Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Kafkasya, İran, Avrupa hatta Amerika ve Uzak Doğu’da kurulmuş eski çağ medeniyetlerinden itibaren birçok devlette tesadüf edilen çift başlı kartal sembolü, dünyanın en eski ikonografik öğelerinden biridir. Bu ikonografik öğenin, tarih boyunca farklı coğrafyalarda kurulan, farklı etnik, dinî ve sosyo-kültürel yapılara sahip toplumlar tarafından benimsenmesi ve gerek sosyo-kültürel hayatta gerekse devlet hayatında yer edinmiş olması dikkat çekicidir.
Başta sanat tarihçileri, arkeolog ve tarihçiler olmak üzere farklı disiplinlere mensup birçok araştırmacı, çift başlı kartalın eski Türk inançları, Türk mitolojisi, Türk sanatı ve Türk halk edebiyatında da mevcut olup İslamî dönemde dahi varlığını devam ettirdiğini ortaya koymuşlardır. Bu cümleden olmak üzere, çift başlı kartalın Türkler tarafından kullanılan en önemli ve yaygın ikonografik öğelerden biri olduğuna dikkat çeken araştırmacılar, muhtelif Türk şubelerine ait arkeolojik bulgulardan, sanatsal, edebî ve mitolojik malzemelerden hareketle Türklerde kartal ve çift başlı kartal sembollerinin nerelerde kullanıldığı, bu sembollerin dinî, sanatsal, mitolojik ve kültürel özellikleri hakkında çok sayıda çalışma yapmışlardır.
Bu durum, söz konusu sembolün Türk tarihi bakımından önemi ve ifade ettiği anlam konusunda farklı tez ve görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Muhtelif araştırmacılar tarafından ortaya atılan bu tez ve görüşlerden biri, ikonografik bir öğe olan çift başlı kartalın, zamanla politik hayata da etki ettiği ve muhtelif Türk devletlerinde olduğu gibi Selçuklularda da “devlet sembolü” veya “hâkimiyet alâmeti” olarak kullanıldığı düşüncesidir.
Türkiye Selçuklu dönemine ait mimarî eserlerde, sikkelerde ve sair sanat eserlerinde tesadüf edilen çift başlı kartal figürlerinden ve İbn Bîbî’nin el-Evâmîrü’l-Alâ‘iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye isimli eserinde yer alan bazı kayıtlardan hareketle ortaya atılan bu iddianın, bugün itibarıyla genel kabul gördüğü söylenebilir. Ancak bu iddiaya mehaz teşkil eden kaynak ve verilerin dikkatlice incelenmesiyle ortaya çıkan netice, kanaatimizce çift başlı kartalın Selçuklular döneminde “devlet sembolü”, hatta “hâkimiyet alâmeti” olarak kullanıldığı düşüncesini, bir kez daha gözden geçirmeyi gerekli kılmaktadır.
Çift başlı kartalın devlet sembolü veya bayrak olarak nitelendirilmesinin uygun olmadığına dair görüşümüze temel teşkil eden hususları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1.
Her şeyden önce, bir milletin tarihinin bir döneminde tesadüf edilen ve o döneme hâs siyasî, sosyal, dinî ve kültürel izler taşıyan herhangi bir sembol veya simgeyi, günümüzün modern devlet ve millet anlayışının bir ürünü olan ve kendine özgü yani günümüze özgü bir anlam taşıyan “devlet sembolü” veya “bayrak” olarak nitelendirmek başlı başına bir “anakronizm” sorunudur[1]. Bu noktada sadece çift başlı kartal değil, buna mümasil diğer sembol veya simgelerin de bugüne ait nesne, kavram ve mefhumlarla özdeşleştirilmesi, hem dil, hem olgu/gerçeklik ve hem de yaklaşım anakronizmini beraberinde getirmiştir. Konumuz bakımından bunun en çarpıcı örneği, bir iddiaya göre Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 yıldıza işaret eden 16 Türk devleti için tasarlanan bayraklardır[2].
İkinci olarak, modern çağlarda, bilhassa milli veya ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla gündeme gelen “devlet sembolü” veya “bayrak”ların renk, şekil ve ölçüleri, yasalarla belirlenmiş olup zamana, duruma veya şahıslara göre değiştirilmesi söz konusu değildir[3].
Hâlbuki Ortaçağ Türk İslam devletlerinde günümüzün “devlet sembolü” veya “bayrak” anlayışına muadil olarak görülen tuğ, bayrak, sancak, alem, livâ, râyet ve çetr gibi alâmetler, doğrudan doğruya devlete değil, bazen bir sülale, hânedân, boy veya aşirete, bazen de şahıslara hâs olarak tertip edilmiştir[4]. Buna bağlı olarak -örnekleri aşağıda verileceği üzere- hükümdarların, çoğu zaman kendilerine hâs şekil, yazı ve renkten oluşan muhtelif hâkimiyet alâmetlerine sahip oldukları gibi, bunun dışında da farklı anlam ve amaçlara matuf başka renk ve şekillerde hâkimiyet alâmetlerini de kullandıkları bilinmektedir. Dolayısıyla aynı hükümdar döneminde birden fazla renk ve şekilde çetr, bayrak veya sancaklara tesadüf edilmesi şaşırtıcı bir şey değildir.
Buradan hareketle Türk tarihinin belirli bir döneminde, ya da herhangi bir hükümdar döneminde kullanılan tuğ, bayrak, sancak, alem, livâ, râyet ve çetr gibi hâkimiyet alâmetleri üzerinde mevcut bulunan bir takım renk, yazı, şekil ve sembollerin, tarihî Türk devletleri için bugünkü anlamda biricik ve değişmez “devlet sembolü” veya “bayrak” olarak nitelendirilmesi, tarihî hakîkatlere ve “zamanın ruhuna” aykırı bir yaklaşım olacaktır.
2.
Tarih içinde belirli dönemlerde kullanılan çift başlı kartal ve buna mümasil simge veya sembollerin, “devlet sembolü” veya “bayrak” olarak kabul edilmesinin isabetli olmadığına dair bu mülahazadan sonra bu defa söz konusu sembolün “hâkimiyet alâmeti” olarak kabul edilip edilemeyeceği meselesine temas edelim.
Bu noktada, meselenin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacağı düşüncesiyle, önce hâkimiyet alâmeti mefhumunun mahiyeti ve ortaçağ devlet hayatındaki yeri hakkında birkaç hususu tebarüz ettirmek gerekiyor.
Malum olduğu üzere, ortaçağ devlet hayatında simge ve sembollerin büyük önemi vardı. Bu simge ve sembollerin en önemlilerini, genel olarak hâkimiyet veya hükümdarlık alâmetleri olarak adlandırılan maddi ve manevi unsurlar teşkil ederdi. Bu cümleden olmak üzere sadece yukarıda zikrettiğimiz tuğ, bayrak, sancak, alem, livâ, râyet ve çetr değil; unvan ve lakablar, hutbe, sikke, nevbet, tac, taht, tuğra, tevkî‘ ve otağ da birer hâkimiyet alâmeti idi[5].
Hâkimiyet alâmetleri, İbn Haldun’un ifadesiyle “ululuk ve izzetin icaplarından sayılan Sultân’a hâs alâmetler olup, Sultân’ı tebaasından, devletin havâssından, diğer büyük ricâl ve başkalarından ayırmaya yarardı.”[6]
Dolayısıyla söz konusu alâmetler arasında, zaman zaman renk veya şekil benzerliği mevcut olsa dahi, bir sultanı diğer bir sultandan ya da sultanı diğer hânedân azası, devlet ricâli ve ekâbirden ayırması lazım gelen farklı unvan, lakab, sembol veya işaretler içermesi, sadece ve sadece sultana hâs olması gerekirdi.
Sözgelimi Abbâsî Halifelerinin, kendilerine tâbi olan bütün sultanlara ve meliklere gönderdikleri hâkimiyet alametleri, onların şiarı olan siyah renkte olmakla birlikte[7], bunların her birinin üzerine sadece gönderilen kişiye hâs isim, unvan ve lakablar işlenir, böylece sultan, tebaasından, devletin havâssından, diğer büyük ricâl ve başkalarından ayrılırdı.
Bunun dışında her sultanın Abbâsîler tarafından gönderilen hâkimiyet alâmetlerinin yanında, hânedâna veya kendilerine hâs renk ve şekiller taşıyan alâmetler de kullandıkları olurdu. Sözgelimi Tuğrul Bey’in kırmızı çetri vardı[8]. Kavurd Beg, “çetrinin üzerine, Âl-i Selçuk’un kaidesi mucibince ok ve yay işletmişti”[9]. Yine Selçuklu sultanlarının otağları kırmızı renkte olup, herhangi bir melik veya emîrin kırmızı otağ kurması isyan alâmeti sayılırdı[10].
Bu durum, değil bir devletin, bir sultanın bile birden fazla renk ve şekillerde hâkimiyet alâmetlerine sahip olduğunu göstermesi bakımından çekicidir. Ayrıca sultânların, kendilerine özgü yazı, simge ve semboller taşıyan bu bayrak, sancak ve çetrlerinin, İbn Bîbî’deki bir kayda nazaran Sultân’ın vefatından sonra türbelerine konulduğu ve burada muhafaza edildiği[11] düşünülecek olursa, bir önceki sultana ait olan bir hâkimiyet alâmetinin, onun vefatından sonra adeta tedavülden kalktığı ve yeni sultanın tahta oturmasıyla birlikte artık yeni sultana ait hâkimiyet alâmetlerinin geçerli hâle geldiği fikrine ulaşılabilir.
3.
Hâkimiyet alâmeti mefhumunun mâhiyeti ve ortaçağ devlet hayatındaki yeri hakkında verdiğimiz bu kısa bilgiden sonra çift başlı kartal sembolünün Selçuklular dönemi için bir “hâkimiyet alâmeti” olarak kabul edilip edilemeyeceği meselesine geçebiliriz.
Daha önce de belirtildiği üzere, kartal veya çift başlı kartalın, ikonografik bir öğe olarak İslamiyet öncesi dönemden itibaren muhtelif Türk şubelerinde mevcut olduğuna işaret eden araştırmacılar, arkeolojik bulgularda, sanatsal, edebî ve mitolojik malzemelerde tesadüf edilen bu sembollerin dinî, sanatsal, mitolojik ve kültürel özellikleri hakkında çok sayıda çalışma yapmışlardır. Bahaeddin Ögel’den, Emel Esin’e, Gönül Öney’den Yaşar Çoruhlu’ya kadar birçok değerli araştırmacı, kartal veya çift başlı sembollerinin, sanatsal, mitolojik, edebî, kültürel veya teknik özelliklerini açık bir surette ortaya koymuşlardır[12].
Şüphe yok ki kartal, tarih boyunca güç, kudret ve asaletin timsali olarak görülen hayvanlar içerisinde, aslandan sonra ilk sıradadır. Buna bağlı olarak hemen her toplumda hükümdarla kartal arasında bir ilişki kurulmuştur. Selçuklu dönemi müelliflerinden Ömer Hayyâm da Nevrûznâme adlı eserinde kartala ayırdığı bölümde bu hususa işaret ederek “Kartalın büyüklüğü, asalet ve temizliği ile hal ve hareketleri, padişahlara benzer. Eskiler demişlerdir ki, et ile beslenen havyaların padişahı kartal, ot ile beslenen hayvanların padişahı at, erimeyen cevherlerin padişahı inci ve eriyen cevherlerin padişahı ise altındır. Kartal bunun için sıradan insanlardan çok, padişahlara özeldir. Çünkü kartalı başka hayvanlardan ayran bir muhteşemliği vardır. Karga da dışarıdan bakıldığında büyük görünür ama, kartaldaki muhteşemlik onda bulunmaz.” demektedir[13].
Bu özelliğinden dolayı kartal, birçok toplumda, diğer ikonografik özelliklerinden daha çok, bir hükümdar imgesi olarak önem kazanmıştır. Ancak konuya kartal imgesinin devlet hayatına yansıması veya hâkimiyet alâmeti olarak kullanılıp kullanılmadığı nokta-i nazarından bakıldığında, oldukça karmaşık ve çelişkili bir manzaranın ortaya çıktığını belirtmek gerekir. Zira bir yandan elde mevcut bilgi ve belgelerin vaziyeti, diğer yandan ise bu bilgi ve belgeler üzerinde yapılan muhtelif yorum ve değerlendirmeler, meseleyi, her disiplinin, hatta her araştırmacının bakış açısına göre farklı bir yere sürüklemektedir.
Söz gelimi, elde mevcut tasvirlerde mevzubahis olan yırtıcı kuşun kartal mı, yoksa hüma kuşu, anka, horoz ya da tuğrul, doğan, şahin veya başka bir yırtıcı kuş mu olduğu[14]; kartalın tek başlı mı yoksa çift başlı mı olduğu; MÖ. 3 bininci yıllara kadar uzandığı söylenen ve tarih içinde belli başlı bütün medeniyetlerde görülen kartal veya çift başlı kartal ikonografisinin, bir birinden bağımsız bir şekilde mi yoksa etkileşim neticesinde mi ortaya çıktığı soruları, farklı araştırmacılar tarafından farklı şekillerde cevaplandırılmaktadır.
Çift başlı kartalın, Selçuklular döneminde hâkimiyet alâmeti olarak kullanıldığına dair görüşler de, aynı şekilde bir yandan elde mevcut bilgi ve belgelerin vaziyeti, diğer yandan da bu bilgi ve belgeler üzerinde yapılan muhtelif yorum ve değerlendirmeler neticesinde oldukça karmaşık bir hâl almıştır. Nitekim başta kartalların tek mi, yoksa çift başlı mı oldukları, söz konusu tasvirlerin kartala mı, yoksa doğan ya da başka bir yırtıcı kuşa mı ait olduğu ve buna benzer şekilsel özellikleri olmak üzere, bazı konuların hâlâ akla gelebilecek her soruyu cevaplayacak şekilde açıklığa kavuşturulduğu söylenemez.
Bunun yanında Türkiye Selçukluları dönemine ait çok sayıda çift başlı kartal figürünün mevcut olmasına rağmen, Büyük Selçuklular veya diğer Selçuklu şubelerine dair bu tür bir bilgi ve bulguya neredeyse hiç tesadüf edilmemesi, Türkiye Selçuklularının bu sembolleri eski Türk inançları veya gelenekleri ya da Oğuz ongunlarından mı tevarüs ettirdikleri, yoksa Hititlerden beri Anadolu’da mevcut bulunan çift başlı kartal ikonografisinden etkilenmek suretiyle mi benimsedikleri sorusu dahi net bir şekilde izah edilmiş değildir.
4.
Biz, uzun araştırma ve tartışma gerektiren bu meselelerden şimdilik sarf-ı nazar ederek çift başlı kartalın Selçuklular dönemindeki kullanım alanlarına ve kullanım şekillerine işaret edip, bu konudaki mevcut bilgi ve belgelerin, çift başlı kartalı, Selçuklular dönemine ait bir hâkimiyet alâmeti olarak nitelendirmeye yeterli olup olmadığı meselesine dönelim.
Belirttiğimiz üzere Selçuklu coğrafyasında çift başlı kartalın kullanımına dair en önemli ve dikkat çekici örnekler Türkiye Selçukluları dönemine aittir. Gerçekten de bu dönemde çok sayıda mimarî eserde, çeşitli sanat eserlerinde ve sikkelerde sanat değeri yüksek, muhteşem çift başlı kartal tasvirlerine tesadüf edilir. Kubâdâbâd Sarayı çinilerinde, Konya İnce Minare Müzesi’nde bulunan bir kabartmada, Erzurum Çifte Minareli Medresesi portalında, Yakutiye Medresesi, Divriği Ulu Camii, Diyarbakır Kalesi surları ve Akşehir Kileci Mescidi’nin ahşap pencere kanadında bulunanlar meşhurdur[15].
Bu sanat eserlerinin muhteşemliği, araştırmacıları etkilemiş ve İbn Bîbî’de mevcut olduğu iddia edilen bazı kayıtlara atıfta bulunmak suretiyle çift başlı kartalın Türkiye Selçuklu döneminde hâkimiyet alâmeti olduğuna dair bir görüş ortaya çıkmıştır.
Hâlbuki söz konusu dönemde çift başlı kartal sembolünün kullanıldığı mimarî eserler arasında kale ve surlar, çeşitli saray çinileri, kale kapıları, cami ve mescidler, türbeler, medreseler, hanlar ve kümbetler mevcuttur. Bu eserler arasında Türkiye Selçuklu Sultanlarına ait olan ya da onlar tarafından yaptırılan birkaç saray ve eser dışında hemen hepsi tâbi meliklere, muhtelif emîrlere ya da bunların hatunları adına yaptırılan eserlerdir[16]. Bir hâkimiyet alâmetinin, hukuken, sadece hükümdara hâs olup sadece ve sadece hükümdar tarafından kullanılabileceği düşünülecek olursa, bu binalarda görülen çift başlı kartal sembollerinin bir hâkimiyet alâmeti olarak kullanılmış olması mümkün olamaz. Zira hükümdara hâs bir hâkimiyet alâmetinin, hânedân azası olsa dahi, başka bir melik, emîr veya herhangi bir şahıs tarafından kullanılması, kaynaklarda tesadüf ettiğimiz birçok örnekle sabit olmak üzere bir isyan alâmetidir[17]. Dolayısıyla, bu eserlerde görülen çift başlı kartal tasvirlerinin, sultâna hâs bir hâkimiyet alâmeti olduğu varsayılamaz.
Üstelik sözkonu eserler incelendiğinde çift başlı kartal tasvirlerinin ejder, aslan, hayat ağacı ve sair başka hayvan ve ikonografik öğelerle, ya genel bir kompozisyon içinde, ya da birbirinden bağımsız olarak kullanılmış olduğu görülmektedir ki[18], bu durum da çift başlı kartalı, bu binalarda eşlik ettiği diğer hayvan sembolleri gibi sadece sanatsal ve ikonografik bakımdan değerli hale getirmektedir.
5.
Aynı durum, diğer sanat eserleri için de geçerlidir. Sultan’a hâs bir hâkimiyet alâmetinin, hânedân azası olsa dahi bir melikin, emîr veya herhangi bir şahsın türbe veya mezar taşında[19], kilim, halı[20], kumaş[21] veya aynasında[22] kullanılması mümkün değildir.
6.
Benzer bir durum sikkelerde rastlanan çift başlı kartal simgeleri için de geçerlidir. Zira her ne kadar sikke bir hâkimiyet alâmeti olsa da bu durum, sikke bastırma yetkisi ile üzerindeki isim, unvan ve lakabları için geçerli olup sikkenin bizatihi kendisi hâkimiyet alâmetidir[23]. Paralar üzerinde bulunan muhtelif şekil, simge ve ikonografik öğeler ise, belli bir amaç ve anlam taşıdıkları muhakkak olmakla birlikte hâkimiyet alâmeti olarak değerlendirilmez[24]. Üzerinde çift başlı figür bulunan son Türkiye Selçuklu Sultanı olarak kabul edilen II. Mesud (ö.1308) ve Artuklu meliklerinin sikkelerinin üzerinde bulunan çift başlı kartal tasvirleri de bu şekilde değerlendirilmelidir. Üstelik II. Mesud’un darbettirdiği sikkeler içerisinde sadece biri çift başlı kartal, üçü aslan ve güneş ve biri de mühr-i Süleyman içinde yıldız şekillerinden oluşmaktadır ki[25], bu sikkelerin üzerinde bulunan bütün sembollerin hâkimiyet alâmeti olarak değerlendirilemeyeceği açıktır.
Yine Hısn-ı Keyfa Artuklu meliki Nasıreddin Mahmud’un (12001222) üç, oğlu Rükneddin Mevdud’un (1222-1232)[26] ise bir sikkesinde çift başlı kartal simgesine tesadüf edilmektedir ki, genellikle Selçuklu veya Eyyubî Sultanlarına tâbi olarak varlıklarını devam ettiren bu meliklerin de çift başlı kartalı hâkimiyet alâmeti olarak kullandıkları düşünülemez.
Esasen farklı Türkiye Selçuklu sultanları, farklı dönemlerde, üzerlerinde çok farklı şekil ve muhtelif hayvan tasvirlerinin bulunduğu sikkeler darp ettirmişlerdir ki bunlar içerisinde sadece çift başlı kartalı hâkimiyet alâmeti olarak kabul etmek isabetli olamaz.
7.
İbn Bîbî’nin bazı kayıtlarından hareketle Türkiye Selçuklu Sultanlarının “çetr”leri üzerinde çift başlı kartal motifi bulunduğu iddiasına gelince:
İbn Bîbî’nin ne mufassal nüshasında[27], ne muhtasar nüshasında[28], ne de 15. yy’da Yazıcızâde Ali tarafından yapılan kısmî Osmanlı tercümesinde[29] çift başlı kartal ifadesi yer almaktadır.
Eserin muhtelif yerlerinde 70’e yakın yerde “çetr” kelimesi geçmektedir. Bu kayıtlardan çetrin renginin siyâh olduğu (on üç yerde vurgulanmıştır), şehzâdelerin de çetr taşıdıkları, çetri taşıyan görevlilere çetrdâr dendiği, Aleddin Keykubad’ın ölümünden sonra çetr ve sancağının türbesine konduğu gibi kayıtlar dikkat çekicidir.
Bunların dışında hiçbir yerde “devlet çetri” veya “saltanat çetri” şeklinde bir ifade bulunmayıp[30] 5 yerde çetr-i cihângîr, 12 yerde çetr-i hümâyûn, 4 yerde çetr-i mübârek, 3 yerde çetr-i şâhinşehî, 1 yerde çetr-i keyyânî, 6 yerde çetr-i mansûr, 1 yerde çetr-i şehriyâr ve geri kalan yerlerde ise sadece çetr şeklinde kaydedilmiştir.
Çetrin, kartalla -ki belirtildiği üzere eserin hiç bir yerinde çift başlı kartal ifadesi yoktur- birlikte zikredildiği kayıt sayısı, mufassal nüshada beş ve mufassal nüshada bulunmayıp muhtasar nüshada mevcut olan bir kayıt olmak üzere toplam altıdır. Bu kayıtların üçünde kartal, rivâyete göre Hz. Peygamber’in siyah renkli sancağının da adı olan “ukâb (M- *)” kelimesiyle, ikisinde ise “bâz (jû)” kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu kayıtlar ve bu kayıtların eserin muhtasar nüshasında ve Yazıcızâde tercümesindeki şekilleri aşağıdaki gibidir:
Görüldüğü gibi İbn Bîbî’nin mufassal nüshasının üç yerinde “ukâb-ı çetr”, iki yerinde de “bâz-ı çetr” ifadesi mevcuttur. Bu beş kaydın üçü muhtasar nüshada, dördü de Yazıcızâde tercümesinde mevcut değildir. Ayrıca mufassal nüshada “a‘lâm” yani alemler olarak kaydedilen kelimenin, muhtasar nüshada çetr şeklinde kaydedilmiş olması dikkat çekicidir.
Malum olduğu üzere, İbn Bîbî’nin eseri el-Evâmîrü’l-Alâ‘iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye’nin muhtasar nüshası, müellifin henüz hayatta bulunduğu esnada 1281-1288 tarihleri arasında, bir iddiaya göre kardeşi Nâsırü’d-dîn Yahyâ tarafından kaleme alınmıştır. Eseri ihtisar eden şahıs, kitabın muhtevasını aynen nakletmek konusunda büyük bir itina göstermiştir. Hatta İbn Bîbî’nin tarih vermeden anlattığı bazı olayların tarihini kaydetmek suretiyle esere ayrı bir önem kazandırdığı bilinmektedir. Dolayısıyla zaten İbn Bîbî’nin muasırı olan muhtasar müellifinin, devrin olaylarına son derece vâkıf bir zat olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bu durumda muhtasar müellifinin, mufassal nüshada bulunan ve Selçukluların devlet sembolü olduğu iddia edilen kartala işaret eden toplam beş kaydın üçünden sarf-ı nazar edip birinde de ana metinde “a‘lâm-ı asâkir” yani “askerlerin/ordunun alemleri” olarak zikredilen ifadeyi, “çetr-i cihângîr” şeklinde kaydetmesi düşündürücüdür.
Kanaatimizce, muhtasar müellifinin, yukarıda belirttiğimiz özellikleri göz önünde bulundurulduğunda, kartalın Selçukluların devlet sembolü olduğu gibi önemli bir bilgiden habersiz oluşu ya da atlaması beklenemez. Dolayısıyla söz konusu kayıtların, iddia edilenin aksine, kartalın Selçuklularda devlet sembolü olduğu gibi önemli bir bilgiye değil, eserin birçok yerinde tesadüf edilen ve muhtasar müellifi tarafından çoğu zaman sarf-ı nazar edilen diğer edebî kayıtlar gibi teşbih veya benzetmeye işaret eden ifadeler olduğu düşünülebilir.
Nitekim söz konusu kayıtlar incelendiğinde, doğrudan doğruya çetrin üzerindeki bir şekle veya tasvire işaret edildiğini söylemek oldukça zordur. Sözgelimi “Onun çetrinin kartalı (ukâb-ı çetr-i o), eski mülkü üzerinde emir verme ve yasaklama kanatlarını açmaya başladı.” veya “Cihângîr çetrin kartalının (ukâb-ı çetr-i cihângîr) kolları ve kanatları açıldı.” gibi ifadelerde, çetrin şeklinden çok, Sultânı temsil eden çetrin, dolayısıyla Sultân’ın hareketinin veya sefere çıkmasının, kartalın kanatlarını açıp uçmasına benzetilmesi durumu söz konusudur.
Yine “Kayseri ileri gelenlerinin (ayan) gözü, mübârek sancağa ve dünyayı avlayan çetrin kartalına (bâz-ı çetr-i cihân-şikâr) düşünce…” ve “Şâm melikleri, geçidin tepesinden ukâb-ı alâm-ı asâkiri (Muhtasar’a göre ukâb-ı çetr-i cihângîri) görünce.” ifadeleri de daima Sultanların başları üzerinde, yüksekte tutulan ve uzaktan görenlere Sultân’ın yaklaşmakta olduğu haberini veren çetrin, kartala benzetilmesinden mülhemdir.
Aynı durum Yazıcızâde için de geçerlidir. el-Evâmirü’l-Alâ’iyye’yi bazı ilâvelerle Türkçeye çevirerek II. Murad’a ithaf eden Yazıcızâde, İbn Bîbî’nin eserini başlıklarını aynen tekrarlayarak tercüme etmiştir. Bazı Arapça manzumeler ve zor ibareler dışında tercümede metne sadık kalan ve büyük emîrlerin hangi Oğuz boylarına mensup oldukları ve Selçukluların Oğuz töresine bağlılıkları gibi konularda önemli ilavelerde bulunan Yazıcızâde’nin de İbn Bîbi’de geçen “ukâb-ı çetr” ifadesini sadece bir yerde nakletmesi, üstelik bir yerde de İbn Bîbî’nin cümlesini aynen tercüme etmekle birlikte “kartal” kelimesini atlaması, dikkat çekicidir. Kanaatimizce Selçukluların Oğuz töresine bağlılıklarına özellikle işaret eden Yazıcızâde’nin, iddiaya göre Selçukluların eski Türklerden veya Oğuzlardan tevarüs ettirdikleri kartal figürlü devlet sembollerini nakletmekten sarf-ı nazar etmesi uzak bir ihtimaldir. Bu durum olsa olsa yukarıda izah ettiğimiz şekilde söz konusu kayıtların, iddia edilenin aksine, kartalın Selçuklularda devlet sembolü olduğu gibi önemli bir bilgiye değil, bir teşbih veya benzetmeye işaret etmesinden kaynaklanmaktadır.
Sonuç
Kartal ve çift başlı kartal, ikonografik bir öğe olarak sair toplumlarda olduğu gibi, Türklerde de muhtelif yerlerde kullanılmıştır. Ancak bu ikonografik öğenin bilhassa tebliğ konumuzu teşkil eden Selçuklular veya Türkiye Selçukluları döneminde “devlet sembolü” veya “hâkimiyet alâmeti” olarak kullanıldığı düşüncesi,
- Başlı başına bir anakronizm hatası olması,
- Söz konusu simge ve sembollerin kullanım şekillerinin, Ortaçağ Türk İslam devletlerinde mevcut “hâkimiyet alâmeti” telakkisi ve uygulamalarına aykırı bulunması,
- İddiaya temel teşkil eden belge ve bilgilerin, konuyu tam olarak izaha imkân vermemesi, hatta -bize göre- reddetmesi sebebiyle yeniden gözden geçirilmelidir.
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
e-posta: erkangoksu@hotmail .com
Ek 1
Kartal veya Çift Başlı Kartal Figürünün Süsleme Unsuru Olarak Kullanıldığı Mimarî Eserler
- Diyarbakır Surları, Ulu Beden burcunun kuzeyindeki ilk kulede (1088-1090)
- Diyarbakır Surları, Yedi Kardeş Burcunun güneyindeki ilk burç üzerinde (1208-1209)
- Diyarbakır kalesinin batı tarafında (1183-1184).
- Diyarbakır Artuklu Sarayı çinilerinde (1200-1222).
- Diyarbakır Müzesi’ne Cizre’den getirilen taş üzerinde (12-13. yüzyıl).
- Urfa Harran Kapısı (13. yüzyıl)
- Divriği Ulu Cami doğu kapısında (1128-1129)
- Niğde Hüdavent Hatun Türbesi (1312)
- Niğde Sungur Bey Cami doğu portalinde (1335)
- Tokat Gök Medrese Müzesi, Sivas Gök Medrese Müzesi, Ankara Etnografya Müzesi’nde mezar taşlarında (14-15. yüzyıl)
- Sivas Gök Medrese Portalinde (1271)
- Afyon, Sivas, Tokat mezar taşlarında (13-15.yüzyıl)
- İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde Diyarbakır’dan getirilen taş üzerinde (12.yüzyıl)İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne Nusaybin’den getirilen taş üzerinde (13. yüzyıl)
- Konya İnce Minareli Medrese Müzesi’ne getirilen taş üzerinde. (1220 civarı)
- Konya İnce Minareli Medrese Müzesi’ne Alaeddin Sarayı’ndan getirilen kabartma (12. Yüzyıl)
- Konya Kalesi kapısında (1121)
- Konya Alaeddin Saray Çinilerinde (1156-1192)
- Konya Karatay Medrese Müzesi’de Felekabad Sarayı’ndan getirilen çift başlı kartal
- kabartması. (13. yüzyıl)
- Kayseri Karatay Han’ın avlu portalinde iki kuş (1240)
- Kayseri Döner Kümbeti (1276-77)
- Kayseri Huand Hatun Hamamı çinilerinde (1236-38)
- Tercan Mama Hatun Türbesi portalinde (13. yüzyıl)
- Akşehir Selçuk Sarayı çini kalıntılarında (13.yüzyılın ilk yarısı)
- Akşehir Güdük Minare Camii minare kaidesinde (1226-27).
- Akşehir Kileci Mescidi (14-15. yüzyıl)
- Denizli Ak Han portalinde (1253)
- Erzurum Çifte Minareli Medrese portalinde (13. yüzyıl)
- Erzurum Yakutiye Medrese portalinde (1310)
- Erzurum Emir Saltuk Kümbeti (12. yüzyıl ikinci yarısı)
- Beyşehir Kubadabad Sarayı (1236)
- Antalya Müzesi Çinileri (13. yüzyıl)
- Patnos Türbesinde (15. yüzyıl)