Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bolşevizm, “Millî” Komünizm Ve M. Sultan Galiyev Fenomeni

0 15.629

Prof. Dr. Rafael MUHAMMİTDİNOV

1. Bolşevizm ve “Milli” Komünizm

1918’in Nisanı’ndan sonra Tatarlar arasında milliyetçilik ve Türkçülük düşüncesi sadece komünist sistem çerçevesinde Moskova Bolşevizminin şovenizmine karşı bir tepki olarak devam ettirilebilirdi. Milliyetçi-komünistler ve Rus Bolşevikleri arasındaki görüş ayrılığının özünde milli soruna yaklaşımdaki farklılık durmaktaydı.

Milliyetçi-komünistler, sosyalist dünya devrimini temel stratejik hedef olarak görmelerine rağmen, milletlerin kendi kaderini belirlemelerinin sosyalist dünya devrimine giden yolun ayrılmaz bir parçası olduğunu çok ciddi şekilde kabul etmekteydiler.

Bolşevikler ise, sömürge halkaların kendi kaderlerini belirleme hakkını, “milliyetçileri” kendi taraflarına çekmek için cazip bir tuzak yemi ve boş bir şekilcilik olarak görmekteydiler.

Bolşevik liderlerin, Rusya halklarının kendi kaderlerini belirleme konusunda samimi olmadıkları Zeki Velidi’nin Lenin hakkındaki anılarından da görülmektedir: “Bizim ilk anlaşmamız (Başkurdıstan Özerk Cumhuriyeti’nin oluşturulması hakkında anlaşma kastedilmektedir-R. M.) Mart 1919 yılında imzalanmıştır. Burada, tam şekilde olmasa da Doğu’nun iki sömürülen halkına haklar tanınmaktadır. 14 ay sonra ortada anlaşmadan hiç bir şey yoktu. Ben bunu Lenin’e söyledim. Lenin, “Neden siz bu konuya ahlaki açıdan yaklaşıyorsunuz?” diye sordu. “Siz nasıl bir devrimcisiniz? Anlaşmaya bu şekilde yaklaşım olur mu? Sizinle yapılan anlaşma hiç kimseyi hiç bir şeyle bağlamıyor. Bu sadece bir kağıt parçasıdır.” “Biz insanlar arasındaki ilişkilerin bu kağıtlara saygı üzerinde kurulduğunu düşünüyorduk” dedim. “Demek ki siz yanılmışsınız. Ama, önemli değil, siz bizden daha çok şey öğreneceksiniz.” (1, s. 251).

Rus Bolşeviklerinin diğer bir lideri Stalin, halkların kendi kaderini belirleme hakkını sadece geçici ve zorunlu “bağımsızlık oyunu” olarak görüyordu. Lenin’e mektuplarının birinde şöyle yazıyordu: “22 Eylül 1922. İç Savaşın geçen dört yılı içinde, biz devrimi yayma amacıyla milletler konusunda Moskova’nın liberal tutumunu sergilemek zorunda olduğumuz dönemde komünistler içinde kendi irademiz dışında gerçek ve azimli sosyal-bağımsızların ortaya çıkmasını sağlamışız…. Biz kalıpların, yasaların, anayasanın gözardı edilemeyeceği, ayrı ayrı bölgelerdeki genç komünist kuşağın “bağımsızlık oyununu” bir oyun gibi kabullenmeyi reddettikleri, bağımsızlık vaadinin ısrarlı bir şekilde “altın söz” gibi algıladıkları ve ayrıca, bizden bağımsız cumhuriyetlerin anayasalarını harfiyen uygulamamızı ısrarla talep ettikleri bir gelişim aşamasında yaşıyoruz.” (2, s. 99-100)

Ama, şovenist Bolşevikler ve milliyetçi komünistler arasındaki görüş ayrılıklarını daha derinlemesine araştırdığımızda, bunların üç grupta toplandığını görebiliriz.

Birinci görüş ayrılığı; “Lenin ve Trotski dünya devrimine Rusya’daki sosyalist devriminin başarısının ve Avrupa’nın teknolojik yardımıyla üretim güçlerinin artırılmasının temel şartı gibi baktıkları halde, Sultan Galiyev’in dünya devrimi sürecinin başarılarını milli politikaya dayandırdığına” ilişkindir. Moskova Bolşevizmi, dünya devrimi mücadelesinin ilk aşamalarında Avrupa ülkelerinin proleterlerine güvenmekte, ulusal bağımsızlık hareketlerinin liderlerini ise gerçek proleter devrimciler olarak görmemekteydi. Bu nedenle, “Bolşeviklerin tüm proleter dışı, milli ve dini olan her şeye güvensizliği çok güçlüydü. Buna göre de Lenin, az gelişmiş ülkelerdeki burjuva-demokrat nitelikli bağımsızlık hareketlerinin komünizmin rengine boyanması için kararlı bir mücadele çağrısı yapıyordu.” Lenin, milletlerin eşitliğini savunan küçük burjuva enternasyonalizmini milletleri dünya kapitalizmini devirmeğe çağıran proleter enternasyonalizmine karşı koymakla, sömürge ülkelerdeki proleter olmayan tüm hareketlere güvensizlik görünümü vermiştir. Böylece, sömürülen milletlere mensup her hangi bir proleter-devrimci küçük burjuva milliyetçisi konumuna düşmüştür.”

İkinci görüş ayrılığı; dünya devriminin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra Moskova Bolşeviklerinin komünizmi, Rus proleterinin hegemonyasında olmak kaydıyla Rusya’da, daha sonra SSCB’de kurma kararına ilişkindir. Aslında onlar Rus Sovyet İmparatorluğu’nu kurma eylemindeydiler. Milliyetçi-komünistler ise federasyon şeklinde ve eşit haklara dayanan bir birlik kurmak istiyorlardı. Bu görüş ayrılığı Sultan Galiyev tarafından şu şekilde açıklanmaktadır: “Bizim (yani Bolşeviklerin-R. M.) Batı’da “kuşatmayı yarmamız” ve Doğu’da bizimkilerin “savaş öncesi gözcülüğü” yönündeki başarısızlığımız Rus Devrimini “içine kapanmaya” ve onun görevlerini Rusya’yı (bir devlet ve elbette Sovyet devleti gibi) ihya etme çerçevesiyle sınırlamağa mecbur etmiştir. Bu ise ilk dönemlerde, özellikle NEP (novaya ekonomiçeskaya politika-yeni ekonomik politika) döneminde merkez dışındakiler için tüm olumsuz sonuçlarıyla birlikte koyu ve keskin merkezcilik gibi yankı bulmuştur.”

R. F. Hakimov’un, merkezdeki Bolşeviklerin bu tutumunun “federalizm düşüncesinin ilk baştan reddedilmesi ve ulusal bağımsızlığın sadece dil ve kültür alanlarına müncer edilmesi sonucunu doğurduğu”na ilişkin görüşüne katılmamak imkansızdır. “Rusya Halklarının Haklar Beyannamesi” ve federal yapının gerekliliğinin kabul edilmesi halkların tam bağımsızlık taleplerine karşı zorunlu (daha çok propagandacı) bir önlem olarak ortaya çıkmıştır.

Üçüncü görüş ayrılığı, Moskova Bolşevizminin düşünce temelinde “kurtarıcı”lık unsurunun bulunduğuna ilişkindir. Yani Ruslar kendilerini, diğer halklara sosyalizmi götürecek bir halk, Rus sosyalizmini ise tüm dünyada sosyalizmin kurulmasının örneği gibi görmekteydiler. Böylece, Rus kültürü ve mantalitesi tüm dünyaya yayılmalıydı. Milliyetçi komünistler ise böyle bir “koruyuculuğun” aleyhineydiler.

Kaynaklar, “kurtarıcılık” düşüncesinin Bolşevizmin Lenin ve Stalin gibi iki büyük önderine yabancı olmadığını belirtmektedirler. Lenin’in en yakın ve en sadık arkadaşlarından birisi, 1894’ten itibaren RSDİP’nin (Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) üyesi olan Ukrayna Hükümeti Başkanı G. İ. Petrovski 1919 yılında Lenin hakkında şöyle diyordu: “Rusya’da yaşayan halklar, tarihleri, coğrafyaları ve ekonomileriyle söz konusu olduklarında onun (Lenin’in-R. M.) enternasyonalliğinden bahsetmek uydurmacılıktan başka bir şey değildir. Bu konuda o bir Velikorus’tur. O, komünizmin en kısa zamanda kurulması için küçük halklar değil, büyük halklara. ve onların İmparatorluk geleneklerine dayanılması gerektiğini düşünmektedir. Lenin Velikorusların çıkarlarını Büyük Petro’dan daha çok savunmaktadır. O, Velikorus halkını kapitalizmden kurtararak, diğer halklar için örnek olacak büyük bir sosyalist toplumu inşa etmeyi arzulamaktadır. Bu yüzden onun için Velikorusların çıkarları Rusya’ya dahil olan halkların çıkarlarından önde gelmektedir. Yani.. o, Velikorus bir politika yürütmektedir. İşte biz Ukrayna milliyetçileri, her zaman Ukrayna sorunları tartışıldığı vakit Lenin’le karşı karşıya geliyoruz. Lenin, Rus olmayan halkları hiç bir şekilde Rusya egemenliği dışında görememektedir.” (1, s. 252)

Stalin “kurtarıcılık” düşüncesine daha çok bağlıydı. Onun bu bağlamdaki özelliğini Trotski 1919 yılında şöyle belirtiyordu: “O, dünya sosyalizm devrimi düşüncesini Rus emperyalizmi ve Rus milli hedefleriyle birleştirmenin zorunlu olduğunu düşünüyor.” (1, s. 230).

Komünizmdeki “kurtarıcılık” düşüncesi üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmak gerekir. Şöyle ki, komünizm “koruyucuları” her zaman bunu öyle bir arındırılmış enternasyonalizm veya tamamen sosyal bir düşünce görünümünde göstermeye çalışmışlar ki, bu hiç bir zaman belli bir etnos veya milletle özel bir bağlılığa sahip olmamıştır.

Tanınmış Rus filozofu N. A. Berdyayev (1874-1948) komünizmdeki Rus “kurtarıcılığı” hakkında şöyle yazıyordu: “Rus komünist devriminin enternasyonalliğinin özünde bile Rus milletçiliği vardır. Ben şunu söylemek isterdim ki, hatta Yahudilerin Rus komünizmine aktif katılımları Rusya ve Rus halkına özgüdür. Rus ‘kurtarıcılığı’ Yahudi ‘kurtarıcılığıyla’ akrabadır.” (4, s. 94)

Bolşevik partisinin üst düzey yönetimini çoğunlukla Yahudilerin oluşturduğunu (ilk Sovyet Hükümeti’nin de %90’ını Yahudiler oluşturuyordu) dikkate alırsak Rus Bolşevizminde Yahudi ve Rus “kurtarıcılığı”nın sıkı bir kaynaşmasının olduğu söylenebilir. Bu “kurtarıcılık” düşüncelerinden her birinin kendi tarihi ve dini dayanakları bulunmaktadır. Rus Bolşevizmine kadar Yahudi “kurtarıcı”lığı erken Avrupa Marksizminde mevcuttu. Bilindiği üzere, her bir öğreti gerek bu öğretiyi öne süren şahsın, gerekse de bu şahsın mensubu olduğu milletin ve dinin özelliklerini belli ölçüde taşımaktadır. “Tipik bir Yahudi olan K. Marks, tarihin sonraki döneminde eski Kitabî-Mukaddes’teki “kendi ekmeğini kendi alın terinle kazan” konusunu çözüme kavuşturmağa çalışmaktadır. Bu dünyada mutluluğa ilişkin Yahudi inancı da Marks’ın sosyalizminde yeni bir biçimde ve yeni bir tarihi ortamda belirmiştir. Marks’ın öğretisi görünüşte Yahudiliğin dini gelenekleri ile bağları koparıyor ve her türlü kutsallığa karşı isyan ediyor. Ama Tanrı tarafından seçilmiş bir halk olarak Yahudi halkına şamil edilen “kurtarıcılık” fikrini K. Marks bir sınıfa, yani proleter sınıfına aktarıyor. Nasıl ki, İsrailoğulları seçilmiş bir halk idi, şimdi de yeni İsrailoğulları işçi sınıfıydı. Bunlar dünyayı kurtarmak için Tanrı tarafından seçilmiş halktır. Tüm seçilmişlik ve ‘kurtarıcılık’ vasıfları bu sınıfa aktarılmıştır.” (5, s. 70)

Şöyle ki, Rus devriminde Tanrı tarafından seçilmiş ve bu devrimi fiilen gerçekleştirmiş halk Rus proleterleri ve fakir köylüler idi. Bu halkın fikrin kaynağı ise çoğunluğu Yahudilerden oluşan Sovyet hükümetiydi. Dolayısıyla, bir seçilmiş halkın diğer seçilmiş halkı yönetmesi sonucu ortaya çıkıyordu. Bu, yeni Sovyet Devleti’nin yönetim sistemindeki açık bir çelişkiydi. Bu çelişki daha sonra, özellikle de 30’lu yıllarda eski Lenin takımına karşı uygulanan tasfiye ve terörle çözümlenmiştir. Sonuçta, politik olarak bir tek seçilmiş halk-Rus halkı kalmıştır.

Bolşevizmdeki Rus “kurtarıcılığı” düşüncesinin de kendi dini ve tarihi dayanakları vardır. “Dünyadaki en büyük Ortodoks Çarlığı olan Bizans İmparatorluğu’nun (İkinci Roma’nın) çöküşünden sonra Rus halkında, Rus Çarlığı’nın, yani Moskova Çarlığı’nın dünyadaki tek Ortodoks Çarlık ve Rus halkının Ortodoks inancın tek taşıyıcısı olduğuna ilişkin kanı oluşmuştur… Moskova’nın Üçüncü Roma olduğuna ilişkin öğreti Moskova Çarlığı’nın oluşumunda ideolojik dayanak oldu. Çarlık, “kurtarıcılık” simgesi olarak meydana çıktı ve şekillendi. Gerçek Çarlık arayışı tüm tarihi boyunca Rus halkı için özgün bir şey olmuştur. Rus Çarlığı’na mensupluk gerçek Ortodoks inanca iman getirmekle belirleniyordu. Aynen bu şekilde Sovyet Rusya’ya, yani Rusya komünist çarlığına mensupluk da Ortodoks-Komünist inanca iman etmekle belirlenecektir. Moskova’nın, yani Üçüncü Roma’nın “kurtarıcılık” simgesi altında kilisenin de ciddi bir biçimde millileştirilmesi gerçekleştirilmiştir. Moskova Çarlığı’nda da dini ve milli olan her şey tıpkı eski Yahudi halkının bilincinde oluğu gibi iç içe geçmiştir. ‘Kurtarıcılık’ bilinci Rus Ortodoksluğuna özgüydü.” (4, s. 9-10.)

Bilindiği gibi “Üçüncü Roma” düşüncesi ilk kez İnok (Ortodoks papazı-A. A.) Filofey tarafından III. İvan’a söylenilmiş, daha sonra IV. İvan bu düşünceyi geliştirmiştir.

Daha sonra bu düşünce XIX. yüzyılda F. M. Dostoyevski tarafından geliştirilmiştir. F. M. Dostoyevski evrensel adaletin ve evrensel kardeşliğin taşıyıcısı olarak sadece Rus halkını görüyordu. “O, herkesin herkes için sorumlu olduğunu, yani inançsal komünizmi vaaz ediyordu. O, Rus kilise düşüncesini bu şekilde algılıyordu. Onun Rus Mesih’i burjuva toplumunun normlarına uyarlanmış olamazdı. F. M. Dostoyevski evrenselliği vaaz etmektedir ve bu da bir Rusçuluk düşüncesidir. Enternasyonalizm, sadece Rus evrensellik düşüncesinden ve Hıristiyan evrenselliğinden bir sapmadır. Dostoyevski’ye göre Rus halkı evrensel düşüncenin ve evrensel kardeşliğin taşıyıcısı olduğu için Tanrının tecellisi olan bir halktır.” (4, s. 72-73)

Peki, bu “kurtarıcılık” düşüncesi daha sonralar Rus Bolşevizmine nasıl girmiştir? N. A. Berdyayev bu süreci şöyle anlatıyor: “Bolşevizm Rusya için önemli konularda seküler burjuva toplumuna tamamen zıt olan Rus ruhunun özelliklerini, onun dindarlığını, ahkamcılığını ve aşırıcılığını, sosyal adalet ve yeryüzünde Tanrı hakimiyeti arayışlarını, her türlü fedakarlığa ve acılara sabırla katlanmaya, aynı zamanda kabalık ve gaddarlık göstermeğe hazır olmasını, her zaman bilinçsiz şekilde de olsa mevcut olan Rus “kurtarıcılığını” ve Rus inancını kullanmıştır. Rus komünizmi Slavofillerin ve Dostoyevski’nin eski “ex Oriente lux (Güneş Doğudan doğar)” fikrini yeniden ortaya atmıştır. Batı’nın burjuva karanlıklarını aydınlatacak ışık Moskova’dan, Kremlin’den doğuyor. Bunun yanı sıra komünizm, IV. İvan’ın ve Çar yönetiminin gelenekleri doğrultusunda halkın tüm yaşamı (sadece cismi değil, aynı zamanda ruhu) üzerinde egemen olacak despot ve bürokratik bir devlet kuruyor.” (4, s. 115, 116)

XX. yüzyılda Rus “kurtarıcılık” düşüncesi, kağıt üzerinde enternasyonal bir devlet olarak ilan edilen SSCB’nin özünde dünya egemenliğini iddia eden bir Rus İmparatorluğu şeklinde kurulmasında ifade olunmuştur.

SSCB’nin tüm halklarının komünizme Rus diliyle girmesi gerektiği ve gelecekte dünyada iki dilin, Rusça ve İngilizcenin kendi aralarında rekabet edeceği söyleniyordu. Her bir federe cumhuriyette Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin ikinci sekreteri Rus olmalıydı (bu, yerli komünistlerin denetimi için yapılıyordu). Sovyet ordularının Çekoslovakya’ya ve daha sonra Afganistan’a girmesi; tüm bunları XX. yüzyıldaki Rus “kurtarıcılığının” belirtileri gibi adlandırabiliriz.

Avrupalıların çoğu, hatta Rusların bir kısmı da, Rus halkının asırlar boyunca gerek fiziksel, gerekse de kültürel olarak Asya unsuru, bunun içinde de daha çok Türk unsuru ile etkileşim içinde şekillendiğini dikkate alarak, Rusya’yı bir Asya ülkesi, Rusları ise Asyalı olarak görüyorlardı. Tesadüfi değil ki, Bolşevizmin iki büyük önderi Lenin ve Stalin’in etnik köken açısından Asya ile direk bağları bulunmaktaydı. Lenin’in selefleri içinde Kalmuklar olmuştur. Stalin ise bir Doğu ve Asya ülkesi olan Gürcistan doğumludur.

SSCB’nin Slav olmayan halklarından en çok nüfusa sahip olanının Türk halkları olduğunu ve Tatar komünistlerin Asya’da Bolşevik düşüncelerinin yayılmasında önemli rol oynadıklarını da dikkate alırsak, Moskova Bolşevizminin Avrupa’da bazen “Tatar-Bolşevik dağıtıcı merkezi” adlandırılması hiç de şaşırtıcı değildir (6, s. 158). Bu bağlamda “Hitler’in henüz 1930 yılında Otto Strasser’le yaptığı konuşmasında, Sovyetler Birliği’nin Slavyan-Tatar vücuduyla Yahudi başından oluştuğunu” söylemesi de ilgi çekicidir. (7, s. 12)

Ancak, Moskova Bolşevizminin açık şekilde ifade olunan bu “Tatar” benzetmelerine, İç Savaş döneminde Tatar komünistlerin ve askerlerin Sovyet hakimiyetinin Kolçak’ın ordularından korunmasında önemli rol oynamalarına, komünizmin Doğu’da yayılmasında en büyük kuramcı ve ideoloğun Tatar komünist Mirsaid Sultan Galiyev olmasına rağmen, Moskova Bolşevizminde her hangi Tatar “kurtarıcılığı” bulunmamaktadır. Aslında, Tatarların Yahudilerde olduğu gibi, onları Tanrı tarafından seçilmiş halk olarak tanımlayan milli dinleri (örneğin, Yahudilerde Musevilik gibi) olmamıştır. Diğer taraftan Ekim Devrimi’ne gelindiğinde Tatarların kendi devletlerini kaybettiği tarihten üç buçuk asır geçmekteydi. Buna göre de, onlarda tüm insanlığı kendi “evrensel” adalet ve “evrensel fazilet”leriyle kurtarma fikri de ortaya çıkamazdı. “Kurtarıcılık” şeklindeki söz konusu büyük iddialar İmparatorlukla olan ilişkiler bağlamında Ruslar tarafından ortaya atılmıştır.

O zaman, “kurtarıcılık” düşüncesinin yerini Tatarlarda hangi düşünce almıştır? Kanımızca, Tatarlarda eğitim, bilim ve politika alanlarında kültür elçiliği ideası her zaman üst düzeyde olmuştur. Onlar devamlı olarak Doğu’daki ve Batı’daki bilgileri bir araya topluyor ve daha sonra bunları diğer Müslüman, özellikle de Türk halkları arasında yayıyorlardı. Bu kültür elçiliği geleneği tarih boyunca oluşmuştur. Tatar halkının jeopolitik konumu buna yardımcı olmuştur. Tatar halkının yaşadığı bölge İslam’ın kuzeydeki “sınır kalesiydi”. Başka bir deyişle, Tatarlar Doğu’yla Batı, İslam dünyasıyla Hıristiyan dünyası, ormanla bozkır, Türk dünyasıyla Slav dünyası arasında orta bir konumda bulunuyorlar. O zaman, Tatarların kültür elçisi, yani “entelektüel ürün taciri” olmalarının sebebi nedir?

Kanımızca, bunda iki etken önemli rol oynamıştır. Birincisi, Tatar topraklarının coğrafi konumu Tatarlar arasında ticaretin hızla gelişmesine yardımcı olmuştur. Bilindiği gibi, ticaretle uğraşan adam çeşitli ülkelere gidiyor, farklı kültürlerden olan insanlarla bir araya geliyor ve kendi iradesi dışında bu kültürlerin öğelerini bünyesine alıyor. Diğer taraftan, ticaretle uğraşmanın kendisi bile insanın zihinsel yeteneklerinin gelişmesi sonucunu doğurur.

İkincisi, kuzeyde tamamen Hıristiyan ve çoktanrılı dine mensup halklarla çevrili bir bölgede yaşayan Tatarlar devamlı maddi ve manevi varolma mücadelesi vermişler. Bu sürekli varolma mücadelesi onları fiziki olarak daha dayanıklı kılmış, zekalarını geliştirmiş ve İslam aracılığıyla onların ahlakını pekiştirmiştir. İslam, daha sonraki dönemde ise milliyetçilik de kendi milli kimliklerini koruyup saklama mücadelesinde Tatarların en önemli entelektüel silahları olmuşlar.

Tatar halkının bu kültür elçiliği misyonunu XX. yüzyılın başlarında Tatar aydınları da açıkça anlıyorlardı. Örneğin, Tatar tarihçisi Gaziz Gubaydullin kültür elçiliğini Tatar milletinin temel belirleyici özelliği olarak göstermiştir: “İdil Türkleri, daha Hazar ve Bulgar devletleri döneminde başladıkları bu işi (kültür elçisi misyonunu-R. M.) günümüzde de devam ettirmektedirler. Tarihin İdil Türklerine yüklediği bu şerefli rol İç Rusya’da yaşayan bu Türkleri kültür elçisi olan bir halka dönüştürmüştür” (8, s. 30).

Dahası, bu tarihçi Tatarların doğu halklarının uyanış ve yenilenme sürecine önderlik etmesi, Doğulu Türkleri Avrupa’ya tanıtması, Avrupa’yla Doğu’yu yaklaştırması gerektiğini düşünmektedir. O, şöyle yazıyordu: “Ancak Tatarların tarihi rolü sadece bu temel misyonla sınırlı değildir. Yakın gelecekte onlar kültürel alanda daha büyük işler yapmalı, daha büyük kültürel görevler yerine getirmeli” olacaklar.

İdil Türklerinin coğrafi ve dini açıdan Doğu’nun Türk-Müslüman dünyasına yakınlığını ve kültür alanında İdil Türklerinin bu dünyanın diğer halklarının ilerisinde olmasını dikkate alırsak, onlar bu dünyanın dini, seküler, maddi ve manevi uyanışının öncüsü olmalıdırlar.

İdil Türkleri sadece bununla yetinmeyerek gelecekte, büyük Türk milletinin bir parçası olan Doğu Türklerini tanımasında Avrupa’ya yardımcı olacak, Avrupa’yı bu dünyayla yalınlaştıran bir halk rolünü üstlenecektir. Öyle görülüyor ki, Şihab hazretlerinin (Ş. Mercani-R.M.) döneminden başlayarak İdil Türkleri, bu tarihi görevlerini yerine getirmeye başlamışlar.

Hatta bu yüzeysel düşüncelerden de görüldüğü gibi, kültürel açıdan kuzey Türk-Tatar milletinin serbest bir millet olduklarını söylemeye tam hakkı vardır. Bunun ötesinde evrensel mutluluk adına kendilerini bir millet gibi koruyup sağlamakla görevlidirler.” (8, s. 30)

Tatarların politik alanda, özellikle devrim ve İç Savaş yıllarında sosyalist düşüncelerinin Doğu’da yayılması alanındaki kültür elçiliğinden Mirsaid Sultan Galiyev’in eserlerinde bahsedilmektedir. O, özellikle Tatar-Başkurtların kültürel politik açıdan Doğu’nun Müslüman halklarının öncüsü olduğunu söylemektedir. (9, s. 250).

O şöyle yazıyordu: “Tatar işçi kitleleri ve Tatar yoksulları devrime katılmamışlar. Ama onun Doğu’da yayılmasına yardımcı olmuşlar.” (9, s. 361). Bu, Kızılordu’dan olan Tatarların Doğu’daki sosyal devrimin öncüsü olmasında, bununla da sınıf mücadelesinin kırmızı sancağını Orta Asya’nın uzak kışlaklarına ve Sibirya yurtlarına, ayrıca Kafkasya’nın dağ aullarına götürmelerinde” somut olarak görülmektedir (9, s. 361). Mirsaid Sultan Galiyev’in bu sözlerinden, Tatarların ve Başkurtların komünizmi Doğu’da yayarken ne düşündüklerine bakılmaksızın, bu şekildeki politik “kültür elçiliğinin” Türk halklarının ortak çıkarları yönünde değil, Bolşevik fikri şeklindeki Rus “kurtarıcılığının” çıkarları yönünde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.

2. M. Sultan Galiyev’in Komünizmi ve “Milliyetçiliği”

Mirsaid Sultan Galiyev’in (1892-1940) kişiliği, Tatar halkının Ekim sonrası tarihinde kuşkusuz, önemli rol oynamıştır. Yaşamın gerçekliği onu mücadelenin ortasına atmıştır. Bu mücadele çoğu zaman onu çözülmez çelişkilere, daha sonra ise bu çelişkilerin çözüm yollarını aramaya ve sonunda hazin bir sona götürmüştür.

Mirsaid Sultan Galiyev’in görüşleri zamanla büyük bir evrim geçirmiştir. Onun 1920 yılına kadar olan devrimcilik faaliyetine baktığımızda, onu muhafazakar bir Bolşevik olarak görmekteyiz. 1920’li yılların sonundaki görüşlerine baktığımızda ise o, karşımıza biraz daha milliyetçi olarak çıkmaktadır. Ancak bu, sadece ilk görünüşte böyledir. Öyle ise Mirsaid Sultan Galiyev kim olmuştur: komünist mi, yoksa maskeli bir milliyetçi mi?

M. Sultan Galiyev’in görüşlerine toplu olarak baktığımızda, kanımızca o, hiçbir zaman milliyetçi olmamış, samimi bir komünist olmuştur. Onun görünüşteki “milliyetçiliği” ise aşağıdakilerden ileri gelmiştir: M. Sultan Galiyev bizzat bir sosyalist dünya devrimi taraftarı olmasına rağmen, bu devrimin zaferi için onun oluşturduğu taktikler Bolşevik partisinin ana hattıyla çelişmekte ve objektif olarak teorik açıdan milliyetçilik ve Türkçülük düşüncelerinin gelişimine hizmet etmekteydi.

Bu konuda M. Sultan Galiyev’in kendi ifadesini örnek verebiliriz: “Ben bir zamanlar milliyetçi mi olmuşum? Hayır ve yine de hayır. Eğer ben milliyetçi olsaydım, devrim çıkarlarını milli çıkarların üstünde tutmazdım” (9, 462).

Bir devrimcinin görüşlerini açık ve net bir şekilde anlayabilmek için, onun yaşamındaki bazı detaylar ve hatta karakterindeki bazı özellikler üzerinde durmamız gerekmektedir.

3. M. Sultan Galiyev’in Bolşevikliğinin ve Radikal Devrimciliğinin Temelleri

Öncelikle M. Sultan Galiyev’in sol görüşlerinin ve radikal devrimciliğinin temelleri, onun yokluklar içinde geçen çocukluğuna dayanmaktadır. O şöyle yazmaktadır: “Ailem çok fakirdi. Biz çok yokluk çekiyorduk (sadece, çavdar ekmeği ve çayla geçiniyorduk). Bu dönem hayatımın 11-16 yaş arası kesitini, yani çocukluk ruhumun şekillendiği kesiti kapsıyor. Evet, ayrıca giyimim de çok kötüydü. İç çamaşırım yoktu ve her zaman şalvarla gezerdim. Yalın vücudumda sadece bir tek gömleğim vardı.” (9, s. 475, 476)

İkincisi, onun devrimciliği fiziksel yetersizliğinden etkilenmiştir. Annesinin zengin akrabalarının babasının fakirliği ile dalga geçmeleri azmış gibi, M. Sultan Galiyev’in sözleriyle “buna, benim fiziksel yetersizliğim üzerindeki alayları da eklenmekteydi (Doğuştan bir testisim içeride kalmıştı, bundan başka kasık fıtığım da vardı.)” (9, s. 476).

Üçüncüsü, onun görüşlerinin devrimcileşmesinde, çevresi de etkili olmuştur. 1913 yılında o, Başkurt öğretmen Girey Kadraçev’le tanışıyor. Bu aşırı sol görüşlü kişi şu görüşleri savunmaktaydı: “İnsanlığı tedavi etmek gerekiyor. Bunun için ise, tüm hastaları, sakatları, çirkinleri ve bunun dışında dünyadaki tüm insanların %99’unu mahvetmek gerekiyor. Gebersinler ve toprağı gübrelesinler. Sadece en sağlıklıları, güzel olanları ve yeteneklileri sağ bırakmak gerekiyor. O zaman doğa kendi güzelliğine kavuşacak insan ilkel, sağlam ve mutlu olacak” (9, s. 488). M. Sultan Galiyev ona belli ölçüde sempati duymuştur. Galiyev, şöyle yazıyordu: “Onun ‘temel’ görüşlerine katılmıyordum. Ancak ondaki sadelik, azimlilik ve fikirlerinin devrimciliği hoşuma gidiyordu.” (9, s. 488).

4. Bolşeviklerle Aynı Kulvarda

Bilindiği gibi, Sovyet dönemindeki çalışmalarda Tatarların Bolşevik devrimi karşısındaki tutumları konusunda belli kalıplar oluşmuştur. Bu kalıplara göre Tatar toplumunda da Ruslarda olduğu gibi güçlü sınıf karşıtlığı mevcuttu. Tatarların, Rus Bolşevikleriyle birlikte Tatar burjuva milliyetçilerine karşı çıkan kendi proleterleri ve Bolşevikleri olmuştur.

Gerçekten böyle mi olmuştur? M. Sultan Galiyev’in kendi mirasına göz atalım. Bakın O, Tatarlarda proleter ve Bolşeviklerin mevcutluğuyla ilgili ne yazıyor: “Kelimenin Batı Avrupa anlamında proleterler, yani milli örgütlenmiş işçi gücü olarak kalifiye işçi sınıfı yoktu. Türk-Tatar komünistleri sadece devrim sırasında ortaya çıktılar. Bunların çoğunluğu emekçi aydınlar arasından çıkmış tesadüfi insanlardır. Bunlar komünist partisinin arkasından sınıf mücadelesi ve sınıf devrimi sloganlarına göre değil, daha çok milli bağımsızlık sloganına göre gitmekteydiler. ” (9, s. 519, 520). 1914 yılında Ufa’daki durumu anlatırken şöyle yazıyordu: “Müslümanlar içinde sadece milliyetçi örgütler vardı.” (9, s. 490). Daha sonra onun ilginç bir itirafına tanık oluyoruz: “. Tatar işçi kitleleri ve Tatar yoksulları devrime katılmamışlar.” (9, s. 361). M. Sultan Galiyev “Milli kurtuluş sorununun onlar (Tatar kitleler-R. M.) için daha anlaşılır, daha yakın ve daha ilgi çekici” olduğunu inkar etmiyor (9, s. 464).

1918 yılının başlarında Bolşevikler Tatarlar içinde hiç bir destek bulamadılar. Milli Harbi Şura’nın (Askeri Konsey) tarafında Kazan’da ve Ufa’da on binlerce Tatar asker bulunuyordu. Küçük bir grup oluşturan Tatar-Bolşeviklerin tarafında ise geceleyin Harbi Şura’nın üyelerini hapsetmek için yetecek kadar bile Tatar askeri bulunmuyordu. M. Sultan Galiyev bu konuda şöyle yazıyor: “Biz, Rus Kızılordusu’nun en yakındaki askeri birliğinden on kişi çağırdık ve hapsetmek için gittik. Şura’nın liderlerinin hapsi kentin Tatarların yaşadığı bölgesinde isyana neden oldu. İsyan etmiş Tatarlar silah deposuna (95. Müslüman Alayının) saldırarak tüm mermileriyle birlikte 20 bin tüfek ele geçirdiler. Bunun arkasından oturduğum daireye saldırdılar. Fakat daha önce tehlikeyi hissederek ailemi şehrin Rusların yaşadığı bölgesine taşıdığım için beni bulamadılar.” (9, s. 496-497)

Tüm yukarıda söylenenler, Tatar halkının sosyal açıdan Bolşevik devrimine hazır olmadığının, bu devrimin büyük ölçüde Tatarlara Moskova’dan “ihraç” olunduğunun ve yapay bir nitelik taşıdığının kanıtıdır. Bununla birlikte M. Sultan Galiyev fikirlerin mantıklılığına olan ilgisine rağmen, toplumsal olayların nedenselliği konusundaki meraklılığı ve gelişmiş adalet duygusuyla eline silah alarak Bolşevikler tarafında kendi halkına karşı çıkıyor. Bakın o, bunu nasıl anlatıyor: “Tatar milleti Tatar milli devleti konusunu gündeme getirdiğinde, ben o zaman Tatarların aşırı milliyetçi çabalarını kesinlikle reddettim. Zira devrimin çıkarları bunu gerektirmekteydi. Gerektiğinde de, elime silah alarak kendi milletime karşı çıktım.” (9, 462)

5. Bolşevizim’deki Hayal Kırıklığı ve Milliyetçilik Saflarına Geçiş

M. Sultan Galiyev’in görüşlerinin bu yönde değişmesindeki en önemli etken Tatarlarda işçi sınıfının neredeyse hiç bulunmaması ve diğer yandan da bir proleter diktatörlüğün kurulması gerekliliği idi. Dolayısıyla, bu durumda sadece Rus Bolşevik Partisi sıfatında Rus işçi sınıfının diktatörlülüğü söz konusuydu.

Bu gerçekliğe uygun olarak Moskova Cumhuriyetlerin parti teşkilatlarında benzer kadro politikası yürütmekteydi. M. Sultan Galiyev Mayıs 1923’te mevcut durumla ilgili Stalin ve Trotski’ye açık şekilde yazıyordu: “Neden Kazan’daki Rus işçilerin neredeyse tamamı Tatar, başlangıçta da Tatar-Başkurd Cumhuriyeti’nin kurulmasına karşıydı? Tatar Cumhuriyeti kurulduktan sonra ise, neden bu işçiler Kazan’da tutuldu, Tatar Cumhuriyetinin kurulmasından yana olan Tatar işçiler ise oradan alındı, hem de nasıl? Sadece alınmakla yetinmeyip, üstelik sırtına büyük bir “milletçi” damgası vurdunuz.” (9, s. 451).

Sonunda bu politikadan Tatar devrimcisi (M. Sultan Galiyev-A. A.) de nasibini aldı. Moskova’nın “büyük” devrimcileri onu, Müslüman halklar içinde sosyalist devriminin gerçekleştirilmesinde kendi iradelerinin sıradan bir uygulayıcısı gibi görüyorlardı. O, bunu hissediyor ve bu konuda şöyle yazıyordu: “Ben ezilen bir halkın oğluydum. Evet. Ben devrimciydim, ancak köle bir devrimci. Ben kendimi sadece Ekim Devrimi sırasında ve devrimin ilk yıllarında ‘özgür’ hissettim. Ancak bana sen kölesin ve sana güvenmiyoruz dedikleri günden beri (bu Ekim Devrimi’nin üçüncü yılındaydı) tekrar kendimi köle gibi hissettim.” (9, s. 446, 447).

Bu olaylar giderek devrimci-teorisyeni komünizm mücadelesinde sömürge halklar için milli sorunun öncelikli olması gerektiği fikrine götürüyor. Onun eserlerinde bunun kanıtlarını bulabiliriz. O şöyle yazıyordu: “Örneğin, insanlığın sosyal yaşamının yeniden oluşturulmasının, birincisi milli sömürgecilik sorunu, ikincisi ise komünizmin gerçekleştirilmesi yöntemlerine ilişkin sorun gibi temel sorunlarına baktığımızda görüyoruz ki,.” (9, s. 526.)

Komünizmin bu şekildeki fikir kurgusu ve algılanması M. Sultan Galiyev’in Tataristan’ın “sağ” komünistlerinin fikir lideri ve teorisyenine dönüşmesine neden oluyor. O bu konuda şöyle yazıyor: “Hangi sosyal-ekonomik ve politik olayların ‘sağcı’ Tatar komünistleri grubunun oluşumu, örgütlenmesi ve gelişmesine yardım ettiğini genel çerçevede söylemiştim. Kısacası, ‘sağcılar’ grubunun temel politik felsefesini Rusya’daki milli sorunun sosyalist devrimi çerçevesinde ve ona dayanarak radikal çözümüne kavuşturulması çabası şeklinde özetleyebiliriz. ‘Sağcı’lar kendilerini milliyetçi değil, sosyalist olarak görmektedirler. Bu temel kuraldır. Bizim. yazılı programımız yoktu. Kurultayın (X. Sovyetler Kurultayı-R. M.) Tatar delegelerinin benim dairemdeki grup toplantısında bu programın hazırlanmasına başlanılması karalaştırıldı. Bu iş bana havale edildi.” (9, s. 561).

M. Sultan Galiyev’in görüşlerinin ve Tatar komünistleri arasında oynadığı rolün daha iyi anlaşılması için onun milli kültür konusunda Alimcan İbrahimov ve yandaşlarıyla olan ünlü polemiğine bakmamız gerekir. A. İbrahimov’un yandaşları “Kültürü dil belirler” tezini ortaya atmışlardır.

Araştırmacı R. S. Hakimov bu polemiğin özünü aşağıdaki gibi vermiştir: ‘M. Sultan Galiyev diğer bir tezle yanıt verdi: ‘Kültürü ekonomi belirler. Dil ise ekonomik altyapının sadece bir üstkurumudur.’ O buradan; ‘eğer milli kültüre sahip olmak istiyor isen, mevcut sistemde milli ekonomiye ulaşmaya çalış. Bu ekonominin durumu, milletin hangi devlet sisteminde (burjuva-kapitalist veya Sovyet) geliştiğine bakılmaksızın tüm üstkurumlarıyla birlikte milli kültürün kendisinin durumunu belirlemektedir’ diye sonuç çıkarıyor.”

M. Sultan Galiyev’in görüşlerinin evrimi kendisi tarafından aşağıdaki satırlarda daha kapsamlı ve özet olarak ifade edilmiştir: “Burada belirtmek gerekiyor ki, devrimdeki milli sorunla, Ekim Devrimi’nden sonra da karşılaştım. Ekim Devrimi’ne ben bizzat milli değil, sosyal, sınıfsal düzeyde katıldım. Bu sorunla yakından temas etmeden önce ise kendimi üniterci olarak görüyordum ve ülke özerkliğinden daha çok, milli-kültürel özerklik taraftarıydım. Ancak hayat bana aksini ispatladı.” (9, c. 462-463).

6. M. Sultan Galiyev’in Taktik Düşüncelerinde Türkçülük İdeası

Türk halklarının birleşmesinin gerekliliğine ilişkin temel görüşlerini M. Sultan Galiyev, “Asya ve Avrupa’nın Türk Halklarının Sosyo-Politik, Ekonomik ve Kültürel Gelişiminin Temelleri” isimli çalışmasında (1924-1925) ve “Turan Cumhuriyeti’nin Oluşturulması Sorunu Üzerine” isimli makalesinde (1929) ortaya koymuştur.

O, henüz 1923 yılında Pantürkizmi, sömürge halkların milli kurtuluş harekatının ideolojisi olarak görüyor ve Kremlin’in bu ideolojiye karşı mücadelesini eleştiriyordu. M. Sultan Galiyev şöyle yazıyordu: “Biz, sömürge ve yarı sömürgelerin milli kurtuluş harekatının devrim açısından uluslararası çaptaki önemini kabul ediyorduk. Ancak aynı zamanda Panislamizm, Pantürkizm, Panasyacılık ve benzerleriyle mücadelenin gerekliliğini de söylüyorduk. Bu, Avrupa proleterinin sınıf mücadelesinin desteklenmesi, ancak komünizmle mücadele edilmesi gerektiğini söylemek anlamına geliyordu.” (9, s. 449).

Birincisi o, Türk halklarının ve cumhuriyetlerinin birleşme sürecini doğal bir süreç olarak görüyordu. Onun düşüncesine göre, “SSCB’nin Türk halklarının birleşmesinin tarihi kaçınılmazlığı., Türklerin yaşadıkları bölgelerde kapitalizmin ortaya çıkmasının sonucu olarak feodal-serflik düzeninin dağılmasından kaynaklanmaktadır.” (9, s. 611). Yeni ortaya çıkmış Türk burjuvazisinin, bu süreci Sovyet hakimiyeti ve sosyalizmle mücadele için kullanmağa kalkışmasına rağmen M. Sultan Galiyev bu noktada Pantürkizm hareketinin özünü bir milliyetçi-burjuva hareket olarak görüyordu. O, “bu birleşme sürecinin sosyalist devrim tarafından Doğu’daki konumunun pekiştirilmesi amacıyla kullanılabileceğini” öngörmekteydi. (9, s. 611-612).

İkincisi, o, Türk halklarının birleşmesi gerekliliğini onların kültürlerinin gelişmesi açısından ve onların varolması açısından da sağlam temele oturtuyordu. O, şöyle yazıyordu:

“Ben ‘küçük’ etnik kültürlerin geniş ve çok yönlü gelişmesi olanağını reddediyor ve daha güçlü komşu kabile ve halkların kültürü içinde asimile olacaklarına ilişkin tahmin yürütüyordum. Bu ortamda somut olarak Tatar, Başkurt, Kazak, Özbek ve benzeri milli kültürler söz konusuydular. Ben, bu ‘kültürlerin’ bir ortak bünyede toplanmaması ve birbirini karşılıklı olarak asimile etmemesi durumunda, bunların Batı’da (Tatarlar ve Başkurdların) Ruslar ve Doğu’da Çinliler ile Hintliler tarafından tedricen ‘yutulması’ sürecinin kaçınılmaz olduğunu kanıtladım. Buradan da, SSCB içinde Turan Federal Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulması ve devrimin başarısızlıkla sonuçlanması durumunda bağımsız bir devlet olarak Rusya’dan ayrılması gerektiği sonucuna vardım.” (9, s. 630).

M. Sultan Galiyev’in bu birleştirme eğilimleri, onun Tatar-Başkurd sorununa ilişkin 1918 yılındaki görüşlerinde ortaya çıkmıştır. Örneğin, o, devrimden önce Tatarların ve Başkurdların tek bir Tatar- Başkurt milletini oluşturduğunu düşünüyordu (bkz. 10, s. 145).

Üçüncüsü, O, Türk Cumhuriyetlerinin birleşmesini Hindistan ve Çin tarafından SSCB için oluşabilecek tehditler açısından da zorunlu görüyordu. O, “uluslararası gerici güçlerin Çin ve Hindistan’dan Sovyet Devleti’ne muhtemel ve beklenen saldırısına karşı güçlü ve dayanıklı bir tampon devletin Ukrayna’yla eşit haklara sahip, doğrudan SSCB’ye dahil olan bir Türk Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu’nun oluşturulması gerektiğini” düşünüyordu (9, s. 612).

Ancak Turan Cumhuriyeti’nin kurulması M. Sultan Galiyev için stratejik bir mesele veya tabir yerindeyse bir amaç değildi. O, Turan Cumhuriyeti’ni bir ara halka, Doğu’daki, daha sonra tüm dünyadaki “yangın”ın sosyalist devrimle söndürülebileceği bir araç olarak görüyordu. Onun bu konudaki bazı görüşleri şunlardır: “Türkistan’ın bir Sovyet Devleti olarak kendi kaderini belirlemesi, Türkistan’ın yerli halk emekçilerinin geniş katılımıyla belli ölçüde bağımsız Sovyet Devleti’ne dönüştürülmesi bizim gözümüzde Doğu’da güçlenmemizin, dolayısıyla da Türkistan’ın, başlatmış olduğumuz uluslararası sosyal devrimin kapsamına sokulmasının reel ve somut bir aracıydı.” (9, s. 457)

Turan Cumhuriyeti bu ateşli devrimci için gelecekte kapitalizm dünyasının Rusya’ya muhtemel saldırısının önlenmesi ve dünya devriminin sonraki aşamada körüklenmesi için sadece bir taktik manevraydı. Turan Federasyonu onun için, “geçici olarak oluşmuş burjuva-kapitalist veya devrimin başarısızlıkla sonuçlanması durumunda kara gömlekli monarşist irtica ile mücadelenin yeni ve kendine özgü aracı olan Turanizm hareketinin ana hedefinin maskelenmesi amacıyla, geçici olarak yerli milletçilik konumuna çekilme şeklindeki bir taktik manevraydı.” (9, 631).

Burada, milli olan her şeyi nihai amacın, yani sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi yolunda sadece bir araç olarak gören samimi bir komünist karşımıza çıkmaktadır. Ancak, M. Sultan Galiyev sıra dışı bir komünist lider ve eşsiz bir düşünür idi. O, artık 1924 yılında Kremlin’in, Rus Bolşevizmini ve SSCB’yi, Rusya İmparatorluğu’nu yeni biçimde devam ettirmenin bir ideolojisi ve özgün bir mekanizması olarak gördüğünü anlamıştı. Bu yetenekli teorisyen kendi dahiyane önsezisiyle daha o zaman bu yeni İmparatorluğun acı bir sona mahkum olduğunu haber vermiştir: “SSCB’nin oluşturulmasıyla Panrusçular fiilen tek ve bölünmez Rusya’yı, yani Velikorusların diğer halklar üzerindeki hegemonyasını ihya etmeyi düşünüyorlardı. Ancak daha bir yıl geçmeden tüm halklar itiraz seslerini yükselttiler.

Türkistan’ı ekonomik ve politik yönden zayıflatmaya çalışan Moskova bugün Turan halklarını küçük kabilelere parçalamaktadır. Ancak iki yıl geçmez ki, Turan’ın bu ayrılmış parçaları, birliğin ihyasını ve daha güçlü, daha büyük ve örgütlenmiş bir devlette birleşmeyi gündeme getirirler. Biz, Rusya’daki son devrimin deneyiminden, hangi sınıf iktidara gelirse gelsin, onlardan hiç birisinin bu ülkenin eski ‘büyüklüğünü’ ve gücünü bir daha geri getiremeyeceği sonucuna vardık. Rusya çokuluslu devlet ve Rusların devleti olarak kaçınılmaz bir şekilde dağılmaya ve bölünmeye doğru gidiyor. İkisinden birisi; ya o (Rusya) kendi milli bileşenlerine parçalanacak ve bir kaç yeni bağımsız devlet oluşturacak, ya da Rusya’da Rusların iktidarı ‘milletlerin’ kolektif iktidarına dönüşecek. Yani Rus halkının diğer tüm halkalar üzerindeki hegemonyası sonuncuların Rus halkı üzerindeki diktatörlüğüne dönüşecek.Şu anki SSCB şeklinde tekrar ortaya çıkmış eski Rusya, uzun ömürlü değildir. O, geçicidir.” (9, s. 538).

Doğaldır ki, bu ortamda milliyetler sorununu SSCB içinde adil bir şekilde çözümlemek M. Sultan Galiyev gibi yetenekli bir komünist lider için bile pratikte imkansızdı. Daha sonra bu konuyla uğraşmak birçokları için hatta tehlikeli olmaya başlamıştı.

7. Devrimcinin Çelişkili ve Trajik Kaderi

M. Sultan Galiyev’in trajik kaderi sadece onun haksız işkencelere maruz bırakılması ve nihayet 1940’ta NKVD (İç İşleri Halk Komiserliği) duvarları arkasında kurşuna dizilmesi değil, aynı zamanda onun tüm hayatı yaşadığı değişim döneminden doğan ve onun ruhunu yaralayan çelişkilerle doluydu.

Onun hayatındaki üç temel çelişki üzerinde duralım.

Birinci Çelişki: Bu, okuduğu Rus edebiyatından etkilenerek Rus toplumuna (özellikle de onun yukarı tabakasına) ilişkin kendisinde oluşan idealist düşünceyle, Ekim Devrimi’nden sonra karşılaştığı Rus yöneticilerinin gerçek şovenizmi arasındaki çelişkidir.

Ailevi ve sosyal şartlar gereği gelecek devrim teorisyeni, Tatar kültürünün değil, büyük ölçüde Rus kültürünün, Rus ve Batı edebiyatının etki alanında eğitildi. Bakın o, bu dönemi nasıl anlatıyor: “Ben, ünlü Rus ve Avrupa yazarlarının eserlerinden etkilenerek eğitildim ve yetiştim. Benim kalbim İnsan sevgisiyle doludur. Onların eserleri bana ta çocukluğumdan bu yana tüm dünyayı sevmeyi öğretmiştir. Benim için Rus, Tatar., Fransız yoktu. Benim için onların hepsi aynı idi.” (9, s. 105).

Bunun dışında, M Sultan Galiyev 1917 yılına kadar Rus toplumunun yüksek tabakasından olan kişilerle ve RSDİP’nin (Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) üst kademe yöneticileriyle bizzat tanışmamıştı. Dolayısıyla da, onların gerçek hayattaki şovenist görüşlerini anlayamazdı. O, bu çevreleri genelde Rus edebiyatı aracılığıyla tanımıştır. Bilindiği gibi, emperyalistler ve sömürgeciler edebiyatta kendilerini açık şeklide yamyam ve yabancı kültürleri mahveden tip olarak göstermeyi sevmezler. Onların edebiyatında yamyamlar, büyük coğrafyacılar ve “boş” toprakların kaşifleri, diğer kültürleri mahvedenler ise Hıristiyanlık düşüncesinin nurunu vahşilere götüren kültür elçileri olarak adlandırılmaktadırlar.

M. Sultan Galiyev’den farklı olarak, Tatar milletçilerinin Yusuf Akçura, Sadri Maksudi ve Ayaz İshaki gibi liderleri Rusya’daki yüksek çevrelerin temsilcileri ile bizzat tanışmışlardırlar. Onlar, Rus toplumunun tepesinde duranların (“beyaz” veya “kızıl” olmasına bakılmaksızın) Rus olmayan halklar konusunda ne düşündüklerini çok iyi biliyor ve bu yüzden de Bolşevikleri desteklemiyorlardı. Onlar M. Sultan Galiyev gibi hayaller kurmuyorlardı. Çünkü onlar Rusya’nın iktidardaki çevresini edebiyattan değil, gerçek hayattan tanıyorlardı. M. Sultan Galiyev ise Ekim Devrimi’ne kadar milli sorunla yakından ilgilenmemiştir. (9, s. 462)

Moskova Bolşevizminin tamamen Rus şovenizmine bulaşması (özellikle 1920 yılından sonra), Rus edebiyatından esinlenmiş ve Lenin’le onun yandaşlarını idealleştiren M. Sultan Galiyev gibi bir Tatar Bolşeviki için büyük bir darbeydi.

Biz burada, çocukluğunda ve gençliğinde Rus kültürel asimilasyonun kurbanı olan, Rus Bolşeviklerine hizmet ettiği için önceleri halkı tarafından reddedilen, daha sonra ise sonuna kadar asimile olmadığı, bir Rusa dönüşmediği ve sömürge halklar için dünya devriminde özel bir rol talep ettiği için bu Bolşevikler tarafından kurşuna dizilen bir marjinalin trajedisinin çok açık bir örneğini görmekteyiz.

İkinci Çelişki: Bu, devrimdeki kendi rolüne ilişkin görüşleriyle devrimdeki gerçek rolü arasındaki çelişkidir. Açıkça söylememiz gerekir ki, M. Sultan Galiyev (çoğu zaman yetenekli insanlarda oluğu gibi) aşırı başarı tutkusu ve hatta belli ölçüde hırsla dolu biriydi.

Buradan onun iki; başlangıçta kendisine Tatarlar içinde yeterince “ünlü” birisi olarak değer vermedikleri için milliyetçilere, daha sonra ise onun Tatar milletçi örgütlerinin mahvedilmesindeki rolüne önem vermediği için Lenin’e küskünlüğü ortaya çıkmaktadır.

Gerçekten, olayların inanılmaz bir hızla geliştiği 1917 yılında M. Sultan Galiyev önce Milli Şura’nın çalışmalarına Sekreter sıfatıyla katılıyordu. Daha sonra o, Sosyalist Bolşevik Komitesi’ni ziyaret etmeye başlıyor. Burada o, Milli Meclis’ten devrim karşıtı olmayan bir kurum gibi bahsediyor ve Tatarlarla Bolşevikleri birleştirmeğe gayret ediyor. Ancak daha sonra Tatar gazetelerinden birisi onu, Bolşevikler lehine casuslukla suçladığında kesin olarak Bolşeviklerin saflarına geçiyor. (9, 109).

Onun, basit bir Milli Şura Sekreterliği görevinden daha fazlasını hak ettiği kanaatinde olduğu için Bolşeviklere uğramağa başladığı düşünülmektedir. O, Tatar halkının hayatındaki rolünün ve öneminin milliyetçilerce küçümsendiğini düşünüyordu. Bu, onun aşağıdaki satırlarından da görülmektedir: “Fakat ben devamlı olarak aynı yerde yaşıyorum. Ancak benim yaktığım ateş farklı ülkelere uçuşmakta, uçuşurken de küçük parçalara bölünmekte, bu yüzden de görülememektedir. Onun için de ben, ‘acımasız bir Bolşevik’ olduktan sonra tanınmaya başladım. Ama beni tanıdıklarını sanmayın.” (9, s. 105-106). Burada “yaktığım ateş” ifadesi onun değişik yıllarda ve Rusya’nın değişik şehirlerinde çıkan Tatar gazetelerindeki çok sayıda makalelerini kastetmektedir. Yukarıda söylenen örneklerde M. Sultan Galiyev için Tatarlar içinde “ünlü olmanın” büyük önem taşıdığı hissedilmektedir.

27 Ağustos 1919 tarihli “V. İ. Lenin’e randevu ricası ile ilgili mektubu”nda M. Sultan Galiyev, kendisinin Devrim için en büyük hizmetini, yani Tatar halkının tüm milli örgütlerinin mahvedilmesini Lenin’e hatırlatıyor. Mektup şu satırlarla bitiyor: “Müslüman milliyetçiler (Zeki Velidî, Barakatulla, Musa Bigiyev ve diğerleri) Size kolayca ulaşabildikleri halde, Mollanur Vahitov’un ölümünden sonra İç Rusya Müslümanlarının devrimci hareket liderlerinin tarafınızdan kabul edilmemesi bana ve birlikte çalıştığım komünist Tatar arkadaşlarıma büyük bir üzüntü veriyor.

Bu mektubumdan sonra beni kabul edeceğinizi ve dinleyeceğinizi umuyorum. Benim buna Zeki Velidî, M. Bigiyev ve diğerlerinden daha çok hakkım vardır. En azından ona göre ki, Siz beni daha bir kez de olsa kabul etmemişsiniz. Beni ilk ve son kez olarak kabul edin. Ben Sizi bir daha rahatsız etmem.” (9, s. 127).

Şüphesiz ki, Moskova Bolşeviklerinin üst kademesinde onun gerçek rolü, zannettiğinden çok daha önemsiz idi. Onlar için Galiyev işlenmiş bir hammadde idi. O artık kendi işini yapmıştı, o artık kimseye gerekmiyordu. Devrim kariyerindeki ilk sıçrayışını M. Sultan Galiyev Rus süngüleri ile gerçekleştirmişti ve bunu her kes biliyordu. O, Tatar halkının çoğunluğunun mantalitesini yansıtmıyordu. O, Kremlin için, M. Sultan Galiyev’in kendi ifadesiyle “köle devrimci” idi. Mektubun yazılış biçimi de köle zihniyetli ve aşağılayıcıdır.

Zeki Velidi ve Musa Bigiyev ise kendi halklarının gerçek mantalitesini yansıttıkları için Lenin onlarla görüşmüştü. Onların arkasında Rus süngüleri değil, Başkurd alayı vardı.

1923 yılının Mayısı’nda Stalin ve Trotski’ye yazdığı diğer bir mektubunda Sultan Galiyev kendi hayatına ilişkin diğer bilgilerin yanı sıra ortaya attığı konu açısından çok önem taşıyan bir olayı da hatırlatıyor. Yazar bir daha parti yönetiminin, onun rolünü ve önemini, devrime olan sonsuz sadakatini küçümsediğini yoğun bir şekilde gündeme getiriyordu.

Sadakatinin kanıtı olarak o, kendi faaliyetindeki şu kesiti örnek gösteriyor: “Polonya savaşı başladığında ben Polonya cephesine Belebe’deki müstakil Tatar tugayının gönderilmesini önermiştim. Eğer ben milliyetçi olsaydım, bunu yapmazdım. Ben bu öneriyi Polonya savaşı ilan olunduğu dönemde Moskova Sovyeti’nin açık toplantısında ortaya atmıştım (Yoldaş Kamenev ve yoldaş Trotski’nin bunu hatırlamaları gerekir).” (9, 463).

Şimdi o dönemdeki ortamı gözlerinizde canlandırmaya çalışın. 20’li yıllardır ve İç Savaş devam etmektedir. Bolşevikler Varşova’ya ani bir saldırı yaparak Polonya’yı bir anda “kızıllaştırma”yı kararlaştırmışlar. Bu döneme kadar yüz binlerce olmasa bile, onlarca Kızılordu’nun Tatar askerleri Kolçak’a, Denikin’e, Vrangel’e karşı savaşlarda ve Orta Asya’daki operasyonlarda yaşamını kaybetmiştir.

İnsanın, “yeter, acı kaderinden bu kadar dem vurduğun halkına biraz da acı, hiç olmazsa burada otur ve sus” diyesi geliyor. Hayır, bu adam çıkıyor ve ülkenin üst yönetimine iyi gözükmek için Tatar tugayını bu kıyım makinesine atıyor (tabii ki, gür alkışlar eşliğinde).

Bu somut olayda M. Sultan Galiyev sadece kendi rolünü yükseltmeye ve Moskova’ya olan sadakatini göstermeğe çalışmamış, üstelik bunu Tatar askerlerinin kanı pahasına yapmıştır.

Bu olayın ışığında ben, onun ezilen Müslüman proleterine olan sevgisi beyanındaki samimiliğinden kuşku duymaktayım. Bazen onun kendi içindeki devrimi değil, devrimin içinde kendisini sevdiği izlenimi oluşmaktadır. Her bir şahsiyetin faaliyetini analiz ederken, onun teorik şema ve düşünceleriyle birlikte davranışlarını da, somut politik adımlarını da araştırmak gerekmektedir. Şöyle ki, insan gerçekte sözlerine göre değil, daha çok yaptıklarına göre değerlendirilebilir.

Üçüncü Çelişki: Bu, M. Sultan Galiyev’in dünya sosyalist devriminin zaferi ideali ile onun stratejisi ve bu idealin dağılmasında etkili olan taktikleri öne sürmeye zorlayan gerçek yaşamı arasındaki en önemli çelişkidir.

Zira, onun milli Müslüman devletlerinin kurulmasına ilişkin tüm taktik önerileri, ayrıca Turan düşüncesi, gelecekte bu sosyalizm merkezlerinin bütün Doğu’da devrim ateşini körükleyeceği, daha sonra ise sömürge halkların proleterlerinin diktatörlüğünün sömürgecileri yenerek dünya devrimini gerçekleştireceği konusundaki varsayımına dayanmaktaydı.

Ancak daha sonraki deneyimin de gösterdiği gibi, sömürge halklar ve onların milli elit zümresi bağımsızlık elde ettikten sonra dünya devrimini gerçekleştirmeye çalışmamaktadırlar. Onlar kendi devletlerini ve kendi iktidarlarını güçlendirmeye ve bu iktidarı kimse ile paylaşmamaya çalışmaktadırlar. Yani doğal olarak M. Sultan Galiyev’in taktiği halkları bağımsızlığa götürüyor, fakat onun stratejisine (dünya sosyalist devrimi) bu halkların hiç ihtiyacı yoktu. Onun temel çelişkisi de buydu.

Yukarıda bahsettiğim çelişki üzerinde düşünmeye beni, ünlü Tatar tarihçisi B. F. Sultanbekov’un bir makalesi itmiştir. Bu makalesinde yazar, M. Sultan Galiyev’in trajedisine kendi yorumunu getiriyor: “O, (İç Savaş-R. M.) düşüncenin ikiye ayrılmasına götüren bir trajediydi. M. Sultan Galiyev de. bu dramı yaşamıştır. Dünya devrimi ideallerine ve Lenin’e olan samimi bağlılığı politik yaşamdaki deneyimiyle çelişkiye düşmektedir.” (11).

Bölümün sonunda şunu belirtmek gerekir ki, M. Sultan Galiyev’in kaderinde baş göstermiş tüm çatışmalarda, halkı ve Moskova yönetimi vs. konusundaki tutumunda iki ana sorun: sosyal ve milli olanın bir araya getirilmesi ve siyasi ahlak sorunu öne çıkmaktadır.

Bu bölümde sunulan bilgiler, çocukluğunda Rus edebiyatı ile eğitilmiş M. Sultan Galiyev’in yaşamının başlangıç döneminde kesinlikle sosyal yöne ağırlık verdiğini açık şekilde göstermektedir. Ancak daha sonra ezilen bir halkın temsilcisi olarak ona bir “köle” gibi haddini bildiriyorlar. Bunun sonucunda o, kendisi gibi “köle”lerin yalnız bir millet halinde birleşerek hür olabileceklerini anlamaya, yani milli yöne ağırlık vermeye başlıyor.

Siyasi ahlak sorunundan bahsederken, herhangi bir politik güçle bir araya gelmeden önce onun açıklamalarındaki ve programlarındaki konjonktürel ve günübirlik motifleri (daha açık söylersek, yalanları) asıl hedeflerden ayırabilmenin gerektiği sonucu akla geliyor. Ancak işin özünün belirlenmesi için pratikte denenmesi gerekir ki, bu da belli bir zaman gerektirir.

Politikacılar çoğu defa zaman sıkışıklığı ile karşı karşıyadır. M. Sultan Galiyev’in analiz yapmak için zamanı yoktu ve henüz çok gençti. Devrim ve onun yalancı ve ikiyüzlü liderleri ise (Lenin, Stalin) “burada ve hemen” karar vermeyi talep ediyorlardı.

Sonuç

Şovenist Bolşeviklerle, Milliyetçi Komünistler arasındaki üç farklı konuda görüş ayrılığı bulunmaktaydı.

Birinci görüş ayrılığı; “Lenin ve Trotski dünya devrimine Rusya’daki sosyalist devriminin başarısının ve Avrupa’nın teknolojik yardımıyla üretim güçlerinin artırılmasının temel şartı gibi baktıkları halde, Sultan Galiyev’in dünya devrimi sürecinin başarılarını milli politikaya dayandırdığına ” ilişkindir.

İkinci görüş ayrılığı; dünya devriminin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra Moskova Bolşeviklerinin komünizmi, Rus proleterinin hegemonyasında olmak kaydıyla Rusya’da, daha sonra SSCB’de kurma kararına ilişkindir. Aslında onlar Rus Sovyet İmparatorluğu’nu kurma eylemindeydiler. Milliyetçi-komünistler ise federasyon şeklinde ve eşit haklara dayanan bir birlik kurmak istiyorlardı.

Üçüncü görüş ayrılığı; Moskova Bolşevizminin düşünce temelinde “kurtarıcı”lık unsurunun bulunduğuna ilişkindir. Yani Ruslar kendilerini sosyalizmi diğer halklara götürecek bir halk, Rus sosyalizmini ise tüm dünyada sosyalizmin kurulmasının örneği gibi görmekteydiler. Böylece, Rus kültürü ve mantalitesi tüm dünyaya yayılmalıydı. Milliyetçi komünistler ise böyle bir “koruyuculuğun” aleyhineydiler.

Milliyetçi komünistler içinden kendi milletinin kaderine kayıtsız olmayan çok sayıda devrimci lider çıkmıştır. Bunların arasında en ünlüsü Mirsaid Sultan Galiyev olmuştur. Onun devrim analizleri ve teorik çalışmaları çok yönlü ve evrensel nitelik taşıyordu.

O, çalışmalarında bir çok tarihi olayları (örneğin, SSCB’nin dağılması ve bağımsız Türk devletlerinin kurulması) önceden sezmiş ve geleceğe yönelik düşüncelerini sağlam temellere oturtmuştu.

Onun Doğu’daki devrime ilişkin bir çok teorik düşünceleri (örneğin, devrimin Doğu’da ilk aşamada bir milli demokratik devrim olarak ortaya çıkması, daha sonra ise sömürge halkların birleşerek sömürgecilerin iktidarını devirmesi gerektiği düşüncesi) uluslararası düzeyde kabul görmüş ve XX. yüzyılın ortalarında Asya ve Afrika’daki milli kurtuluş hareketleri liderlerinin büyük çoğunluğu tarafından kullanılmıştır.

Fakat 1929 yılından sonra milliyetçilik düşüncesini komünist ideoloji çerçevesinde bile geliştirmek imkansızdı. Milliyetçilik konusundaki son liberalizm belirtileri bu ideolojiden çelik bir süpürge ile süpürülüp atılmıştı.

Milliyetçilik düşüncesinin yerini Ruslaştırmanın bir aracı olan “enternasyonalizm” almıştır. Bu ortamda milliyetçilik konusunu araştırmaya devam edenleri ise, mahvedilmeye mahkum olan “halk düşmanı” kaderi bekliyordu.

Prof. Dr. Rafael MUHAMMİTDİNOV

Tataristan Bilimler Akademisi Tarih Araştırmaları Enstitüsü / Rusya

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 18 Sayfa: 843-853

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.