Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Altı İlke

0 14.209

Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA

Atatürk inkılâplarının tam olarak anlaşılabilmesi ve bilinmesi altı ilkenin incelenmesi ve değerlendirilmesi ile mümkündür. Altı ilkenin kabulü ile çağdaşlaşmaya yönelik adımların en önemlisi atılmıştır. Altı ilke çok cepheli, zengin, ilerici, çağı yakalayabilecek ve çağın gereksinmelerine cevap verebilecek nitelikteki unsurları bünyesinde toplaması bakımından büyük öneme sahiptir.

Altı ilkenin tarihi seyri aşamalı olmuştur. Kronolojik sıraya göre milliyetçilik birinci aşamada görülmektedir. Bunun arkasından halkçılık ve inkılapçılık gelir. Bunları Cumhuriyetçilik, laiklik ve devletçilik izler. 1928’de Teşkilât-ı Esâsiye’ye (Anayasa) altı ilkeden biri olan laiklik girmiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın üçüncü büyük kongresi 10 Mayıs 1931’de başlamış,18 Mayıs 1931’de sonuçlanmıştı. Fırkanın toplandığı tarihlerde, 17 Mayıs 1931’de, Fırkanın yeni programının üçüncü maddesi “Devletin esas teşkilâtı: Türkiye milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılapçı bir cumhuriyettir” şeklinde düzenlenmişti. Bu hususlar 5 Şubat 1937’de Anayasanın hükümleri içersine sokulmuş olup, halen devam etmektedir. Kronolojik sıraya göre bu ilkeleri incelemekte yarar vardır.

1. Milliyetçilik

Ulus kelimesi bugün millet kelimesi ile eşanlamda kullanılmaktadır. Millet, tarihi ve sosyolojik bakımdan bir aşamaya ulaşmış, belirli nitelik ve şartları olan bir topluluktur. Milletin temelini, vatan ve bu vatandaki maddî ve manevî kıymet kaynakları oluşturur.[1]

Millet bu vatan üzerinde aynı dille, aynı duygu ile bir kültür birliği kuran halk kitlesidir. Vatan birliği yanı sıra dil, kültür ve ülkü birliğinin önemli rolü ve yeri vardır. Dil birliği milletin oluşmasında en büyük rolü oynar. Atatürk’e göre millet “dil, kültür ve mefkûre (ülkü) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve içtimaî (sosyal) heyettir”. Atatürk, milletin yapıcı unsuru olarak Türk diline büyük önem ve değer verir. Ona göre” Türk Dili Türk Milletinin kalbidir, zihnidir.[2]

Devrimle yeni anlam ve değer kazanan Türk milliyetçiliği kökünü Türk Tarihinin derinliklerinden, kaynağını milli mücadeleden alan ve Türk Milletinin toplumsal bilincine yerleşmiş bir prensiptir. Yeni Türk Devleti tamamen milliyetçilik temeli üzerinde kurulmuştur.

Türkiye’de demokratikleşme hareketleri Abdülmecit’ten itibaren başlamış, II. Abdülhamit döneminde 1876 ve 1908 meclislerinin açılması ile gelişmişti. Tanzimat ile birlikte belirmeye başlayan milliyetçilik siyasî bir hareket değildi Bilinçli de değildi. Kanûn-i Esâsinin 18.maddesinde yer alan Türkçe’nin resmî dil olması bilinçlenmede önemli etken olmuştur. İkinci Meşrutiyetten itibaren, Türkçülük hareketi siyasî bir fikir akımı olmaktan çok, akıllarda yer alan bir düşünce idi. Bu konudaki çalışmalar İmparatorluğun her köşesinde değil, Türklerin çoğunluk olduğu Anadolu’da gelişmekte idi.

Birinci ve İkinci meşrutiyetlerde meclisler milli değildi. Birinci mecliste 56 Müslüman milletvekiline karşın, 40 Hıristiyan milletvekili vardı. Birinci ve ikinci meşrutiyet Türkçülüğü, batılılaşmayı ya hiç kabul etmemiş ya da şeklen kabul ile, batılılaşmayı uygun bulmuştu.

Oysa, Atatürk milliyetçiliği batılılaşmayı, laikliği kabul etmektedir. 23 Nisan 1920’de açılan meclis ulusal bir meclistir. Nitekim, Meclisin en yaşlı üyesi olan Sinop Milletvekili Şerif Bey olağanüstü yetkilere sahip olan meclisi açış konuşmasında, hilâfet makamı ve Hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edilmesi yüzünden milletin isteği ile bu meclisin meydana geldiğini, milli iradenin egemen olması gerektiğini belirtmişti.[3]

Türk sözcüğü, Osmanlılarda II. Mahmut’tan itibaren benliğini bulmuş ve önem kazanmaya başlamıştır. Yusuf Akçura, Türkistan kelimesinin Fransızca La Turquie tabiri ile aynı olduğunu belirtti. Encümen-i Daniş kurulduğunda Cevdet Paşa, Türkçe’nin sadeleşmesi tezini savundu. Abdülaziz zamanında okullarda Türkçe’ye daha çok önem verildi. Ulusal bağımsızlık savaşı sırasında, ilk kez Türkiye sözcüğü, 23 Nisan 1920’de kullanılmıştır. 23 Nisan 1920’deki Türkiye Büyük Millet Meclisinin teşekkülü ile ilgili genel heyet kararında” Türkiye Büyük Millet Meclisinin intihâp edilen azalarla İstanbul Meclis-i Mebûsânından iltihak eden azalardan müteşekkil bulunmasına karar verildi” denilmektedir.[4]

Mustafa kemal Atatürk, Meclisin açılmasından sonra, Nutukta,2 Mayısta kurulacak Bakanlar Kurulu ile ilgili düşüncelerini açıklar iken, konu edilen “Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplar” 4.maddeye de dikkat çeker.[5] O,Moskova’ya heyet gönderilmesi ile ilgili konuşmasında da Türkiye Büyük Millet Meclisi ifadesini kullanır.[6] 20 Aralık 1921’deki Teşkilât-ı Esâsiye’nin 3.maddesinde “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur” ibaresi vardır. Mustafa kemal Paşa 1921 Ocak ayında Sadrazam Tevfik Paşaya çektiği tellerde “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal” unvanını açık açık kullanmaktadır.

Mustafa Kemale göre, bağımsızlık ve dil milletin oluşmasında önemli rol oynamaktadır. Nitekim,O, Amasya Genelgesi (21-22 Haziran 1919)’nden Erzurum ve Sivas kongrelerinden Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışına kadar olan süre içinde yaptığı konuşmalarda hep bağımsızlık ve halk iradesi üzerinde durmuştur.[7] Bu milliyetçilik bilinci, ulusal bağımsızlık savaşının kılavuzu olmuştur. Bu savaşta, Mustafa Kemal’in liderliği altında girişilen her atılıma millilik sıfatı takılmıştır. Her şeyden önce savaşın kendisine milli mücadele denilmiştir. Mustafa kemale göre, Türkler Milli Mücadele ile cemaat hayatından kurtularak millet hayatına geçmişlerdir. 1922 Ekiminde bunu şu şekilde ifade etmişti: “İtiraf edelim ki biz üç buçuk sene evveline kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare ediyorlardı. Cihan bizi temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk senedir millet olarak yaşıyoruz”.[8]

Irkçı olmayan, lâiklik esasından ayrılmayan, sınıf kavgasına değil,sosyal dayanışmayı hedefleyen Atatürkçü milliyetçilik anlayışı, Türk Milletinin ırk, mezhep, sınıf kavgalarıyla bölmeye kalkışacak olanlara karşı en sağlam savunma aracıdır. Türkiye Cumhuriyetinin devlete sadakatle, millete sevgiyle bağlı bütün yurttaşları rahatlıkla ve içtenlikle “ben Türküm” diyebilmelidir. Atatürk, ırk ve mezhep, sınıf ayrılıklarını körükleyenlere hep karşı çıkmış ve bu hareketleri körükleyenleri vatan haini olarak görmüştür. Ona göre, milletin birlik ve bütünlüğü en büyük kuvvet kaynağıdır. Esasen 1961 ve 1982 anayasalarının üçüncü maddesi “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diye başlar.[9]

Türk Milliyetçiliğinin halkçılık ile çok yakın bir bağı ve ilişkisi vardır. Atatürk, daha 1920’de Türkiye’nin prensiplerinin Bolşevik prensipleri olmadığını, ama halkçılığa, egemenliğin halkın elinde bulundurulmasına dayandırıldığına işaret etmiş idi.

Atatürk Milliyetçiliği birleştirici, toplayıcı nitelikte olup millet yararına olan bir milliyetçiliktir. Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışının temeli milli birlik, milli şuur, milli varlık esaslarına dayanır.

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı emperyalist genişlemelere, fetih siyasetine karşıdır. Milletlerin bağımsızlıklarını kazanmalarına yöneliktir. Orta ve Uzak Doğuda, Afrika’da, Rusya’nın güneyinde mazlum milletler Atatürk’ün bağımsızlık savaşındaki mücadelesini kendilerine örnek edinmişler ve giriştikleri bağımsızlık savaşlarında başarılı olmuşlardır.

Atatürk Milliyetçiliği çağdaşlaşmaya açıktır. Bilim ve teknik nerede ise oradan alınmalıdır. Ancak bu yapılırken de Türk toplumu özel vasfını da koruyacaktır.

Kısacası, Atatürk milliyetçiliği Durağan değil, aktiftir. Yeniliklere açıktır. Çağdaşlaşmanın yanındadır. Bağımsızlık ve halkın egemenliğini esas alır. İstilacı değildir ve emperyalist güçlere karşıdır. Kendi kültür ve öz varlığını korumakla beraber, kendi bünyesine uygun ilerlemelere de açıktır. Ülke ve millet bütünlüğüne önem veren Atatürk milliyetçiliği lâikliği savunan, her türlü mezhep,sınıf ayrımcılığını,ırkçılığı ret eder. Atatürk milliyetçiliği, milli dayanışma ve sosyal adaletten yana olup, vatan kavramı ile de bağlantılıdır ve gerçekçidir. Demokrasiye yönelik olup, saldırgan değil, barışcıl ve insancıldır.[10]

2. Halkçılık

Başta Türk Dil Kurumu Sözlüğü olmak üzere çeşitli sözlüklerde, halk kavramının tek değil, pek çok tanımının olduğu görülür. Örneğin, Yahudi halkı gibi aynı soydan gelen, ayrı ülkelerin uyruğu olarak yaşayan insan topluluklarına halk denildiği gibi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki gibi ülke içinde yaşayan değişik soylardan oluşan insan topluluklarının her biri halk olarak vasıflandırılmaktadır. Ancak, bizim anladığımız Türk Halkını, sözlüklerde de belirtildiği üzere, aynı ülkede oturan ve diğer ortak özelliklere sahip, ortak çıkarları ve değer sistemlerini paylaşan insanların tümü oluşturur.

Halkçılık ilkesi, çoğu zaman siyasal demokrasi ile eşanlamda kullanılmıştır. Atatürk’ün siyasal rejiminin gelişme süreci içinde halkçılığın anlamı, siyasal demokrasi olmuştur.

Halkçılık, Atatürkçü düşünce sisteminin, milliyetçilik, milli eğemenlik ve tak bağımsızlık ilkeleriyle birlikte, daha milli mücadelenin ilk günlerinden beri en çok vurgulanan unsurlardan biridir.[11]

Halkçılık ilkesi, milli mücadele yıllarının en önemli anayasal belgelerinde de ifadesini bulmuştur. 24 Nisan 1920 tarihli meclis tartışmaları sırasında Atatürk’ün takririnde halk hükümeti tabiri mevcuttur. Ancak, günün koşulları gereği bu düşünce açıklanmamıştır. Atatürk bu kaçınmanın nedenlerini açıkladığı İzmit Basın Toplantısında “Hissiyatımı önden daha fazla izaha kalkışsam, çoğu beni bırakıp, giderdi” demişti.

1920 Haziranı sonlarında Fevzi Paşa, olayların kendilerini “halkçılığa” sürüklediğini söylerken, Atatürk de “Bugünkü mevcudiyetimizin mahiyet-i asliyesini milletin genel eğilimi ispat etmiştir, o da halkçılıktır” diyerek siyasî sistemi bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Mustafa Kemal, 14 Ağustos 1920’de Büyük Millet Meclisi Hükümetinin yeni sistem konusundaki düşüncesinin “kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin” doğrudan doğruya halka verilmesini kapsayan halkçılık sistemi olduğunu açıklamıştır.

Atatürk, 13 Eylül 1920’de halkçılık ile ilgili Programı Meclis’e sunmuş ve bu Mecliste kabul edilmişti. Bunu büyük nutukta “Meclisin açılmasından sonra okunan ve kabul edilen takririmi de bu kısımla beraber Halkçılık Programı ismi altında tab’ ve neşretmiştim” diye belirtmektedir. 13 Eylül 1920’de halkçılık tabiri artık açık açık ifade edildiği gibi, Atatürk tarafından sunulan Halkçılık Programının 4.,6, ve 8. Maddelerinde de yer almaktadır

Üç bölüm ve otuz bir maddeden oluşan Halkçılık Programı’nın amaç ve öğreti kısmında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ulusal sınırlar içinde bağımsız yaşamak, hilâfet ve saltanat kurumlarını kurtarmak amacıyla oluşturulduğu, Hükümetin amacının halkın özgürlüğünü sağlamaktan başka, onu emperyalizmin ve kapitalizmin baskı ve zulmünden de kurtarmak, egemenliğin tek sahibi yapmak olduğu vurgulanmıştı.

Programın temel maddeleri bölümünde ise, yeni Türk Devleti’nin siyasî yapısını belirleyen kurallar yer almaktaydı. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması, yönetim biçimini halkın saptaması, “halk hükümeti”nin Türkiye Büyük Millet Meclis tarafından yönetileceği gibi ilkeler bu bölümde yer almaktaydı. Yeni Gün ve Öğüt gazeteleri de halk hükümetinin kurulması yolunda yayınlar yapmakta idi. Program 18 Eylülde incelenmek üzere özel komisyona gönderildi. Özel komisyon, programı ikiye ayırarak, amaç ve öğreti bölümünü Meclis’in bildirisi, öteki bölümünü de Teşkilât-ı Esâsiye Kânunu olarak düzenlemeyi yeğledi. Sonuçta, Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın öteden beri yüz yüze bulunduğu yoksulluğun nedenlerini yeni teşkilât ve araçlarla kaldırarak,yerine mutluluğu getirmeyi amaç olarak benimsedi.

Atatürk’ün Halkçılık Programında arzuladığı husus Türk halkının ekonomik ve sosyal çıkarlarından güç alan bir toplumsal inkılâbı gerçekleştirmekti. O, bu programı aynı zamanda millileştirme doğrultusunda da uygulamak istiyordu. Atatürk, Türk halkını “Irken, dinen, kültür bakımından birbirine karşı saygılı ve özveri duyguları ile dolu ve geleceği ve çıkarları ortak olan bir toplumsal heyettir” şeklinde nitelemiştir.

Halkçılık programına öre, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti “halk hükümeti” olacak ve egemenlik kayıtsız, şartsız millete ait olacaktır. 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiye’nin 1.maddesi egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olduğunu öne sürdüğü gibi “halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare esasına dayalıdır” diyerek halkçılık ilkesini ön plâna çıkarır. 1 Mart 1921’de ise Atatürk “Siyaset-i dahiliyemizde olan halkçılık yani milleti kendi mukadderatına hakim kılmak esası Teşkilât-ı Esâsiye Kânûnumuzda tespit edilmiştir” diyerek halkçılığın devlet için önemini vurgulamıştır.[12]

Halkçılık, halk devleti, halk yönetimi, halkın kendi geleceğine hakim olması anlamında,kısacası siyasi demokrasi ile eşanlamlıdır. Halkçılık (demokrasi ilkesi ile milli egemenlik arasında çok yakın ilişki vardır. Halkçılık, milli egemenlik ilkesinin doğal ve zorunlu sonucudur. Atatürk, demokrasi deyimini, bugün de kendilerinin demokrasi ile yönetildiğini ileri süren ülkelerde görüldüğü gibi, asıl anlamından saptırarak veya ona değişik içerikler yükleyerek değil (SSCB, İran vb) tam tersine gerçek ve geleneksel anlamında, yani hürriyetçi siyasi demokrasiyi ifade etmek amacı ile kullanmıştır: “Bizim bildiğimiz demokrasi, bilhassa siyasidir; onun hedefi, milleti idare edenler üzerindeki murakabesi sayesinde, siyasi hürriyeti temin etmektir”.[13] Gazinin halkçılıktan anladığı husus hürriyetçi,siyasi demokrasidir. Ancak hürriyetler de sonsuz değildir. Şahsi hürriyeti sınırlama devletin görevidir. Hürriyet başkasına zararlı olmayan hareketleri yapmaktır. Şahıslar rahat yaşamak, devletin varlığının sürmesini sağlamak için bazı haklarını seve seve devlete vermelidir. Örneğin Şeyh Sait İsyanı sonucunda devletin geleceği tehlikeye girmiş, bunu önlemek için 1925’de Takrir-i Sükûn Yasası çıkarılıp, istiklâl mahkemeleri kurulmuştu.[14]

1927’de Halk Fırkası Kongresinde Halkçılık Programı yer almış ve 1931’deki parti programında da bunun esaslar şöylece sıralanmıştı: “İrade ve hakimiyet kaynağı millettir….Kanunlar önünde mutlak bir eşitlik kabul eden, hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaata imtiyaz tanımayan yurttaşları halktan ve halkçı kabul ederiz”.

Halkçılığı üç önemli unsuru vardır: Birincisi halk yönetimi (siyasi demokrasi), ikincisi eşitlik, üçüncüsü sınıf mücadelesinin olmamasıdır. Siyasi demokrasi daha önce söz konusu edilmişti. Eşitlik konusunda, 1923 tarihli tüzüğün 2.fıkrası ile halk Fırkası açıklık getirmişti: “Halk Fırkası gözünde halk kavramı, herhangi bir sınıfa ait değildir. Hiçbir ayrıcalık iddiasında bulunmayan genellikle kanun önünde mutlak bir eşitliği kabul eden bütün fertler halktandır. Atatürkçü halkçılık anlayışı, toplumun bütün kesimlerinin ekonomik bakımdan eşit seviyeye, en azından refaha ulaştırmayı hedeflemektedir.

Atatürkçü halkçılık anlayışı sosyal adalete, sosyal güvenliğe, ekonomik haksızlıkların giderilmesine, yani adaletli gelir dağılımına önem verir. Eğer bunlar gerçekleşir ise sınıf mücadelesi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Mustafa Kemal’in halkçılık anlayışının komünizmle hiçbir ilişkisi yoktur. 14 Ağustos 1920’de yaptığı konuşmada buna değinen Mustafa kemal, kendi sistemlerinin Türkiye’ye özgü olduğunu açıkladıktan sonra “…Bizim görüşlerimiz ki halkçılıktır-kuvvetin, kudretin, hakimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir! Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensibidir” demişti. Mustafa Kemal, bu düşüncesini Halk Fırkasını kurarak gerçekleştirmek istemiş, 16 Ocak 1923’te İstanbul gazetelerinin temsilcilerine halk adı altında bütün milleti birleştirmek ve refaha kavuşturmak istediğini söylemiş ve daha sonra Halk Fırkasını kurmuştur.

3. İnkılapçılık

İnkılapçılık devrim kelimesine eş düşmektedir. Ama, altı ilke içinde inkılâp tabiri yer aldığından biz böyle kullandık. İstanbul Üniversitesinde Türk Devrim Enstitüsü tabiri kullanıldığı gibi Ankara Üniversitesinde Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü tabiri mevcuttur. Cumhuriyet halk Fırkasının parti programında inkılâp sözcüğü geçmekte, ancak parti genel sekreteri Recep Peker, 13 Mayıs 1935’te parti programını kongreye sunarken “Devrimcilik esas yoldur” ifadesini kullanmıştır.

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile Anadolu ihtilâli başarıya ulaşmış ve Osmanlı Devleti tarihe karışmıştı. 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması ile bağımsız Türk Devleti bütün devletler tarafından (Amerika imzalamadı) tanındığından bir sulh dönemi başlamış ve inkılâpların gerçekleşmesi dönemine geçilmişti.

Toplumsal öğelerin birbiriyle çarpışması sonucu ortaya çıkan ve mevcut düzeni yıkan ihtilâl sonrasında, çok daha uzun sürecek bir inkılâp dönemi başlar. İnkılâplar ülkenin yararına ve başarılı olmuş ise, ihtilâl de başarıya ulaşmış demektir.[15] Atatürk inkılâpları (Medeni Kanun, Harf İnkılâbı,Tevhid-i Tedrisat, Halifeliğin kaldırılması, şapka ve giysi inkılâbı, dil ve tarih inkılapları vb) halen başarılı bir şekilde uygulandığına göre, Anadolu İhtilâli başarılı olmuş demektir. Atatürk inkılâpları yapılır ve uygulanır iken, eski sistem kökünden kaldırılmış, yepyeni bir sistem kurulmuştur. Tanzimat dönemindeki gibi eski ve yeni kurumlar bir arada sürüp, gitmemiştir. Bu husus çıkarılan yasaların içeriğinde de mevcuttur. Nitekim, halifeliğin kaldırılması ile ilgili 431 sayılı yasanın gerekçesinde “Türkiye Cumhuriyeti içersinde halifelik makamının bulunması Türkiye’yi dış ve iç politikasında iki başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve milli hayatında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin dolaylı bile olsa, ikiliğe tahammülü yoktur” denilmekteydi. Zaten, 429 sayılı yasa ile din ve devlet işleri birbirinden ayrıldığına, inanç ve ibadetle ilgili işleri yürütme görevi de Diyanet İşleri Başkanlığına verildiğine göre, halifeliğin bir anlam ve fonksiyonu kalmamıştı. Gene, 430 sayılı öğretimin birleştirilmesi ve öğretim birliği yasanın gerekçesinde de “Bu ikilik eğitim ve öğretim birliği açısından bir çok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder” ifadesi yer almaktaydı.[16]

İnkılâplardan kastedilen köklü değişikliklerin meydana gelmesidir. Atatürk’e göre, inkılâpları esas yapan ve onlara sahip çıkan Türk milletidir. Bunu, 30 Ağustos 1925’te yaptığı konuşmada da vurgulamıştır.

Gazi,inkılâbı var olan kurumları zorla değiştirmek, Türk milletini geri bırakan kurumları yıkarak, yerine, çağdaş milletler seviyesine çıkaracak yenilerin konulması olarak ifade etmektedir: “Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp, yeni bir çağa götürdük. Bir çok eski müesseseleri yıktık”. Ancak, O, inkılâp düşmanlarının fırsat beklediğini, inkılâbın binlerce düşmanı olduğunu, bu yüzden uyanık olmak gerektiğine de dikkat çeker: “En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız”.[17]

Gazi, inkılâpların gerçekleştirilmesinden önce halkın içine girmekte, geziler yapmakta, halk sahip çıkacak ve benimseyecekse inkılâpları gerçekleştirmekte idi. Nitekim, 1930’daki bir konuşmasında bunu şöyle ifade etmiştir: “İnkılâp milleti ve sosyal çevreyi hazırlayarak yapılır. İnkılâp hareketlerinde dikkat edilecek nokta insan cemiyetlerinin emellerini, fikirlerini teşhis ettikten sonra, onlara yenilikleri kabul ettirebilmektir”. Gazi, gerek harf, gerek şapka inkılâplarında halkla bütünleşmeyi bilmiştir. İnkılâpların ortaya konması ve uygulanmasında başta silah arkadaşları ve milletvekillerinden büyük destek görmüştür.

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurulmasından itibaren ölmüş olduğu tarihe kadar olan süre içersinde Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarma çalışmalarında başarılı olmuştur.

4. Cumhuriyetçilik

Saltanat kaldırıldıktan sonra yeni bir sistem aranmaya başlanmıştı. Bunun uygulanmasına, savaşın bitiminden ve ulusal devlet olarak bütün devletler tarafından kabul edildiğimiz Lozan’dan sonra başlanmıştır. Sistem olarak da Cumhuriyet benimsenmiştir.

Atatürk’ü Cumhuriyete yönelten pek çok sebep vardı. Bunların başında Onun çok uzun bir süreden beri Cumhuriyet özlemini duymuş olması gelir. 1908 İnkılâbı ile tatmin olmayan Kolağası Mustafa kemal, daha o tarihlerde bizzat inkılâbı kendisinin tamamlayacağını ifade etmişti.

Cumhuriyet, Atatürk’ün ve Türk Milletinin karakterine uygundur. Çünkü, hürriyet rejimidir.

Cumhuriyet en ileri devlet ve hükümet şeklidir.

Medeniyet dünyasının çağdaş yönetim şeklidir. İnsanca yaşama düzenidir.

Atatürk, Cumhuriyeti şu şekilde değerlendirmekte idi: Cumhuriyet milletin kendi istek ve arzusu ile oluşmuştur. Cumhuriyetin kuruluşu ile hükümet, millet arasında ayrılık kalmamıştır.

Cumhuriyet bir anlamda devlet iktidarını ifade eder.

Cumhuriyet, bir devlet şekli, biçimi olduğu kadar uygulanan siyasi rejimin de adıdır. Cumhuriyet Türk İnkılâbını ifade eder. En ileri ve en gelişmiş devlet şeklidir. Cumhuriyet bir hedeftir ve dayanağı milli egemenliktir. Türk Anayasa sistemine bağlılıktır.

Cumhuriyet fazilet ve adaletle eş anlamlıdır.[18]

Gazi, 23 Eylül 1923’te Newe Freie Presse Muhabirine verdiği beyanatta, Türkiye’nin idaresinin demokratik bir cumhuriyet olacağını vurgulamıştı. Aynı gün Vatan Gazetesi Kânûn-i Esâsi esaslarının Cumhuriyete dayalı olduğunu, mebuslar arasında bunun bir an önce kabul edilmesi için bir eğilim bulunduğunu öne sürmekteydi. Trabzon’da İstikbal Gazetesi, 26 Eylülde Cumhuriyet idaresinin kurulacağını belirttiği gibi, sonraki tarihlerde bu konudaki haber ve yorumlarını sürdürmüştü. İstanbul’da Vatan, İkdam, Tanin, Vakit, Tevhid-i Efkâr gazeteleri 23 Eylülden 29 Ekim 1923’e kadar bir ayı aşkın süreçte hemen hemen her gün sütunlarında Cumhuriyet ile ilgili haberlere, makalelere, tartışmalara yer vermişlerdi. Dolayısı ile Cumhuriyet bazı muhalif gazetelerin belirttiği gibi aceleye getirilmemiştir.Tanin Gazetesi, 31 Ekim 1923 tarihli sayısında, Meclisin 286 kişi olduğunu,ancak, Cumhuriyet ilânının 158 milletvekili ile gerçekleştiğini, bu karar için Meclis’in üçte ikisinin yani yüz doksan üyenin olması gerektiği tezini savunmaktadır.[19] Ancak, yasaların çıkması için oy çokluğu yeterlidir. Dolayıcı ile Tanin’in ortaya attığı tez doğru değildir.

29 Ekim 1923 günü Yunus Nadi,Gaziye “Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” deyince, Gazi de “En kuvvetli zamanımız bugündür” demişti. Gerçekten de en kuvvetli zaman o gündü ve Cumhuriyetin ilânı için gerekli zemin ve şartlar oluşmuştu.[20] Çünkü, İtilaf Devletleri ile yapılan savaş başarı ile sonuçlanmış, saltanat kaldırılmış, Lozan Antlaşması imzalanmıştı. Gerek Türkiye’de, gerekse dış dünyada Gazi kurtarıcı ve Türkiye’yi yeni ufuklara yönlendirici kişi olarak tanımlanmaktaydı.

Gaziye göre demokrasi prensibini en çağdaş ve mantıklı olarak uygulayan sistem Cumhuriyetti. Cumhuriyette son söz halkın temsilcisi olarak seçilmiş olan Meclisindir.

Gazi, Cumhuriyete ve Cumhuriyetin dayanağı olan milli eğemenlik kavramına gönülden bağlıdır. Onun için en büyük hedef Cumhuriyetin korunmasıdır Nutukta da belirtildiği üzere bu görev gençlere bırakılmıştır.

Cumhuriyet, inkılâpların en önemlilerinden olan lâikliği de ateşli bir şekilde savunmaktadır.

5. Laiklik

Osmanlı hukuk sisteminde daha çok örfî esaslar geçerlidir. Kanuniden itibaren padişahlar kanunnameler yayınlamışlardır. Tanzimat döneminde de Ceza, ticaret kanunları yapıldığı gibi, mecelle de işlemeye başlamıştı. Meşrutiyetin başlarında Mithat Paşa fetva müessesesinin kaldırılması yönündeki önerisini cesaretle ortaya koyarken, “İçtihat Dergisi”nde yayınlanan bir yazı da, daha sonra Atatürk döneminde yapılacak yeniliklerin ilk kıvılcımlarını ortaya koymaktaydı. Bu dergide mecellenin kaldırılması ya da yeniden düzenlenmesi, şer’i mahkemelerin kaldırılması ve nizâmi mahkemelerde yeni düzenlemelerin yapılması, Latin harflerinin kabulü, üfürükçülüğün kaldırılması, kadınların diledikleri gibi giyinebilmeleri, fesin kaldırılması, yerli malı kullanılması, padişahın bir tek karısının olması, tekke ve zaviyelerin kaldırılması, Avrupa medenî kanununun kabulü ile evlenme ve boşanma şartlarının değişmesi, birden fazla kadınla evliliğin yasaklanması, cübbe giymenin yalnız din mensuplarına tanınması, sarık sarmanın, cübbe giymenin, evliya ziyaretlerinin yasaklanması yer almaktaydı. Mustafa kemal’in yukarıda belirtilen hususların hepsini zamanı geldiğinde uyguladığını biliyoruz. Ancak, kendisinin bu önerilerden yararlanıp, yararlanmadığını bilmiyoruz.

Laiklik konusunda 1928’e kadar olan süre içersinde pek çok ilerleme olmuştur. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile şeyhülislamlık da tarihe karışmıştır. Son şeyhülislam Medeni Mehmet Nuri Efendi bu tarihte görevinden istifa etmiştir.

3 Mart 1924’te, hem halifelik, hem de Şeriye ve Evkâf Vekâleti kaldırıldı. Aynı tarihte eğitimi birleştiren yasa çıkarıldı. Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar, 11 Mart 1925’te medreselerin hepsinin kapatılması için emir verdi. Tevhid-i Efkâr Gazetesinin ve bazı softaların direnmesi, inkılâba gönül vermişleri ve Gaziyi yolundan çeviremedi.[21] 1925 yılında tekke ve zaviyeler kapatılıp, tarikatlar yasaklanmış, türbedarlık vb. benzeri unvanlar kaldırılmıştı Ancak, 1950’de çıkarılan bir yasa ile tarihte büyük yere sahip olan Türk büyüklerine ait türbelerle, büyük sanat değeri olan türbelerin verilecek bir izinle açılması kararı kabul edildi.1925’te takvim, şapka-kılık-kıyafet, 1928’de harf inkılâpları ile laiklik konusunda önemli ilerlemeler kaydedildi.

10 Nisan 1928’de Teşkilât-ı Esâsiye Kânûnunda bazı değişiklikler yapılmış ve 1924 Teşkilât-ı Esâsiyesinde ikinci maddede yer alan “Türkiye Devletinin dini, din-i İslam’dır” fıkrası ile yirmi altıncı maddedeki “Ahkâm-ı Şer’iyyenin Büyük Millet Meclisi tarafından yürütüleceğini” belirten cümle kaldırılmış, ayrıca, milletvekillerinin ve Cumhurbaşkanının yaptıkları yeminler de dini kurallar kapsamından çıkarılarak, bunların namus üzerine içilmesi kabul edilmiştir.[22]

Lâiklik daha sonraki anayasalarda da, 1961 ve 1982’de de yer alır. Bunlara göre, lâik devlette kişiler din ve vicdan, ibadet hürriyetlerine sahiptir. Bir din ya da mezhep mensubunun diğerlerine baskı yapmasını önlemek lâik devletin görevidir. Herkes dini inancını yerine getirecektir. Ancak, ibadetler, dinî ayin ve törenler kamu düzenini bozmayacak şekilde olacaktır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrıdır. Dini kötüye kullanmak lâikliğe aykırıdır. Devletin siyasal yapısını, hükümet ve idarenin işleyişini düzenleyen kanun ve kuralları, dini prensipler değil, akıl, mantık, ihtiyaç ve hayatın gerekleri düzenler.

Eğitim kurumları ve eğitimin kapsamı dini kurallara göre düzenlenemez. Kimse devletin resmî olarak benimsediği bir din ya da mezhebi öğrenip, o yolda eğitime zorlanamaz.

Batı ülkelerinde din görevlilerine ve ibadet-hânelere devletin yardımı olmaz iken, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı hizmetlerin görülmesi için bu görevi yükümlenmiştir.[23] Eğer atamalar devlet tarafından olmaz ise ister istemez ortaya bir kaos çıkabilir. Bilgili din adamı bulmak, buna ücret ödemek özellikle köylere bırakılırsa zorluklar ortaya çıkabilir.

Manevi değerler ile bilim arasında çelişki olacağını düşünmek yanlıştır. Bilim adamlarının söz sahibi olmaları,konuların akılla, bilimsel metotla, deneyle çözüme kavuşturulmasını dini fetvalarla sınırlamak çok büyük bir yanlışlıktı. Çağdaşlaşma her şeyden önce, çağdaş bilime dayalı bir medeniyeti gerçekleştirmektir. Bunun yolu da lâik devletten geçer.

6. Devletçilik

Türk Devleti kurulduğunda ekonomik yönden çok zayıftı. Dış borçlar, parasızlık, alt yapı noksanlığı,teknik eleman yokluğu, aydın sayısının çok az oluşu ve benzeri pek çok dertler ile karşı karşıyaydı. Gazi, yeni Türk Devletinin güçlü bir ekonomi sayesinde kalkınacağına inanmıştı. Hatta, milli mücadelenin en kızgın döneminde, Onun savaş sonrası yeni Türkiye Devletinde uygulanması gereken iktisat politikasının hazırlanması için özel bir heyet kurması son derece ilginçtir. Heyetin Başkanı Ziya Gökalp’tir. Gazinin zaman zaman çalışmalarına katıldığı heyet, çalışmalarını Ankara Garında bir vagon içersinde uygulamıştır.

Mustafa Kemal, milli mücadelenin başından beri devletçiliğe yönelmiştir. 1 Mart 1922’de yaptığı konuşmasında da devletçiliği dile getirmiştir: “Siyaset-i iktisadiyemizin mühim gayelerinden biri de, menâfi-i umûmiyeyi alakadar edecek müessesat ve teşebbüsât-ı iktisâdiyeyi kudret-i maliye ve fenniyemizi müsaadesi nispetinde devletleştirmektir”.O, devletçiliği şu şekilde açıklamaktaydı: “Bizim takip ettiğimiz devletçilik ferdî ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refah ve memleketi mamuriyete (bayındırlığa) eriştirmek için milletin umûmi ve yüksek menfaatlerinin icâb ettirdiği işlerden bilhassa iktisadi sahada fiilen alakadar etmektedir.[24]

Gazi, dış borçlanmaya belirli koşullar içersinde taraftardır. O, dış borçlanmanın amacını üç noktada toplar: Halkın yaşam düzeyini yükseltmek, bayındırlığı ve üretimi artırmak, gelir kaynaklarının geliştirilmesine yararlı olmak. Gazi, liberal ekonomiyi de desteklemektedir.

Atatürk’ün devletçilik anlayışı halkçılığın da tamamlayıcısı bir konumda ele alınmalıdır. O, bu hususu “Devletçilik, özellikle sosyal, ahlakî ve millidir. Milli servetin dağıtımında daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refahı, milli birliğin mümessili olan devletin en mühim vazifesidir” biye açıklar. Gazi, ayrıca Türkiye devletçiliğin, XIX. yüzyıldan beri sosyalizm düşünürlerinin ortaya koyduğu sistemden farklı kendine özgü bir sistem olduğunu da vurgular.

Hiç şüphesiz Türkiye’yi Devletçilik anlayışına götüren en önemli neden 1929’daki dünyadaki iktisadî krizdir. Bütün dünya ülkeleri malî sıkıntı içersinde bulunurken, kapılarını kapatıp, kendi gereksinimlerini kendileri sağlarken, Türkiye de aynı yola başvurmak zorunda kaldı. Ancak, zaten bu tarihe kadar olan süre içersinde, özellikle 1923-1928 arasında Türkiye’de özel girişim olmadığı için zaten yatırımlar devlet tarafından yapılıyordu. Türkiye, bir taraftan Düyûn-u Umûmiye ile ilgili borçları öderken, diğer taraftan da yabancıların elinde bulunan demiryolları, su, telefon, liman, metro (Beyoğlu-Galata arası), havagazı gibi alt yapı ile ilgili tesislerin millileşmesi için çalışıyordu. Demiryolu, fabrika, yol, liman yapımı işleri devlet tarafından yürütülüyordu. 1926’da Kayseri Uçak, Alpulu (Kırklareli), Uşak şeker, Bünyan Mensucat fabrikalarının açılması buna bir örnektir. Bu arada özel sermayeye de destek verilmekteydi.1929’dan sonra bunların hacmi eskiye göre çok artmıştır. 1927’de 197 olan fabrika sayısı 1933 sonlarında 3000’i aşmıştı.[25] Birinci ve ikinci beş yıllık sanayi plânları döneminde açılan fabrika sayısı 30’a yaklaşmıştır.

1931-1932 yılları arasında hazırlanan ve 1934 Mayısında uygulamaya konan Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı ile hem ülke gereksinmelerinin giderilmesi, hem de hammaddeleri ülkede bulunan sanayi işletmelerinin kurulması amaçlanmıştı. 1936’da hazırlanan ve 1937’de uygulama alanına giren İkinci Beş Yıllık sanayi Dönemi’nde pek çok sanayi tesisi açıldı. 8 Kasım 1937’de Birinci Celâl Bayar Hükümeti programında Atatürk’ün uyarı ve düşünceleri yer almış ve bunlar dört ana grupta toplanmıştı: 1-Topraksız çiftçi bırakmamak 2-İş araçlarını artırmak, iyileştirmek ve korumak 3-Tarım bölgelerine göre özel önlemler almak 4-Çok iyi ve ucuz ürün elde etmek.[26]

Atatürk,yeni kurulan devletin elinde bulunan çok kıt olan olanakları son derece özenli kullanarak ekonomisi sağlam temellere dayalı bir devlet yaratmak istiyordu. Devletçilik bu yüzden çok önemliydi. 1931 yılının Ocak Ayında İzmir’de yaptığı bir konuşmada “Fırkamızın izlediği program, iktisadî açıdan devletçiliktir” diyerek iktidar partisinin konumunu adeta onaylamış ve 10 Mayıs 1931’de Cumhuriyet halk Partisinin tüzük ve programına devletçilik ilkesi girmiş, böylece altı ilke tamamlanmıştı.

Devletçilik ilkesine göre, büyük ve kamu yararına uygun olan özel kuruluşlara, devlet tarafından plânlı olarak özel sermayeye yol gösterilecekti. Ancak, piyasalar da devletin denetimi altında bulunacaktı. O, bunu 1 Kasım 1937’de yaptığı konuşmada da dile getirmişti: Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılama; bununla beraber, hiçbir piyasa başıboş değildir”.[27]

Atatürkçü devletçilik, güçlü ve çağdaş devlet yaratma düşüncesi yanında halkçılık ilkesini de savunur. Sınıf mücadelesi ile uğraşır. Herkesin eşit pay ve refaha sahip olmasını kabul eder.

Atatürk dönemi devletçi politikaların içeriği dondurulmuş değildir. Devletçilik içinde bulunan hallere, şartlara ve zorunluluklara açık kapı bırakır. Atatürk döneminde bile ekonomik şartlara uygun değişiklikler yapılmıştı. Bulunduğumuz dönemde özel girişime daha çok yer verilmekte, yatırımların özel girişim tarafından yapılması desteklenmektedir. Demiryolları, deniz yolları, kara yolları, devlet su işleri, metro, şeker, çimento, kumaş, Paşabahçe cam vb fabrikalar, tekel gibi işletmeler gene devlet tarafından işletilmektedir. Ancak, tekelde dahi özel teşebbüse izin verilmektedir. Devlet bankaları yanı sıra özel bankalar da açılmaktadır. Biraz önce belirttiğimiz üzere, Atatürk dönemi devletçilik politikası devre göre değişiklik gösterebilir. Esasen, o dönemde de özel girişim teşvik edilmekteydi.

Devletçilik, o dönemde, o şartlar içinde devlet, ülke, ulus olanaklarının kullanımında, işletilmesinde, gelişmede, çağdaşlaşmada, devletin ekonomik işlevine yön veren bir ilkesi olarak ülkenin kalkınmasında büyük rol oynamıştır.

Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 516-523


Dipnotlar :
[1] Hamza Eroğlu: Atatürk’e Göre Millet ve Milliyetçilik, İstanbul 1981 Atatürk Yolu adlı kitap, sayfa. 135
[2] Afet İnan: Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1969, sh. 19
[3] Yücel Özkaya: Türk İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet Tarihi, Ankara 1981, sh. 71
[4] Coşkun Üçok: Tarihimizde Türkiye Sözcüğünün Resmen İlk Kullanılışı, Ankara 1988, Atatürk Haftası Armağanı, Genelkurmay Askerî Tarih ve Strateji Etüt Başkanlığı Yayını.
[5] Mustafa Kemal Atatürk: Nutuk, Ankara 1927, sayfa. 277
[6] Mustafa Kemal Atatürk: Nutuk, Ankara 1927, sayfa. 289
[7] Yücel Özkaya: altı İlke, Ankara 1991, Atatürk Yolu Dergisi, sayı. 8, sayfa. 652, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını
[8] Bekir Sıtkı Baykal: Atatürk’ün Milliyetçiliği, Ankara 1992 (Atatürkçü Düşünce), sayfa324- 325 Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.
[9] Turhan Feyzioğlu: Atatürk ve Milliyetçilik, Ankara 1992 (Atatürkçü Düşünce), sayfa298- 299, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.
[10] Yücel Özkaya: Altı İlke, Ankara 1991, Atatürk Yolu, sayı. 8, sayfa. 654-655, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını.
[11] Ergun Özbudun: Atatürk ve Demokrasi, Ankara 1989, Atatürk Araştırma merkezi Dergisi, sayı. 14, sayfa 285
[12] Yücel Özkaya: Atatürk ve Halkçılık, Ankara 1991 (Atatürkçü Düşünce), sayfa. 458-460, Atatürk Araştırma Merkezi yayını
[13] Ergün Özbudun: Atatürk ve Demokrasi, Ankara 1989, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, sayı. 14, sayfa 287
[14] Yücel Özkaya: Altı İlke, a.g.m., sayfa 667-669
[15] Cahit Bilim: İnkılâp Kavramı, Ankara 1990. (Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/I), sayfa 7-8, YÖK Yayını
[16] Reşat Genç: Türkiyeyi Laikleştiren Yasalar, Ankara 1998, sayfa. XI-XIII (Reşat Kaynar’ın giriş kısmı), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını
[17] Yücel Özkaya: Altı İlke, a.g.m., sh. 657-659
[18] Hamza Eroğlu: Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 1989, sayfa92-100, Atatürk Araştırma Merkezi yayını.
[19] Yücel Özkaya: Türk Basınında Cumhuriyetin İlânının Öncesi ve Sonrası, Ankara 1993, Atatürk Yolu, sayı. 11, sayfa. 279-301, Ankara Üniversitesi. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını
[20] Yücel Özkaya: Atatürk Biyografisinden Sayfalar I, (1923-1928), Ankara 1984, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 18, sayfa. 115
[21] Yücel Özkaya. Atatürk Biyografisinden Sayfalar II, Ankara 1990, Atatürk Araştırma merkezi Dergisi, sayı 18, sayfa 513
[22] Mahmut Goloğlu: Devrimler ve Tepkileri, Ankara 1972, sayfa. 235-237. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, III. Devre, sayfa 104, 112, 125
[23] Turhan Feyzioğlu: Türk İnkılâbının Temel taşa: Laiklik, İstanbul 1981 (Atatürk Yolu), sh 173-174
[24] Yücel Özkaya: a.g.m. sh. 661-662
[25] Yücel Özkaya: Türk İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet Tarihi, Ankara 1981, sayfa. 214-221
[26] Yüksel Ülken: Atatürk ve İktisat, Ankara 1986 (Atatürk İlke ve İnkılâpları tarihi II), sayfa 252, YÖK Yayını
[27] Yücel Özkaya: Altı İlke, sayfa. 664
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.