve daha tahripkâr olmaya başlamıştı.

Selçukluların Bağdat’a gelmesine az bir süre kala Bağdat’ta halifeyi rahatsız eden siyasî gelişmeler yaşanmaktaydı. Büveyhîlerin komutanları arasında, Türk asıllı Ebu’l-Hâris Arslan el- Besîsîrî ismindeki komutan, Halife Kaim Biemrillah tarafından Türklere reis olarak atandıktan sonra Irak’taki konumu bir hayli arttı. Halife neredeyse ona danışmadan hiçbir karar almıyordu. el- Besâsîrî’nin bu konumundan son derece rahatsız olan vezir Reîsü’r-Rüesâ halifeyle el-Besâsîrî’nin arasını bozmak için her türlü hileye başvurdu ve bu amaç doğrultusunda Bağdat’ta bulunan Türklere, el-Besâsîrî’nin maaşlarının azlığına neden olduğunu bildirerek onları el-Besâsîrî’ye karşı kışkırttı. Türklerin el-Besâsîrî’nin mal ve mülkünü dağıtmalarının ardından durumdan haberi olan el- Besâsîrî’nin vezire olan kini gittikçe arttı.

Diğer taraftan, el-Kâim Biemrillah, Büveyhîlerin Dâi el-Müeyyed fi’d-Din Hebbetullah eş-Şîrâzî sayesinde Fatımîlere yaklaştıklarını ve Büveyhîlerin saflarında pek çok Türk ve Deylemlinin Fatımîlere meylettiklerini farketmiş ve bizzat el-Besasirî’nin Abbasî halifesiyle arasının bozulması dolayısıyla Fatımîlerle temasa geçtiği haberini almıştı. Bunu da kendisine, veziri Reisü’r-Rüesâ iletmişti. Halife bundan emin olunca, Büveyhîlerin lideri Meliku’r-Rahîm’den onu Bağdat’tan uzaklaştırmasını istedi. Bunun üzerine el-Besâsîrî, Tuğrul Bey Bağdat’a girmeden kısa bir süre önce Rahbe’ye gitmek zorunda kaldı.

Abbasî halifesi dahili problemlerle meşgul iken diğer yandan da doğuda bulunan ve nüfuzu git gide artan ve egemenliğini buralara (Irak ve Suriye) yaymak isteyen Selçuklular için Bağdat’a girmek iyi bir fırsat idi. Nitekim 447/1055’te Tuğrul Bey; hacca gitmek istediğini ve Mekke, Şam ve Mısır yollarını ıslah etmek ve Mısır sahibi Müstansır el Alevî’yi izale etmek istediğini ilan etti.

Yakınlarına bu konuda gıda ve erzak yönünden hazırlık yapmalarını emretti. Sonra -Mekke yolunda iken- Halife Kâim’e haber göndererek, itaatinde olduğunu ve Bağdat’a girmek için izin istedi. Bunun üzerine Kâim, onun adının Bağdat hutbelerinde zikredilmesini emretti. Tüm ümerâ, kadılar, nakibler ve diğer üst düzey devlet ricali Tuğrul Bey için dışarı çıkarak büyük bir karşılama töreni düzenlediler. Tuğrul Bey’in 25 Ramazan 447/18 Aralık 1055’te şehre girmesiyle, Bağdat’ta yaklaşık bir asır süren Büveyhîler hükümeti düşerek, yerine Selçuklu hükümeti geçti.

Selçukluların güçlenmesi diplomasi alanında da kendisini hissettirdi. Buna bağlı olarak, Tuğrul Bey aynı yıl Bizans’ın merkezi Kostantiniyye’ye (İstanbul) gönderdiği elçisi ile imparatordan, hutbenin Abbasî halifesi adına okunmasını istemiş ve bu isteği yerine getirildi. Böylece Bizans’ın merkezindeki camide Fatımî halifesi el-Müstansır adına okunan hutbeye son verilerek, Abbasî halifesi Kâim Biemrillah adına okutulmaya başlandı. Bundan son derece rahatsız olan Halife Müstansır, Mısır ve Şam (Suriye)’daki tüm kiliseleri ve Kudüs’teki meşhur el-Kumâme kilisesini kapatıp, Gayr-ı müslimlerin cizyesini arttırdı ve Ruhban sınıfının da cizye vermesini emretti.

Selçukluların Bağdat’a girmelerinden sonra meydana gelen bazı çatışmalardan, Tuğrul Bey, Melikü’r-Rahîm el-Büveyhî’yi sorumlu tutarak, onu Rey yakınlarında bulunan bir kaleye hapsetti ve üç yıl sonra da o kalede öldü. Ardından, Tuğrul Bey onun tüm askerlerinin ikta’larına el koydu. Bunun üzerine Melikü’r-Rahîm’in askerlerinin çoğu el-Besâsîrî’ye giderek onun tarafında yer aldılar.

Rahbe’ye gittikten sonra kendisine katılanlarla birlikte belli bir güce ulaşan el-Besâsîrî, Fatımîlerle olan ilişkilerini daha da güçlendirdi ve Halife Müstansır’a haber göndererek, itaatine girmek istediğini bildirdi. Zaten o zamanlar Kahire’de bulunan Irak dâisi Habbetullah eş-Şîrazî ile daha önceden yazışıyordu. Nitekim o kısa bir süre önce Şirazî’ye yazdığı mektupta: “Eğer elimden tutarsanız, size ülkeler fethederim, yine eğer desteğinizi ve yardımlarınızı (boynumuza) takarsanız, sizin adınıza (tüm) yüksek ve alçak yerleri fethederiz” demişti.

Bağdat’ta Büveyhîlerin idareden uzaklaştırılıp, yerine Sünnî Selçukluların geçmesi, Kahire’de olumsuz karşılandı. Bu yüzden Fatımîler -ekonomik olarak pek müsait olmamakla birlikte- Irak’ta Abbasî hilafetine karşı isyan eden ve Selçukluları Bağdat’tan kovmak için ondan yardım talebinde bulunan Türk komutan Ebu’l-Hâris Arslan el-Besâsîrî’yi destekleme kararı aldı. el-Besâsîrî’ye yapılan yardımın boyutu hakkında İbn Müyesser: “Vezir el-Yâzûrî, Ebu’l-Hâris el-Besâsîrî’nin Bağdat’ı alması için el-Müeyyed fi’d-Dîn’e devlet ambarlarından o kadar mal taçhiz etti ki saraydaki Beytü’l-Mal’da geriye bir şey kalmadı” demektedir. İbn Tağriberdî ona gönderilen malın miktarını; 500.000 dinar nakit, bir o kadar da değerli kumaştan elbiseler, 500 at, 10.000’lerce yay, kılıç ve binlerce oktan oluşan askerî teçhîzat olarak vermektedir.

Besâsîrî hareketinin başarıya ulaşması için Dâi eş-Şirazî, civar bölgelerdeki Arap liderlerine Abbasîler aleyhinde onları hazırlamak için mektuplar gönderip, hil’atlar hediye ederek vaatlerde bulunuyordu. Hatta bunun için Tuğrul Bey’in vezirine bile mektup gönderdi. Şirâzî, mektuplarında Kâim Biemrillah’ın hilafet hakkının bulunmadığını, dolayısıyla Irak’ta meşru bir halifenin zaten mevcut olmadığını ve gerçek halifenin Mısır’daki Fatımî halifesinin olduğuna dâir bilgiler de aktarıyordu. Yine mektubunda, Vezir İbn Mesleme’nin (Reîsü’r-Rüesâ) Selçukluları davet ettiğine işaret edildiği belirtilmektedir. Fakat Şirazî’nin mektuplarında vermeye çalıştığı mesaj büyük oranda amacına ulaşmadı. Zira, Tuğrul Bey’in Veziri’Amîdü’l-Mülk el-Kundurî, Arap liderleri arasına ihtilaf sokmak suretiyle, onların el-Besâsîrî’ye verdikleri desteği çekmelerini sağladı.

Tuğrul Bey, Bağdat’a girdikten sonra Sulçukluların Irak’taki nüfûzu bir hayli arttı. Bir müddet sonra şehirden çıkıp, Anadolu’da bazı fetihlerde bulundu. Dönüşte Musul ve çevresini kardeşi İbrahim Yınal’a teslim ettikten sonra 449/1058 yılında Bağdat’a geri döndü. Bağdat’ta merasimle karşılanan Tuğrul Bey, Halife Kâim tarafından hil’at giydirilerek, “Meliku’l-Mağrib ve’l-Maşrik (Doğunun ve Batının Sultanı)” olarak ilan edildi.

Ancak amacı Tuğrul Bey’e galip gelip devletin idaresini ele geçirmek olan Tuğrul Bey’in kardeşi İbrahim Yınal -Besasirî’nin teşvikiyle- isyan edip Musul’dan ayrıldı ve 26 Ramazan 450/16 Kasım 1058 yılında Hemedan’ı ele geçirdi. Bu hadiseden dolayı kardeşlerin arası açıldı. Öte yandan İbrahim Yınal’ın isyan etmesi el-Besasirî’nin amacına ulaşması için imkan hazırladı. Besâsîrî, önce Musul’a sahip oldu ardından da Bağdat’a doğru yöneldi. Tuğrul Bey’in Bağdat’tan ayrılmasını fırsat sayan el- Besâsîrî 8 Zilkade 450/27 Aralık 1058 tarihinde 400 atlının başında, Musul ve Nusaybin hakimi Kureyş b. Bedrân da 200 atlının başında olmak üzere, el-Müstansır’ın sancağını dalgalandırarak Bağdat’a geldiler.

Bağdat’ta oturan Sünnîler el-Besâsîrî’ye karşı koyarlarken, Kerhliler ona iltifat edip onu karşıladılar ve el-Besâsîrî onların yardımıyla Bağdat’a girmeye muvaffak oldu. Kerhlilerin bulunduğu mahalle, Bağdat’ın en büyük Şiî mahallesi olup, şehrin batısında idi. Besâsîrî, öncelikle Halife Kâim Biemrillah’ı ve tüm yakınlarını alıkoydu. Asıl amacı onu öldürmek ya da Mısır’a göndermek idi. Ancak beraberindeki Kureyş b. Bedrân el-‘Ukaylî buna engel oldu ve onu kendi himayesine aldı. Bu arada el- Besâsîrî’nin Halife Kâim’e Fatıma’nın torunlarının var olduğu yerde kendisinin halife olamayacağına dâir ahidnameyi zorla kendisine imzalattırdığı belirtilmektedir. Ardından Bağdat’ın kadılarını ve ileri gelenlerini toplayarak Fatımî halifesi el-Müstansır adına onlardan biat aldı. Daha sonra da ele geçirdiği Basra ve Vasıt gibi şehirlerde hutbeyi Fatımî halifesi adına okuttu ve yaptıklarını Mısır’a bildirdi. Ayrıca Tuğrul Bey’in emriyle ezandan çıkarılan Şia’nın simgesi; “Hayya ‘Ala Hayri’l-‘Amel” cümlesini ezana ekledi ve kendi adına sikke bastırdı. Öte yandan el-Besâsîrî, kendisinin Bağdat’tan çıkarılmasına neden olan ve Reîsü’r-Rüesâ olarak bilinen Vezir Ebu’l-Kasım b. el-Müslime’yi Bağdat caddelerinde teşhir ettikten sonra işkence ile öldürttü.

Besâsîrî, hilâfet sarayından çıkarttığı halifenin sarığını, abasını, halifenin üzerine oturduğu tahtı (şebbâk), hırkasını, hutbede eline aldığı çubuğu (kadîb), kitapları ve saray mallarından kıymetli eşyaları Kahire’ye gönderdi.

Besâsîrî’nin Bağdat’ı alıp hutbeyi Fatımîler adına okuttuğu haberi el-Müstansır’a ulaşınca, o şehrin süslenmesini emrederek bu günü sevinç günü olarak ilan etti. Bu nedenle de ülkede gösteriler düzenlendi. Öte yandan Irak’tan gelen haber üzerine sarayın meşhur şarkıcısı Tabbâle, Müstansır’ın huzurunda şu beyti hem çalıp hem de söyledi:

Ey Abbasoğulları mülk (hilâfet) işini aslına verin, Sizin mülkünüz emanettir, emanet ise geri verilir.

Bu beyit Müstansır’ın hoşuna gidince ona: “dileğini söyle” dedi. Bunun üzerine Tabbâle, halifeden Maks civarında Nil’in kıyısında olan ve Mısırlılarca piknik yeri olarak da kullanılan kıymetli bir araziyi ikta’ olarak istedi. Halife bu isteğini kabul etti ve orayı ona verdi. Nitekim bundan böyle, bu arazi Kahire’de Ardu’t-Tabbâle olarak bilindi.

el-Besâsîrî’nin Fatımî hilafetinin nüfuzunu Bağdat’ta yayma konusundaki tüm gayretlerine rağmen, O’nun nüfûzunu tüm Irak topraklarına yayması için Halife el-Müstansır’dan desteğin devamı gelmedi. Bunun iki önemli sebebi vardı. Birincisi; Vezir Ebu’l-Ferec Muhammed b. Ca’fer el- Mağribî’nin Besasirî’ye olan kinidir. Zira bu vezir daha önce Bağdat’a gelip el-Besâsîrî’ye katılmış kısa bir süre sonra onunla anlaşamadan geri Mısır’a dönmüş ve Halife’yi onun aleyhinde sürekli uyarıyordu. Bu nedenle Müstansır ona destek vermekten çekiniyordu. Nitekim, Ebu’l-Mehâsin İbn Tağriberdî, Besâsîri-Müstansır ilişkisini şöyle yorumlamaktadır: “Müstansır’ el-Besâsîrî’den korkmasaydı ve onu desteklemeye devam etseydi, Fatımî davası Irak’ta uzun bir müddet devam edecekti”. İkincisi sebebi ise Mısır’da yaşanan kıtlıklardan özellikle Şiddetü’l-‘Uzmâ (Büyük felaket) olarak tarihe geçmiş olan ekonomik kriz ve kıtlıktan dolayı Mısır’ın desteği devam edememiştir. Dolayısıyla el-Besâsîrî’nin Bağdat’taki ayaklanması fazla uzun sürmemiştir.

Tuğrul Bey, İbrahim Yınal hareketini sona erdirdikten sonra el-Besâsîrî ve Kureyş b. Bedrân’a adam göndererek, onlardan halifenin Bağdat’a mekanına iade edilmesini ve onun isminin hutbe ve sikkelerde bulunmasıyla yetineceğini, böyle olması halinde Irak’a girmeyeceğini söylüyordu. Ancak el- Besâsîrî, onun bu talebine cevap vermedi ve Halife’yi makamına oturtmadı. Bunun böyle sonuçlanması Tuğrul Bey’in Irak’a yeniden dönmesini gerektirdi.

Tuğrul Bey Bağdat’a doğru yönelince ve şehre yaklaşınca, Mısır’dan destek almayan el- Besâsîrî, ona karşı mukavemet edemeyeceğinden askerleriyle birlikte Kufe’ye doğru çekildi. Neticede Kufe yakınlarında el-Besâsîrî ve ordusunu Zilhicce 451/Ocak 1060 yılında hezimete uğrattı. Böylece yaklaşık bir yıl müddetince Fatımîler adına okunan hutbe yeniden Abbasî Halifesi Kâim Biemrillah adına okunmaya başlandı.

Tuğrul Bey’den sonra Amcası ‘Adudu’d-Din Alp Arslan (455-465/1063-1072) Selçukluların başına geçti. O da Şiâ’ya karşı aynı mücadeleyi devam ettirdi.

Doğuda Selçukluların Abbasî halifeleriyle olan bağları karşılıklı hısımlıklar şeklinde daha da güçlenirken, Mısır’da ise bu dönemde askeri taifeler arasında meydana gelen iç savaşlar neticesinde, Yukarı Mısır bölgesi (Said) Sudanlıların, Aşağı Mısır bölgesi (Bahîre) Nâsıru’d-Devle b. Hamdân’ın, Kahire şehri ise Türklerle Mağriblilerin tahakkümü altına girmişti. Aşağı Mısır’ı elinde tutan Nasıru’d- Devle b. Hamdân, 1070/462 yılında Selçuklu Sultanı Alp Arslan’a bir elçi göndererek, onu Mısır’ı ele geçirmeye davet etti. Bu teklife olumlu yaklaşan Alp Arslan, Bizanslıların büyük bir ordu ile harekete geçtiklerini öğrenince, Mısır yerine Malazgirt’e yöneldi.

Ancak Alp Arslan bu sefere çıkmadan önce Mirdasîlerin egemenliğinde bulunan Haleb’e geldi.

İbnu’l-Esîr 463/1070-71 yılı hadiselerini anlatırken belirttiğine göre, Sultan Alp Arslan’ın seferinden haberdar olan Haleb Emiri Mahmud b. Salih b. Mirdâs, Fatımîler adına hutbe okunurken, şehrin ileri gelenlerini toplayıp yeni kurulan Selçuklular Devleti hakkında: “Bu yeni bir devlet ve güçlü bir ülkedir. Biz onlardan dolayı korku içinde yaşıyoruz, çünkü onlar mezhepleriniz sebebiyle sizin kanlarınızı helâl sayıyorlar. Yapacağımız en doğru iş, söz ve malın fayda etmeyeceği vakit gelip çatmadan önce hutbeyi onlar adına okutmaktır” dedi.

Şehrin ileri gelenleri de bu teklifi kabul ettiler. Böylece Sultan Alp Arslan şehre gelmeden önce Halep Emîri hutbeyi Abbasî Halifesi Kaim Biemrillah adına okutmuş ve halife de kendisine hil’at göndermişti. Bir müddet sonra Alp Arslan Haleb’e gelip şehri kısa bir süre sonra itaati altına aldı ve böylece Fatımîler Suriye bölgesindeki önemli bir şehri kaybetmiş oldu.

Mısır’ın içinde bulunduğu ekonomik kriz Fatımîlerin Suriye ve Irak’ta başarısız olmasına neden olduğu gibi, dinî bakımdan ehemmiyeti olan ve ekonomik yönden sürekli dış desteğe gereksinim duyan Hicaz’da da kendisini gösterdi. Nitekim, Şiddetü’l-‘Uzma (Büyük Felaket) dolayısıyla her yıl yardım olarak Mısır’dan gelen gıdanın kesilmesi üzerine Mekke Emîri Muhammed b. Ebu Hâşim’in elçisi 462/1069-70 yılında Sultan Alp Arslan’a gelerek, Müstansır adına okunan hutbenin iptal edildiğini ve hutbenin Abbasî Halifesi el-Kâim Biemrillah adına okunduğunu yine “Hayya’ala Hayri’l- Amel” cümlesinin ezandan çıkarıldığını bildirdi.

Bunun üzerine Sultan kendisine 30.000 dinar, hil’at ve yıllık olarak on bin dinar verilmesini emretti ve “eğer, Medine Emiri Mühennâ da aynı şekilde hareket ederse ona 20.000 dinar verir ve her sene için 5.000 dinar tahsisat bağlarım” dedi. Makrizî, Medine emîrinin de bu teklifi kabul ettiğini, böylece yüz yıldan beri Mekke ve Medine’de Fatımîler adına okunan hutbenin kesilerek yeniden Abbasîler adına okunmaya başlandığını belirtmektedir.

Yine aynı Sultan zamanında Selçuklu emîrlerinden Atsız b. Ûk el-Havârizmî 463/1070-71 yılında Filistin üzerine yürüyüp, Askalan hariç Remle ile Kudüs civarlarını ele geçirdi. Atsız, bu sefer esnasında Dımaşk’ı da ele geçirmeye çalıştı fakat buna muvaffak olamadı.

Alp Arslanı’ın yerin geçen Celâlu’d-Dîn Ebu’l-Feth Melikşâh (465-485/1072-1092) da Selçukluların Fatımîlere karşı takip ettiği Suriye politikası aynı şekilde devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde Şökli, Akka ve Taberiyye üzerine sefer düzenledi. Yine Suriye’deki askeri faaliyetlerine devam eden Atsız, birkaç askeri teşebbüsten sonra 468/1076 yılında Dımaşk’ı ele geçirerek Abbasî halifesi el-Muktedî Biemrillah adına hutbeyi okuttu ve bundan sonra artık Dımaşk’ta bir daha Fatımîler adına okunmadı. Dımaşk’ı almakla yetinmeyen Atsız, bir yıl sonra Türk ve Bedevilerden teçhiz ettiği 5.000 kişilik bir orduyla Mısır üzerine düzenlediği seferle, Fatımîleri tamamen ortadan kaldırmak istedi. Atsız, ciddi bir direnişle karşılaşmadan 50 gün müddetince Kahire’ye doğru yol aldı. Ancak şehrin yakınlarında Vezir Bedru’l-Cemalî’nin topladığı askerlerle yaptığı savaşta yenildi ve kardeşi de dahil olmak üzere çok sayıda kayıp vererek Suriye’ye geri döndü.

Atsız’ın yenilgisinden cesaret alan Filistin sahilindeki bazı şehirler, yeniden Fatımîler adına hutbe okuttular. Bundan cesaret alınan Bedr, büyük bir orduyu Nasıru’d-Devle komutanlığında Dımaşk’a gönderdi. Atsız, muhasara esnasında Tutuş b. Alp Arslan’dan -Haleb’i muhasara ile meşguldü- yardım talebinde bulunmak zorunda kaldı. Tutuş Dımaşk’a doğru yaklaşınca, Mısır askerleri kısa bir süre önce buradan ayrıldı. Tâcü’d-Devle Tutuş 472/1079-80 yılında Dımaşk surlarında Atsız ile buluştuğunda, kendisini karşılamakta geciktiğini belirterek, onu öldürdü ve Dımaşk’a girdi. Böylece Suriye’nin idaresini tek başına yürütmeye başladı. Ancak bu durum fazla uzun süreli olmadı. Nitekim Bedr, 478/1085 yılında Dımaşk’ı almaya teşebbüs etti ve orduyla buraya doğru gitti. Burayı şiddetli bir şekilde muhasaraya tabi tuttu. Ancak her hangi bir başarı elde edemeden geri Mısır’a döndü.

Ancak Vezir Bedr Şam (Suriye)’ı yeniden Fatımî egemenliği altına almak için 482 yılında Suriye’nin Akka, Sûr ve Sayda gibi sahilde bulunan şehirlerin çoğunu yeniden Fatımî egemenliği altına koyuncaya kadar devam etti. Ancak Selçukluların bu bölgede egemen güç olmalarından dolayı Fatımîler bu toprakları muhafaza edememiştir. Nitekim 485 yılında Sultan Melikşah, Haleb ve Ruha (Urfa), naiblerine emir vererek, askerleriyle, Fatımîler tarafından ele geçiren sahil şehirlerinin yeniden ele geçirilmesi için kardeşi Tacü’d-Devle Tutuş’a yardım etmelerini emretti. Ona destek vermeleri neticesinde Tutuş Hıms şehriyle birlikte ‘Arka ve Efâmiye kalelerini de istila etti. Suriye’de şartlar kendisi için müsait olmakla birlikte Tutuş bu bölgede egemenliğini pekiştirmek istemedi. Zira, Fatımîler bu dönemdeki iç çekişmelerden dolayı son derece zayıflamıştı. Buna mukabil Tutuş istikametini el-Cezîre ve İran’a doğru çevirerek bu bölgedeki pek çok yerleri ele geçirdi. Bu yüzden de Tutuş ile kardeşi Berkyaruk arasında ihtilaf çıktı. İkisi arasındaki ihtilaf sonuçta, Berkyaruk ile Tutuş kuvvetleri arasında çatışmaya dönüştü ve Tutuş’un yenilgisi ve ölümüyle sonuçlandı 488/1095.

Tutuş’un ölümünden sonra Şam (Suriye), oğulları Rıdvan ve Dukak arasında paylaştırıldı. Rıdvan Haleb’e Dukak ise Dımaşk’a sahip oldu. Ancak yine de her ikisi arasında mücadele yaşandı. Rıdvan Dımaşk’ı ele geçirmek istedi ancak bunda başarılı olamadı. Aynı şekilde Kudüs’e de sahip olamadı. Buna aynı şekilde karşılık veren Dukak, Haleb’i muhasara etmek istedi ve her iki tarafın askerleri Kınnesrîn’de karşılaştılar. 490/1097 yılında çıkan muharebede Dukak yenilgiye uğramak üzereyken ikisi arasında yapılan anlaşmayla Dımaşk’ta hutbe her ikisinin adına okunmak üzere anlaşmaya vardılar.

Mısır ise 488/1095 yılının sonlarında Vezir Afdal tarafından Nizar b. Müstansır’ın hakkı olduğu halde Müsta’lî’nin hilafete getirilmesinden dolayı, İskenderiyye halkının Nizar’a biat etmesinden dolayı yaşanan iç savaşlarla meşgul idi.

Her şeye rağmen, Mısır halife Müsta’lî’nin ilk yıllarında Suriye bölgesini yeniden kendi egemenliği altına almak için çeşitli gayretler içinde oldu. Zira Sulçuklu torunları arasında yaşanan ihtilaflardan habersiz değillerdi. Bunu fırsat sayan Fatımîler kaybettikleri arazileri yeniden ele geçirmek istediler. Bu amaçla Vezir Afdal b. Bedr 491/1098 yılında ordunun başına geçerek, Kudüs’e doğru sefere çıktı. Bu şehirler o dönemde Emir Artuk’un oğulları olan İlgazi ve Sökmen tarafından idare ediliyordu. Artuk’un oğulları şehrin Afdal’a bırakılmasını red edince, Afdal şehri muhasara etti ve şehri mancınıklarla dövmeye başlaması sonucunda halk eman dilemek zorunda kaldı. Böylece şehre giren Afdal, İlgazi ve Sökmen’in şehri terk etmelerini istedi. Bunun üzerine İlgazi Urfa şehrine, diğeri de Bağdat’a gitti.

Selçukluların, Suriye bölgesinde Fatımîler ile girdiği mücadele, neticede bölgenin istikrarsızlığına ve Haçlılara karşı İslam cephesinin zayıflamasına neden olmuştur. Nitekim Haçlılar 5./11. yüzyılın sonlarında Antakya’ya Normanların lideri Bohemund komutanlığında saldırmaya başladılar ve 491’de (1097) Antakya’yı ele geçirdiler.

Haçlıların Antakya’ya saldırdıkları haberini alan Mısır hükümeti, Onların Kudüs’ü ele geçirmelerini engellemeye gayret ettiler. Bu amaçla Haçlılara bir elçi gönderen Vezir Afdal, onların Antakya’da kalmalarını ve silahsız olarak bir ay müddetince dinî serbestlik içinde Kudüs’ü ziyaret edebilme teklifiyle giden elçi henüz geri dönmeden, Selçuklu ve Fatımî arasındaki anlaşmazlığı fırsat olarak değerlendiren Haçlılar Kudüs’e doğru ilerlemeye başladılar. Ve Kudüs Fatımî naibi İftihâru’d- Devle, kuvvetleriyle birlikte şehri terk edip Mısır’a döndü.

Fatımîler Haçlıların bu istilası ve Selçukluların mukavemet edememesi karşısında 492 Ramazan ayında bir ordu teçhiz ederek Kudüs’ü onlardan geri almak istediler. Bu amaçla Vezir Afdal başına geçtiği orduyla birlikte kendisine destek sözü veren Bedevî Arapları beklemek üzere Askalan’da bekledi. Ancak Haçlıların ani saldırısıyla yenilen Mısır ordusu ülkesine geri döndü.

Fatımîler ile Selçuklular askerî sahada birbirleriyle mücadele ederlerken, diğer yandan da Şiîlerin devlet felsefelerinde önemli yer tutan mezheplerini yayma konusunda da birbirleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Nitekim Fatımîler, Selçukluların egemen oldukları ülkelere gönderdikleri dâileri sayesinde çok sayıda taraftar topladıklarını daha önce değinmiştik Ancak cemaat şeklindeki bu kitleler Selçuklular tarafından kısa sürede etkisiz hale getirilirken, saflarına kattıkları önemli komutanlar ya da devlet adamları, Selçukluları bir hayli meşgul etmiştir. Nitekim, Makrizî 436/1044-45 yılı hadiselerini anlatırken belirttiğine göre, Müstansır bu yılda dâilerinden oluşan bir cemaati Maveraünnehir’e göndermiş ve orada bu dâilere intisap ederek sayıları 133 kişiyi bulan bu grubu, bölgenin hakimi Buğra Han, onlara karşı takip ettiği yumuşak siyaseti ile tümünü tespit ettikten sonra tek tek öldürtmüştür. Bu nedenle Bağdat’ta idareyi ellerine geçirdikten sonra bu konuda tavizsiz bir politika izleyerek, bölgedeki dâilere baskı uygulamak suretiyle İsmailî dâileri etkisiz hale getirmiştir. Bu siyaset sayesinde Fatımî davası gerileme kaydetmiştir. Bundan dolayı bu mezhepten olmayanları devlet idaresinden uzaklaştırdılar. Bunun en güzel örneği Melikşah’ın Veziri Nizamülmülk’ün, Hasan b. Sabbah’ı İsmailî mezhepten olmasından ve Fatımîlerle bağlantılarından dolayı Selçuklu divanından ayırmasıdır. Şiî tehlikesine değinen Spuler bu konuda: “Bütün bereketli Hilal, İran, İsmailî takviyeli örgütlerle bir baştan bir başa örüldü. Her yer onların kayıt şubeleriyle doldu ve devamlı bir alâka ile karşılaştılar. Şayet Selçuklular ortaya çıkmamış ve ısrarla Sünnet’i ikâme etmemiş olsaydılar, İsmailîler hakimiyeti ellerine geçirmiş olacaklardı” demektedir.

Batınîler, amaçları doğrultusunda gerçekleştirdikleri çeşitli eylemlere karşı -Hasan Sabbah Olayı gibi- Selçuklular tüm cephelerde mücadelelerde bulunmakla yetinmeyip, fikir alanında da onlarla mücadele etmişlerdir. Selçuklu veziri Nizamülmülk, İslam dünyasında Sünnîliği bilimsel açıdan güçlendirmek amacıyla Nizamiyye Medreselerini kurmuştur. Bu medreseler Fatımîlerin son yıllarında Sünnî olan vezirler tarafından Mısır’a girmeye başlamış, Selahaddin Eyyübî’nin idareyi ele geçirmesiyle de Mısır’ın önemli şehirlerine kısa sürede yayılmıştır. Nitekim Selahaddin döneminde – Fustat hariç- Kahire şehrinde 15 adet medresenin varlığına şahit olmaktayız. Böylece Şiî mezhebinin Mısır’daki fikrî temellerinin bir müddet sonra etkisiz hale gelmesinde bu eğitim kurumları önemli rol oynamıştır. Yine bu medreselerde yetişen değerli bilim adamları batinî fikirlere karşı başarılı mücadeleler vermişlerdir.

Sonuç olarak, Fatımîler, Halife el-Müstansır zamanında, Irak’ı kendi topraklarına katma şansını elde etmişti. Böylece hilafet konusunda ebedi rakipleri olan Abbasîlere üstün gelmeyi başarmıştı. Lakin Selçukluların ortaya çıkması ve Bağdat’ı yeniden eski konumuna getirmesi çökmekte olan Sünnî Abbasî hilafetini yeniden siyaset sahnesine taşıdı. Buna karşın Şiî Fatımîler devleti ise Selçukluların zirvede olduğu bu dönemde, askeri taifeler arasında kıyasıya yaşana iktidar mücadelesi daha doğrusu yaşanan askeri darbelerle gün geçtikçe yıkıma doğru yol almaktaydı. Ardından son yıllarda Fatımîlerin resmi mezhebi olan İsmailiyyeye mensup olmayan vezirlerin -ki bunların bir kısmı İmamiyye bir kısmı da Sünnî mezhebindendir- idareyi ele geçirmesiyle devlet siyasî kimliğinden gün geçtikçe uzaklaşmaya başladığı gibi mezhep yönünden de parçalanarak bir iç savaşa girmiştir. Ülke ekonomisini yakından etkileyen tüm bu ve benzeri olumsuzluklar, Fatımîlerin gerek Selçuklu ve gerekse Haçlılara karşı mücadele gücünü derinden sarsmıştır. Selçuklular ise Fatımîlerin ellerinde bulundurdukları Suriye’nin büyük bir kısmını ele geçirmek suretiyle, Mısır’ı ekonomik yönden zayıflatmış ve topraklarını tehdit eder duruma gelmişti. Ancak her şeye rağmen, iki Müslüman devlet arasında -özellikli Suriye bölgesinde yaşanan- Fatımî-Selçuklu mücadelesi en çok üçüncü taraf olan Haçlılara yaramış, onların bu bölgeyi ele geçirmesini kolaylaştırmış ve Müslümanların onlara karşı mukavemet edememelerine sebep olmuştur.

Dr. Aydın ÇELİK

Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 745-752

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.