Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Çorlu, Çatalca, Kumanova ve Askerin Çaresizliği…

0 17.640

Doç. Dr. Caner ARABACI

Günlerce aç olan asker çaresizdir. “Fiziki dayanıklılığı kalmayan askerlerin moral güçleri” de kalmamıştır. Çorlu, mezbaha halini almıştır (Lauzan, 80).

Bulgarlar, 3 Kasım’da Çorlu’yu, 6 Kasım’da Tekirdağ’ı işgal eder. Hedef Çatalca üstünden Çarigrad’dır (İstanbul). “Osmanlı ordusu kalıntıları, kovalanmadıkları için”, rastgele yönlere yayılırlar. “Kırlarda, ovalarda 100.000 kaçan asker yürüyor, dolaşıyor, ‘Ekmek! Ekmek!’ diye bağırıyordu. Korkunç kâbus –açlık- kahrediyordu”. Yenilenler, “aç, tok yürümek zorundaydı. IV., I. ve II. Kolordular, sürü manzarasını taşıyordu. Ne amir vardı, ne emir. Askerler silahlarını atmışlardı. Çoğu, o müthiş soğukta, postallarını bile çıkarmıştı, aralıksız sağanak altında yalınayak yürüyordu. Çünkü çamura bulanmış olan postallarının ağırlığını o batak yollarda çekmeye takatleri yoktu. Bütün çevre köy ve kasabaların sakinleri de arabaları, eşyaları, hayvanları ve çocuklarıyla İstanbul’a akın ediyorlardı.. Çorlu istasyonunda üst üste vagonlara yığılmış yaralılar, kaderlerine terk edilmişlerdi. ‘Su! Su!’ diye inleyenler, can çekişenler ve ölmüş olanlar karmakarışık yatıyorlardı.. Ölenleri arabadan fırlatıp atıyorlardı. Ve yağmur dinmek bilmiyordu.” (Andonyan, 1999, 479-480).

ÇATALCA

Çatalca’ya gelindiğinde birliklerin, normal mevcudunun yarısı kalmıştır. “İnsan ve hayvan ölüleri savaş meydanlarında terk ediliyor, çürüyor; at leşleri hiç gömülmüyor, kurtlanıyordu. Birliklerin çoğu, yarı yarıya dizanteriye tutulmuştu. Bunun ardından kolera baş gösterdi. Osmanlı ordusu bu korkunç hastalığa yakalanmıştı ve kaçan askerler, kolera mikroplarını saça saça gidiyorlardı.” (Andonyan, 1999, 484-485).

Abdullah Paşa geri çağrılır. Nazım Paşa, taze kuvvetlerle Çatalca’yı tahkime çalışır.

Balkan Harbi yıllarında fiilen subay olarak ordu içinde görev yapan Rahmi Apak, “Başıbozuk” dediği gönüllülerin, düşmanla savaşından örnek verir. Onlar, kurşunu ne zaman sıkacağını bilmemektedirler. Birinin elinden silahı alarak, düşman askerini, ayağa kalkıncaya kadar bekleyip, sıçramak için kalkınca ateş etmesini tatbiki gösterir. Bu sıra, biraz ötedeki bir “başıbozuk”un ağzından kurşun girmiş dişlerini kırmıştır. Geriye gidip doktora görünmesini istediği halde asker, gitmez mevzisini tutar. Hüküm şudur: “Elimizde ne kuvvetli bir kumaş, bir malzeme varmış. Bu kahraman insanları derleyip toparlayıp inzibat altında kullanamadık ve bilgisizlik yüzünden Balkan Harbini ve Rumeli’yi kaybettik.” İtiraf çok acıdır: “Biz baştan aşağı, muharebenin ne olduğunu, nasıl yapılacağını bilmiyorduk.” (Apak, 1988, 68-69).

KUMANOVA

Sırplar, savaşa hazırlanmışlardı. 17-50 yaş arasındaki bütün Sırplar zorunlu askerdir. Yaşlara göre sınıflar tasnif edilmiştir. Birinci sınıf (21-31 yaş) asker, her biri 17 bin askerden oluşan beş tümendir. 20 bin topçusu, seri ateş gücüne sahip 1908 tipi Schneider-Creusot’ları vardı. Kendi isteğiyle katılan, Osmanlı vatandaşı Sırplardan, 8.500 kişilik gönüllü ordusu kurmuştur. Toplam dört Sırp ordusundan üçü Makedonya-Arnavutluk, biri Novi Pazar sancağını hedeflemiştir. Osmanlı ordusu, iyi yönetilmeden Kumanova’ya kadar çekilir. 80 bin Osmanlı askeri, 20 kilometre uzunluğunda bir hatta savaşacaktır. 23 Ekim 1912’de başlayan Kumanova Meydan Muharebesi, ilk gün üstünlük sağlanarak devam eder. Fakat kısa süre sonra Osmanlı Batı Ordusunun büyük kısmı tarumar olmuş, kaçmış veya değişik yönlerde geri çekilmiş, kuvvetler arasında irtibat kalmamıştır. Zeki Paşa’nın ordusu, Üsküp’e geçmek için “panik içinde Kumanova İstasyonu’na koşar. “Muzaffer olarak Sırbistan’a gireceğinden emin” bulunan ordu, “düzensiz bir sel gibi Üsküp sokaklarını” doldurur. “Yaralılar, komutansız kalmış ve açlıktan ölme kertesine gelmiş erler (çoğu iki-üç gündür bir lokma bir şey yememişti), ardı arkası kesilmeyen kafileler halinde geçip” giderler. “Kaçış sırasında 150 topumuz, cephane ve malzeme terk” edilmiş, “kalan az sayıda asker çılgın vaziyette Üsküp’e” varmıştır. 6 bin Osmanlı askeri ölmüş, 4 bin yaralı ve esir düşmüştür. Sırplar da 3 bin ölü ve yaralı vermişlerdir. Yalnız, Bulgarlar Trakya’da ilerlediği için ordunun İstanbul ile bağı kopmuş, Yunan donanması denize hâkim olduğu için destek alamamıştır. Zeki Paşa, bozgunu; geri çekilme emrini alan Redif tümeninin, “derhal bırakıp kaçmaya başlayarak” diğer askerler arasında da “panik” meydana getirip onların da aynı şeyi yapması ile izah eder. Ali Rıza Paşa ise, “Arnavutlar Kumanova’da kitle halinde orduyu terk ederek yenilgimizin başlangıç sebebini oluşturdular” der. Ona göre, Balkanlar’daki dört düşmana böylece beşincisi eklenmiştir (Andonyan, 1999, 318-321, 327, 329, 331-332, 357).

“Prizren Redif Tümeni”, 23 Ekim 1912 tarihinde “başlarındaki komutanları Albay Abdürrezzak Bey ile birlikte ve topluca savunma bölgesini terk etmiş: İpek veya Prizren civarındaki evlerine kaçmıştı. Bunun sonucu, bu kesimdeki durum da birdenbire aleyhimize dönmüştü.” Şu tespit, can yakıcıdır: “Subayların ve eratın disiplinsizliği ve bölgeleri dışına çıkan redif eratının topluca kaçmaları, Kumanova’da, Manastır’da, Geçinli’de, Kırklareli’nde ve Çatalca hattına çekilmede paniğe sebep olmuştu.” (Esenyel, 1995, 164-165).

Artık üç Sırp ordusu, hiçbir engele rastlamadan Vardar kıyılarında birleşip, Üsküp’e saldırabilecektir. Sırp gönüllülerle, çetelere gün doğmuştur. “Civardaki İslâm köylerini talan etmek ve buldukları Müslümanı öldürmekle” meşgul olurlar (Andonyan, 1999, 329).

Kumanova bozgunu, etkisini Üsküp’te hissettirir. 25 Ekim’de, “Arnavut askerlerin disiplinsizliğinden, bezen Osmanlı komutanları direnmeyi denemeden”, Üsküp’ü boşaltırlar. Osmanlı askerinin çekilmesi, şehirde başıbozukların talan ve katliam yapmalarına fırsat vermiştir. Sırplar, şehre girdikten sonra, Üsküp’te kalmak istemeyen Müslümanlar, “varını yoğunu manda ve öküz arabalarına yükleyip yollara” düşer. “Kadınlar ve çok sayıda yalınayak çocuklar”, Sırpların boyunduruğu altına girmemek için, “bu hazin kervanlara katılıp Selânik’e doğru inmeye” çabalarlar. Yollar tekin değildir. Sırplar, tarafından yolda soyulurlar. Soygun yetmez, birçok göçmen katledilir, kadın ve kızlar kaçırılıp tecavüze uğrar, küçük çocuklar boğazlanır. Sırp zulmüne isyan içeren şu satırlar bir Hıristiyan Ermeni’ye aittir: “Göçmenlere korkunç bir vicdansızlık ve merhametsizlikle davrandılar. Bütün Makedonya’da amansız katliamlara giriştiler.” (Andonyan, 1999, 337).

Batı Ordusu Komutanı Ali Rıza Paşa, Anavut Beyi İsa Bolerinaç’a çektiği telgrafta, “Bugüne kadar depolarımızdan 68.000 tüfek aldınız ve daha hiçbir şey yapmadınız. Priştina zapt edilmiş.. Vaatlerinizi tutmadınız. Mademki düzenli bir savaş veremiyorsunuz, çeteler teşkil edip düşmana saldırmakta acele edin” der (Andonyan, 1999, 330).

Kumanova Meydan Muharebesinin kaybı, bilgisizlik, disiplinsizliğin baştan geldiğine tipik bir örnektir. Sırplılara karşı ilk muharebelerde iyi olan tümenin kumandanları, yerlerini terk ederek Kumanova kasabasına inerler. Sebep, “kendilerine o gün tebliğ edilen generallik rütbesinin alametlerini taktırmak”. Gece, kasaba terzilerini uyandırıp, “pantolonlarına kırmızı paşa zırhı taktırmakla meşgul olurlar.” Başlarında kumandanları bulunmayan, daha tam seferber olamamış Redif Alayı ve Tümenleri, gece dağılır. Mevziini terk edenlerin yeri doldurulmaz, elden çıkan siperler geri alınmaz ve “bilgisizlik, idaresizlik yüzünden”, diğer “muharebelerde olduğu gibi” Kumanova Meydan Savaşı kaybedilir (Apak, 1988, 67).

MANASTIR MEYDAN MUHAREBESİ

Manastır önünde son bir müdafaa yapmak üzere, 60 bin kişilik ordu, 80 top Ali Rıza Paşa kumandasında toplanmıştır. Ordu, askere, “bu son savaşta geri gitmek, çekilmek olmayacağını, bu savaşın Rumeli’nin mukadderatını belirteceğini, herkesin vatan savunması için kanının son damlasını akıtması” gerektiğini bildirir. Hava yağmurlu, toprak çamurdur. Asker cephede iken; ordu ve kolordu karargâhları, geceleri dönüp şehirde gecelemekte ve ertesi sabah atlara binerek muharebe idare yerlerine” gitmektedir. Asker ve kumandanlar, kendilerini demir bir elin yönetmediğini bilmektedirler. 14-18 Kasım 1912 tarihleri arasında olan, “muharebenin üçüncü günü sabahı, bir topçu bataryamızın hayvanlarını koşarak geriye kaçmaya başladığını gördük. Bu kaçış, batarya civarındaki piyadelere de sirayet etti. Yüzlerce askerimizin geriye çekilişleri başladı”. Bir genç kurmayın tabancasını çekerek kendi civarındaki çekilişi durdurması yetmez. Dördüncü gün akşamı, sol cenahın bozulması yüzünden, ordu genel çekilme emri verir. Nereye gidilecektir? Güney Arnavutluk bağımsızlığını ilân etmiş, kartal işaretli bayrağını çekmiştir. Yağmur altında, Florina şosesi üzerinde çekiliş başlar. “Yol üzerinde terk edilmiş arabalar, cephane arabaları ve bazı toplar” görülmektedir. “Uzun bir döküntüler kafilesi”, “her tarafta perişanlıklar, devrilmiş arabalar, terk edilmiş toplar, dizlere kadar çamur içinde yürüyen Mehmetçikler, karanlık, yağmur, soğuk bize dokunmuyor.” (Apak, 1988, 70-71).

120 bin kişilik Sırp ordusu, yanlarında seri ateşli hafif Fransız toplarını da getirmiştir. Fakat asıl fark; “Osmanlı bataryalarının ateşi altında”, “yarı bele kadar çamur batak içinde”, içlerindeki ölü ve yaralıları bırakarak, ilerlemeye devam eden Sırp askerlerinin disiplinindedir. İlk günden sonra, Osmanlı cephesini “ilk önce Ali Rıza Paşa, sonra da Kara Sait Paşa arka arkaya” terk ederler. Batı ordusunun başında; Cavit, Zeki ve asker olmaktan çok diplomat olan Fethi Paşalar kalmıştır. Bir süre sonra onlar da çekilir. Cavit ve Fethi Paşa kuvvetleri, Resne yoluyla Ohri’ye doğru çekilir. Baba Dağı civarında, Sırp topçuları, askerin geçtiği tek yolu ateş altına almıştır. Cavit Paşa, askeri toplamaya bile çabalamaz. Silahını atan, nereye olsa kaçmaktadır. “Sırp ve Yunan çeteleri tam anlamıyla insan avına çıktılar o dağlarda; kurşunlarına hedef olan Osmanlı askerini aman vermeden katlettiler. Bir çoğu kendiliğinden Manastır’a inerek silahını verdi, teslim oldu.” Sırp ordusu, 18 Kasım’da Manastır’a girmiştir. Sekiz bin ölü ve yaralı veren Sırp ordusuna karşılık Türkler, 15 bin ölü ve yaralı verirler. Fethi Paşa’nın ulaştığı Resne’de, meşhur Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi de vardır. Şehir, kısa süreli bir çarpışmadan sonra teslim alınır. Askeri öğrenimden sonra orduyla, “hemen hiç teması olmayan Fethi Paşa”nın, vurulup şehit olması dışında kayda değer bir gelişme yoktur. Manastır’a Sırp Veliaht Pens’in girişi ile, “Yaşasın Sırp ordusu! Yaşasın hürriyet!” bağrışmaları ardından, Yunan veliahdı şehre girer (Adonyan, 1999, 347, 349-51).

Sırp ordusu önünde, Adriyatik açılmış, Avusturya ile Rusya arasında savaş ihtimali artmıştır. Yalnız Arnavutluk tarafına çekilen Osmanlı askerleri sıkıntıdadır. Permeti’ye gelen Cavit Paşa kuvvetlerine, “artık Arnavutluk’un bağımsız olduğunu, Türk askeri istemediklerini” bildirmişlerdir. “Batı Ordusu kalıntıları, terk edilmiş, küçümsenmiş durumda kovalanarak, kesin barışa kadar, yaşayan ölüler gibi” varlıklarını sürüklerler. Batı Ordusu genel komutanı Ali Rıza Paşa ve 20-24 bin kişilik ordu kalıntısı, “Arnavutluk’u bir müttefik değil düşman” bulmuştur. İsmail Bey, Osmanlı Bayrağını indirip, kendi bayrağını çekerek bağımsızlığını ilan etmiştir. Asıl gelişme “büyük devletlerin Arnavutluk’u bağımsız ilan” etmelerindedir.

Yalnız döküntü askeri, henüz düşmemiş olan Yanya da kabul etmez. Cavit Paşa’nın, Yanya’ya sığınma isteği, “yenik askerin müstahkem şehirde moral çöküntüsü” meydana getirmesinden çekinilerek, reddedilmiştir. İyi beslenmeme ile birlikte dizanteri vb. hastalıkların salgını da başlamıştır. Geride kalan askerin yüzde doksanı, her güçlüğe katlanan Anadolu çocuklarıdır. Cavit Paşa, Fieri’de, geçici Arnavutluk hükümetinden, ordusunda bulunan Niyazi Bey’in Valona yoluyla İstanbul’a gidebilmesi için izin ister. İzin verilmiştir. Fakat Niyazi Bey, 16 Nisan 1913’te, “tam vapura bindiği sıra kendisine muhafız olarak verilen kimseler tarafından kalleşçe” öldürülür. Ateşkesten sonra, Batı Ordusundan geri kalan, önce hasta, ardından 12 bin civarında sağlam asker, Türkiye’ye gönderilir (Andonyan, 1999, 354-356, 358, 425).

SELÂNİK

Osmanlı ordusunda, harbin patlamasından on gün önce, yetişmiş seksen bin asker terhis edilirken Yunanlılar, 20-54 yaş arası bütün erkekleri asker sayan kanunu, 1912 Ocağında çıkarmıştır. Yalnız Türkiye’nin Avrupa ve Asya topraklarında yaşayan, 50 bini İstanbul’da olmak üzere 200 bin Rum’dan, sadece 100 kişi Yunanistan’a gönüllü olarak gitmiştir  (Andonyan, 1999, 364-365). Fransız gazeteci, yardıma gidenlerin yüz kişiyi bulmadığını yazar. Rumlar, “yaşamaya uygun bulmadıkları Anadolu’da kalmak için her çareyi” denemektedirler (Lauzan, 113).

Yunanistan’ın gözü, önce Selânik ardından Manastır’dadır. Yenice-Vardar yenilgisi ardından, Selânik’i savunması gereken Tahsin Paşa, “direnişi fuzuli” bulmaktadır. Bir Alman gazetesinin tespiti şöyledir: “Türk ordusu şehrin sokakları önünde düşmanı bekliyor. Fakat erler arasında ancak birkaç subay bulunuyor; büyük kısmı bırakıp gitmiş.. Makedonya’dan kaçan 50.000 göçmen, aileleriyle beraber sokaklara doluşmuşlar. İnsan bu sefalet kafilelerini seyrederken korkunç bir izlenim ediniyor. Zavallı erler dileniyor, açlıklarını haykırıyorlar.” Şehrin muazzam kışlaları boşaltılmıştır. “Selânik’in şık bulvarlarında ve birahanelerinde, bir zamanlar şehrin görkemini oluşturan parlak üniformalı subaylar seyrek görülüyordu.” (Andonyan, 1999, 382).

Yenice Muharebesinden (1-2 Kasım 1912) sonra, Selânik’in yolu Yunanlılara açılmıştır. Ordudaki, “düzensiz geri çekilmeler, daha sonraları bozgun kelimesinin bile ifadeden aciz kalacağı hale geliş yürekler acısıdır”. Tahsin Paşa, savaşmadan teslim görüşmelerine başlar. Ve görüşmeler, bir gün sonra 8 Kasım 1912’de tamamlanır. Selânik’te toplanan Türk-Yunan temsilcileri, aynı gün, Selânik ve Türk birliklerinin teslim protokolünü imzalar. İmza edenler: Osmanlı Ordusu Komutanı Hasan Tahsin ile Yunan prensinin delegeleridir (Genelkurmay, 1984, 39-40).

9 Kasım’da Yunan kuvvetleri Selânik’e, “Yaşasın Helenizm! Yaşasın ordumuz!” haykırışları arasında girer. Selânik teslim olmuş, Yunanlılar, “Osmanlılarla hiç çatışmaya girmeden” Selânik’e girmişlerdir (Lauzan, 120).  470 yıllık Osmanlı hâkimiyeti bitmiş, Türk Bayrağı indirilerek Yunan bayrağı çekilmiştir. İlk yapılan işlerden birisi, Ayios Dimitrios Camiini kiliseye çevirip, yortu yapmak olur. Yunanlılar, bir camiyi kiliseye çevirmekle yetinmezler. Aya Sofya, Kasımiye, Eski Cuma, Hortacı Sultan, İsmail Paşa, İki Şerefeli, Sultan Murat camileri de kilise yapılır. Halbuki bir gün önce mahalli gazetelerden Yeni Asır ve Turan, “Yunan Veliahdı Prens Konstantin 10.000 asker ve 30 topla esir düştüğünü ve ertesi gün Selânik’e getirileceğini” resmî haber olarak yayınlamıştır. Sertel’in hatıraları bu bilgiyi doğrularken Selânik’in trenle işgaline dikkat çekmektedir[1].

Prens, ertesi gün gerçekten Selânik’e 12 bin asker başında girer ve teslim olan 25 binden fazla Türk askerinin silahları toplanır. Askerle birlikte 1.000 subay esir alınır. Tahsin Paşa ve kurmay heyeti tarafsız bir bölgede oturacak, memlekete dönmek isteyenler, “savaşa katılmamaya yemin etmek şartıyla” yerlerine gönderilecektir. Bundan sonrası korkunç bir çapul, soygun, katliamdır. Yunan savaşçılığı ve merhameti, Kölnische Zeitung adlı Alman gazetesinde şöyle yer alır: “Selânik’te Ayia Sofia Camii üzerinde haç yükseliyor yeniden. Yeni fatihler haçı diktiler; ama hani nerede Hıristiyanlık ve insanlık belirtileri?. Haç, merhametin sembolüdür; ama Rumlar kanla lekelediler onu. Talan, katliam, ırza geçme, korkunç oranlara yükseldi. Çeteler civar köylerdeki Müslümanlara yapmadıklarını komadılar. Çok sayıda göçmen açlıktan yada süngüyle öldü. Yunanlıların beslemeyi taahhüt ettikleri silahtan tecrit edilmiş Osmanlı askerlerinden çoğu keza açlıktan öldü.”  Yunanlı çapulcular, “yalnız Müslümanlara değil, yer yer Hıristiyanlara da saldırıyorlardı. Rum Ortodoks olmayan kadın ve kızlara da tecavüz edildi, başka mezheplere mensup Hıristiyanlar da soyuldu.” Bu arada Museviler ve dönmeler de Yunan vahşetinden paylarını almışlardır. Onun için “birçok Yahudi ve dönme, çaresiz, herhangi bir Avrupa devletinin bayrağını veya Bulgar bayrağını” evlerine çekerler (Andonyan, 1999, 385, 387, 389-391).

150 bin kişilik Selânik nüfusunun yarısını oluşturan Yahudiler, Osmanlı yönetiminde imtiyazlı durumdadırlar. Özellikle “1908 ihtilâli” bu durumlarını pekiştirmiştir. Onun için Yunanlılar, “sudan bahanelerle Yahudileri öldürürler”. Bu ölüm furyasından, Selânik’te 18 Mart 1913’te suikasta uğrayan Yunan Kralı da nasibini alır. Danimarka Kralı’nın küçük oğlu, İngiltere Kralı ve Çarın dayısı, İngiltere ana kraliçesinin erkek kardeşi olan Yeoryios’un ölümü, “vuran Müslümandı” haberi üzerine Müslüman ve Yahudilerin katline sebep olur. Suikastçinin, “bir Helen” olduğu, sonradan açıklanmıştır (Andonyan, 1999, 428-429).

Yenice’de durum Selânik’ten farklı değildir. “Çapulculukta Hıristiyan zenginler, fakirlerinden aşağı” kalmazlar. Osmanlı kapalı çarşısı, Osmanlı evleri yağmalanır. “Bütün dindar Yenice Hıristiyanları gayet neşeli bir halde yağmaya katıldılar. Osmanlı dükkânları ve evleri hep elden geçti.” Yağma üç gün sürer. Evler ateşe verilmiş yanmaktadır (Lauzan, 123). Osmanlının çekilmesi, içlerde yaşatılan vahşeti ortaya çıkarmıştır. Bir Hıristiyan şu tanıklığı yapar. Köylü Hıristiyanlar vahşiler gibidir. “Boğdancı’da Hıristiyanlar, Müslüman evleri yakıp yıktılar. Kadınların altınlarını gasp ettiler. Küpelerini almak için kulaklarını kestiler. Sonra kadın, genç, yaşlı ya da küçük demeden herkesin ırzına geçtiler.. Bir kısmı yağmaya koyulduğunda bir kısmı da kızların ırzına geçtiler. Sonra unutmayalım bunlar Hıristiyandı” (Lauzan, 125).

Selânik limanındaki Yunan zırhlıları yanında, Avrupa devletlerinin gemileri de büyüttükleri vahşetin seyircisi olurlar. Selânik’i işgal eden Yunan Prensini ilk tebrik edenlerden birisi, Türk subaylarını otuz yıldır yetiştiren Almanya’nın imparatoru Wilhelm’dir (Andonyan, 1999, 400).

Tahsin Paşa’nın muharebe yapmadan, Selânik’in, “ordunun ve Karaburun’un teslimi hakkında bütün Yunan şartlarını kabul” etmesi, halk için felâket getirmiştir. Şerefiyle ölmesini bilemeyenler, silahları ellerinden alınmış halde aç ve zelil ölüp gitmişlerdir. “70 top, 15 bin tüfek, 2 bin at, askerî depolarda yığılı büyük miktarda cephane ve savaş malzemesi” (Andonyan, 1999, 400), vatan savunmasında kullanılmadan Yunan’a teslim edilmiştir.

Bu arada Selânik’te bir Yahudi’nin köşkünde bir çeşit hapis tutulan eski Sultan II. Abdülhamit, teslimden hemen önce, bir Alman zırhlısı ile İstanbul’a götürülmüştür. Selânik’te “bir sır ve gizlilik duvarıyla” kuşatılan, ülkeden, dünyadan haber almasına engel olunan, gazete bile okutulmayan Abdülhamit, kendisini esir olmaması için götürmeye gelen Türk subaylarına, hanedan mensubu damatlarından iki kişiye, itimat etmez. Ayrılmayacağını bildirir. Alman gemisinin süvarisi, Alman denizci üniforması ile karşısına çıkınca gemiye biner. Gemide, “anlayışı kaybolmuş, tamamen hafızası zayıflamış” zannedilen Abdülhamit’in ilk sorusu şu olmuştur: “Bir senede iki mağlubiyet çok değil mi?” Eski sultan, Trablusgarp ve Balkan yenilgilerini kastetmektedir (Lauzan, 136-137).

Doç. Dr. Caner ARABACI


[1] Bu bilgiyi, küçük farklarla o sıra Selânik’te gazetecilik yapmakta olan Mehmet Zekeriya hatıralarında doğrular. Yaşlı Selânik Valisi Nâzım Paşa (Nâzım Hikmet’in dedesi), gazetecileri vilâyet konağına çağırmıştır. Onlara müjdeli haberler verir. Birincisi, Yunan ordusunun yolunu, limandaki bir zırhlı ile kesme emrini verdiğidir. Diğeri şöyledir: “Düşman Karaferiye’de bozguna uğratıldı. Elli bin kişi esir edildi. Bu esirler yarın sabah trenle şehrimize getirilecektir. Halka müjdeleyin. İstasyona gidip karşılasınlar.” Gazeteciler habere sevinirler. Koşarak gittikleri matbaalarda, “o gün hemen olağanüstü yayın yaparak büyük puntolarla halka bildirdik. Ertesi sabah da istasyona gidip esirleri karşılamalarını tavsiye ettik. Ertesi gün biz de erkenden istasyondaydık. Heyecanla esirleri getirecek treni bekliyorduk. İstasyon çevresi kalabalık halk yığınlarıyla dolmuştu. Herkes çeşitli yorumlar yapıyor, felâketten kurtulmuş gibi seviniyordu. Bir süre sonra uzaktan tren gözüktü. Halk arasında bir alkış tufanı koptu. Tren, alkışlar ve sevinç naraları arasında süzülerek istasyona girdi. Hepimizin gözleri pencerelerde. Fakat pencerelerde Yunan kasketleri ve Yunan süngüleri uzanıyordu. Beklediğimiz elli bin esir yerine, elli bin Yunan askeri gelmişti. Vagonlar boşalıp da istasyon meydanı Yunan askerleriyle dolunca hepimiz şaşkına döndük. Başlarımız öne düştü. Gözyaşları içinde geri döndük. Yunan askeri saf halinde istasyondan şehrin içine yürüyordu. Biz onlara bakmaya bile cesaret edemiyorduk. Yüreklerimiz burkuluyordu. Gözlerimiz yaşlıydı. Halk da yüreğinden vurulmuştu. Bu sırada Yunan saflarından bir ses yükseldi: -Zekeriya.. Zekeriya.. Başımı çevirip baktım, yürüyüş halinde bulunan bir Yunan kıtasının tam ortasında bir Yunan askeri, başlığını sallayarak bana sesleniyordu: -Ben sana, Selânik’e geleceğiz, burasını alacağız, demedim miydi? İşte görüyorsun ki, buradayız. Bu, Selânik İdadîsi’nde (lise) okurken benim sınıfta bulunan bir Rum arkadaştı. Yunan ordusuna gönüllü olarak girmişti. İşte Selânik’e de fatih olarak giriyordu. Ve bunu bana göstermekten sonsuz bir zevk alıyordu. O anda düşman işgalinin azabını bütün kuvvetiyle duydum. Bu yabancı çizmeler sanki yolda değil, yüreklerimiz üzerinde yürüyordu. Selânik’i kaybetmiştik. Rumeli’yi kaybetmiştik.” (Sertel, 2000, 41-42).

1. 100. YILINDA BALKAN BOZGUNU VE GECİKEN UYANIŞ
2. BALKAN HARBİNİN HABERCİSİ 93 HARBİ
3. BALKANLAR’DA IRKÇILIK FESADI VE SEBEPLER YIĞINI
4. BALKANLAR’DA İTTİFAK
5. BALKANLAR’DA SAVAŞ
6. KARADAĞ ORDUSU VE İLK BOZGUN
7. LÜLEBURGAZ
9. İNANCINI YİTİREN ORDU YENİLİR
10. İŞKODRA, ÇATALCA, YANYA…
11. BALKAN SAVAŞINI NASIL KAYBETTİK?
12. JÖN TÜRKLER VEYA KÜLTÜREL VATANIN KAYBI, COĞRAFİ VATANIN GİTMESİ DEMEKTİR
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.