Ege adalarının adını aldıkları deniz günümüzde, iki ülkenin (Türkiye-Yunanistan) kıyıdaş olduğu, coğrafî, siyasî ve tarihî bakımdan üzerinde durulması gereken “kendine özgü” bir denizdir. Zira bazıları karaya çok yakın olan adaların Balkan savaşları sonunda başlayan süreçte Türkiye’den ayrılmış bulunmaları sonucunda anormal denebilecek bir durum meydana gelmiştir. Rodos ve dolaylarında birkaç ada bir tarafa bırakılırsa Anadolu toprakları önünde yer alan bütün adalar (güneyden itibaren İstanköy, Leros, Lipsos, Patmos, Sisam, Nikarya, Sakız ve Midilli) Anadolu’yu taşıyan platformun (kıta sahanlığı) üzerindedirler ve fizikî bakımdan Anadolu’nun bir parçasıdırlar.[1]
Daha Batı Anadolu’daki Türk Beylikleri döneminde Türklerin Ege adalarına olan ilgileri, Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra Osmanlı idaresine geçmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu süreç 1715’te Tinos (İstendil) adasının Osmanlıların eline geçmesine kadar sürmüştür. Yüzyıllarca Osmanlı idaresinde yaşayan bu adaların büyük devletlerin desteğiyle ve günümüzde de etkileri görülen kararları neticesinde Yunanistan’a verilişi bilinen bir gerçek olup, bu olay söz konusu “Büyük Devletlerin” Osmanlı Devleti hakkındaki emperyalist zihniyetlerini ve iki yüzlülüklerini gözler önüne sermesi bakımından da dikkate şayandır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Yunanistan’ın Ege Denizi’nin tamamına sahip olmak için küçük kaya parçaları üzerinde bile hak iddia ettiği herkesin malûmudur. Bu sebeple yüzyıllarca Türk idaresi altında yaşayan bu adalar hakkında yapılacak çalışmaların önemi kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Şimdiye kadar Ege Denizi’ndeki adaların çoğu ile ilgili olarak yapılmış epeyce çalışma bulunmaktadır. Elinizdeki çalışmada Kuzey Ege’nin en büyük adası olan Taşoz (Thasos)[2], Çanakkale Boğazı önünde yer alan ve boğazın emniyeti bakımından stratejik önem taşıyan Boğazönü Adaları yani Limni (Lemnos),[3] Gökçeada (İmroz, İmbros),[4] Semadirek (Semendirek-Samothraki) ve Bozcaada (Tenedos)[5] ile Kiklad Takımadaları grubundan Nakşa (Naxos),[6] Para (Paros) adalarının Osmanlılar tarafından fetihlerini ve kısaca Osmanlı idaresindeki durumlarını ele almayı amaçlamaktayız.[7]
Ege Adalarının Türklerin İdâresine Girmesi
A. Osmanlı Fethinden Önce
Ege Adaları Bizans hakimiyeti altında iken, Venedik ve Ceneviz gibi dönemlerinin güçlü denizci devletlerinin aralarında mücadele sebebi olmuştur. Çünkü bu devletler Haçlı seferleri ile birlikte Ortadoğu’ya açılan “Levante” denilen Doğu Akdeniz’de çok büyük önem taşıyan ticarete egemen olmak istiyorlardı.
Dolayısıyla bu durumun, Ege Adalarının o dönemde ayrı bir öneme sahip olup neredeyse uluslararası bir sorun oluşturmaya başladıklarına işaret ettiği söylenebilir. IV. Haçlı Seferi’nde Bizans İmparatorluğu’nun parçalanması ile tüm Yunanistan’ı ve Ege Adalarını kendi payına katarak büyük üstünlük sağlayan Venedik çok geçmeden büyük rakibi Ceneviz ile karşı karşıya gelmiş ve Sakız Midilli gibi önemli adaların Cenevizli âilelerin eline geçmesine engel olamamıştı.
XIV. yüzyıl başlarına gelindiğinde Kudüs’ten ayrılmak zorunda kalmış olan St. Jean Şövalyeleri’nin Rodos ve Oniki Ada’yı işgal etmeleri adalara egemen olmak isteyen yabancı güçlerin sayısını üçe çıkarırken, bir müddet sonra Aydın ve Saruhanoğullarının devreye girmeleri ile Adalar sorunu yeni boyutlar kazanmıştı. Bir başka deyişle Ege Denizi’nde Bizans İmparatorluğu ile İtalyan Devletleri arasında kurulmuş olan siyasî denge, Türklerin ortaya çıkmasıyla birlikte bozuldu.[8]
Türklerin 1071 Malazgirt zaferinden itibaren Anadolu’ya yerleşmesini takip eden yıllarda Selçuklu harekâtından ayrı olarak hareket eden Çaka Bey İzmir’de bir Türk Beyliği kurdu. Çaka Bey Anadolu sahillerinde tutunabilmek için adaların fethinin zarurî olduğuna inanmıştı.[9] İlk fethedilen ada olma özelliğine sahip olan Midilli’den sonra Sakız, Sisam, Rodos peş peşe İzmir Türk Beyliğine katıldı. Onun ölümünden sonra (1096) beyliğin dağılması ile Türklerin adalar üzerindeki egemenlikleri de sona erdi. Adalara sahip olmak için güçlü bir donanmaya ihtiyaç vardı. Çaka Bey’den sonra gelişmeler kaydeden Türk denizciliği, Menteşe Beyliği zamanında artık Anadolu sahillerinde yerleşmiş bulunuyordu. Kiklad adalarına yapılan akınlar bunu göstermektedir. Bu yüzden Katalan donanması 1303-1304 kışını Sakız’da geçirdi. Çünkü Türkler adalara baskınlara devam ediyordu. 1306 yılında, Türkler 30 gemilik bir filo ile Sakız’a hücum ettiler. Hatta bir ara Rodos’u da ele geçirdiler. Böylece Anadolu sahillerinin emniyeti daima gündemde tutuluyordu.[10]
Denizciliğe ve adaların Osmanlı egemenliğinde tutulmasına önem veren diğer bir Türk hükümdarı da Aydınoğlu Gazi Umur Bey’dir. Aydınoğulları Çaka Bey’in siyasî görüşleri ve askeri dehasını örnek almışlardır. Bu yüzden Umur Bey saltanatı boyunca denizden hiç uzak durmamış, Anadolu sahillerinin güvenliği için müttefik donanmasına imkan vermemek için Sakız, Bozcaada, ve Semadirek adalarıyla Gelibolu’ya seferler düzenlemiştir.
Kıyı şeritlerine yerleşen Türkleri süratle denizciliğe iten bir husus da, Latin korsanlarının faaliyetleri idi. Karesi, Saruhan, Aydın ve Menteşe beylikleri denizle irtibatlarının olmasından dolayı, kendileri için tehlike teşkil eden korsanlara karşı mukabil tedbirler alıyorlar ve adalardaki Latin prensler için de büyük tehlikeler oluşturuyorlardı.[11]
Osmanlı Devleti Ege sahillerini fethettikten sonra yalnız sahildeki Foça tuz madenleri Cenevizlilerin elinde bulunuyordu. Sahillere yakın olan İmroz, Semadirek, Limni, Taşoz, Midilli, Sakız ve Sisam gibi belli başlı adalar Cenevizlilerin, İstanköy ve diğer bazı adalar ise Rodos şövalyelerinin yönetimindeydi. Osmanlı donanması henüz Akdeniz’de üstünlüğü elde edecek durumda değildi. Buna mukabil Venedik, Ceneviz, Napoli ve Papa donanmaları ile adaların donanmaları hem sayı hem de denizcilik bakımından daha üstün durumda idiler. Bundan dolayı Osmanlı Devleti, hem sahillerini korumak, hem de Türk ticaret gemileriyle limanlarını emniyet altında tutmak için bu adaların senyörleriyle andlaşmalar yapmıştı. Andlaşmalara göre zaten vergi vermekte olan bu beyler, Osmanlı sahillerinin güvenliğini korumakla da görevlendirilmişlerdi.[12]
Osmanlı Beyliği’nin teşekkülünden sonra denizciliğe pek önem verilmemekle beraber, beyliğin yıldan yıla genişlemesi ile birlikte gemicilik faaliyetleri de başlamıştır. 1390’da Gelibolu tersanesinin inşasına başlandığı yıl artık Anadolu’nun batısı, kıyılar ve limanlar da Osmanlı hakimiyetine girmiş bulunuyordu. Saruca Paşa kumandasında Sakız ve Eğriboz adalarına yapılan harekat Osmanlı Beyliği’nin ilk önemli deniz seferidir.
Bayezid’in oğullarından Çelebi Mehmed’in adalar hakkında bazı plânları olabileceğini düşünen Midilli, Sakız ve Foça hakimleri olan Cenevizliler gelerek tabiyetlerinin arz, vergilerini eda ettiler (1414). Yine bu dönemde Anadolu sahillerinin emniyetini sağlamak ve Venedik’in yayılma emellerine set çekmek üzere Çalı Bey kumandasında gönderilen bir filo Kiklad adalarından Andros Paros ve Milos’u vurdu.[13]
Gelibolu’da I. Bayezid zamanında oluşturulan deniz üssü, II. Mehmed döneminde de donanmanın merkezi idi. Gelibolu Sancak Beyi ise aynı zamanda Kaptan-ı Derya idi.[14]
Bundan sonraki bahsi çalışmamızın kapsamını teşkil edecek olan adaların tarihsel seyirlerine ayıracağız. Özellikle İstanbul’un fethi akabinde Osmanlı idaresine girmiş olanların tarihlerini (birbirinden ayrı tutmak ve) yazmak oldukça zor görünmektedir. Nitekim Taşoz’un tarihini yazan bir yazar bu konuda düşündüklerini şöyle dile getirmektedir. “Frank hakimiyetinin sonunda, Taşoz’da, Semendirek’te, İmroz’da ve Limni’de Gattilusilerin hâkimiyeti, idarî bir birlik oluşturmaları ve adaların kader ortaklığı gibi tarihi sebepler, onları birbirine yaklaştıracak ve tarihlerini birleştirecektir. Bu devirde Taşoz’un tarihini yazmaya teşebbüs eden bir kimsenin, bunu diğer adaların tarihlerinden ayırması imkansızdır”.[15]
B. Osmanlı Fethinden Sonra
İstanbul’un fethinden sonra artan denizcilik faaliyetleri sonucunda gözler adalara çevrilmişti. Özellikle Çanakkale Boğazı’nı emniyet altına almak için tahkimat yapılmış bulunuyordu. İstanbul’un fethi sırasında Bizans’ın elinde sadece İmroz, Limni ve Taşoz adaları bulunuyordu. Diğer adalar ise Venedik, Ceneviz ve Rodos şövalyeleri arasında paylaşılmıştı.[16]
İstanbul’un fethi, Konstantin’in ölümü ve Türk donanmasının Gelibolu’ya gelişi gibi olaylar adalar halkı üzerinde müthiş bir panik yarattı. Bu nedenle Taşoz, İmroz, Limni ve Midilli halkının büyük bir kısmı göç etmiş, geri kalanlar da verilen güvence üzerine yerlerinde kalmışlardı.
Son Bizans müverrihlerinden İmrozlu Kritobulos İmroz ve Limni halklarını teskin ederek göç etmelerini önlemiş, Gelibolu Sancakbeyi ve Kaptan-ı Derya Hamza Bey ile anlaşarak adaları ani taarruzdan korumuştu. Daha sonra Fatih’e itaatlerini arz etmek üzere yukarıda sözü edilen adalardan ve Taşoz adasından Kritobulos’un tertip ettiği heyet ile Ceneviz Dukalarının elçileri de Edirne’ye gelmişlerdi. Neticede Osmanlı hakimiyetinde olmak şartıyla İmroz adası Enez Beyi Palamede’nin ve Limni ile Taşoz da Midilli Ceneviz Dukası Rodrigo’nun idaresine verilmişti.[17] Fakat kısa süre sonra Enez Beyi Palamede’nin ölümü üzerine yerine küçük oğlu Doria geçti. Doria babasının vasiyeti üzerine Enez şehrini daha önce ölen ağabeyinin karısı ve yeğeni ile idare edecekti. Fakat aksine yengesini idareden uzaklaştırınca, Fatih’e şikayet edildi. Enez Beyi Doria’nın Osmanlılara tamamını vermesi gereken tuz hasılatının önemli bir kısmını satması ve komşularının Enez ahalisinden şikayetçi olması (Ferecik Kadısı, Enez ahalisinin İpsala ve Ferecik civarındaki Türklerin köle ve cariyelerini kaçırarak sattıklarını Fatih’e bildirir.) Fatih’in Has Yunus kumandasındaki donanmasını Enez limanına göndermesine sebep olur. Enez’in fethini H. 857 sonu ve 858 başı (1453 sonu ve 1454 başı) olarak gösteren Aşıkpaşazâde fetihle ilgili olarak şu bilgileri vermektedir. “Şehirdeki boş evler dışarıdan gelen Müslümanlara verildi. Gayrimüslimlerden şehirde kalmak isteyenler yerlerinde bırakıldı. Pek çok kilise mescide çevrildi. Şehrin karşısındaki Taşoz ve Limni adlarındaki hisarlar da fethedildi.”[18] Enez’in fethi sırasında beyliğin başındaki Doria Gattilusio’nın Semendirek adasına kaçtığını, Fatih tarafından geri çağırıldığını biliyoruz. Hatta kendisine geçimine karşılık olmak üzere önce İmroz, Taşoz ve Semendirek verilmişse de sonra vaz geçilip, Zihne tarafları dirlik olarak verilmişti. Fakat o Zihne’ye varmadan muhafızlarını öldürüp önce Midilli’ye sonra da Avrupa’ya kaçmıştır. Çanakkale Boğazı önündeki bu adaların kolayca alınmasının sebebi Cenevizlilerden memnun olmayan ahalilerinin Türk idaresini istemiş olmalarıdır. Limni’nin işgali üzerine bu adaların idaresine Kaptan-ı Derya Hamza Bey’in tayin edildiği rivayet edilir.[19]
Enez-Midilli Beyliği’nin dolayısıyla adaların fethi konusunda Bakalopoulos, çağdaş Osmanlı kaynaklarındaki Aşıkpaşazâdenin bir yanılgısına dikkat çekmektedir. Kaynağın Enez’in alınmasını ayrıntılarıyla anlatırken Enez’in karşısındaki Taşoz ve Limni adlarındaki hisarların da fethedildiğini bildirirken asıl Semendirek adasının da alındığını haber vermesi gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü Enez’in karşısındaki ada Taşoz değil Semendirek’tir. Bu karıştırma Aşıkpaşazâde tarihinin bu olaylardan uzun seneler sonra yazılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Enez, Semendirek, İmroz ve Limnos’un alınması büyük bir ihtimalle aynı zamanda olmuş olaylar gibi görülmüştür. Bakalopoulos’a göre Taşoz en geç 1455 yılı içinde Osmanlı idaresine girmiştir.[20] Dukas da aynı yıl İmroz Adası’nın Osmanlı idaresinde olduğu görüşündedir.
İmroz’un yakın komşusu Bozcaada ise, Fatih devrinde İstanbul’un fethi sırasında Osmanlıdonanmasının ikmal yaptığı bölge olarak önem taşımaktaydı. Cengiz Orhonlu bu bakımdan adanın Fatih döneminde Osmanlı idaresine girdiğini düşünmektedir.[21] Çağdaş Osmanlı tarihleri Aşıkpaşazâde, Dursun Bey, Neşrî, Oruç b. Adil adanın Osmanlı idaresine ne zaman geçtiği hakkında bilgi vermektedirler. Dukas 1455 yılına ait hadiseleri anlatırken Limni, İmroz ve diğer adaların Osmanlı hakimiyetinde olduğunu kaydetmektedir. Bu bilgi Bozcada’nın bu tarihte Osmanlı idaresinde olduğuna işaret etmektedir şeklinde yorumlanabilir.
İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra Osmanlılara geçen Limni adasının fethi ile ilgili kesin bir tarih söylemek mümkün olmamakla birlikte, 1457 yılında kilise birliğinden yana olan ve Ortodoks Patrikliği’nin birleştirilmesini istemeyen Papalığın Limni’yi işgal ettirdiği düşünülürse bu tarihten çok daha önce fethedildiğini söyleyebiliriz.
Papa III. Calixte’nin büyük hayallerle başlattığı bu Haçlı seferi bir süre sonra sona erer. Donanmanın kuvveti ve koruması artık hissedilmemeye başlar. Ludovico Scarampi idaresindeki Haçlılara yenilen adanın yetkilileri Türklerin yapabileceklerini düşündükleri ani taarruzdan korktukları için Kritobulos’a başvurdular. Kritobulos, Ege’de durumun Türklerin lehine döndüğünün farkında idi. Böylece aracılık işini üstlenerek sultana Türk dostu diye tanıttığı Mora despotu Dimitrios Paleologos’un (yılda 3000 altın vergi karşılığında) idaresine İmroz ve Limni’nin verilmesini tavsiye etti.
Bu arada Khalkokondyles, Hıristiyan donanmasının Rodos’tan ayrılmasından sonra, Kritobulos’un idaresinde bulunan Limni ve İmroz’u ele geçirmek için o bölgeye geldiğini bu olayların II. Mehmed’in 1458 sonbaharında Mora’ya yaptığı ilk seferi müteakip cereyan ettiğini bildirir. 1453’te Osmanlı donanması da Semendirek ve Taşoz’a doğru yola çıkar. Buradaki Avrupalı Garnizonları bozguna uğratır ve adada oturanların büyük kısmını İstanbul’a getirir. Bakalapoulos bu dönemde sürgünlerin ve kaçışların adaları sahipsiz bıraktığı adalarda Türklere karşı koyabilecek batılı garnizon ve ada sahiplerinin bulunmadığı görüşündedir.[22] Aynı yıl Limni adası Osmanlı amirali Hadım İsmail Paşa tarafından geri alındı.
1453 yılında Mora’da Paleologos kardeşler arasındaki mücadele Thomas lehine gelişti. Onun Mora’ya hakim olması ve papanın Osmanlılara karşı taarruz için Mora’yı elverişli bir üs olarak görmesine dayanamayan Fatih 1460’ta ikinci Mora seferine çıktı. Despot Dimitrios teslim olmaya ikna edildi ve Fatih tarafından Enez, Limni, İmroz, Taşoz ve Semendirek kendisine verildi. Dimitrios’un bunlardan ve Edirne hazinesinden elde ettiği gelir toplam 700 bin akçe idi. Edirne’de oturarak Enez’i idare eden Dimitrios 1467 yılında sultanın gözünden düşmüş ve sürgüne gönderilmiştir. Böylece Enez, Semendirek, Taşoz, İmroz ve Limni’nin gelirleri Osmanlı Devleti’ne kaldı.[23]
Fatih 1462 yılında, Midilli Beyi Nikola’nın Aragon deniz haydutları ile birlikte hareket etmeye başlaması üzerine donanmayı bu adaya gönderdi. Padişahın adayı teslim etmesi karşılığında bayındır topraklar vereceği konusunda yaptığı teklifi kabul etmeyen dük sonradan Osmanlı’ya karşı gücünün yetmeyeceğini anlayınca anlaşmaya varabilmek için yalvarmak zorunda kaldı.
1463-1479 yılları arasında devam eden Osmanlı-Venedik savaşları sırasında anılan adalardan Venedik işgaline uğrayanlar oldu. Bu adalardan İmroz bazı olaylara sahne oldu. Papalık donanmasının adaya yaptığı hücum Kritovulos tarafından ustalıkla savuşturuldu. Ada 1466’da Venediklilerin eline geçti ise de 1470’te Türkler tarafından geri alındı.[24] Sözünü ettiğimiz savaşlar sırasında diğer adalar gibi Bozcaada’da Venedik ve müttefikleri tarafından Osmanlı donanmasını kontrol etmek amacıyla kullanılmıştır. Osmanlılar Bozcaada’nın böylesine önemli bir stratejik mevkide bulunmasından boğazın emniyeti için arz ettiği önemden dolayı müstahkem bir mevki haline getirilmesine ve 1479’da da adaya bir kale yapılmasına karar verdiler. Ayrıca buranın iskan edilebilmesi için yerleşecek olanlara tekalif-i divaniyeden muaf olmak gibi imtiyazlar tanındı.[25]
Çalışma konumuz içerisinde yer alan diğer adalar gibi Ortaçağ’da Frenklerin ve Cenevizlilerin denetiminde kalan Semendirek Adası’nın fethinin de aynı döneme rastladığını söylemek pek yanlış olmaz kanaatindeyiz. Enez’in fethini müteakip Limni, Taşoz, ve İmroz adalarının ahalileri ile birlikte Semendirek halkı da Cenevizlilerin idaresinden şikayetçi olduklarını ve Osmanlıların idaresine geçmek istediklerini bildirmişlerdir. Aşıkpaşazade’nin kroniğindeki bilgiye itibar edersek Semendirek’in 1453 sonu 1454 başında fethedildiğini kabul etmek gerekir.
1479 Osmanlı-Venedik anlaşması gereğince Osmanlılara iade edilen bu adalarda tahkimat yapıldığı ve her türlü vergiden muafiyet şartı ile Anadolu’dan ahali getirip buralara yerleştirildiği rivayet edilir. Bazı Osmanlı kaynaklarında yer alan bu tarihte, bu adaları Gedik Ahmet Paşa’nın fethettiği şeklindeki malumat doğru olmayıp, onun sadece iskan ve tahkim işleri yaptığı kabul edilmelidir.[26]
Yukarıdaki adalar konusunda bilgi veren kaynak ve tetkik eserlerde Girit savaşına kadar olan dönemde kesintisiz Osmanlı hakimiyeti ve yapılan idari düzenlemelere işaret edilmektedir.[27]
XVII. yüzyılda Osmanlılar ile Venediklileri karşı karşıya getiren Girit savaşları sırasında bahsi geçen adalar da bazı mücadelelere sahne olmuştur.
1655’de Kaptan-ı Derya olan Ali Paşa Çanakkale Boğazı’nın Venedik donanması tarafından kapatıldığı karanlık bir gecede Akdeniz’e çıkıp Girit’e gitmeye teşebbüs etmişti. Derya beylerinin filoları ile birleştikten sonra İmroz (Gökçeada) açıklarında Venedik donanması ile karşılıklı top ateşinde bulunduğu neticesiz bir mücadele yaşadı. Bu savaşlar sırasında Osmanlı donanmasının başarısızlığı sebebiyle mücadelenin Çanakkale Boğazı etrafına sıçraması, Bozcaada’nın da Venedikler tarafından muhasara edilmesine yol açtı. Naima tarihindeki bilgiler adanın daha muhasaranın dokuzuncu gününde düşmesine ada muhafızı Vezir Abaza Ahmet Paşa’nın tedbirsiz davranmasının sebep olduğu yönündedir. Fakat Venedikliler adayı bir yıl bile muhafaza edemezler. Köprülü Mehmet Paşa’nın sadarete getirilmesi ile Kurd Paşa emrinde gönderdiği muharipleri tarafından ada tekrar 30 Ağustos 1657’de fethedildi.[28] Limni adası da 1656 yılında geçici olarak Venedik işgaline uğramışsa da bir yıl sonra Topal Mehmet Paşa tarafından 63 gün kuşatılarak geri alındı.[29]
Osmanlı Devleti II. Viyana Seferi’nin ardından dört devlet ile mücadele etmek zorunda kaldı. Bu devletler arasında yer alan Venedik Osmanlıların daha ziyade denizlerde çarpıştıkları güçlü rakip idi. Bu dönemde Bozcaada 5 Temmuz 1697’de Kaptan-ı Derya Mezemorta Hüseyin Paşanın Venedik Amirali A. Molino idaresindeki Venedik donanmasına karşı kazandığı bir Türk deniz zaferine şahit oluştur ki tarihte ismi Bozcaada Deniz Savaşı diye anılır. Yine bu dönemde İmroz (Gökçeada) Venedik donanmasının yağmaladığı veya sığındığı bir mevki idi. 1698’de bir Venedik donanması İmroz’a giderek ada halkını haraca kesip hayvanlarını yağmaladı. Aynı yılın Ağustosunda Mezemorta Hüseyin Paşa’nın emrindeki Osmanlı donanması ile Venedik donanması arasında İmroz civarında neticesiz bir mücadele gerçekleşti. XVIII. yüzyıl başlarında Mora seferi ile başlayan Osmanlı-Venedik harbinde Bozcaada ve Limni önlerinde 1717 yılının Haziran ayında üç ayrı deniz savaşında Venedik donanması başarısızlığa uğratıldı.[30]
XVIII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde 1768-1774 yılları arasında devam eden Osmanlı-Rus savaşları sırasında söz konusu adaların bazıları Rus işgali altına düştü. 5 Temmuz 1770’te Kont Alexis Orlof kumandasındaki bir Rus filosu tarafından Osmanlı donanmasının tahrip edilmesini takip eden yıllarda Rus filosu, Akdeniz ve Ege’de rahat bir şekilde faaliyetlerini sürdürme imkanı elde etmişti. Korumasız kalan Çanakkale Boğazı’nı geçmeye cesaret edemeyerek Limni’ye asker çıkarıp muhasara etmişlerdi. Bu sırada Çanakkale Boğazı’nın muhafazasından sorumlu olan Hasan Paşa bu hadiseyi duyunca ufak kayıklara 700-800 kişi doldurup kendisi de beraber olduğu halde adaya geçip düşmanı mağlup ederek kurtarılmasını sağlamıştı. Hatta bu hizmetinden dolayı vezirlikle Kaptan Paşalığa getirilmişti.[31]
XIX. yüzyılda Boğazlar meselesinin milletlerarası siyasette gittikçe önem kazanması sebebiyle Bozcaada önemli olaylara sahne oldu. 1807 yılında Osmanlı Devleti nezdinde bazı diplomatik baskılar yapmak üzere bekleyen İngiliz donanmasından cesaret alan, onlarla müttefik olan Rus donanması Bozcaada önünde demirleyip boğazı abluka altına almıştı. 19 Haziran 1807’de boğazı açmakla görevlendirilen Kaptan-ı Derya Seydi Ali Paşa ve Rus donanması arasındaki mücadele sonunda Rusların zayiatı çok olmakla beraber, kesin Osmanlı galibiyeti gözüyle bakılan bir hadise değildir. Daha sonra adalarda artan Yunan korsanlık faaliyetleri tesirini Bozcaada ve havalisinde de göstermiştir. Bu gibi sebeplerle Bozcaada II. Mahmut devrinde tahkim edilmiştir. Hatta burada Bozcaada muhafızlığı kurulmuş olduğu ve tayin edilen görevlinin Bozcaada muhafızı unvanını aldığı XVIII. yüzyılda yapılan bir tayine binaen bilinmektedir.[32]
Elimizdeki çalışmanın muhtevasına dahil ettiğimiz Kiklad adalar grubundan Nakşa ve Para adaları ise Osmanlı yönetimine Barbaros Hayrettin Paşa’nın Korfu Seferi sırasında alındı. Nakşa dukası vergi ödemek şartıyla yerinde bırakıldı.[33] Buralarda alınan yıllık vergiler kaptan paşaya ait haslara tahsis edildi. Bu arada dük Giovanni boş durmamış Barbaros’un adayı istilasından sonra papaya bir mektup göndererek Türk tehlikesine karşı birleşmeyi teklif etmişti. Nitekim Andrea Doria Barbaros’u aramak için yola çıktı ve Haçlılar 1538’de büyük bir bozguna uğradılar. 1540 anlaşmasıyla Tinos (İstendil) dışındaki adaların Osmanlılara aidiyeti tanındı.[34] XVI. yüzyılda adayı ziyaret edenler arasında Petrus Vilinger, Fynes Moryson, Guiseppe Rosaccio sayılabilir.[35]
XVII. yüzyılda Girit seferlerine kadar ada Osmanlı idaresi altında sükunet içinde yaşadı. Söz konusu seferler sırasında Venediklilerin adalar halkına uyguladıkları kötü muamelelere bazı Batılı yazarlar dikkatleri çekmektedirler.[36] XVIII. yüzyılda 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşları sırasında da Para’yı (Paros) bir deniz üssü gibi kullanan Ruslar 1770 Haziranı’nda Nakşa’yı işgal etmişler savaş bitene kadar Rus, Yunanlı ve Dalmaçyalılardan oluşan 600 asker adada kalmışlardı. 1771 yılında Ruslar tarafından idareci olarak Antonie Psarros, daha sonradan onun yerine Paul Nesteroff getirildi. Bu dönemde ada halkı Rusların kötü muamelelerine maruz kaldı. 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile ada tekrar Osmanlı idaresine geçti. XIX. yüzyılda adanın Yunan idaresine geçmesine kadar geçen süreç zarfında ortaya çıkan Yunan ihtilallerinin (1821) adada beklenen tesiri yaratmadığı söylenebilir. Nakşalıların çoğu bu isyanlara katılmadıkları gibi katılanların da gönülsüz olduklarını Batılı kaynakların ifadelerinden anlıyoruz. Nihayet Nakşa adası 1830’da Yunanistan’a geçmiştir.[37]
Para (Paros) adasının tarihi seyrine gelince; bu adanın yaşadığı tarihi olaylar Nakşa adasının yaşadıkları ile benzer hatta ortak, olaylar sayılabilir.[38] Para da 1540’ta Osmanlı hakimiyetine girdi. XVI. yüzyılda ortak idareciler tarafından idare edildikleri oldu. Her iki adada XVI ve XVII. yüzyıllarda cereyan eden Osmanlı-Venedik savaşları sırasında hep korsan saldırılarına maruz kaldı. Bu arada Capuchin ve Cizvitler yavaş yavaş Para’ya gelmeye başlamış ve kuzeyde Naussa adındaki kaleye yerleşmişlerdir. XVII. yüzyılın ikinci yarısındaki Girit seferleri sırasında bu adanın sakinleri de Latinlerin kötü muamelelerinden etkilendiler.
XVIII. yüzyılda Fransız gezgin Tournefort adayı ziyaret etmiştir. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşları sırasında Nakşa, Para, Antipara’yı alan Ruslar 1774’e kadar Para’daki Naoussa’yı üs olarak kullanmışlardır. Fakat Küçük Kaynarca ile Osmanlılar bunları buradan atmayı başarmışlardır. Kaptan Paşa’ya yazılmış bir dilekçe, Paralıların bu dönemin kötü izlerini daha sonraki yıllarda da hissettiklerine delalet etmektedir. Adalılar Yunan bağımsızlık savaşına katılmışlar ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte oraya bağlanmışlardır.[39]
Adaların elden çıkması meselesine gelince, Yunan isyanlarının başlaması ile Yunanistan’ın bağımsızlığına kavuşması, Adaların Osmanlı hakimiyetinden ayrılması hadisesinin kökenini teşkil eder. Çalışma konumuz içerisinde yer alan Kiklad adaları Londra Protokolü (3 Şubat 1830) ile Yunanistan’a verilmiş olmakla birlikte Kuzey Ege’deki Taşoz’dan güneydeki Meis ve Gavdos’a kadar diğer bütün adalar üzerinde Osmanlı egemenliği devam ediyordu.
Balkan savaşları sırasında denizde üstünlüğüne güvenen Yunanistan Ege Denizi’nde harekete geçerek 20 Ekim 1912’de Bozcaada’yı, 21 Ekim’de Limni’yi, 30 Ekim’de Taşoz ve Gökçeadayı, 1 Kasım’da Semadirek adasını işgal etmiştir. Osmanlı hükümeti barış teklif ederek 3 Aralık 1912’de ateşkes imzalamasına rağmen Yunanistan bu mütarekeyi kabul etmemişti. 17 Aralık 1912 tarihinde Bozcaada civarında Osmanlı-Yunan donanmaları arasındaki savaşta Yunan galibiyeti ile Midilli, Sisam ve Meis adaları da Osmanlı hakimiyetinden çıkmıştı. Böylece Trablusgarp harbi sırasında İtalya tarafından işgal edilen Menteşe adaları bölgesindeki 16 adadan sonra Cezayir-i Bahr-i Sefid eyaletini oluşturan adaların büyük bir çoğunluğu fiili olarak Osmanlı hakimiyetinden çıkmış oluyordu.
Balkan Harbi’nden ağır kayıplarla çıkan Osmanlı Devleti’nin isteği üzerine Londra’da barış görüşmeleri başlatılmıştı (16 Aralık 1912). Fakat daha sonra Osmanlı hükümetinin tavrı üzerine yeniden başlayan savaşta Osmanlı Devleti mağlup olmuştur. İttihat ve Terakki hükümetinin talebi doğrultusunda müzakerelere başlanmış ve sulh esasları tesbit edilmiştir. 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Andlaşması’na göre Osmanlı hükümeti Girit’ten tamamen vazgeçmiş, Ege Adaları sorununun çözümü büyük devletlere bırakılmıştır. II. Balkan Harbi’nden yararlanan Osmanlılar Edirne’yi aldılar. Ardından Osmanlılar ile Yunanlılar arasında barışı sağlayan ve Ege Adalarının mukadderatını büyük devletlerin kararına bağlayan Atina Antlaşması imzalandı. (14 Kasım 1913).
Londra’da sürmekte olan Süfera Konferansı’nda temsil edilen altı büyük devlet Ege Adaları konusundaki ortak kararlarını 13 Şubat 1914’te Yunanistan’a 14 Şubat’ta ise Türkiye’ye bildirdiler. Buna göre Gökçeada, Bozcaada, Meis adası Türkiye’ye iade ediliyordu. Yunan işgalindeki Ege Adaları ise silahlandırılmamak ve askeri amaçlarla kullanılmamak şartı ile Yunanistan’a veriliyordu.[40]
Ege Adalarında Osmanlı İdari Teşkilatı
Yukarıda tarihi seyirleri konusunda bilgi vermeye çalıştığımız adalar yavaş yavaş Osmanlı idaresi altına alınıp yine zamanla oluşturulan idari teşkilatın bünyesi içinde yer aldılar. Tahrir kayıtlarının incelenmesi sonucu, Boğazönü adalarının (Limni, Semadirek, İmroz, Bozcaada bazıları Taşoz’uda bu gruba dahil etmektedir.) idari açıdan ilk dönemde merkezi Gelibolu olan Kaptan Paşa sancağına bağlı oldukları görülür. Cezayir eyaleti denilen bu eyaletin başına Barbaros Hayrettin Paşanın getirilmesi ile (1534) Cezayir’i Bahri Sefid eyaleti adını almıştır. 1568-1574 tarihli Cezayir veya Kaptan Paşa eyaletinin yedi idari birime ayrıldığı görülmektedir. Bunlar Gelibolu, Eğriboz, Karlıili, İnebahtı, Rodos, Midilli, Sakız ve Cezayir-i Mağrib’ten ibaretti. Daha sonraki listelere göre Cezayir-i Mağrib, Midilli ve Sakız eyalet içinde gösterilmişken buraya Mizistre, Kocaeli, Biga, İzmir civarını ihtiva eden Sığla sancakları bağlandı. XVII. yüzyıl ortalarına ait listelerde ise Kocaeli yer almıyor. Buna karşılık, Sakız, Nakşa ve Mehdiye eyalete dahil bulunuyordu. Bu listelere göre eyaletin on sancağı has, üçü salyaneli idi. Salyeneliler Sakız, Nakşa ve Mehdiye idi.[41] Salyene sistemi ile idare olunan bölgeler has ile idare olunan bölgelerden bazı farklılıklar göstermektedir.[42]
Osmanlı Devleti idaresi altına aldığı ülkelerde bölgenin özelliklerini dikkate alarak ve zaman zaman farklılıklar gösteren bir idare şekli uygulama yoluna gidiyordu. Bununla bölge halkını rahatlatmak ve devlete olan bağlılıklarını arttırmak amaçlanıyordu. Bu uygulamanın en belirgin örnekleri adalarda karşımıza çıkmaktadır. Fetihten itibaren adalara göçü teşvik eden politikalar izlenmiş, yerleşecek olanlara vergi muafiyeti, din ve mezhep serbestisi gibi her türlü kolaylık sağlanmış ve eski idare usullerine müsaade edilmiştir.
“Demogerondia” denilen halkın seçtiği 12 kişilik üyeden oluşan Mahalli Meclis bir nevi beledi hizmetlerine bakmakta idi. Değişik dönemlerde değişik yerlerde bulunan bu meclisler, cemaatin dini ve eğitim gibi işleriyle uğraşırlardı. Hareket sahaları son derece sınırlı olan bu meclislerin çalışmalarını daha pratik ve ekonomik bulan Osmanlı yönetimi, bunları aynen korumakta bir sakınca görmemiştir. Kaldı ki bu sistemin sürekli olarak her yerde uygulandığını söylemek de mümkün değildir.[43] Bununla birlikte, fetihten itibaren bu adalarda uygulanan malî bir sistem mevcuttu. Adaların dağınıklığı ve gelir seviyelerinin düşüklüğü dikkate alınarak, her ada için yıllık bir vergi tahsis edilmişti. Bu toplam vergi de belli taksitlere ayrılmıştı. Adaların nüfuzlu kişileri maktû adı verilen bu vergileri toplayarak hükümet yetkililerine teslim ediyorlardı. Kanunlarla belirlenen bu vergiler dışında halktan ek vergi alınmaması hususunda devlet büyük bir hassasiyet göstermekte idi. Padişahlar halkın bu gibi vergilerle ezilmesini önlemek için ağır cezalar öngören “Emirnâmeler” çıkarıyorlardı. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin diğer birçok bölgesinde de bu sistem uygulanmakta idi. Özellikle haberleşme ve ulaşımın güç olduğu yörelerde çoğu zaman valiler veya mahallî idâreler kendi insiyatiflerini kullanarak vergi tahsil ve tevzi edebilirlerdi. Hiçbir zaman muhtariyet anlamına gelmeyen bu uygulamalarda, kanun dışına çıkıldığı takdirde, merkez derhal müdahale ederdi. Yörelere göre değişim gösteren bu sistemin, o dönemde Avrupa’nın diğer devletlerince de uygulandığı bilinmektedir. Adaların fethinden itibaren çıkarılan fermanlar titiz bir incelemeye tâbi tutulduğunda, Ege Adalarında ne kısmî ne de tam bir muhtariyetin söz konusu olmadığı görülecektir.[44]
Boğazönü adaları Osmanlı idaresi altına alınan ilk adalar grubu olarak statü itibarıyla diğer Osmanlı idari bölgelerine benzer bir teşkilat bünyesine alınmıştı. Tımar sisteminin uygulandığı bu adalara ait tahrir verileri bu konuda oldukça belirleyici bilgiler ihtiva etmektedir.
Limni adası XV. yüzyılın sonlarına ait bir tahrir defterine göre Gelibolu’ya bağlı bir idari birim olup padişah hassına dahildi. XVI. yüzyılın başında tekrar sayıma tabi tutulan adalar, Limni, Semendirek (Semadirek), Taşoz, İmroz (Gökçeada) adalarının idari taksimattaki yerleri konusu açıklık kazanmışsa da Limni’de bir kadının bulunması buranın bir kaza merkezi olarak düşünülebileceğini göstermektedir. Aynı tahrirde Limni ve Taşoz adalarının Padişah hasları arasında, İmroz ve Semendirek adalarının ise bir sancak beyinin hassı olduğunu görüyoruz.[45] Kanuni dönemine ait bir tahrir defterinde Limni Gelibolu sancağına bağlı bir kaza olarak gösterilirken İmroz’unda Limni’ye bağlı olduğu bildirilmektedir. Aynı tahrirde Limni ve Bozcaada Padişah hassı iken Taşoz, İmroz ve Semendirek’in sancak beyi hassı statüsünde oldukları görülmektedir.[46] XVI. yüzyılın ortalarında tanzim edilmiş yine Kanuni dönemi Limni’ye ait bir tahrir defteri idari taksimatla ilgili malumatı ihtiva etmeyip adanın padişah ve Kaptan Paşa haslarına ayrıldığını bildirmektedir.[47]
XVI. yüzyılın ikinci yarısında II. Selim döneminde düzenlenen tahrirlerde Limni ve Taşoz birer nahiye merkezi durumundaydılar. Bu sayımda Bozcaada padişah hassı olarak durumunu devam ettirirken Limni ve Taşoz beylerbeyi, hassı olarak tahsis edilmişler, İmroz ve Semendirek ise vakıf statüsü kazanmışlardır.[48] XVII. yüzyılın başlarında adalardan Limni ve Taşoz yine nahiye merkezi statüsünü korudular. Bozcaada hâlâ padişah Limni ve Taşoz sancakbeyi hassı, İmroz ve Semendirek’te vakıf olarak defterlerde kayıtlıdırlar.[49]
Kikladlardan Nakşa ve Para’nın durumuna gelince; bunların Barbaros Hayrettin Paşa’nın 1537 yılındaki Korfu seferleri sırasında alındığını ve Osmanlı hakimiyetinin 1540 tarihli anlaşma ile tescil edildiğine temas edilmişti. Bu anlaşma sonrası Nakşa ve civarındaki adalar yeni bir statü kazandı. Artık Nakşa dukası daha çok mali bağlarla Kaptan-ı Derya’nın sıkı denetimi altında merkeze bağlı bir Osmanlı beyi idi. Buraların idari yapılanmalarını mali öncelikler belirledi. Bölge bir başka devletten anlaşma yoluyla devir alınan bütün tasarrufu Osmanlı Devleti’ne ait olan bir yerdi. Bu sebeple iktisadi durumu göz önüne alınarak, bir sancak olmaya yaramadığı anlaşıldığından eski idarecileri de yerinde tutuldu ve iktisadi mecburiyetler yanında Venediklilerin durumu da dikkate alınarak ada halkına bazı haklar tanındı. Bu idareciler eski Latin beylerinin soylarından geliyorlardı.
1540-1564 arasında adada eski Latin beylerden IV. Giovanni dük olarak hüküm sürdü. Ölümü üzerine yerine Paros ve Santorin adalarının idarecisi olan oğlu IV. Giacoma geçti. Bu eski idareciler “bey” diye anılırlardı. 1566 yılında Piyale Paşa’nın Keos ve Andros’u almasıyla dük adadan gönderilmiş ve yerine II. Selim tarafından Yasef Nasi tayin edilmişti.[50]
Yasef Nasi’nin Nakşa ve bazı Kiklad adaları üzerindeki idareciliği 1579’a kadar sürdü. Adada Nasi’nin temsilcisi olarak voyvoda Francesso Corenallo vergi toplamakla görevlendirilmişti.[51] Nasi’nin 1579’da ölümünden sonra adaya sancak beyi tayini yapıldığını mühimme defterleri sayesinde öğreniyoruz.[52] Genellikle ilk uygulamaların sürdürülmesini amil bir sistemi öngören Osmanlı idari anlayışı sebebiyle bu dönemde de daha önceki mali uygulamalarda bir değişiklik yapılmadı. 1594’teki kayıtlarda adada yine bir sancak beyinin görev yaptığı anlaşılmakta; 1580, 1598, 1606 ve 1617’de adanın mültezimi olan bazı kişilerden de kaynaklarda bahsedilmektedir.[53]
Girit Adası’nın fethinin akabinde Kiklad adalarının merkezî idare ile olan sıkı irtibatının çerçevesinin tamamlandığının göstergesi olan 1670 tahriri gerçekleştirildi. Bu tahrire göre Nakşa bir sancak merkezi ve sancak beyinin hassı idi.[54] Nakşa, Sakız ve Mehdiye gibi saliyaneli[55] statüde yani vergi gelirleri tespit edilmiş muayyen bir rakam üzerinden yıllık olarak toplanıp tımar sisteminin uygulanmadığı bölgeler statüsünde idi. Yukarıda belirttiğimiz gibi adalar grubu içerisinde statüsü farklılık gösteren Kiklad adalarından olan Nakşa ve Para’da maktu sistem denilen vergi tahsil yöntemi uygulanmaktaydı. Boğazönü adaları veya imparatorluğun başka bölgelerindeki tımar sisteminin yerleştirildiği has ünitelerindeki sistem ile bu sistemi mukayese ettiğimiz zaman ortaya ikili bir sistem çıkmış gibi görünüyorsa da iki sisteminde temelde çıkış noktaları farklı değildi. Her iki sistemde de tahririn esas olduğu anlaşılmaktadır.[56]
Para Adası da 1579’daki ölümüne kadar Yasef Nasi’nin mali yetkisi içinde idi.[57] XVII. yüzyıldan itibaren Kaptan Paşaların nüfus ve etkisinin arttığı Kiklad grubu adaları ona bağlı sancak beylerince taksim edilmiş, reis denilen ve küçük filoları bulunan kaptanlar vasıtasıyla denetlenmeye başlanmıştı. Bu denetimlerin yapılmasında askeri, adli ve polisiye işlerin yerine getirilmesinde ve vergi gelirlerinin kontrolünde kendi namlarına yetkili kıldıkları mütesellim voyvoda veya kethüda denilen idareci yardımcıları görev almaktaydı. Bu durum sadece buralara mahsus olmayıp, imparatorluğun pek çok bölgesinde benzer durum yaşanmaktaydı.
Sonuç olarak Ege Adalarının Osmanlı hakimiyetine girince düzenli bir teşkilata sahip olduklarını buradaki uygulamaların imparatorluğun genelindeki uygulamaların benzeri olduğunu söyleyebiliriz. Adalar bir Osmanlı Beylerbeyliği haline getirilerek merkezden tayin edilen Osmanlı idarecilerinin görev yaptıkları sancak sistemi içine alınmıştır. Bu idarecilerin uygulamaları da merkezi bir denetim altında tutulmuştur. Halkın mali ve siyasal durumu göz önüne alınarak, bu bölgede uygulanan vergi muafiyeti sadece adalara yönelik bir ayrıcalık olmayıp zaman zaman imparatorluğun diğer bölgelerinde de uygulanmaktaydı. Ayrıca halkın devlete olan vazifelerini vergi mükellefiyetlerini yerine getirmek üzere aracı olarak kurulan ve bütün cemaatlerde bulunan sivil kuruluşların (demogerondia vs.) varlığının Osmanlı hükümeti nezdinde hiç bir önemi yoktur. Bu kuruluşlar sebebi ile Ege Adalarının muhtar bir şekilde idare edildiği şeklinde ortaya atılan nazariyeler de yanlıştır. Arşivlerimizde bu hususa cevap mahiyetinde pek çok belge bulunmaktadır. Aslında bu durum has ve vakıf gibi uygulamaların yansıması olup imparatorluk genelindeki uygulamalardan farklı değildir. Ayrıca bölgede yapılan tahrirlerde devletin merkezi gücünü buralarda gösterdiğine delalet etmektedir.[58]
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 363- 372