Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Celâlî İsyanları (1591-1611)

0 26.929

Yrd. Doç. Dr. Fatma ACUN

Onaltıncı yüzyılın son on yılı ve XVII. yüzyılın ilk on yılına tekabül eden ve Osmanlı devlet düzenine karşı, başlıca resmi devlet görevlileri tarafından yapılan başkaldırılar Celali isyanları adıyla bilinmektedir.[1] Celali isyanların çıkış nedenleri, XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişen ve neticede, askeri düzenden toprak idaresine, vergi toplama usullerine kadar pek çok sahada değişime/dönüşüme neden olan olaylarla yakından ilgilidir. Ancak, Celali isyanlarının, belirtilen bu olayların yanı sıra, belki de bunlardan daha fazla oranda, devlet politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı günümüz araştırmacıları arasında hakim olan bir görüştür. Dolayısıyla, Celali isyanları diye adlandırılan olayların mahiyeti, bastırma şekilleri ve sonuçları tartışılırken konu, devlet otoritesinin tesisi/merkeziyetçilik zeminine oturtulmakta ve ilgili dönem, modern devletin oluşumunda bir aşama olarak değerlendirilmektedir.[2]

XVII. yüzyılda Osmanlı ve Avrupa devletlerinin gelişimi, daha sonraları farklı çizgiler takip etmelerine rağmen, merkezi otoritenin güçlenmesiyle sonuçlanmıştır. Çoğu Avrupa devletleri, örneğin Fransa, aristokrasinin dolaylı kontrolüne dayalı feodal modelden, devlet tarafından atanan görevliler yoluyla, devletin direk kontrol ettiği daha merkezi bir modele doğru gelişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise, başlangıçtaki, devlet tarafından atanan görevliler yoluyla direkt kontrolün sağlandığı merkezi idare modelinden, merkeziyetçiliğin giderek azaldığı, mahalli aristokrasiye dayalı dolaylı idare sistemine geçilmiştir. Taşradaki isyancı grupları ve köylüleri pazarlık veya güç kullanma yoluyla bünyesine dahil edebildiği ve onların konumlarını meşrulaştırabildiği, dolayısıyla da, taşradaki sosyal gruplar aleyhine güçlendiği için, Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyılda hâlâ merkeziyetçi konumda olduğu kabul edilmektedir. Mahalli aristokrasi yoluyla dolaylı idareye geçiş ise XVII. yüzyılda gerçekleşmiştir. Aşağıda, konunun akışı içindeki karşılaştırmalarda da görüleceği üzere, Osmanlı ve Avrupa devletlerinin merkezileşme süreci farklı biçimlerde gerçekleşmiş ve modern devletin oluşumu sürecinde farklı noktalara varılmıştır.

Takip eden kısımda, Celali isyanları öncesinde cereyan eden ve isyanlara değişik derecelerde katkıda bulunan, imparatorluk dahili ve haricinde meydana gelen ekonomik, demografik ve benzeri değişmeler ele alınmakta, bu suretle, Celali isyanlarının, ilgili dönemin olayları ile bağlantılı olarak değerlendirilmesi için zemin hazırlanmaktadır. Ardından isyanların mahiyeti ve isyancıların kaderi, Osmanlı devlet düzeni ile bütünleşme biçimleri, devlet otoritesinin tesisi/merkezileşme açısından ele alınmaktadır. Son kısımda ise, isyanların Anadolu halkı üzerindeki tesirleri incelenmekte özellikle de, bütün ağır şartlara rağmen Anadolu köylüsünün, Avrupa’daki mukabilleri gibi niçin isyan etmediği sorusu üzerinde durulmaktadır.

Klasik Dönemin Mirası

XVI. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı İmparatorluğu hakim güç haline gelmiş ve bu güce, siyasi yönden karşı gelecek veya meydan okuyacak bir Avrupa devleti mevcut olmamıştır. Aynı yüzyılın sonlarına doğru ekonomik ve teknolojik alanlardaki konularda Avrupa’da meydana gelen gelişmeler, Osmanlı gücüne meydan okuyacak biçimde Osmanlı-Avrupa ilişkilerini değiştirmiştir. Bu noktada, Osmanlı gücünün kaynağını incelemek ve Avrupa ile temas sonucunda Osmanlı ülkesinde meydana gelen değişmelerin mahiyetini belirlemek gerekmektedir.

Kanuni döneminde (1520-1566) Osmanlı gücünün zirvesine ulaştığı ve bunun, imparatorluk haricinde Doğu ve Batı’ya yapılan seferler ve imparatorluk dahilinde bir dizi reformlar ile gerçekleştirdiği bilinmektedir. Öyle ki, Kanuni döneminin sonunda imparatorluk nihai coğrafi sınırlarına ulaşmıştı. Orduların sınır bölgelerine ulaşma zamanları giderek uzadığı için, bu tarihten itibaren fetihler ve toprak kazanımları azalmaya başladı. Örneğin, Kanuni’nin Doğu seferi esnasında ordular İran sınırına vardığında, savaş mevsimi neredeyse bitmiş ve askerler yorgun hale gelmişti. Yine de, Osmanlılar Doğu’da Safevilere, Batı’da Habsburglulara karşı birbiri ardı sıra savaşmışlardı: 1579-1590 arasında Safevilerle, 1593-1606 arasında Habsburglularla.

Kanuni’nin imparatorluk dahilinde, takip ettiği politikalar, hariçteki politikalara paralel olarak yürütülmüştür. Devlet düzeninin merkezi biçimde işlemesi için gerekli kurumlar ve kurallar belirlenmiş, güçlü bir bürokrasi de bu dönemde kurulmuştur.[3] Merkezileşme ve bürokratikleşme, çeşitli devlet kurumlarının Osmanlı ülkesinin her köşesini kontrol etmesini sağlayacak biçimde birlikte gelişmiştir. Merkezileşme ile birlikte mutlak idare, adalet ve otorite kavramları ile yumuşatılmaya çalışılmıştır.[4] Osmanlı devlet sisteminin işleyiş kurallarının belirlendiği ve ideal hale geldiği bu dönemde, esnekliğini ve adaptasyon kabiliyetini yitirmediği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin gücünün kaynağı da, karmaşık bürokrasi tarafından desteklenen merkeziyetçi idarede ve bu idarenin adaptasyon kabiliyetinin devamında yatmaktadır.

XVII. yüzyıl nasihatname literatürü yazarları Kanuni’nin saltanat yıllarını, Osmanlı toplumunun her bakımdan mükemmel biçimde işlediği ve kanun ve adaletin geçerli olduğu bir dönem olarak tasvir etmekte, Kanuni sonrasından ise rüşvet, adaletsizlik ve düzensizliğin yaygın olduğu bir dönem olarak bahsetmektedirler. Kanuni dönemini nasihatname yazarlarının yaşamadığı fakat idealleştirdiklerini, Kanuni sonrası dönemi ise, yaşadıkları ve kariyerleri esnasında edindikleri şahsi tecrübeleri yoluyla değerlendirdiklerini hemen belirtmek gerekmektedir. Gerçekte ise, ne Kanuni dönemi aşırı ideal ve her şeyin kanuna, nizama bağlanarak, kanunların ve kurumların adaptasyon kabiliyetini yitirdiği bir dönemdir, ne de kendi yaşadıkları dönemin şartları tasvir ettikleri kadar vahimdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, nasihatname ve benzeri türden literatür yazarlarının, Osmanlı devlet ve toplumunu gözlemlerken, hariçte, Avrupa’da meydana gelen olaylar yerine, yalnızca imparatorluk dahilinde meydana gelen değişmelere yoğunlaşarak gösterdikleri basiretsizliktir.[5] Osmanlı İmparatorluğu’nun içeride düştüğü sıkıntılar, bütün Avrupa ve Asya’yı etkileyen XVII. yüzyıl krizi ve bunun doğurduğu Doğu ve Batı arasında ekonomik ve askeri sahalardaki ilişkilerde meydana gelen değişmelerin sonucudur.

XVI. yüzyıl sonları ve XVII. yüzyıl başlarında Avrupa ve Asya’da genel bir krizin yaşandığı konusunda araştırmacıların hemfikir olmasına rağmen, krizin demografik, ekonomik veya siyasi nedenleri arasında hangisinin daha önemli olduğuna dair tartışmalar devam etmektedir. Demografik değişmelerin başında, 1500’lerde Avrupa ve Asya’da başlayan ve yüzyılın sonuna kadar devam eden nüfus artışı gelmektedir. Ekonomik değişmeler ise, fiyat artışları ile tetiklenmiştir. Mevcut idarecilerin otoritelerini yitirmesi, siyasi kurumların gerilemesi ve değişik biçimlerde tezahür eden isyanlar, XVII. yüzyıl krizine dahil edilmektedir.[6]

Benzeri türden olaylara Osmanlı tarihinde de rastlanmaktadır: XVI. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Avrupa’daki gibi sürdürülebilir bir nüfus artışının meydana geldiği ve toplam nüfusun 30 milyona ulaştığı bilinmektedir.[7] Nüfus artışı, mevcut toprak ve kaynaklar üzerinde baskı oluşturarak neticede, toplumun düzeninde bozulmalara yol açmıştır.[8]

Yeni Dünya’dan (Amerika) gelen gümüşün, giderek artan miktarda Osmanlı ülkesine girmesi, akçenin değerinin düşmesine neden olarak, fiyatlarda geniş çaplı dalgalanmalara yol açmıştır.[9] Dahası, imparatorluğa giren paranın burada kalmayarak ipek yolunu takiben İran’a oradan da Hindistan’a geçmesi, Osmanlı ticaret dengesini büyük ölçüde etkilemiştir. Akçenin değer kaybı, ulufeli askerlerin, özellikle kapı kullarının, enflasyonu karşılar oranda maaş istemelerine neden olmuş, talepleri reddedilince ayaklanma çıkarmışlardır: 1589-91 yıllarında yeniçeriler iki kere, 1593 yılında bir kere ayaklanmışlardır. Akçenin sürekli değer kaybetmesiyle enflasyon girdabına giren Osmanlı İmparatorluğu, akçeyi devalue ederek bu girdaptan kurtulmaya çalışmış ancak, devalüasyon fiyatlarda büyük değişmelere yol açarak imparatorluğun ekonomisini krize sokmuştur.[10] Akçenin devaluasyonundan sonra, standart Osmanlı akçesiyle aynı miktarda malın satın alınamaması, yalnız ulufeli askerler değil, şehir ve köylerdeki halk arasında da sıkıntılar yaratmıştır. İspanyolların Yeni Dünya’dan getirdikleri gümüş, Avrupa’da fiyat devrimine yol açmıştır. Ancak, Osmanlı Devleti’nde, Avrupa’dan daha fazla olumsuz tesirlerinin yaşanması, nüfus artışına oranla, mevcut mal ve kaynaklara talebin artmasıydı. Avrupa artan nüfusunu Yeni Dünya’ya ve onun kullanılmamış kaynaklarına kaydırabilirken, Osmanlıların fazla nüfusu kaydırabileceği yeni toprak kazanımları büyük ölçüde durmuştu. Bunun nedeni ise, en son teknoloji ile üretilen silahlar, piyade tüfekleri ve ateş gücü yüksek topları kullanan, iyi eğitilmiş Avrupa orduları karşısında, Osmanlı ordusunun başarısızlığı idi. Osmanlı sipahi orduları ateşli silahlar kullanan piyade Avrupa orduları karşısında yetersiz kalıyordu. Bu silahların teknoloji ve bilim ile yaratıldığını belirtmeye sanırız gerek yoktur. Teknolojik ve bilimsel yetersizliğin Osmanlı orduları ile birlikte Osmanlı Devleti ve toplumunu getirdiği nokta, gerilemenin başlangıcını teşkil etmiştir.[11]

Avrupa’da kullanılan yeni savaş aletleri ve teknikleri, İmparatorluk tarafından taklit edilmeye başlanmıştır. Avrupa orduları, piyade tüfekleri ve ateş gücü yüksek toplar kullanırken, Osmanlılar başlangıçta, sipahi ordusuna, ateşli silahlarla donatılmış birkaç birlik eklemiştir. Yapılan savaşlarda başarılı olunamaması üzerine, orduları ve savaş usullerini yenilemek gerekmiştir. Yeni orduların kurulması, tabiatıyla daha fazla para ve hazineye daha fazla yük getirmektedir. Bu yükü karşılamak üzere devlet yeni yollar denemiş, imparatorluğun yayılmasının durması nedeniyle hazineye gelir akmaması karşısında, tek düzenli gelir kaynağı olan köylülere yönelmiştir. Yeni vergi kaynakları yaratmak amacıyla devlet bir yandan, köylülerin ödedikleri nakit vergileri (avarız türü vergiler kastediliyor) daha sık ve düzenli olarak toplama ve uzun dönemde ayni yerine nakdi vergi sistemine geçerken, diğer yandan da, toprak sistemi ile oynamaya başlamıştır. Sahipsiz sipahi toprakları askeri sınıftan olmayın, servet sahibi kişilere satılmış, bu kişiler de toprakları parça parça köylüye kiraya vermiştir. Toprakların bu biçimde satılması ve el değiştirmesi uzun vadede Osmanlı siyasi ve sosyal sisteminin çöküşüne neden olmuşsa da, kısa vadede, savaş masraflarını karşılama bakımından anlamlı görünmektedir.

Hazinenin acil nakde ihtiyacının olduğu bir dönemde, gelirler azalmaya, harcamalar ise artmaya başlamıştır: Uluslararası ticaret yollarının değişmesi neticesinde ticari gelirlerde meydana gelen azalmalar, hazineye giren paranın da büyük ölçüde azalmasına yol açmıştır.[12] Devletin gelirlerindeki azalmaların diğer bir nedeni de savaşlar olmuştur. Her zaman toprak ve ganimet kazanımına, vergilendirilecek nüfus artışına yol açmayan savaşlara girişilmesi, hazinenin para kaynakları ile birlikte ülkenin insan ve ürün kaynaklarını da kurutmuştur. Bu dönemde yapılan savaşlar gelir getirmek yerine, mevcut gelirlerin harcanmasına yol açan türdendir: Örneğin, İran savaşları dolayısıyla devlet, normalde hazineye büyük ölçüde katkıda bulunan Halep, Diyarbakır ve Erzurum eyaletlerinin gelirlerini harcamak zorunda kalmıştır.

Son olarak, Avrupa’daki merkantilist politikalar karşısında Osmanlıların provizyonist politikalarına değinmek gerekmektedir. Giderek artan miktarda ticari metanın, ipekli, pamuklu kumaşlar vs.’nin Osmanlı İmparatorluğu’na girmesi, mahalli üretimin azalmasına ve hammadde satışının artmasına yol açmıştır. Provizyonizm sistemi dolayısıyla, Osmanlı Devleti yalnızca ihracı kontrol etmiş, ithalata ise genelde müdahale etmemiştir. Bu tür politikalar Osmanlıların, devletin askeri yönüyle daha fazla ilgilendiği, ekonomik yönünü ise ihmal ettiği düşündürmektedir. Devletin kendi tüccarını ve ticaretini korumaya yönelik politikalar geliştirmemesi neticesinde pek çok mahalli endüstri merkezleri gerilemiştir.[13]

Bahsedilen bu olaylar dahilinde gelişen XVII. yüzyıl krizi, Avrupa’da ekonominin canlanmasına ve savaş usullerinin değişmesine yol açarken, Osmanlı İmparatorluğu’na dahil olan toprakları geri alma düşüncesinin de yenilenmesine neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise sonuç karışıktır. Osmanlı sitemindeki askeri ve ekonomik sınırlamalar devletin, Avrupa’dan çok farklı bir dizi tepki vermesine yol açmıştır. Devlet, köylüden gelir toplamanın alternatif yollarını bularak krize intibak edebilmiştir. Bürokrasi, vergi toplayıcılarını değiştirme, nakit gelirlere yönelme ve belli vergileri ön plana geçirme gibi yollarla gelir akışını sağlamaya çalışmıştır. Devlet görevlileri bunları, toplumdaki her bir sınıfın devlet ile olan ilişkisini ve merkeziyetçi idareyi ön planda tutarak başarmaya çalışmıştır. Taşradaki elit gruplar arasındaki durumu yeniden belirleyerek, devlet bunları kendine bağlı hale getirmiş ve aralarındaki rekabet ve mücadeleyi artırmıştır. Neticede, taşradaki elit gruplar, her zamankinden daha fazla bölünmüş hale gelmiştir.

Osmanlı Elitleri ve Eşkiyaları

Celali isyanlarının hakiki mahiyetini belirlemek için, öncelikle, Osmanlı elit grupları ve onların devlet sistemi içerisindeki konumları hakkında bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Çünkü, Celali isyanlarında başı çekenler, çoğu zaman devlet görevlileri arasından çıkmış veya bir devlet görevi bahsedilmesi ile isyandan vazgeçerek devletin sadık kulu haline gelmişlerdir.

Osmanlı’da toprak tasarruf eden elitler, Avrupa’dakinin aksine, devlete ciddi anlamda muhalif olmaya veya isyan etmeye muktedir olamamışlardır. Devletin aralarındaki rekabeti artırmasına ve refah düzeylerini düşürmesine rağmen elitler, başlangıçtaki bağlılıkları ve sadakatleri dolayısıyla, çözümleri devlet dışında değil, devlet içinde aramışlardır. Yine, Osmanlı elitleri XVII. yüzyılda tecrübe ettikleri sorunlar karşısında çözümü devlete karşı isyan etmekte veya devletin ve toplumun düzenine karşı gelmekte bulmamışlar, tam aksine, devletin imtiyazlı yapısına tekrar dahil olmak için isyan etmişlerdir. Bu hüküm, eyaletlerdeki yerleşik elitler olduğu kadar, yeni ortaya çıkan eşkiya liderleri için de geçerlidir. Onların devleti yıkmak veya Osmanoğulları sülalesini inhitata uğratmak gibi bir amaçları hiç olmamıştır.

Yukarıda bahsedilen Osmanlı elitlerinin devlete muhalif olmaya muktedir olamamalarının iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi, bu elitler devlet tarafından eğitilmiş ve geleceklerini devlete bağlamışlardır. Devlet de onları bağımsız hareket edemeyecek şekilde bünyesine dahil etmiştir. Siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde bile elitler kendi geleceklerini devletin geleceğinden ayıramamışlardır. Statüleri ve sürdürdükleri hayatları geleneksel olarak devlete bağlı olduğundan, sorunlara hep devlete dayalı çözümler aramışlardır. Bu, merkezi olduğu kadar, mahalli askeri, bürokratik ve kazai elitler için de geçerlidir. Elit muhalefetini engelleyen ikinci neden ise, devletin taşra idaresini, organize muhalefeti mümkün kılmayacak şekilde düzenlemesidir. Bu da elit gruplar içerisinde kaybedenler ve kazananlar yaratmak yoluyla rekabet ortamı hazırlamakla olmuştur. Devletin sürekli manüplasyonları sayesinde sürekli bir rekabet ortamı devam etmiştir. Böyle bir rekabet düzeni içerisinde, elit gruplarının bir araya gelerek, devlete karşı organize ve müşterek bir muhalefette bulunmaları mümkün olmamıştır.[14] Bu nedenle, elitlerin devlete karşı isyanına rastlanmamıştır. Celali isyanları diye adlandırılan olaylar biraz daha yakından incelendiğinde, bunların “isyan” mefhumuna uygun düşmediği, daha çok eşkiyalık hareketi olduğu görülmektedir.[15]

Eşkiyalık hareketleri, devlete karşı ciddi bir tehlike teşkil etmemiştir. Tam aksine, devletin politikalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmış, çabucak da, devlet tarafından, devlet safına çekilmiştir. Eşkiyalar, çeşitli ve değişken bir kimliğe sahip olmuşlardır: eski-köylüler, topraksız kişiler, talebeler, ücretli askerler, başıboşlar gibi. Topluluk haline gelerek, dahil oldukları sosyal gruplarla bağlantılarını kesmişler ve suni bir sosyal yapılanma meydana getirmişlerdir. Bu nedenle geleneksel anlamda, devlete karşı ciddi bir tehdit oluşturmamışlar ve sosyal yapıyı değiştirmeye yönelmemişlerdir. İyi tanımlanmış bir ideolojileri olmadığı gibi, ilan ettikleri düşmanları da olmamıştır.

Bir gün Celali iken, ertesi gün devlet hizmetinde bir görevli veya itaatli bir reaya olmaları, liderlerinin de aynı şekilde, bir gün eşkiya başı iken, ertesi gün itibarlı sancakbeyi olmaları, yaptıkları işin sadece, mevcut düzendeki boşlukları suiistimal etmek olduğunu göstermektedir. Neticede, Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa devletlerindeki gibi sınıfa dayalı, toplu hareket ve bunun direkt sisteme meydan okuması durumu ile ciddi anlamda karşılaşmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda, reaya gruplarının sınıf sistemi dahilinde organize olamamaları ve yalnızca basit çıkar birliğine dayalı toplu hareketle devlete meydan okumaları, Osmanlı Devleti’nin sosyal güçler tarafından ciddi anlamda tehdit edilmemesiyle neticelenmiştir. Böyle bir tehdidi oluşturan sosyal organizasyon daha sonraları, elitlerin zaman içinde merkezden uzaklaşmalarını sağlamaya yetecek kadar mahalli güç kazandıkları XVIII. yüzyılda gerçekleşecektir.

XVII. yüzyıl boyunca Anadolu, kiralık başıboş insanlar ve ücretli askerlerle doludur. Eşkiya liderler ve takipçileri bunlar arasından çıkmıştır. Yağma ve zorba hareketlerde bulunan bu insanlara Celali denmiştir. Celalilerin devlere karşı gelmelerinin en önemli sebebi, devletin en vadedici güç kaynağını temsil etmesidir. Celali liderlerinin çoğu, hakiki anlamda devlete karşı olmamışlardır ve kethüda, mütesellim gibi görevlerle devlet hizmetindedirler. Onları istedikleri yalnızca daha iyi makamlara gelmektir. İsyancıların sancakbeyliği gibi makama geldiklerinde bağımsızlıklarını ilan etmemeleri, para bastırmamaları ve yeni bir devletin kuruluşunu belirtecek diğer faaliyetlere girişmemeleri, onların gerçek niyetlerini göstermektedir.

Daha geniş alanlara yayılmak istemekle amaçları buraları imparatorluktan koparmak değil, devlet görevlileri olarak buralardan vergi toplamaktır. Toplayamayınca da yağma ve zorbalığa girişmişlerdir. Celali liderlerinin devlete karşı ciddi bir tehlike teşkil edememesinin en önemli nedeni, aralarında ittifak yapma kabiliyetini gösterememeleridir; genellikle dağınık haldedirler ve ufak çıkarlar için birbirlerine ihanet edebilmektedirler. Eşkiyalık, genelde plan ve düzen yerine, fevri ve pervasız şiddet hareketini akla getirse de, Celalilerin her iki özelliğe de sahip oldukları söylenebilir. Çünkü devlet tarafından kiralanacak şekilde, başlarında liderleri ile bölükler halinde düzenlenmişlerdir. Bölükler savaş olunca seferber edilmiş, savaş bitince veya liderleri ölünce dağıtılmışlardır.[16] Dağıtıldıklarında, bölük-başılarının etrafında organize olarak kalmaya devam etmişlerdir. Bölüklerin organize edilerek daha büyük birliklerin oluşması hakkında fazla bilgimiz olmamasına rağmen, bunun devletin ordusundaki gibi olduğu tahmin edilebilir. Böyle olması doğaldır çünkü, düzenlenmeleri ve eğitimleri üst düzey askeri komutanlar tarafından yapılmaktadır. Aynı nedenle, devletin ordusu ile benzer düzene ve eğitime sahiptirler. Mahalli küçük bölüklerle birlikte, daha büyük, mahalli olmayan bölük toplulukları da mevcut olmuştur.

Celali mücadelesi dönemi boyunca çeşitli devlet görevlileri, yanlarındaki sekban orduları yardımıyla, reayayı kanuni olmayan yollardan vergilendirmelere ve aşırı baskı uygulama yoluna gitmişlerdir. Sancakbeylerinden en alt düzeydeki vergi toplayıcıya kadar pek çok devlet görevlisi, kanuni ve gayri kanuni vergilendirme arasında gidip gelerek, kanunları çiğnedikleri için, bir kaç kere görevden alınarak tekrar göreve getirilmişlerdir. Bu nedenle, kanuni ve gayri kanuni devlet görevlilerini ayırt etmek reaya için güçleşmiştir. Görevliler ise bundan istifade ederek, görevden alındıkları zamanlarda da vergi talep etme yoluna gitmişlerdir. Etraflarında bulundurdukları sekban bölüklerinin maaşlarını peşin olarak veremedikleri zamanlarda da, onları, maaşlarının karşılığını toplamak üzere kendi vergi bölgelerine göndermişlerdir. Bütün bunlar reayadan haksız ve gayri kanuni ve şiddet yoluyla vergi toplamaya yol açmıştır. Köyler ve kasabaların yağmalanmasına, talan edilmesine kadar varan bu gayri kanuni faaliyetler mahalli kadılar veya otoriteler tarafından merkeze bildirilmiştir. Devletin bu durumlar karşısında ilk yaptığı ise, bölgeye polis görevi görecek olan alt düzeyde bir komutan, Celali serdarı, göndermek olmuştur. Ancak bu ilk tedbirler, fazla başarılı olamamış, eşkiyalık Anadolu’da giderek yaygın hale gelmiştir. Devlet daha sonraki tedbir olarak, ilgili bölgeye vezir tayin etmiştir. Her iki görevli de başarısız olunca, “böl ve yönet” taktiğini denemiştir: Ücretli askerleri isyan eden medrese talebelerine karşı kışkırtmış, eşkiyalarla çarpışmaları için de medrese talebelerinin silahlanmaları teşvik edilmiştir. Pişman olduğu bu hareketten sonra devlet, eşkiyaların üzerine büyük ordular göndermiş veya onlarla pazarlık etme yoluna gitmiştir.

Aşağıda ayrıntıları verilecek olan Celali olaylarının başlangıcı olarak, neredeyse bütün kaynaklar, Haçova Savaşı (1596) esnasında, yapılan yoklamada bulunmayanların “firari” sayılacağı ve tutuklanarak idam edileceği, mal ve mülklerine devletçe el konacağına dair Cağalazade Sinan Paşa’nın emrine atıfta bulunmaktadır.[17] Savaş sırasında binlerce askerin ve Rumeli süvarilerinin Avusturyalılar karşısında korkarak savaş alanını terk ettikleri gerçekti. Ancak, Avusturyalılara karşı büyük bir güçlükle ve Cağalazade’nin son andaki manevrasıyla kazanılan Haçova Savaşı esnasında, aslında, yalnızca timar sahipleri değil, Cağalazade Sinan Paşa da kaçmış, padişah bile cephe gerisine çekilmişti. Bir komutan olan Cağalazade’nin zafer kazanmasıyla sadrazam olması, talihinin yaver gitmesindendi. Timarların geri alındığına dair emirler henüz sahiplerine ulaşmadan, Cağlazade sadrazamlık görevinden geri alındı. Ancak bir ay sadrazam olabilmişti. Ardından gelen sadrazam onun emrini geçersiz sayabilirdi fakat, yapmadı. Emir, yalnızca savaş firarilerini değil, savaşa hiç katılmayan kaçakları da kapsıyordu. Firarilerin arasında timar sahiplerinin yanı sıra, 20.000-50.000 akçe gelire sahip olan zeamet sahiplerinin de adının geçmesi, bu kişilerin çok değerli toprak sahibi rütbeli askerler ve eyalet yöneticileri olduğunu, devletin ise alelacele vergilendirebileceği gelirlerin peşine düştüğünü göstermektedir. Firarilerin bir kısmı Anadolu’ya geçerek burada, özellikle İran sınırında kaynaşan Celali gruplarıyla birleşerek onlara destek vermiş, liderlik etmişlerdir. Celalilerin ve liderlerinin devlet görevlileri olmaları da büyük ölçüde bundan ileri gelmektedir.

Haçova’dan sonra Avusturyalılarla savaşlar on yıl daha devam etti ve Osmanlılar kesin bir zafer kazanamadılar. Bazı toprakları alırken diğerlerini yitirdiler. Timarlı sipahiler bitmek bilmeyen savaşların baskısı altında, memleketlerindeki giderek artan yoksulluk ve kanunsuzluğa daha fazla öfkeleniyorlardı. Kapı kulları da aldıkları ücreti aşındıran enflasyondan şikayetçi idiler. Macaristan’dan dönen sekban bölükleri, ancak Anadolu’da Celaliler arasında iş bulabiliyorlardı. Her Celali zaferinden sonra iş arayan daha çok sayıda kişi Celaliler arasına katılıyordu. Dikkatlerini Avrupa’ya ve sonra da İran üzerine yönelten Osmanlı idarecileri, Anadolu’da yaşanan umutsuzluğu ve Celalilerin önderlerinden gelen tehlikeyi öngörememişlerdi. Celalilerin arasında çok başarılı komutanlar vardı. Bunların devlete karşı koymak için ileri sürdükleri gerekçeler Anadolu halkını çoğuna doğru görünüyordu. Hatta, bozulan sistemi düzeltmek üzere bazı Osmanlı paşaları bile Celali hareketinden medet ummuştu. Osmanlılar Celalilerle mücadelelerinin ardından ancak onların gerçek mahiyetlerini anlayabilmişlerdir. Onlar ne dine ve devlete ihanet etmiş kişilerdi ne de ayrı bir devlet kurma peşindeydiler. Yükselme ihtirası içinde olan, bunun için çok sayıda insanı harcamaya hazır kişilerdi. Bunlardan ilki ve en tanınmışı Karayazıcı idi.

İlk Büyük Celali: Karayazıcı

Karayazıcı adıyla bilinen Celali liderinin asıl adı Abdülhalim’dir. Türk asıllı olan bu Celali liderinin Karayazıcı lakabını, Halep paşasına katiplik ettiği için aldığını, Halep’teki Venedik konsolosu söylemektedir.[18] Karayazıcı hakkında ilk ve en önemli bilgi, onun, Osmanlıların ihtiyacı olduğu, gelişmesine destek verdiği ve yeni savaş yöntemi içerisinde, yani sekbanlar arasında yer aldığıdır. Karayazıcı, aynı zamanda askerlerin örgütleyicisidir. Vergi veren reaya sınıfından, vergiden muaf askeri sınıfına yükselmiştir. Bu özelliği ile Anadolu’daki çeşitli gruplar arasına kolayca nüfuz edebilmekte ve onları etkileyebilmektedir. Çevresine sadık adamlar toplayabiliyor, emri altındaki birliklerinin hizmetlerini diğer sancakbeylerine satabiliyordu.

Karayazıcı’nın kariyeri, Celalilerin liderleri ve yükselişlerinin tipik bir örneğini teşkil etmektedir. Macaristan seferi esnasında 1596 (Haçova Savaşı da bu yılda yapılmıştır), Sivas veya Malatya sancakbeyine vekalet ettiği bilinmektedir. Daha sonra, Tarsus-Silifke yöresindeki medrese talebelerinin çıkardığı kargaşaları yatıştırmakla görevlendirilmiştir. Bu esnada bağlı bulunduğu sancakbeyi görevden alındığı için, Karayazıcı ve adamlarına yol verilmiştir. Diğer bir devlet görevlisinin maiyetinde yüksek bir göreve gelemeyeceğini düşünerek, ortalıkta başıboş gezen çetelere katılarak onların lideri konumuna gelmiştir. Gayri memnunlar kitlesinden olan Haçova firarileri ile İstanbul’da barınamayan sipahileri de etrafına toplayarak ordusunu genişletmiş, ordusu için gerekli olan erzak vs.’yi toplamak üzere köyleri yağmalamaya başlamıştır.

Karayazıcı’nın kanun tanımazlığı baş edilemez hale gelince üzerine ordu gönderildi. Bu yolun tercih edilmesinin birkaç meşru nedeni bulunuyordu: Öncelikler Anadolu halkının can ve mal güvenliği kalmamıştı. Bunun için önlem almak gerekiyordu. Haçova firarilerinin peşine düşmeyi ve onları cezalandırmayı devlet gerekli görüyordu. Doğuda İranlı Şah Abbas tehdit oluşturmaya başlamıştı. Celalilere karşı bir sefer düzenlenerek bu sırada sınırdaki kaleler Safevilere karşı güçlendire bilinirdi. Bu düşüncelerle karar veren divan-ı hümayun, Karayazıcı’nın gücünü kırmak ve düzeni sağlamak üzere Karaman Beylerbeyi Hüseyin Paşa’yı görevlendirdi. Hüseyin Paşa’nın böyle bir göreve tayin edilmesinin iyi bir seçim olmadığı hemen anlaşıldı: Çünkü, paşa görevini yapmak yerine Karayazıcı’ya katılmıştı.[19]

Sistemin adaletsizliği karşısında güçsüz ve yoksul duruma düşen Hüseyin Paşa, çareyi isyancılarla birleşmekte bulmuştu. İki komutan ordularını birleştirerek, Maraş yakınlarında küçük bir Osmanlı birliğini yendi. Osmanlılar daha sonra, Mehmed Paşa komutasında daha büyük bir orduyu, iki asi komutanın üzerlerine gönderdi (1599). Urfa yakınlarında yapılan ve iki ay kadar süren mücadelede Mehmet Paşa fazla başarılı olamadıysa da, Celalileri oldukça yıprattığı söylenebilir. Mehmed Paşa’nın daha fazla mücadele etmek yerine asilerle pazarlık etme yolunu tercih ettiği görülmektedir. Hüseyin Paşa affa mahzar olabileceğini, Karayazıcı da avantajlı durumda olduğunu düşünerek pazarlığa sıcak bakmışlardır. Karayazıcı, Hüseyin Paşa’yı Osmanlı güçlerine teslim ettiğinde, onu işkencecilerin eline verdiğini bilmiyordu. Henüz, merkezi oyuna getirip yüksek bir mevki elde edememişti. Mehmed Paşa ertesi yıl baharında (1600) Karayazıcının üzerine tekrar gönderildi. Karayazıcı Urfa’dan ayrılarak kuzeye yöneldi. Osmanlı ordularının önünden kaçarak Sivas’a geldi. Oradan Çorum’a geçti. Sürekli yer değiştirme ve vurkaç taktiğiyle geçen mücadelelerde Osmanlı orduları yetersiz kalıyordu. Karayazıcı ile baş edemeyeceğini anlayan merkez, onu savaşla olmazsa rüşvetle yola getirmeye karar vermişti. Devlet Karayazıcı’ya bir ferman göndererek kendisini Amasya sancakbeyliğine atadı. Karayazıcı bu teklifi kabul ederek Amasya’ya girdi ve orada altı ay kaldı. İstediğini elde eden Karayazıcı’nın niyeti bu noktada belli değildir. Daha sonraki Osmanlı tarihçilerinin, örneğin Naima’nın, bildirdiğine göre Karayazıcı bağımsız bir hükümet kurmak istemiştir. Ancak çağdaş kroniklerde böyle bir ihtimalden söz edilmemektedir.[20] Karayazıcı’nın sancakbeyinin sağlayacağı haklardan ve ayrıcalıklardan yararlanarak, kanunlara uygun biçimde atanmış bir sancakbeyinin görevlerini yerine getirmeye niyetlendiği düşünülebilir. Osmanlı sistemine yeniden katılmak, etrafındaki adamların önemli bir kısmını oluşturan Haçova firarilerinin de isteğidir.

Karayazıcı konumunu güçlendirirken, Osmanlı Devleti Anadolu’da giderek büyüyen Celali bunalımı ile uğraşıyordu. Anadolu’da halkın olduğu kadar ticaret yollarının da güvenliği kalmamıştı.

Mehmed Paşa’nın Anadolu’daki kargaşalığı bastırma hareketinin, amacından saparak, askerlerinin eşkiya gibi davranmaya başlaması ve Anadolu’da asıl tehlikenin Karayazıcı değil, Mehmed Paşa olduğu haberi divana bildirildi. Durumun böyle olduğunu hayretler içinde öğrenen divan, Paşa’yı azlederek, Karayazıcı’yı da Çorum sancakbeyliğine tayin etti. Karayazıcı’nın orduları burada güvenliği sağlamak yerine yağma ve talana yönelmişlerdi. Osmanlıların bu durumdan çıkardığı sonuç şu oldu: Celali liderinin bağışlanması Anadolu’da güvenliği sağlayamadıysa, bu güçle sağlanmalıydı. Bu suretle, ordularını güneye çekmiş olan Karayazıcı’nın üzerine iki ordu gönderildi.

İstanbul’dan doğuya doğru yola çıkan ordu (1600) Kayseri’ye varıncaya dek epey zayiat verdi. Kış geldiği için şehri kuşatmanın yararı olmadı. Karayazıcı ise daha batıya doğru hareket etti. Bu sıralarda Osmanlılar Avrupa’da başarılı olmuşlar Kanije şehrini almışlardı. İkinci ordu 1601’de Bağdat beylerbeyi Hasan Paşa komutasında Diyarbakır’dan batıya doğru yola çıktı. Hasan Paşa daha hazırlıklıydı ve önce Celalileri takip etmeyi uygun bularak, sezdirmeden onları izledi. Sonunda, Kayseri civarında, Celalilerin üzerine ani bir yürüyüşe geçti. Şiddetli geçen mücadeleler sonunda Karayazıcı epey zayiat verdi ve kalan birlikleri Sivas üzerinden Amasya’ya oradan da Canik dağlarına kaçtılar. Bu sefer Karayazıcı’nın gücüne ezici bir darbe indirilmişti. Hasan Paşa 1601-1602 kışını Tokat’ta geçirdi. Karayazıcı’nın bu aşamadaki takip edeceği yön ve yapacakları hakkında değişik görüşler mevcuttur. Ancak o çekildiği dağlık bölgede, tamamıyla doğal nedenlerden dolayı 48 yaşında iken ölmüştür. Adamları arasında cömertliği ile tanınan Karayazıcı, aynı zamanda acımasız, amacına ulaşmak için gereken her şeyi yapabilen bir kişiliğe sahipti. Urfa’da Hüseyin Paşa’yı Osmanlılara teslim etmesi, kendi geleceği için ne denli acımasız ve gerçekçi karar alabildiğini göstermektedir. Karayazıcı’nın mücadelesi, Anadolu’da bağımsız bir hükümet kurmak gibi siyasi bir amaca yönelik değildir. Öyle olsa idi, Canbuladoğlu isyanında görüleceği üzere, bunu ilk fark eden ve kendi çıkarları yönünde kullanan Avrupalılar olurdu.[21] Onun ve peşinde sürüklediklerinin isyanı devletten köklü bir ayrılmayı değil, devletin içinde yer alma çabasını simgelemektedir.

Deli Hasan

Lidersiz kalan Celali ordusunun başına geçmek şimdi kardeşi Deli Hasan’a düşüyordu. Eski Karayazıcı ordusunun, emir komuta zinciri dahilinde yeniden kurulması uzun sürmedi. Deli Hasan’ın isyanı esnasında sadrazam Yemişçi Hasan Paşa Avusturya sınırında savaşıyordu. Merkezde ise, değişik askeri grupların önemli devlet görevlilerini sürtüşmeye çekmesi ile, elit mücadelesi devam ediyordu. Bunlara ilaveten, altı bölük halkını rahatsız eden konular, yeniçerilerin taşraya yerleşerek konumlarını güçlendirmesi, saray işlerinin yetersiz sayıda yabancılar tarafından görülmesi ve sultanın savaşa gitmeyi reddetmesi gibi konular merkezi meşgul ediyordu.

Celalilerin eyalet idaresinde önemli makamlara gelmesi de şikayet konusuydu. Merkezdeki sipahiler, altı bölük halkı, çoğu eyalet yöneticilerini Deli Hasan, Tavil Halil ve Kara Said gibi eşkiyalarla bir tutuyor ve onlar gibi talan ve yağma yaptıklarını iddia ediyorlardı. Bu memnuniyetsizlikler üzerine sadrazam merkeze dönerek, meselelerin üzerine eğildi. Böyle bir zamanda, Deli Hasan vekili Şahverdi’yi İstanbul’a göndererek, af diledi ve aynı zamanda bir görev talebinde bulundu. Zamanlaması iyi olduğu için sonuç alabildi ve Bosna sancakbeyliğine tayin edildi. 4000 adamını altı bölük halkına katarak, ordusu ile birlikte Bosna’ya gitti. Böyle bir görevlendirme ile, Celalilerin Rumeli’ye kaydırılması ve Anadolu’daki güçlerinin azaltılması planlanmıştı. Kardeşi Karayazıcı gibi, Deli Hasan da Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak istemiyor, Osmanlı düzeninde meşru bir makam talep ediyordu. Adamlarının istediği ise, Anadolu’da olduğu gibi yağma ve talandı. Deli Hasan’ın ordusu Özsek ve Peşte’de Hıristiyanlara karşı savaştı. Ancak, Celali ordusu eski alışkanlıklarını bırakmayarak, buraları da talan ettiler. Deli Hasan Osmanlılara tam anlamıyla sadık kalmamış, Venediklilerle ve Papa ile ihanete varan yazışmalarda bulunmuştu. Bosna’da bulunduğu esnada, stratejik önemi olan Resne kalesini 100.000 altın karşılığında satmayı teklif ettiği öne sürülmektedir. Bu haber alındığında, Deli Hasan Belgrad’a kaçtı. Daha sonra yakalanarak 1606 yılında idam edildi. Deli Hasan ile denenen Celalilerle barışma politikası da böylece başarısızlıkla sonuçlandı. Eşkiya- sancakbeylerinin faydasızlığı bir kere daha tecrübe edilmiş oldu. Bu esnada Celali hareketleri Anadolu’da daha organize hale geliyor ve güçlü merkezler oluşturuyorlardı. Sultan I. Ahmed yeni tahta geçmiş ve Doğu’ya sefer yapma gereği hasıl olmuştu. Osmanlı orduları hem Batı’da hem Doğu’da savaşmak zorundaydılar.

Tavil Halil

Üçüncü Celali lideri olan Tavil Halil’in eşkiyalık yaptığı dönemde padişah olan I. Ahmed başlangıçta, eşkiyalarla pazarlık etme siyasetini benimsemeye mecbur kalmıştı. Ancak, daha sonra Osmanlı kuvvetlerinin Tavil karşısında yenilmesi üzerine, ordunun başına geçerek Celalilere karşı sefere çıktı. Fakat, Bursa’dan öteye gidemedi, çabucak İstanbul’a geri döndü. Yokluğunda, Sofu Sinan Paşa’nın Halep, Anadolu ve Sivas sancaklarını Tavil’e teklif etmişti. Bunu duyan Padişah, Paşa’yı görevden aldı. Tavil Halil de, kendisine teklif edilen Halep, Anadolu ve Sivas sancaklarını reddetmesi, bir bakıma onun siyasi motivasyonunun yetersizliğini göstermektedir. Büyük bir bölgenin kontrolü ile ilgilenmeyen Tavil Halil daha sonra Bağdat beylerbeyliğine, on iki adamı da çeşitli sancakbeyliklerine getirildi. Padişah, bundan sonra da Celalilerle pazarlık yaparak onları sistemin içine çekme siyasetini daha istikrarlı biçimde benimsedi. Bu siyasetle, eşkiyaları sadık Osmanlı beyleri yapmayı, ordularını da kendi ordularına katmayı düşünüyordu. Bu siyaset yürüyor gibiydi. Artık Celali liderleri köylülerden uzaklaşarak askeri sınıfına katılıyor, padişahın sadık askerleri olarak İranlılar ve Avusturyalılarla savaşıyorlardı.[22]

Kalenderoğlu Mehmed

Kalenderoğlu Mehmed çavuşluk ve mütesellimlik görevlerinde bulunmuştu.[23] İsyan nedeni kaynaklarda pek açık değildir. Cağalazade Sinan Paşa ona sancakbeyliği vermiş olabilir, fakat o, İran cephesinde savaşmayı reddetmiştir. İlk defa Batı Anadolu’da, Saruhan’da Anadolu beylerbeyini yenilgiye uğrattığı 1605 yılında isyan etmiş, daha sonraki hareketlerini de hep bu bölgede sürdürmüştür.

Tavil Hasan’ın Anadolu’dan ayrılmasından sonra Kalenderoğlu en önemli Celali durumuna gelerek, ünlenmiştir. Sadrazam Derviş Paşa’nın yerine atanan Kuyucu Murad Paşa (1606) ile karşılaşıncaya kadar, Kalenderoğlu Osmanlı ordularıyla çeşitli yerlerde ve çeşitli kerelerde çarpışmış, genelde başarı kazanmıştır. Önce, Manisa’yı kendine üs tutmuştu. Burada ne tür askeri ve siyasi teşkilatlanmaya gittiğini bilemiyoruz. İsyan nedeni bilinmemekle beraber, benzerleri gibi Osmanlı düzeni içerisinde bir makam talebinin olduğu düşünülebilir. Adamları arasında Haçova firarileri ile kendisine katılan deneyimli askerlerin olması, Osmanlı benzeri bir askeri teşkilatlanmaya ve iş bölümüne sahip olduğunu gösterebilir. Sancakbeyi veya beylerbeyinkine benzer bir bürokratik yapı kurmuş olabilir. Diğer isyancılarla da işbirliği halindedir. Kalenderoğlu’nun Manisa’nın ayan ve eşrafı ile iyi ilişkiler kurarak, düzenli bir şekilde haraç toplamasına bakılırsa, iyi teşkilatlanmış bir askeri gücü yönettiği anlaşılmaktadır.

Kalenderoğlu’nun kolayca bertaraf edilemeyeceğini anlayan Kuyucu Murad Paşa, Sivas sancakbeyliği teklifiyle karşısına çıkmıştır. Kalenderoğlu, adamlarının isteksizliği üzerine bu öneriyi geri çevirmiştir. Aslında o da, Tavil Hasan gibi, daha yüksek bir makam istemektedir. Yeni Sadrazam Kuyucu Murad Paşa’nın Belgrad’dan gelmesinin beklendiği 1607 yılı Celalilerle mücadelelerle ve Celalilerin giderek güçlenmesiyle geçiyordu. İsyancıların hareketi neredeyse bütün Anadolu’yu sarmıştı. Önlerindeki tek engel kar ve kış gibi görünüyordu. Ancak aralarında birlik sağladıkları söylenemezdi. Celaliler Osmanlılara karşı geldikleri gibi, her türlü otoriteye karşı geliyor, birbirlerine söz geçiremiyorlardı. Görünüşte İran’a, fakat gerçekte Anadolu’daki Celalileri temizleme seferine çıkan Kuyucu Murad Paşa, bunu ancak iki yılda tamamlayabildi. Sadrazam Kalenderoğlu ve diğer bir eşkiya olan Kara Said’le yazışmalarda bulundu. Canbuladoğlu’nun üzerine yürüdüğünde arkadan gelecek bir saldırıdan korkuyordu. Bu sırada Osmanlıların, Batı Anadolu Celalilerinin üzerine gidecek gücü de yoktu. Dolayısıyla Kalenderoğlu’na Ankara sancakbeyliği teklif edildi. O dönemde Ankara kadısı olan Vildanzade Ahmed Efendi, atama emrine rağmen, Kalenderoğlu’nun şehre girmesine izin vermedi. Bunu, şehri Celalilerin yapacağı tahribattan korumak istediği, veya gizlice Murad Paşa ile haberleştiği veya Kalenderoğlu’nu kuzeydeki birliklerle savaşa çekmek istediği için yapmış olabilir. Vildanzade, Kalenderoğlu’nu şehre sokmamaya kararlıydı. Bir anlaşmaya varıldı: Başlarında komutanlarıyla otuz kadar askerin şehre girerek gereksinimlerini almalarına izin verildi. Bu arada Vildanzade, bir ulağı yardım istemek üzere Murad Paşa’ya gönderdi. Ulak dönüşte Celalilerin eline düşünce, kadının planlarını ve otuz adamın öldürüldüğünü anlattı. Bunun üzerine Kalenderoğlu derhal Ankara’ya bir saldırı başlattı. Osmanlı kuvvetleri de Konya’dan yola çıkmış geliyorlardı. Osmanlı orduları şehirle fazla uğraşmadan Kalenderoğlu’nu takip ettiler. Kalenderoğlu Merzifon’a doğru çekilmişti ve Osmanlı ordularını Ladik yakınlarında yendi. Tutsak ettiği 1.200 askerin elinden silahlarını alarak kendilerini salıverdi. Kalenderoğlu bu sefer Bolu’ya yöneldi. Buradan Bursa’ya geçti. Bu esnada Sadrazam Kuyucu Murad Paşa ordusu ile Halep’te idi. Kalenderoğlu’da ordusu ile İstanbul’a birkaç günlük uzaklıkta karargah kurmuş devlete meydan okuyordu. Celalilerin İstanbul halkı için büyük bir tehdit oluşturduğunu Fransız elçisi yazmaktadır.[24] Kalenderoğlu’nun amacı, başkenti korkutarak, padişahı kendisine yüksek bir makam teklif etmeye zorlamaktı. İl-erleri, 40.000 şehirli ve bazı küçük birlikler silahlandırılarak, İstanbul, civarı ve Bursa’yı korumak üzere harekete geçirildiler. Bu çabalar çok az sonuç verdi. Bunlardan ancak 6.000 tanesi Bursa’ya varabildi.

Bursa’ya yönelen Celalilere diğerleri katılarak şehri yağma ve talan etmişler etrafa korku saçmışlardır. Eski Osmanlı başkentinin neredeyse tamamını ele geçirmişlerdi. Bu durum karşısında Osmanlı idarecileri, eyaletlerde il-erleri adıyla bilinen yardımcı kuvvetlerin toplanması emrini verdi. Osmanlı askerlerinin önemli kısmı Canbuladoğlu ile savaşmak için Doğu’ya gittiğinden fazla sayıda asker kalmamıştı, Rumeli’de kalanların Anadolu’ya geçirilmesi de zaman alıyordu. Nakkaş Paşa komutasında düzenlenen Osmanlı orduları Kalenderoğlu’nun peşine düştü. Nakkaş Paşa’yı peşine takan Kalenderoğlu, güneybatıya yöneldi. Arada geçen uzun mücadelelerin neticesinde Kalenderoğlu, Nakkaş Paşa’nın ordularını yenerek tamamıyla yok etti. Bu olayların neticesinde, Osmanlı idaresi, ordunun tam desteği olmadan Celalilerle mücadele edilemeyeceğinin farkına vardı. Celalilerin güçlendikleri ve kendi mekanlarında kolayca yenilemeyeceği aşikardı. Canbuladoğullarına karşı kazandığı Oruç Ovası zaferinin ardından Anadolu’ya yönelen Kuyucu Murad Paşa, nihayet az sayıda fakat deneyimli askerleri ile Göksun ovasında Kalenderoğlu’nun birliklerini tamamıyla dağıttı. Kalenderoğlu kaçmıştı. İran’a gitmeyi belirlemişti fakat direkt olarak oraya yönelmedi. Uzun mücadelelerden sonra Kalenderoğlu ve ordusu 1608’de İran sınırına yaklaştı ve karşı tarafa geçerek Şah Abbas’ın ordularına katıldı. Bir yıl sonra hastalanarak öldü. Adamları da, Diyarbekir Beylerbeyi Nasuh Paşa’nın uzlaşma teklifini kabul ederek Anadolu’ya döndüler. Paşa bunlara sarı renkte bir örnek üniforma giydirerek, sarıca adı verilen tüfekli piyade alayı haline getirdi. Kuyucu Murad Paşa 1611 yılında ölünce yerine Nasuh Paşa geçti. Sadrazamın ölümü ve Kalenderoğlu’ndan geriye kalan Celalilerin yeni sadrazam Nasuh Paşa’yla uzlaşmasıyla, İranlılarla olan gerginlikler ortadan kalktı. İki taraf 1612’de bir anlaşma yaparak ilişkilerini bir esasa bağladılar.

En Son ve En Tehlikeli Celali: Canbuladoğlu Ali

Canbuladoğlu ailesi Kilis’ten Halep’e kadar olan bölgeyi, bir nesildir idare ediyorlardı, mahalli bağlantılar kurmayı da başarmışlardı. Bölge, İstanbul’da 30 günlük mesafede ve merkezin kontrolünden uzaktaydı. Bu nedenlerle, Osmanlı topraklarına katıldığı 1516 yılından itibaren çeşitli problemlere sahne olmuş Osmanlılar da burayı yönetmek için çeşitli güç odakları ve sınıfları kullanarak, bir grubun ön plana geçmesini engellemişlerdi. Bir yandan aşiret reislerini, yeniçerileri ve mahalli emirleri yönetime katılmaya teşvik ederken diğer yandan da, kısa dönemli olarak merkezden görevliler göndererek kontrolü sağlamaya çalıştılar.

İran’la yapılan uzun savaş yıllarında Osmanlılar dikkatlerini Kuzey Suriye’den çevirdiler ve büyük bir aile olan Canboladların kontrolü ele almalarına müsaade ettiler. Bölge Kürtler, Araplar ve Türkmen kabileleri dahil pek çok etnik grubu barındırıyordu. Halep ve civarı oldukça zengin bölgeydi. Bu da, Kuzey Suriye’nin kontrolü ile ticaretle birlikte ziraatden yüksek miktarda vergi geliri sağlanması anlamına geliyordu. Bölge ticaret yolları üzerindeydi ve mahalli tüccarlar bundan bir hayli istifade ediyorlardı.

Amcası Canbuladoğlu Hüseyin Paşa’nın ölümü üzerine, Canbuladoğlu Ali Paşa bölgenin idaresini ele geçirdi. Osmanlıların İnebahtı yenilgisinden (1571) sonra yabancılarla iş birliği haline girişmişti. Kuzeydeki Celaliler ve güneydeki iktidar sahipleri ile ittifaklar yaparak konumunu güçlendirme yoluna gitti. Daha sonraları, kutsal yerler olan Mekke ve Medine’ye giden yolları kapattı. Osmanlılar ile Canbuladoğlu Ali Paşa arasındaki sürtüşmeler, 1606 yılında, Paşa’nın makamını güvence altına almak için Osmanlı Sultanı ile pazarlığa girişmesiyle başladı. Sultan I. Ahmed’e gönderdiği bir mektubunda, İran savaşında Osmanlılara 10.000 askerle yardım etmesi karşılığında Halep beylerbeyliğini talep ediyordu.[25] Daha sonraları, her seferinde artan miktarda asker desteği karşılığında, komutanları için sancakbeyliği ve diğer adamları için çeşitli görevler talep etti. Sonunda, Osmanlı ordusuna toplam 60.000 asker sağlayabileceğini bildirdi. Canbuladoğlu’nun taleplerini başlangıçta “biraz fazla” bulmasına rağmen, Osmanlı Devleti 1606 yılında ona Halep beylerbeyliği görevini tevcih etti. Yeni beylerbeyinin ilk faaliyeti ise, İran şahı ve Toskana Büyük Dukası ile iş birliği yapmak oldu. Kuzey Suriye yalnızca uzak değil, Canbuladoğlu’nun en yüksek mevkide olduğu bir bölgeydi. İdari ve askeri otoriteyi düzenleme yolunda faaliyetleri de görülüyordu. Taşra idaresinde ve beylerbeyinin yaptığı düzenlemeler Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni değildi. Her beylerbeyi, genelde İstanbul örneğinde, kendi divanına sahipti ve kendi idari yapısını şekillendirebiliyordu. Fakat Canbuladoğlu’nun yaptıkları bundan çok farklıydı: Kendi andına para bastırıyor, hutbe okutturuyor ve kendini Suriye Krallığı’nın prensi ve koruyucusu ilan ediyordu. Bu esnada da ordusunu teşkilatlandırıyordu. Bu ilk aşamalarda, Avrupalıların. Canbuladoğlu’nun Osmanlılarla olan ilişkilerine müdahale etmekten imtina ettiği, Osmanlılarla olan ilişkilerini zedelemek istemedikleri bilinmektedir.[26] Yine de, Suriye bölgesini kontrol etmekle yakından ilgileniyorlardı ve Canbuladoğlu’nun taleplerini açıkça destekliyorlardı. Sonunda, 1606 yılında, Canbuladoğlu’nun isyan ederek Osmanlılardan ayrılmak için fırsat kolladığı Osmanlı idarecileri tarafından fark edildi.

Bunun üzerine, Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, görünüşte Şah Abbas’a karşı İran’a, fakat gerçekte Kuzey Suriye’ye deki isyanı bastırmak üzere sefere çıktı. Avusturyalılarla yeni anlaşma imzalanmıştı (1606), beklemeye gerek yoktu. Yaşlı savaşçı vezir, yokluğunda devleti idare edecek güvendiği kişileri önemli makamlara getirerek sefere çıktı.

Canboladoğlu’nun yaptığı ittifaklardan beklediği yardımı alamaması için hızlı davranmak gerekiyordu. Murad Paşa Suriye’ye doğru yola çıktı. Anadolu’da karşılaştığı Celalilerle pazarlık veya savaş yoluyla bertaraf ederek Kuzey Suriye’ye ulaştı. Murad Paşa ve Canboladoğlu Ali Paşa’nın orduları Halep’in kuzeyindeki Oruç Ovası’nda karşılaştılar. Canbuladoğlu’nun ordusu büyük bir mağlubiyete uğradı ve 100.000 adamı ve 48 kadar eşkiya lideri öldürüldü. Canboladoğlu Ali Paşa teslim alınarak İstanbul’a getirildi. İstanbul’da padişah kendisine niçin isyan ettiğini sorduğunda; isyancı olmadığını, çevresine toplanan kötü düşüncelilerden kurtulamayıp başlarına geçtiğinde Osmanlı birliklerinin üzerine geldiğini, şimdi suçlu durumda olduğunu, eğer bağışlanırsa bunun padişahın büyüklüğünü göstereceğini, cezalandırılırsa da bunun padişahın hakkı olduğunu söyledi.[27] Bu savunma samimi bulunmasa da şimdilik kabul edildi. Canboladoğlu Ali Paşa sarayda izzet ve itibar gördü. Ancak, Osmanlı idarecileri arasında onun idam edilmesini isteyenlerin sayısı oldukça kabarıktı. Sonunda Temeşvar beylerbeyliğine tayin edildi. Burada bir yıl kaldıktan sonra Belgrad’a kaçtı. Kuyucu Murad Paşa’nın girişimleriyle burada yakalanarak öldürüldü (1610).

Canbuladoğlu’nun isyanından sonra, bu tür hareketlerin tekrar etmemesi için Kuyucu Murad Paşa geniş kapsamlı tedbirler aldı. Canbuladoğullarının bütün mülklerine el konuldu. Toprakları, padişaha ait olacak, dilediği biçimde dağıtılacak, gelirleri de hazineye gönderilecekti. Suriye’nin yönetiminde tımar sisteminin etkisi giderek azaldı. Osmanlılar burayı, kendilerine sadık mahalli emirler vasıtasıyla yönetmeyi uygun gördüler. Vergilerini ödedikleri ve Osmanlılara isyan etmedikleri sürece, onları halklarıyla baş başa bıraktılar.

Canbuladoğlu Ali Paşa’nın isyanının ardından, Maanoğlu Fahreddin’in, Canbuladoğlu gibi, Toskanalılarla ittifak yaparak isyana teşebbüs ettiği, ancak bunu Osmanlıların anlaması ve üzerinde baskı kurması nedeniyle Floransa’ya kaçtığı bilinmektedir. Bölgede, daha sonraları küçük çaplı ayaklanmaların meydana geldiği kaynaklarda görülmektedir. Ancak bunların hiçbiri de tehlikeli düzeye ulaşmamıştır.

Canbuladoğlu isyanının bastırılmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde önemli bir dönem de kapanmış oldu. Kuyucu Murad Paşa vasıtasıyla devlet, baskı gücünü göstermişti. Devlet, Celalilere karşı pazarlık, rotasyon gibi tedbirlerin yanı sıra, güce başvurma yolunu da tercih ediyordu. En sert gücü de Canbuladoğlu’na karşı kullanmıştı. Bunun nedeni ise, Suriye valisinin isyanının devletin bütünlüğünü tehdit etmesiydi. Anadolu’daki Celali hareketi ile karşılaştırıldığında durumun ehemmiyeti daha belirgin hale gelmektedir. Yağma amaçlı Celalilerin Anadolu’yu baştan başa kat etmeleri karşısında, Canbuladoğlu, bölgesinde kalmış, ordu kurmuş ve daha da önemlisi Avrupalı devletlerle ittifak yaparak desteklerini almıştır.

Celalilerin en büyüğü olan Canbuladoğlu’nun devlet tarafından ele alınış şekli ve akıbeti ile devlet, potansiyel Celalilere şu mesajı vermektedir: Devletin yolu her zaman açıktır.

Son büyük Celali olan Canbuladoğlu’nun bastırılması ile Celali isyanları sona ermiş bunu simgelemek üzere, 1609 yılında Sultan Ahmed Camii’nin yapımına başlanmıştır.[28] Takip eden dönemde, Anadolu’da bazı mahalli Celalilerin faaliyetlerini sürdürdüğü bilinmektedir. Ancak, bu dönemdeki eşkiyalar siyasi nedenlerle ayaklanmışlar, siyasi nedenleri kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanmışlardır. İçlerinden en meşhuru olan I. Ahmed’den sonra tahta geçen II. Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinin intikamını almak için Abaza Mehmed Paşa’nın ayaklanması, bu mahiyette bir isyandır. Celali isyanlarının ikinci dönemi olarak ele alınan 1623-1648 döneminde, mahalli halka zarar veren küçük çaplı Celali faaliyetleri görülmektedir. Bunlara, aşağıda, Celali isyanlarının reaya üzerindeki tesirlerinin ele alındığı kısımda değinilecektir.

Celali Mücadeleleri ve Anadolu Köylüsü Anadolu Köylüsü Neden İsyan Etmedi?

Celali mücadelesi döneminde çekilen sıkıntıların hayatı güçleştirmesine ilaveten, XVII. yüzyılın problemlerinden olan nüfus baskısı, devletin merkezileşmesi, devletin ve mahalli elitlerin daha fazla vergi toplama taleplerine rağmen Anadolu köylüsünün neden isyan etmediği sorusu açıklama gerektirmektedir. XVII. yüzyıl krizini tecrübe eden Avrupa devletlerinin çoğu, kırsal nüfus isyanlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Avrupa tarihinde, köylülerinin aristokrasi ile birleşerek devlete karşı isyan ettiği sıkça görülmektedir. Ortak çıkarları dolayısıyla köylülerle ittifak yaparak devlete karşı ayaklanmışlar ve devletle uzun vadeli tasarruf anlaşmalarına girişmişlerdir. Osmanlı örneğinde ise, benzeri şartlar mevcut değildir. Köylüler isyan yapamaya muktedir değillerdir veya isyan yapmakla ilgilenmemektedir.

Osmanlı toplum yapısı, bir veya birkaç grubun birleşerek toplu harekete girişmelerini engelleyen kalıtsal özelliklere sahiptir. Özel mülkiyetin olmaması, devletin toprağı tasarruf eden elitleri sürekli rotasyon halinde tutması, elitlerin köylülerle ittifakını engelleyerek, tesirsiz hale gelmelerini sağlamıştır. Dahası, toplumdaki diğer grupların birbirinden ayrı durmasına özen gösterilmiş ve aralarındaki ilişkiler, toplumdaki bütün yapılanmaların üzerinde ve güçlü bir konumda olmaya çalışan devlet tarafından kontrol edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda köylü isyanlarının olmaması, sosyal yapının özellikleriyle ve ekonomik sıkıntılar karşısında, devletin bu özellikleri kontrol etme maharetiyle yakından ilgilidir: Toplumun yapısı, köylülerin toplumdaki diğer gruplarla ittifak yapamaması ve devletin taşradaki faaliyetleri gibi nedenler köylünün devlete karşı isyanını engellemiştir.

Zor durumda olan köylülerin birkaç seçeneği bulunmaktadır: İsyan etmek, zirai faaliyetlerin artırılması ve göç. İsyan, bunların arasında en zor olanıdır. En çok başvurulanı ise, devlet görevlilerinin ve isyancıların ulaşamayacağı yerlere kaçmak veya göçebe hayata dönmektir. Anadolu köylüsünün tercihi de bu olmuştur. Şehirlere göç, geçici iş imkanları ve medreselerin bulunması nedeniyle, özellikle de bekar erkeklere cazip gelmiştir. Köylüler ise tarım alanlarını genişletme yoluna gitmiş, durum daha da kötüleşince göçebe hayata dönmüştür. Değişen şartlara uyum sağlamaya çalışan köylüyü devlet rahat bırakmamış, daha fazla vergi ödemeye zorlamıştır. Köylünün başvurduğu her türlü yola, devlet görevlileri, vergi toplayıcıları ve diğer görevliler çeşitli taleplerle karşılık vermişlerdir.

Osmanlı toplumunun üç yapısal özelliği köylülerin, Avrupa’daki benzerleri gibi, elitlerle ittifak yaparak isyan etmelerini engellemiştir. İlki, üretimin düzenlenmesi nedeniyle, köylü çalışmasının çoğunu aile ünitesi içinde yapmaktadır. İkincisi, tımar sahibinin rotasyonu ve sıkça seferlere katılmasıdır. Bu durum, tımar sahibinin toprağa yatırım yapmasını ve köylü ile arasında güçlü bağlar geliştirmesini engellemiştir. Köylü ile tımar sahibini daha da ayıran üçüncü faktör ise, köylünün tımar sahibini şikayet edebileceği kadılık kurumudur. Kadılık kurumu, köylü ile tımar sahibinin ikili ilişkisi arasına üçüncü bir taraf olarak girerek, ilişkinin gücünü zayıflatmıştır. Bu üç yapısal özellik, Osmanlı köylüsünün efendisi ile olan ilişkilerinin niteliğini belirlemiş ve köylünün farklı bir yol takip etmesine neden olmuştur.[29] Dolayısıyla, Batı Avrupa’nın büyük bir kısmında, köylülerin aristokrasi ile birleşerek devlet sistemine karşı ayaklandığı bir zamanda, Osmanlı köylüleri, çıkar birliği yapacağı müttefik bulamamıştır. Bu konulara aşağıda sırasıyla değinilecektir.

Çiftçi ailesinin temel üretim ünitesi olmasına karşın, bu yalnızca köylüyü ilgilendirmiştir, tımar sahibini değil, O vergisini toplamakla ve savaşa götüreceği adamlarla ilgilenmektedir. Harman ve vergi toplama zamanları dışında köylü ve tımar sahibi çok az temas halindedir. Klasik dönemde tımar sahibi ile köylü arasında bir mesafe vardır. XVII. yüzyılda tımar sahibi köylüden ayrı hale gelmiştir fakat geçimi için köylüye bağlıdır. Ekonomik sıkıntılar ve tımar sahibinin sıkça değişmesi nedeniyle köylü zor durumdadır. Tımar sahibini fazla görememektedir. İkili ilişkinin zayıflaması neticesinde köylünün devlet görevlileri tarafından istismar edilmesi de artmıştır.

Vergi toplama usulü olarak XVII. yüzyılda mukataa sistemine geçilmesi, köylü ile mukataa sahibi arasına bir dizi görevlinin (mütesellim, mübaşir, emin, amil) girmesine neden olmuştur. Görevliler zinciri uzadıkça köylünün istismar edilmesi de kolaylaşmıştır. Gelir kaynaklarının, bedelleri önceden ödenmek kaydıyla özel şahıslara satılması anlamına gelen mukataa usulü ile, belli bir topraktan gelir toplama hakkı, ihale yoluyla, 1-3 yıllık süre için devredilmektedir. Devletin paraya olan acil ihtiyacını karşılamak amacıyla mukataa usulünün yaygınlaşması, daha sonraları kayd-ı hayat şartıyla verilmesi ile köylüler daha kolay istismar edilir hale gelmişlerdir. Köylülerin görevliler tarafından istismar edilmemesi için bir dizi adaletnameler yayınlandığı bilinmektedir.[30] Görevlilerin taleplerine, ilerleyen Celali olayları döneminde eşkiyalarınki de eklenince, köylünün geçim kaynağı ciddi anlamda tehlikeye girmiştir.[31]

Osmanlı köylüsünün Ortaçağ Avrupası’ndaki sertlerden daha iyi konumda olduğuna şüphe yoktur. Bunu sağlayan, merkezi devletin koruyuculuğu ve bağımsız adalet sistemidir.[32] Devlet açısından bakıldığında mahkeme, taşraya uzanan kontrolün bir parçasıdır. Aynı zamanda, Osmanlı toplumunda şikayet mekanizmasının işlemesini sağlamaktadır. Köylü açısından bakıldığında ise, diğer gruplarla ittifak kurmasını bir bakıma engellemektedir. Mahkemelerin varlığı, toplu hareketi engelleyerek bireysel hareketlerin sayısını artırmaktadır. Köylülerin güvenini kazanmış olmalarına rağmen, mahkemeler ve kadıların devlet gözünde istismarcı bir imajı olduğu belgelerden anlaşılmaktadır. Vergi toplama görevini istismar ettikleri ve eşkiyalarla iş birliği yaptıkları yolunda tespitler vardır.

Kadıların ve timarlı sipahilerin rotasyona uğraması, dolayısıyla, köylülerin direkt muhatap olduğu her iki devlet görevlisinin de gelip geçici konumda olmaları, kendilerine yapılan haksızlıklara karşı topluca harekete girişmelerine ve isyan etmelerine müsait ortam yaratmış olmalıydı. Fakat olmadı. Elit ittifakının olmadığı bir ortamda istismar edilen sınıf olarak köylüler isyan etmek için bir araya gelmediler. Böyle toplu hareketin yokluğu, organizasyonu sağlayacak kırsal yapıların yokluğunda aranmalıdır. Kırsal kesimdeki köylüler, göçebeler, dini kurumlar ve bunların organize olma biçimleri, kırsal hayatta sosyal dağınıklığa işaret etmektedir. Devlet görevlilerinin değişmesi, çatışan veya ittifak yapan grupların hareketi, değişen kimlikler karşısında tek istikrarlı grubu köylülerin oluşturması, bahsedilen türden bir toplu hareketi engellemektedir. Bu durumda, bazıları daha iyi fırsatlar aramak üzere yerlerini terk ederken bazıları da eşkiyalara karışmıştır.

Büyük Kaçgun

Celali olaylarının yarattığı en büyük sonuçlardan biri, “büyük kaçgun” adıyla anılan, Anadolu köylüsü arasında geniş çaplı bir göç olayının meydana gelmesidir. Köylüler merkeze yolladığı şikayet arzuhallerinde, zulümlerden kurtulamazlarsa “terk-i diyar ve cilay-i vatan” eyleyeceklerini bildiriyorlardı. Bunların, şikayet usulünün basma kalıp dili olmayıp, hakikat olduğu 1603’teki olaylarla görüldü. Bu tarihte, Anadolu köylüsünün büyük bir kısmı, mallarını ve hayvanlarını bile yanlarına almadan köylerini terk etti. Köylünün köyünü terk etmesi, Celali olaylarının başlangıcından beri görülmektedir: İlk terk edenler işsiz güçsüz bekar erkeklerdir.

Büyük kaçgun esnasında terk edenler ise, toprağa bağlı, vergi ödeyen köylülerdir. Devletin konuyla ilgili kayıtlar tutması da bu döneme rastlar. Örneğin Ankara’nın Bacı kazasına bağlı 38 köyden 33’ünün halkı kaçmış bulunmaktadır.[33] Anadolu genelinde yapılan gözlemlerden, nüfusun üçte ikisinin yerlerini terk ettiği ortaya çıkmaktadır.[34] Bu nüfusun bir kısmı dağlara, vergi toplayıcılarının ulaşamayacakları yerlere, dağlara çekilirken, bir kısmı da daha emniyetli yerler olan, surlarla çevrili şehirlere göç etmiş, kalanları ise Celaliler arasına karışmıştır. Bazıları da kendi sancaklarını terk ederek başka sancaklara göç etmişlerdir. Döneme ait belgelerden, Anadolu’daki göç hareketinin küçümsenmeyecek kadar geniş çaplı olduğu ve bazı köylülerin Gürcistan’a kadar gitmeyi göze aldığı anlaşılmaktadır. Önceki yıllarda, nüfus artışı dolayısıyla şehirlere yapılan göçler, şehirlilerin de durumunu zorlaştırmıştır. Kanun gereği, köylülerin toprağını boş bırakmaması gerekiyordu. Bu bir yana, şehirdeki pahalılık hayatı güçleştiriyordu. Bu nedenle, iş imkanları bulunan İstanbul, Ankara ve Bursa gibi büyük şehirlere göç daha cazip geliyordu. Diğer yandan, kasabaların ve şehirlerin halkı ise, ardı arkası kesilmeyen Celali saldırılarına karşı korunmak için surlarını ve kalelerini tamir etmekte, palankalar inşa etmekteydiler. Celali tehlikesi geçinceye kadar buralarda kalmaya kararlıydılar.[35]

Anadolu köylüsünün kitleler halinde göç etmesi, tarımda verimliliği etkiledi. Ürün yetiştirilecek mevsimde tarlalar boş kalmaktaydı. Tarlaların ekilmemesi gibi insan eliyle açılan felaketlerin yanı sıra, Anadolu’da tabii afetler de oluyordu. O dönemde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde iklim değişmelerinin yol açtığı don, sel felaketleri ve kuraklık görülüyordu.[36]

Topraksız, işsiz ve umutsuz genç köylülerin göçü de, kırsal dengenin bozulmasına yol açmıştır. Bu gençler, mahalli eşkiyalık hareketlerinin kaynağı haline gelmiştir. Dolayısıyla, öncelikle nüfus hareketi olarak başlayan olaylar, mahalli veya daha büyük çaplı eşkiyalık hareketleri olarak neticelenmiştir. Başlangıçtaki nüfus hareketlerinden, neticedeki eşkiyalığa kadar, kırsal dönüşümde esas sorumluluk devlete ait olmuştur.[37]

Avusturya ile yapılan uzun savaşlar esnasında devlet acilen, ateşli silahlar kullanan ücretli askerlere ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyaç, Anadolu’daki topraksız, silahlara ulaşabilen ve kullanan köylülerden karşılanmıştır. Anadolu köylüsü için oluşan bu yeni fırsat, devletin giderek artan sayıda ateşli silahlar kullanan askerlere duyduğu ihtiyaç sayesinde meslek haline gelmiştir. Sefer olduğunda savaşa giden askerler, sefer bittiğinde başı boş halde Anadolu’ya dağılmışlar, çeşitli şahısların etrafında toplanarak eşkiyaya karışmışlardır. Eşkiyaya karışmayan, göç etmeyerek köyünde kalanlar ise, devletle birlikte eşkiyaların geçim kaynağı haline gelmişlerdir. Ekonomik şartlar kötüleşince eşkiyalar, başıboş köylüler ve devlet görevlilere hep birlikte köyleri ve köylüleri talan etmeye başlamışlar, köylüleri ve devleti tedbir almaya zorlamışlardır. Köylülerin büyük kaçgunu ve devlet eşkiyaları bastırma hareketi bununla ilgilidir.

Sonuç

XVII. yüzyılın nüfus baskısı ve ekonomik zorlukları karşısında, geçimini topraktan sağlayamayan köylüler toprak dışında geçim kaynağı aramaya başlamış, onlara en iyi fırsatı da devlet sağlamıştır. Avrupa ve İran’la savaşmak için bu nüfus fazlası köylüler istihdam edilerek askere alınmıştır. Ancak savaşlara katılmaları, ardından da serbest bırakılmalarıyla, bu insanların hayatları istikrarsız hale gelmiştir. Neticede, kendi aralarında ücretli askerler grubu halinde organize olarak, herhangi güç sahibi otorite için hazır hale gelmişlerdir. Bu otoriteler, devlet olduğu gibi mahalli otoriteler / şahıslar da olmuştur. İşsiz başıboş kitlesine ziraat dışında iş imkanı ve hareketlilik sağlaylan devlet istihdamı, kırsal kesimdeki baskıyı geçici olarak rahatlatmıştır. Ancak, aynı şahıslar mahalli şahıslar tarafından istihdam edildiğinde, eşkiyalık hareketlerine yol açarak, Anadolu kırsal kesimindeki sosyal ilişkiler dengesini uzunca bir süre bozmuştur.

Devletin binlerce işsiz insanı sürekli olarak istihdam etme gibi bir politikası hiçbir zaman olmamıştır. Bunun yerine, onların hizmetini kiralamış veya liderlerini önemli pozisyonlara getirerek, geçici olarak sistemin içine çekmiştir. Otoritesini tesis etme açısından bakıldığında, bu devletin zafiyeti değil, tam aksine güçlülüğü anlamına gelmektedir. Çünkü, gerek pazarlık yoluyla gerekse güç kullanarak, devlet eşkiyalarla baş edebilmiştir. Devlet, bu eşkiyaları başlangıçta kendisi yaratmış, daha sonra kontrolden çıkarak huzursuzluk çıkardıklarında ise, pazarlık yoluyla onları sistemin içine çekmeye çalışmıştır. Eşkiyalığın toplumun yapısında kargaşa yarattığı ve köylülerin bunları tedip etme çağrısı karşısında devletin tedbirler aldığı doğrudur. Ancak, eşkiyaların devlete karşı olmadığı ve bütün amaçlarının devlet sistemine dahil olmak olduğu da doğrudur.

Merkezileşme açısından bakıldığında, XVII. yüzyılda devletin hâlâ merkezi kontrolü elinde bulundurduğu görülmektedir. Devlet eşkiyalarla pazarlıklar yapmaktadır ve bütün devlet personeli, eşkiyalar dahil, rotasyon halindedir. Merkezi otoritenin zayıflaması, orduları toplayan ve pazarlıklar yapan şahısların belli bir mahalde sürekli olarak yerleştiği, mahalli kazanımlar ve otonomi sağladığı XVIII. yüzyılda gerçekleşecektir.

Yrd. Doç. Dr. Fatma ACUN

Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 695-708


Dipnotlar :
[1] Şeyh Celal adlı bir şahsın, 1519 tarihinde Amasya-Turhal-Tokat civarında, bölgedeki halkı isyana teşvik etmesine istinaden, daha sonraları çıkan benzeri türden isyanlar için “Celali” terimi kullanılmıştır. Bu konuda bkz. William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, s. 11. dipnot 41. Ancak, Şeyh Celal ve Baba Zünun gibi tarikat ehli şahısların XVI. yüzyılda çıkardıkları ayaklanmalar mahiyet itibarıyla çok farklıdır. Dini karakterde ve devleti yıkma amacına yönelik olan bu olaylar tam manasıyla isyan karakterine sahiptir. Celalilerin hareketleri ise, siyasi karakterde ve devlet sistemin içinde yer alma mücadelesine yöneliktir.
[2] Konu üzerine daha erken dönemde yapılan çalışmalarda, örneğin, Mustafa Akdağ, Celali İsyanları (1550-1603), Ankara 1963, ekonomik şartların kötüleşmesi isyanlara neden olarak gösterilmekte, dolayısıyla da isyanların sosyal yönü ön plana çıkarılmaktadır. Bu suretle, isyanların başlangıcı 1550’ler gibi erken bir döneme kadar geri götürülmektedir. Diğer yandan, hiçbir Osmanlı vakanüvisi bu kadar erken bir dönemde isyanlardan bahsetmemektedir. İsyanlarla ilgili kaydedilen ilk hadise Karayazıcı’nın isyanıdır (1598). Bu konuda bkz. Akdağ, Celali İsyanları, s. 7. Yukarıda da belirtildiği üzere, konu üzerine yapılan son araştırmalarda (Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan; Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats the Ottoman Route to State Centralisation, Cornell University Press, U. S. A. 1994) isyanlar, devletin merkezileşmesinin bir neticesi olarak görülmekte, buna bağlı olarak da isyanların kapladığı dönem, Osmanlı vak’a nüvislerinin kaydettiği tarihlerle örtüşecek biçimde daralmaktadır (1591-1611).
[3] Klasik dönem, özellikle Kanuni dönemi devlet anlayışı hakkında bkz. Halil İnalcık, “The Nature of Traditional Society Turkey”, Political Modernisation in Japan and Turkey, ed. by Robert Ward-Dankward Rostow, Princeton University Press, Princeton 1964, s. 42-63; Halil İnalcık, “Sultan Süleyman: The Man and the Statesman”, Süleyman the Magnificent and his Time, Gilles Veinstein (ed. ), Paris 1992, s. 89-103; Halil İnalcık, “State and Ideology under Sultan Suleyman I.”, The Middle East and Balkans Under the Ottoman Empire: Essays on Economy and Society, Bloomington, 1993, s. 70-94;.
[4] Kanuni dönemin genel bir değerlendirilmesi için bkz. Barkey, Bandit and Bureaucrat, s. 44-48.
[5] Kanuni döneminin sona ermesi ile çöküş döneminin başladığı ve imparatorluğun tarih sahnesinden çekildiği XX. yüzyılın başlarına kadar, üç yüz yıl gibi uzun bir süre zarfında devam ettiği düşüncesi esasta, Şarkiyatçıların, İslam medeniyetinin gerilemesi hakkındaki geleneksel düşüncelerine dayanmaktadır. Osmanlı tarih yazıcılığında da ifade edilen bu görüş, akademik çevrelerde de yakın zamanlara kadar taraftar bulmuştur. Çöküşün başlangıcı olarak kabul edilen XVI. yüzyıl sonu ve takip eden XVII. yüzyıl, özellikle günümüz Amerikalı Osmanlı tarihi araştırmacıları tarafından gözden geçirilerek, bunun imparatorlukta değişim/dönüşümün dönemi olduğu ileri sürülmüştür. Osmanlı tarih yazıcılığı çerçevesinde konunun tartışması için takip eden eserlere bakılabilir. Bernard Lewis, “Ottoman Observers of Ottoman Decline”, Islamic Studies, 1 (1962), s. 71-78; Pal Fador, “State, Society, Crisis and Reform in 15th-17th Century Ottoman Miror for Princes”, Acta Orientalia Academiae Scientarium Hungaricae, 40 (1986), s. 217-240; Rhoads Murphey, “The Veliyüddin Telhis: Notes on the Sources and Interrelations between Koçi bey and Contemporary Writers of Advice to Kings”, Belleten, 43 (1979), s. 547-571. Cornell Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian Mustafa Ali, 1541-1600, Princeton 1986.
[6] XVII. yüzyıl krizinin Avrupa tarihinde de açıklayıcı model olarak kullanılmaktadır. XVII. yüzyıl krizinin Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tesirlerinin genel bir karşılaştırması için bkz. Barkey, Bandits and Bureaucrat, s. 48-54; Linda Darling, Revenue Rising and Legitimacy, Tax Collection and Finance Administration in the Ottoman Empire 1560-1660, E. J. Brill, Leiden, 1996x s. 8-16.
[7] Osmanlı İmparatorluğu’ndaki nüfus değişmeleri konusunda bkz. Ömer L. Barkan, “Essai sur les données statistiques des registres de recesenment dans l’Empire Ottoman au XVe et XVI siedès”, Journal of the Economic and Social History of the Orient, 1957, s. 9-36.
[8] Takip eden araştırmada, toprak ve nüfusla ilgili belli bölgelere ait veriler oranlanarak nüfus baskısı incelenmiştir. M. A. Cook, Population Pressure in Rural Anatolia 1450-1600, London 1972.
[9] Osmanlı İmparatorluğu’nda fiyatlar hareketleri ve bununla bağlantılı olarak meydana gelen değişmeler konusunda bkz. Şevket Pamuk, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Fiyat Devrimine Yeniden Bakış”, Osmanlı, cilt 3, s. 193-201.
[10] Bu konuda bkz. Halil İnalcık, “The impact of Annales School on Ottoman Studies and New Findings”, Review, 1 (1978), s. 69-96.
[11] Yukarıdaki tartışmalarda da görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti’nde meydana gelen değişmeler, dönemin Avrupası’nda meydana gelen çağdaş olaylarla açıklanmakta, bunlar arasında ve bu olayları harekete geçiren asıl faktör olarak, Avrupa’da ortaya çıkan modern bilim ve bunun yarattığı fırsatlardan ise hiç bahsedilmemektedir. Örneğin, uzun seferlere çıkabilen gemileri yapabilecek teknoloji olmasaydı, Avrupalılar Yeni Dünya’yı keşfedebilirler miydi? Tabii ki edemezlerdi. Yeni Dünya’nın keşfi ve yerleşilmesi ile ortaya çıkan yeni dünya sisteminin kurulması da mümkün olamazdı. Avrupa’daki gelişmelerin bilim temeline oturduğu ve itici gücün bilimin teşkil açıkça görülmektedir. Buna rağmen, modern bilim ve onun yarattığı teknoloji, önemli ve dinamik bir faktör olarak, Osmanlı tarihindeki olayları çözümlemede kullanılmamaktadır. Bilim zihniyeti Osmanlılarda gelişmiş olsa idi, Osmanlı tarihinin seyrinin çok daha farklı olacağı muhakkaktı: Örneğin, Osmanlı ilerlemesi Viyana önlerinde durmaz, daha da ilerleyerek, nüfus fazlalığının kaydırılabileceği yeni topraklar fethedilebilirdi. Karşılaştırmalı düzeyde yapılan Osmanlı tarihi çalışmaları, XVII. yüzyılda Osmanlıların karşılaştıkları problemlerin benzerleriyle Avrupalıların da yüz yüze geldiklerini göstermektedir. Ancak, bilindiği üzere, Avrupa’da bulunan çözüm yolları gelişemeye yol açarken, Osmanlıların başvurdukları çözüm yolları ise, gerilemelerini engelleyememiştir. Bunun nedeni ise, Avrupalıların bilimden ve bilimsel zihniyetin itici gücünden istifade edebilmeleri, Osmanlıların ise, bunların uzak takipçileri olarak kalmalarıdır.
[12] Örneğin, Ümit Burnu yolunun kullanılması, Suriye ve Mısır’ın gelirlerinde, dolayısıyla bu eyaletlerin merkezi hazineye yolladıkları gelirlerde önemli ölçüde azalmaya neden olmuştur. Barkey, Bandits and Bureaucrat, s. 50.
[13] Benjamin Braude, “Internal Competition and Domestic Cloth in the Ottoman Empire, 1500-1650: A Study in Undevelopment”, Review, 2 (1979), s. 437-451.
[14] Osmanlı elit gruplarının özellikleri hakkında geniş bilgi için bkz. Barkey, Bandits and Bureaucrats, s. 55-84.
[15] Konu üzerine en kapsamlı çalışmalardan birini yapan Akdağ, XVII. yüzyılda elit grupları arasında geçen bu hadiselere “isyan” yerine “Celali mücadelesi” demeyi daha uygun bulmuştur. Bkz. Akdağ, Celali İsyanları, s. 2. Barkey’in XVII. yüzyıldaki Celali olaylarını devletin merkezileşme süreci açısından incelediği kitabının başlığına “Eşkiyalar ve Bürokratlar” (Bandits and Bureaucrats) gibi bir isim seçmesi, yazarın Celalilerin mahiyeti hakkındaki görüşlerini yansıtmaktadır.
[16] Elli veya yüz ücretli asker/sekban bir bölük oluşturmakta, başlarında da, bölük-başı bulunmaktadır. Bölüklerin tamamına ise, baş bölük-başı kumanda etmektedir. Savaş öncesinde toplanan sekban bölüklerine, kendilerini savaşa hazırlamaları için bahşiş adı altında para verilmekte, savaşacakları müddetin ücretini de önceden almaktadırlar. Sekban bölüklerinin toplanması ve işleyişi hakkında geniş bilgi için bkz. Halil İnalcık, “The Socio-Political Effects of the Diffusion of Fire-arms in the Middle East”, War, Technology and Society in the Middle East, V. J. Parry-M. E. Yapp (ed. ), London 1975, s. 200.
[17] Haçova firarileri ve bunların mevcut düzene tesirleri konusunda bkz. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 14-18.
[18] Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 20. Karayazıcı’nın kökeni hakkındaki bilgileri değerlendiren Akdağ, onun bir önce bir beyin kapısında sekban veya bölükbaşı olduğunu, daha sonra kapıkulları zümresine dahil olarak Şam’a veya bir sınır kalesine muhafız olarak tayin edildiğini, oradan Celali karışıklığının başladığı esnada Malatya’ya gelerek Celalilere karşı teşkil edilen gönüllü “il erleri”nden biri veya birkaçının başına ağa tayin olduğunu, kapı kulu olması dolayısıyla o esnada sefere giden sancakbeyinin kaim-i makamlığını kabul ederek sancağın idaresini eline aldığını yazmaktadır. Bkz. Mustafa Akdağ, “Karayazıcı”, İslam Ansiklopedisi.
[19] Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 22.
[20] Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 26.
[21] Barkey, Bandits and Bureaucrats, s. 20 6.
[22] Barkey, Bandits and Bureaucrats, s. 207-208.
[23] Kalenderoğlu Mehmed’in kökeni ve değişik adlandırmalar için bkz. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 137.
[24] Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 146-147.
[25] Bu mektubun bir örneği için bkz. Barkey, Bandits and Bureaucrats, s. 189-190.
[26] Canbuladoğlu’nun Toskana Büyük Dukası ile ilişkilerinin gelişimi hakkında bkz. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 61-66.
[27] Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 122.
[28] Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 176-177.
[29] Osmanlı toplumunun bu üç özelliği, ayrıntılı biçimde ve Celali isyanları ile bağlantılı olarak takip eden eserde örnekleriyle birlikte ele alınmıştır. Bkz. Barkey, Bandits and Bureaucrats, s. 90-188.
[30] Adaletnameler konusunda geniş bilgi takip eden referansta bulunabilir. Halil İnalcık, “Adaletnameler”, Belgeler, 2 (1965), s. 49-145.
[31] Mukataa sistemi ve XVII. yüzyıldaki uygulamaları hakkında bkz. Darling, Revenue Rising, 119-160.
[32] Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age 1300-600, London 1973, s. 112.
[33] Akdağ, Celali İsyanları, s. 251.
[34] Bu miktar, avarız vergisi hesaplanırken tespit edilmiştir. Avarız vergisi ortaklaşa ödenen bir vergi olduğu için, geride kalanların gidenlerin payını ödemesi gibi durum ortaya çıkmıştır. Zaten ağır vergiler altında ezilen reayanın şikayetlerine binaen vergi, kalanların ödeyebileceği şekilde, 2/3 oranında indirilmiştir. Bkz. Akdağ, Celali İsyanları, s. 252.
[35] Eşkiyalık hareketleri ve halkının tepkisi için takip eden eserde ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Bkz. Çağatay Uluçay, Saruhan’da Eşkiyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1943.
[36] 1550-1580 tarihlerinde Avrupa’da küçük buzul çağı yaşandığı bilinmektedir. Anadolu’da da benzeri bir durumun yaşandığı ve Celali isyanlarını körüklediği düşünülebilir. Bkz. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, s. 39-40, dipnot 99.
[37] Anadolu’daki dönüşüm, genelde demografik ve ekonomik nedenlerle açıklanmaktadır. Bu konuda bkz. Barkey, Bandits and Bureaucrats, s. 148-151. Konuya devlet açısından yaklaşan Halil İnalcık’ın görüşleri için bkz, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, 6 (1980), s. 283-337.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.