Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Eğer Kırk Kere “Etnik” Dersen, “Mozaik” Dersen…

0 12.553

Prof. Dr. Cihan DURA

Taşı delen suyun şiddeti değil,
damlaların devamlılığıdır.

Birine kırk kere deli dersen deli olur” diye bir söz vardır. Bu, aslında bir propaganda tekniğinin halk diliyle ifadesinden başka bir şey değildir. Bir fikri insanların kafasına yerleştirmek, ona inandırmak mı istiyorsunuz, usulünce sürekli tekrarlayın; doğru olmasına da gerek yoktur, hatta bu daha da etkilidir. Bir süre sonra istediğinizin gerçekleştiğini göreceksiniz. Hitler’in dediği gibi: “Yalan ne kadar büyük olursa, inanılması o kadar kolay olur”. Çünkü öğretiyorsun, öğrenmenin birinci kuralı tekrar!… Nazi Almanyası’nın ve Hitler’in Propaganda Bakanı Göbbels de şöyle demiş: “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanır. Hıristiyanlığın bu kadar etkili olmasının sebebi 2000 yıldır aynı şeyi söylüyor olmasıdır.”

***

Bir ülkede “marka” olanlar, halka kolayca ulaşabilenler, örneğin ünlü kişiler, bir başbakan, bir siyasetçi, medya, TV kanalları, gazeteler durmadan aynı konuyu gündeme getirirse, çok geçmeden o konu halkın da gündemi olmaya başlar ve olur. Türkiye örneğinde somutlaştırayım: Başbakan bir ara “bu ülkede şu kadar etnik unsur var” lafını ağzında sakız etmişti; uzun süre, aralıklarla tekrarladı durdu. Birileri de “Türkiye bir mozaiktir” diyerek peşinden koşuyordu. Bugün, bir bakın çevrenize aynı laflar birçok yurttaşımızın ağzında. Orada burada “biz şuyuz, biz buyuz, Çerkeziz, Lazız, biz de ana dille eğitim isteriz” diyenler boy gösterip duruyor.

Bunlardan birine yakından bakalım: Eğer siz sürekli “Türkiye’de Kürt sorunu var” derseniz, durmadan bu ayrılığı ileri sürenlerden bahsederseniz, iddia gerçekte sorun olmasa da sorun haline gelir. Giderek halkın bilincine işler. Düşünceye, çok geçmeden söze, ardından eyleme, en sonra şiddete dönüşür. O zaman ülkede cepheleşmekten, bölünmekten başka bir sonuç bekleyemezsiniz. “İnsanların zihnini ele geçirin, yüreği ve elleri peşinden gelir” demişler.

Hemen bütün TV kanallarında, yıllarca, hemen her gün bölücü tarafın adamlarını ekranlara taşıdılar. Öne çıkardılar, konuşturdular. Şahsiyetlerini, fikirlerini, doğru yanlış demeyip topluma tanıttılar, topluma mal ettiler. Türkiye’nin başka çok önemli bir sürü sorunu varken, devamlı bu adamların iddiaları birinci haber yapılınca, tartışma programlarının çoğu bu konuya ayrılınca, “sorun” yapay olarak Türkiye’nin en önemli sorunu haline getirildi. Tekrarlana tekrarlana milletin kafasına sokuldu. Bölücülerin, işbirlikçilerin istediği de bu değil miydi? Kim sağladı bunu? Politikacılar, yöneticiler, sözde aydınlar, köşe yazarları, gazeteler, TV kanalları… Attila İlhan’ın “Türk değildir” dediği basın, medya…

Bu bölücü kesimin partileri başlangıçta marjinaldi, esameleri okunmuyordu. Ancak sözünü ettiğim “tekrarlar”dan çok faydalandılar. Söz konusu kuruluş ve yöneticileri işbirlikçi medyanın muazzam desteğiyle kitlelere mal edildi. Güçlü oldukları imajı pompalanıyordu halka. Kürt asıllı yurttaşlarımızın kahir çoğunluğu, son yıllara kadar bu adamlara ilgisizdi. Ne var ki halk daima güçlüden yanadır, hele hele seçimlerde… Tereddütlü, hatta kayıtsız bazı yurttaşlarımız bile bölücü partiye oy vermeye başladı. Sonunda Türkiye’nin 4. büyük partisi konumuna yükseldiler. Çok değil 10-15 yıl önce bu mümkün müydü? Hatırlayın, toplantılarını ancak salonlarda yapabiliyorlardı. Bu güçlenmede, onları bilerek ekranlara çıkaran, gazete manşetlerine ve köşelerine taşıyan BOP medyasının çok büyük payı vardır.

***

Bundan 4-5 yıl kadar önceydi, TV kanallarında hep aynı vurgular… Her akşam, her haberde, tartışma programlarında konu hep aynı: Bölücü parti!… Hep o partinin lideri, o partinin adamları… Ahmet Türk, BDP, bu partinin milletvekilleri, diğer adamları, sözcüleri, Apo… Şöyle düşünüyordum: “Bu bir bedava propaganda, bedava reklam… Kuşkusuz seyircilerin üzerinde, halkın üzerinde büyük etkisi var bunun. Halkın gözünde güçlü parti imajı doğmaya, yerleşmeye, parti markalaşmaya başlıyor. Ana muhalefet partisi CHP’den, MHP’den nerdeyse bu kadar söz edilmiyor. Hele diğer partiler… esameleri okunmuyor. Bölücü parti nerdeyse Türkiye’nin ikinci partisi konumuna getirildi. Şimdi biri çıkıp vatandaşa sorsa Türkiye’deki “siyasal partileri say” diye, eminim ilk üçü tam saymadan, mutlaka bu bölücü partinin adını söyleyecektir.

Kitleler zayıfı tutmaz, güçlüye yaklaşır. Daha önce “oyum boşa gider” diye oy vermeyenlerin belki de önemli bir bölümü, ilk seçimde bu partiye yönelecektir. Benim kanı’m, sözde ulusal TV’lerin bu ücretsiz –ya da büyük olasılıkla ücretli- propagandası sayesinde, BDP yüzde 10 barajına yaklaşacak, belki de çıtayı geçecektir. Bu, Türkiye’de bölücülüğün güçlenmesi demektir.”

Aynı tekniğe Recep Tayyip Erdoğan için de başvurdular. Çok iyi hatırlıyorum: R.T.Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı’ydı. Ancak işini gücünü bırakıp sık sık ülkenin başka bir kentine gidiyordu. Anadolu’yu karış karış dolaşıyor, siyasî nutuklar atıyordu. Sonra, okuduğu bir şiirin içeriği nedeniyle mahkûm oldu. Ancak asıl garip olan şuydu: Bütün bu süreçte özel TV kanallarında istisnasız birinci haberdi, her seyahati, her konuşması gündemin en başına gelip oturuyordu. Mahkûmiyetinden bile kuşkuluyum, o bile aylarca birinci haber yapıldı, halkta acıma duygusu yaratıldı. O günlerde bu durumu açıklayamaz, kendi kendime sorardım, “neden böyle” diye. Neden öyle olduğunu bugün hepimiz anlıyoruz: İşbirlikçi medya bu zatın propagandasını yapıyor, tekrar yoluyla halka önemli bir şahsiyet olarak kabul ettirmeye çalışıyordu. Tabiî çok da başarılı oldular. Çünkü denenmiş bir tekniği uyguluyorlardı. Yeri gelmişken ekleyeyim ki propaganda ilkelerinden biri de “pazarlanacak liderle kitleler arasında bir sempati ortamı kurulması”dır.

***

Kuşkusuz dünyanın her tarafında uygulanıyor bu teknik.

1970’li yıllar… Fransa’da doktora öğrencisiyim. Her yerde, her gün müthiş bir Yahudilere acındırma propagandası… Filmler, haberler, romanlar, dernekler, toplama kampları, fırınlar, Anne Frank’lar,… hepsi aynı konu üzerinde. Ne kadar etkilendiğimi anlatamam, o psikolojik baskıyı şu anda bile hissedebiliyorum.

Çocukluğumda da bir benzerine tanık oldum bu beyin yıkama türünün. O zamanlar sinema hemen tek eğlencemizdi. En sevdiğimiz filmler de kovboy filmleriydi. Onları seyrederken, daima beyaz Amerikalıları, yani kovboyları sever ve tutardık. Kahraman, dürüst, hakkın yanında olan, hep onlardı. Kızılderililer kötüydü, vahşiydi, haksızdı; onları sevmezdik. Hep isterdik ki beyazlar, kovboylar kazansın. Kızılderililer dövülüp aşağılandıkça, biz çılgınca alkışlıyorduk bunu yapanları. Çünkü cahildik, bilgisizdik, uyarılmamıştık. O filmler sinsi sinsi beyinlerimize şu düşünceyi işliyordu: Kızılderililer vahşidir, kötüdür, haksızdır. İyi ve haklı olan, doğru olan beyazlardır, Amerikalılardır. Oysa gerçekte bunun tam tersi söz konusuydu. Haksızlığa uğrayan, zulüm gören, öldürülen, toprakları elinden alınan, hattâ soykırıma uğrayanlar, Amerika’nın gerçek sahipleri olan yerlilerdi, Batılı işgalcilerin verdiği isimle “Kızılderililer”di. Ama ben bunu yıllar sonra, neler kaybederek çok geç öğrenebildim!

Zihin kontrolü dedikleri, işte tam bu olmalı. Bu etkileme, işleme, beyin yıkama böyle yıllarca sürdü. Dedim ya ben kendi hesabıma, gözlerimin önündeki perdeyi ileri yaşlarımda kaldırabildim.

***

Bu anlattıklarımdan hangi dersi alabiliriz, sonuç ne olabilir?

Söyleyeceğim kısaca şudur: Medyada, siyasette, sanatta yapılıp duran tekrarlara dikkat! Bunlar ülke aleyhine olmak üzere ey okur, büyük olasılıkla zihninizi ele geçirme operasyonudur. İç veya dış bedhahlar el ele bir plan uygulamaya koymuştur. Bir taraftan gözünüzde birilerini şişirmektedir, birilerine sempati duymanızı sağlamaktadır. Bir taraftan da sizi kendi taraflarına çekerek, yakın olan uygulamada bir engel çıkarmamanızı, kendi saflarında yer almanızı sağlamak istiyorlardır.

Türkiye’de Güneydoğu sorununun ülkenin bölünmesi noktasına getirilmesi sürecinde bu propaganda türü çok geniş ölçüde uygulanmış, bunda da ne yazık ki başarılı olmuşlardır.

Günümüzde devlet televizyonu başta olmak üzere, TV kanallarının programlarına, dizi filmlerine bu açıdan dikkatle bakın, birbiriyle karşılaştırın. Hemen hepsinde halkımızı Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten soğutmaya yönelik kesintisiz bir beyin yıkama faaliyetinin sürdürüldüğünü göreceksiniz.

Çoğu gazetemiz, TV kanallarımız, abartı değildir, belki de yüzde 90 oranında belirli ve çok az sayıdaki çıkar çevrelerinin elindedir. Bu kesimler de Batılı kapitalistlerin menfaat çevreleri ile tam bir işbirliği ve kader ortaklığı içindedir.

Aman, bu beyin kuruculara karşı kendini koru ey okur! Hele çocuklarını, hele çocuklarını…, cansiperane bir gayretle koru.

http://www.cihandura.com

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.