Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bölüm: 4 Bozkırların Kucağında

0 13.609

Sonsuz bozkırda Urungu tek başına at sürüyordu. Anası öldükten bir yıl sonra Taçam’ı evermiş, çadırını onlara bırakmış, obalılarla vedalaşarak bozkırların kucağına atılmıştı.

Kısmetini böyle arıyacaktı. Gök Türk devletini kurmak için bayrak açan bir tegine raslarsa ona uyacak, raslamazsa Ötüken’e kadar uzanarak bu kutlu yurdu görecekti.

Günler geçiyor, av avlayıp kuş kuşlıyarak yaşıyor, kaynaklardan su içip bağrını serinletiyor, pek az insanla karşılaşıyordu.

Bir akşam, uzun bir yolculuktan sonra rasladığı bir ormancıkta dinlenir ve yanı başında kaynıyan suyun sesini dinlerken üç atlı pınarın başında atlarından indiler. Kendileri su içip atlarını suladıktan sonra içlerinden biri Urungu’ya seslendi:

– Bozkırlı! Kimsin? Nereye gidiyorsun?

– Adım Urungu. Kuzeye doğru gidiyorum.

Yabancıların bu sözle kanmadıkları duruşlarından, bakışlarından belliydi. Urungu’yu onlar nerden tanıyacaklardı? Bu sefer ikincisi sordu:

– Hangi boy, hangi uruktansın? Kağanın kim?

Urungu’ya kendisiyle eğleniyorlar gibi geldi. Kağanını soruyorlardı. Türkeli’nde kağan mı kalmıştı da bunlar soruyorlardı? Sert sert karşılık verdi:

– Gök Türk’üm. Kağanıma gelince…

Urungu susutu. Ne söyliyebilirdi?

Karşısındakilerin yüzleri tuhaflaşmıştı. Kağanının kim olduğunu soran yabancı, alaycı bir sesle:

– “Gök Türk’üm dedikten sonra kağanını söylemesen de olur” dedi.

Urungu oturduğu yerden fırladı:

– Ya sen kimsin? Hangi boydansın? Kağanın kim?

– Bana Yüzbaşı Kadır Bağa derler. Dokuz Oğuz’um. Kağanım…

Urungu sert bir davranışla karşısındakinin sözünü kesti:

– Yeter! Dokuz Oğuz olduğunu söyledikten sonra kağanını anlatmasan da olur.

Yüzbaşı öfkelendi:

– Dokuz Oğuzları beğenmedin mi?

– Karluklar’dan daha bahadır olduğunuzu bilirim.

– Ya Gök Türkler’den?

– Gök Türkler’in tebaası olduğunuzu da bilirim.

Urungu ile Dokuz Oğuzlar on beş adım kadar aralıkla karşı karşıya duruyorlardı. Bir fırtına kopmak üzere idi.

Dokuz Oğuz yüzbaşısı aşağılayıcı bir bakışla gülümseidkten sonra:

– “Sakın sen hâlâ Çinlileri korkutan Kür Şad olmıyasın” dedi. Sonra yüzü bir tipi gibi karmakarışık olan Urungu’ya fırsat vermiyerek sözlerini tamamladı:

– Sizin Kür Şad’ınız çok keskin nişancı imiş. Ama Kara Kağan çağında, yendiğimiz Tulu Han ordusunda o da olduğu halde okları bizi incitmemişti.

Urungu’nun içinde bir yer sızlıyordu. Kendisini kaybetmek üzere idi. İşi alayla kapatmak istiyerek:

– “Dokuz Oğuzlar’ın Çinlilerden daha iyi nişancı olduklarını da bilirim” dedi.

Bu söz fırtınayı koparmıştı. Kadır Bağa görülmemiş bir çabuklukla sadağından ok çekerek yaya koyup gezledi, fırlattı. Keskin bir ses işitildi. Urungu’nun börkü başından uçarak okla birlikte arkasındaki ağaca saplandı. Sonra Dokuz Oğuz yüzbaşısının sesi gürledi:

– Çinli’den daha keskin nişancıyı gördün mü? Bu senin kulağına küpe olsun! Bir parmak daha aşağıdan vurup beynini delebilirdim!

Dokuz Oğuzlar’ın üçü de kahkahayla gülmeğe başladılar. O zaman daha yaman bir iş oldu: Urungu yüzbaşıdan daha çabuk bir davranışla, yıldırım gibi bir çabuklukla sadağına el attı. Ardı ardına üç vınlayış işitildi. Üç ok, kahkahayla gülmekte olan üç kişinin börklerini başlarından uçurmuş, arkadaki ağaçlara saplamıştı.

Şimdi gülmeler kesilmiş, bakışlar sertleşmiş ve aradaki açıklık yarıya inmişti. Urungu hâlâ içinde bir yer sızladığı halde:

– “Bu da sizin kulağınıza küpe olsun” dedi. Gözleri çevresini dumanlı görüyor, hatta Dokuz Oğuzların gerisinden yaklaşmakta olan atlıları bile seçemiyordu.

Yüzbaşı Kadır Bağa şaşkınlıktan çabuk kurtuldu:

– “Senin şakaya gelmez bir bahadır olduğun anlaşılıyor” dedi “ama bir de kılıçlarımızı denemeden yakanı bırakacak değilim”.

Kılıç çekiştiler. Urungu arkasını bir ağaca vererek korunma durumunu almıştı. Kadır Bağa, ihtiyatlı adımlarla yaklaşıp ilk saldırışını yaptı. Keskin bir şakırtı işitildi. Saldırış çelinmişti.

Yüzbaşı bir adım gerileyerek kılıcını havada döndürüp yeniden  saldırdı. Sağdan, soldan çok hızlı ve pek sert vuruşlar yapıyor, Urungu olduğu yerde mıhlanmış gibi durarak bütün vuruşları çeliyordu.

Börkleri başlarından uçmuş olan öteki ikisi bu işe çok şaşmışlardı. Bu belâlı herif de nereden çıkmıştı? İşte Kadır Bağa bile hakkından gelemiyordu.

Onlar böyle düşünüp merakla vuruşa bakarken yirmi kadar atlıdan mürekkep olan kafile gelip durdu. Aralarında beğler, çeriler ve at uşaklarından başka bir de genç kız bulunuyor ve kendisine gösterilen saygıdan bunun kafile başkanı olduğu anlaşılıyordu. Hepsi atlarından indikleri halde o inmemişti.

Genç kız bir ara dövüşenlere baktı. Yüzbaşı Kadır Bağa’ya ter döktüren bu bahadırın kim olduğunu sordu. Börkleri uçurulmuş olan iki kişi, Urungu adında bir Gök Türk olduğunu söyleyip nişancılıktaki ustalığının görülmemiş derecedeki üstünlüğünü anlattılar. Genç kız, yakındakilerden birine buyruk verdi:

– Binbaşı! Vuruşanları ayır!

Binbaşı kılıcını çekerek dövüşenlerin arasına girdi:

– “Ayrılın! Ay Hanım buyruk verdi” diye bağırdı.

Urungu da, Kadır Bağa da ayrılmağa istekli değillerdi. Fakat Ay Hanım adını işitince yüzbaşı geri çekilerek kılıcını indirdi. Yere diz vurarak Ay Hanım’ı selâmladı.

Urungu o anda çevresini gördü. İyi giyimli, yavuz duruşlu bahadırlar kendisine bakıyorlar, genç ve çok güzel bir kız da atının üstünden kendisini süzüyordu. Urungu bunu tanıyordu. Fakat birdenbire nereden tanıdığını kestirememişti. Biraz önce çarpıştığı yüzbaşının yere diz vurduğunu görüp de ay Hanım adını işitince bunun arı soylu bir kız olduğunu anlamıştı. Fakat beyni karmakarışıktı. Binbaşıya bakarak:

– “Bizi niçin ayırdın? Ay Hanım kim?” diye sordu.

– Ay Hanım, bizim kağanımız Baz Kağan’ın kızıdır. Sizi onun buyruğu ile ayırdım.

Kısa bir şakırtı işitildi. Urungu kılıcını kınına sokmuştu. Birkaç adım atarak Ay Hanım’a yaklaştı. Yere diz vurarak:

– “Buyruk senindir” dedi.

Ay Hanım’ın işaretiyle kalkarak dimdik durdu. Eski püskü giyimlerine rağmen duruşu, konuşması, hele biraz önceki vuruşması bunun yüce birisi olduğunu anlatıyordu. Dokuz Oğuz kağanının kızı insanları bir bakışta tanır, hatta yüreklerinden geçeni anlardı. Yiğenlerinden birisi kamdı. Ona gizli bilgilerden çok şey öğrettiği Dokuz Oğuzlar arasında söylenirdi. Urungu’ya söz söylemeğe başladı:

– Yiğit! Adının Urungu olduğunu söylemekle kendini iyice tanıtmış olmuyorsun. Bir beğ olduğun anlaşılıyor. Kimsin? Bize anlatmaz mısın?

Bu sesteki ezgi Urungu’ya bir şeyler söylüyordu. Bu sesi tanıyordu. Bu o kadar güzel, o kadar yakın bir sesti ki onu kendi içinde duyuyor, cevap veremiyordu.

Ay Hanım yeniden söze başlamıştı:

– Nasıl vuruştuğunu gördüm. Yüzbaşı Kadır Bağa ile kılıç oynamak büyük iştir. Atıcılığının izlerini de görüyorum. Sen Gök Türkler’in yüce beğlerinden olsan gerek.

Urungu susuyordu. Bu ses yüreğine işliyor, ona geçmiş  günleri hatırlatıyor, yavaş yavaş bu güzel kızı tanımaya başlıyordu. İşte yine onun sesi içindeki bir yarayı deşiyordu.

– Yiğit! Okçuluktaki ünü acunu tutan Kür Şad öleli kırk yıl olmasydı, bu keskin nişancılığına bakarak sana Kür Şad’sın derdim.

Urungu titredi. Kür Şad’ın oğluyum dememek için kendini tuttu. Babası öleli kırk yıl geçtiği halde adı, sanı hâlâ yaşıyor, hem de Gök Türkler’in yağısı olan Dokuz Oğuzlar arasında yaşıyor diye gönlü sevinç ve övünçle doldu.

Şimdi kızı da, sesini de tanımıştı: Ay Hanım, bundan yirmi yıl önce Çinli Yüzbaşı Ven’in öldürdüğü karısına tıpatıp benziyor, sesi de tıpkı onun sesini andırıyordu. Bunu hatırlayınca Urungu’nun dili çözüldü:

– “Hayır hanım! Beğ değilim. Karabudundan bir Gök Türk’üm” dedi.

Kağan kızı gözlerini Urungu’ya dikti. Sözlerine inanmamış gibiydi. Onun yüreğinin içini okumak istiyen bir durumu vardı. Bakışıyorlardı. Konuşulanların hepsini işitmiş olan ötekiler de bir Ay Hanım’a bir de Urungu’ya bakarak bu işin neye varacağını düşünüyorlardı. Bir kağan kızının gözlerine bu kadar ısrarla bakmak aklın alacağı bir iş değildi. Bu Gök Türk, bir beğ bile olsa kağan kızına böyle nasıl bakabilirdi? Fakat Kür Şad’ın oğlu oralı değildi. Karşısındaki kızın yeşil ala gözlerine bakarken kendinden geçmişti. Bu gözler kendisini yirmi yıl uzağa götürmüş, sevgili karısını tekrar görür gibi olmuştu. Şu farkla ki, bu yüz, bu gözler karısının yüzünden, gözlerinden daha alımlı, daha güzel, daha başka türlü idi.

Kağanın kızının yüzü biraz sertleşmişti. Aralık vermeden kendisine bakan bu bahadır, bu keskin nişancı, katı vurucu yiğit nasıl olur da karabudundan olabilirdi?

– “Bahadır! Nereye gidiyorsun” diye sordu.

– Ötüken’e gidiyorum hanım!

– Biz de kuzeye gidiyoruz! İstediğin yere kadar bizimle gelebilrisin.

Urungu dizini yere vurdu:

– “Buyruk senindir” dedi ve artık bir daha gözlerini kaldırarak onun yüzüne bakmadı.

***

Kafile o gece ormanda, pınar başında konakladı. At uşakları yedek atlardan indirdikleri bağları çözerek çadırları kurdurlar. Kağan kızının büyük çadırı dikkatle kurularak keçelerden mürekkep yatağı hazırlandı. Sonra binbaşının, iki yüzbaşının çadırları dikildi. Onbaşılarla erler ve at uşakları küçük çadırlarda üçer, dörder barınacaklardı.

Urungu’nun çadırı yoktu. Atının terkisindeki keçesi onun hem yatağı, hem yorganı idi. Dokuz Oğuz binbaşısı öteki üç erle birlikte yatabileceği çadırı gösterdiği zaman Urungu, binbaşıya sağlık dileyerek reddetti; keçesinin kendisine yeteceğini bildirdi.

Baz Kağan’ın küçük kızı Ay Hanım, babasının buyruğu ile gezginciliğe çıkmış, şimdi yurduna dönüyordu. Bu yolculukta Baz Kağan’ın gizli bir maksadı olduğu da söyleniyordu ama kimse bunu bilmiyordu.

Urungu, Dokuz Oğuzlar’dan biraz uzakta, tek başına oturmuş, düşünüyordu. Bir onbaşının getirdiği kımızla eti reddetmek üzere iken Ay Hanım’ın yolladığını öğrenince bundan vazgeçti ve aylardır ağzına komadığı kımızı büyük bir iştahla içti, içti.

Gecenin serin rüzgarı ağaçlara çarparak insanın yüreğini ürkütücü sesler çıkarırken Urungu, karısını ve Ay Hanım’ı düşünüyor, bu benzerlik Ay Hanım’a karşı gönlünde doğan yakınlığı artıyordu. Onun da gözleri böyleydi. Onun da boyu bu kadardı. O da konuşurken kendisini böyle titretirdi. Onun da rengi bu kadar güzeldi. Yalnız… Yalnız, ay Hanım daha güzeldi.

Urungu ölen karısını o kadar severdi ki o öldükten sonra hiçbir kadını kendine eş etmemişti. Gök Türkler arasında karısı ölüp de bir daha evlenmiyen kimse bulunmadığı için arkadaşları Urungu’ya şaşarlardı. Hatta anası bile bir defa ona evlenmesini söylemiş, fakat Urungu o kadar kesin olarak reddetmişti ki anası da bir daha bunu kurcalamamış, Urungu yirmi yıl kadınsız yaşamış, gönlünde ölen karısının hayali silindiği, ateşi küllendiği halde hatırasına saygı göstermekte devam etmişti.

Bu gece hep onu düşünüyordu. Bu kadından kendisine hatıralardan başka ne kalmıştı? Canlı miras olarak Taçam. Şimdi eski günleri düşünmek, onu hatırlamak o kadar tatlı idi ki, bu tatlı hatıralara sebep olduğu için Ay Hanım’a içinden minnet duyuyordu. Sonra içi burkuluyor, “o da yaşasaydı ne güzel olurdu” diye düşünüyordu. O karganmış Ven onu öldürmeseydi şimdi böyle evsiz, yuvasız bir gezginci olmıyacaktı. Şurada, elli adım ilerdeki çadırda yatan Ay Hanım, Baz Kağan’ın kızı olmasaydı da kendi karısı olsaydı ne iyi olurdu. Urungu’nun gönlünde yirmi yıl önce ölen karısına karşı duyduğu şeylerle Ay Hanım’a karşı olan duyguları karışıyor, birleşiyor ve hayalinde bir tek kadın kalıyordu. Bu kadın yirmi yıl önceden bugüne uzanıyor, Urungu’nun kutsuz geçen dirliğini, karanlık bir yola benziyen ömrünü aydınlatan bir güneş oluyordu. Tıpkı ilk yaz aylarında bozkırı ışıtan tatlı güneş gibi bir şey…

Kırk beş yaşındaydı. Bu dünyanın acı, tatlı her şeyini görmüş; fakat sonunda içinin üç büyük acıyla dolduğunu anlıyarak talihine küsmüştü. Birinci acısı Ötüken’de Türk kağanını, kurt başlı sancağı görememekti. İkinci acısı Kür Şad’ın oğlu olduğunu söyliyememek, üçüncü acısı da sevgili karısını özlemekti. Babasının ve anasının ölümleri Tanrının buyruğuna uygun olduğu için buna yanmıyor ama ötekiler Tanrı yasası  olmadığı için gönlünü sızlatıyordu. Niçin bahtiyar olmıyacaktı? Ötüken’de Türk kağanlığı kurulamaz mıydı Kür Şad’ın oğlu olduğunu söyliyemez miydi? Karısıyla yine bir yuva kuramaz mıydı?…

Urungu birdenbire kendine geldi: Karısı öleli yirmi yıl olmuş. Kür Şad’ın oğlu olduğunu söylememek için anasına söz verip and içmişti. Kala kala bir tek umut kalıyordu: Ötüken’de Gök Türk kağanlığını kurmak. Elbet günün birinde bir tegin sancak kaldıracak, kendisi de o sancağın gölgesinde koşacaktı.

Gece yarısından sonra Yüzbaşı Kadır Bağa yanına gelip niçin yatmadığını soruncaya kadar bir kütüğün üzerinde oturup düşünmüştü. Gündüzkü yağısı, erlere nöbet değiştirmek için kalkıp işlerin düzeninde gittiğini görmüş, sonra hâlâ yatmıyan ve havanın serinliğine rağmen keçesine de sarılmamış olan Urungu’ya yaklaşarak kendisine bir çadır teklif etmişti.

Urungu o zaman havanın serinliğini duydu, vaktin geciktiğini anladı. Ay iyice yükselmişti. Yüzbaşı birden eğilerek Urungu’nun yüzüne baktı:

– “Gözüne bir şey mi kaçtı? Neden gözün ıslak” diye sordu. Urungu elini gözüne götürdü. Herhalde bir şey, belki küçük bir böcek gözüne kaçmış olmalıydı. Yüzbaşıya bakarak:

– “Açıkta yatmak benim için daha iyi. Gecen aydın olsun” dedi.

Biraz ilerdeki atından keçesini alarak sarıldı. Otlara uzanarak öylece kaldı. Konak yerindeki nöbetçiler gün ağarıncaya kadar Gök Türk’ün otlar üzerinde bir türlü rahat edemediğini gördüler.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.