Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Afrika’da Türklerin Hakimiyeti ve Kurdukları Devletler

0 24.020

Dr. Ahmet KAVAS

Asya’dan tarihin değişik dönemlerinde kitleler halinde ayrılan Türkler bilhassa batıya doğru göç ederek Avrupa ve Afrika’da bir çok bölgeyi kendilerine yurt edindiler. Geri dönmemek üzere terk ettikleri toprakları ve geride bıraktıkları soydaşlarıyla irtibatlarını çok zaman kaybetmelerine rağmen asli kimliklerini muhafaza ettiler. Bu makalede Türklerin Afrika’nın değişik bölgelerine doğru yayılmaları Mısır merkezli olarak ele alınacaktır. Tarihin her döneminde Nil gibi önemli bir kaynağa sahip olduğu için kıtanın bu en verimli ülkesi daima her devlet ve milletin dikkatini üzerine çekmiştir. Önce buraya yerleşen Türkler de kısa zaman içinde kıtanın farklı istikametlerine doğru yayılmaya başladılar. Bir taraftan Akdeniz’in güney sahillerini takip ederek kıtanın batısına doğru ilerleyip Atlas Okyanusu sahillerine kadar ulaştılar. Diğer taraftan Kızıldeniz’in batı sahilinden güneye doğru inerek Hint Okyanusu sahillerindeki önemli iskelelere kadar inerek kendilerine bir mücadele alanı oluşturdular.

Sömürgeciliğin zirveye çıktığı XIX. asrın ortalarında Mısır-Somali ve Mısır-Cezayir istikametinde uzanan Osmanlı sınırlarının adeta Cezayir-Somali yönünde birleştirilmesi için bir taraftan Sudan üzerinden bugünkü Uganda topraklarına kadar doğu Afrika’nın tamamı Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve yerine geçen Hidivler tarafından Mısır’ın sınırlarına dahil edildi. Diğer taraftan bugünkü Libya toprakları üzerinden güneye doğru yapılan seferlerle Çad Gölü havzasına kadar gidilerek Nijer ve Çad isimli ülke topraklarında yeni hakimiyet alanları tesis edildi. Böylece Büyük Sahra’nın güneyindeki bir çok bölge Osmanlı Devleti’nin sınırlarına katıldı. IX. asırda başlayan Türklerin Afrika’daki varlık mücadeleleri XX. asrın ilk yıllarına kadar devam etti. Kıtadaki bu hakimiyetin son iki halkası olan Mısır’da kraliyet ailesi 1953 yılında ve Tunus Emâreti ise 1965 yılında bilhassa Batı’nın tahrik ettiği milliyetçi hareketlerin alevlenmesi sonucu yıkıldılar.

Anavatanlarını terk ettikleri andan itibaren Türklerin diğer kıtalara yaptıkları göçler ve gittikleri yerlerde kurdukları devletlerin tarihte oynadıkları etkinliklerini genel olarak tespit etmek kolay görünmektedir. Zira dünya tarihi veya farklı bölge tarihleri hakkında yazılan bir çok eserde birkaç cümle ile de olsa müspet veya menfi mânâda onlarla ilgili bazı ifadelere rastlamak mümkündür. Zaten başlangıcı ile sonucu arasında sadece bir kaç gün hatta birkaç saat içerisinde başlarından geçen bir çok tarihi hadise üzerine bazen müstakil makaleler ve kitaplar yazıldığı bilinmektedir.[1]

Türklerin Afrika’ya ilk ayak bastıkları tarihlerde kurdukları devletleri ve günümüzde bir çok ülkede hâlâ yaşamakta olan nesilleri üzerinde yapılan araştırmaların sayısı çok sınırlıdır. Osmanlıların bu kıtada hakim olmaya başladıkları XVI. asır öncesi dönemde yaşayan Türklerle ilgili pek çok kitapta önemli olsun olmasın bir çok hadisenin bile en ince teferruatlarına kadar yer aldığı görülmektedir. Osmanlı Dönemi’ne gelince birinci elden kaynak kabul edilen arşiv belgelerinin bolluğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Günümüz tarihçiliği açısından bütün bu kaynakların ışığında yapılan sınırlı sayıdaki ilmi araştırmaların sayısı artırılarak hem kendi tarihimiz gerektiği gibi aydınlatılmalı hem de milletimizin farklı coğrafi bölgeler üzerindeki etkinliklerinin dünya tarihine katkıları göz önüne konulmalıdır.

İslam’ın Afrika’da yayılmaya başladığı VII. asırdan itibaren Müslüman Araplar bir çok bölgede kısa zamanda hakimiyet tesis etmişlerdi. Hz. Ömer zamanında başlayan ilk fetih hareketleri Hz. Osman zamanında da aralıksız sürerek Emeviler Dönemi’nde Kuzey Afrika’daki hakimiyetleri daha da güçlendi. Abbâsîler Dönemi’ne gelince İslam toprakları Asya kıtasında olduğu kadar bu kıtada da epeyce genişlemeye başladı. İşte Türklerin Afrika tarihinde ilk defa etkili olmaya başlamaları da bu döneme rastlamaktadır. Asker olarak İslam ordularına alınıp Irak ve Suriye bölgesine getirilen bu insanların bir kısmının daha sonra Mısır’a sevk edildiklerini görmekteyiz. Burada kısa zamanda idareyi ele geçirerek adeta devlet içinde devlet kuran ilk Türk hanedanı Tolunoğulları Devleti’dir (868-905). Dönemin siyasi ortamı içerisinde uzun sayılabilecek bir hakimiyet tesis eden bu hanedanın yıkılmasından bir müddet sonra kurulan ve birincisine göre daha az ömürlü olan ikinci Türk hanedanı İhşîdîlerdir (935-969). Bu iki hanedan tecrübesinin ardından Fas civarında kurulduktan sonra Mısır’a gelerek burayı kendilerine merkez yapan Fatımiler Dönemi’nde de (909-1171) Türkler daha ziyade orduda askeri güç olarak varlıklarını sürdürdüler. Bilhassa halife el-Mustansır (1036-1094) zamanında idarede epeyce etkili konuma geldiler. Mısır’ı onlardan alan Selahaddin Eyyûbî’nin Eyyûbîler Devleti’ni (1171-1250) kurmasıyla birlikte Türkler Afrika’da yeniden yükselişe geçtiler ve bu hanedana da en büyük desteği onların verdikleri bilinmektedir. Fatımiler gibi Eyyûbîler de Kuzey Afrika’nın bir çok bölgesine ve Yemen’e kadar uzanan bir hakimiyet alanı oluşturdular. Kafkaslar’dan ve Mâverâünnehir bölgesinden getirilen ve “Memlük” denilen askerlerin giderek idarede hakim olmaları neticesinde Eyyûbîlerin yerine Memlükler (1250-1517) Devleti’nin kurulduğunu görüyoruz. Memlükler yaklaşık üç asır Arap Yarımadası, Mısır, Yemen ve Trablusgarp sınırına kadar geniş bölge üzerinde hakim oldular. Bilâdü’s-Sudan olarak tarif edilen Büyük Sahra’nın güneyinde kalan bölgede yer alan Kânim- Bornu, Mali, Songay ve Kano gibi sultanlıklarla bu dönemde yakın münasebetler geliştirildi. Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Mısır’daki Memlüklü Hanedanı’na son verilmesinin ardından kısa zamanda bütün Kuzey Afrika ve Yemen’le bağlantılı olmak üzere Doğu Afrika Osmanlı Devleti’nin idaresine girdi. Kızıldeniz’in bir Türk gölü haline dönmesinin ardından karadan Nûbe, Habeşistan ve Zengibar memleketlerindeki Müslüman ve Hıristiyan krallıklarla, deniz yoluyla ise Hindistan bölgesine kadar uzanan geniş bir bölgeyle temasa geçildi. Türklerin Afrika’da en uzak noktalara ulaştıkları Osmanlı hakimiyeti dönemi 1911-1912 yılında cereyan eden Osmanlı-İtalyan Savaşı’na kadar devam etti.

A. Mısır’da Kurulan Türk Devletleri

I. Tolunoğulları Devleti (868-905)

IX. asırdan itibaren hizmetine girdikleri Abbâsî hanedanına mensup halifeleri himaye etmeye başlayan ve kısa zamanda İslam tarihinde önemli yer alacak olan Türklerin Afrika’da kurdukları ilk devlet Tolunoğulları Devleti’dir. Buhara asıllı bir aileye mensup olan Ahmed İbn Tolun Mısır valiliğine tayin edilen ve gitmek istemeyen üvey babası Bayık Beg yerine 868 yılında buraya gitti. Kendisi sadece Fustat (Kahire) ve çevresinden sorumlu iken kayınpederi Yârcûh ise İskenderiye ve civarını idare etmekteydi. 873 yılında Yârcûh’un ölümü üzerine bütün Mısır onun hakimiyetine geçerken Abbâsî halifeliğinin zayıfladığı bir dönemde Tolunoğulları Devleti güçlendi. Halifeye bağlılığı devam etmekle birlikte Ahmed b. Tolun müstakil bir hükümdar gibi hareket etmeye başladı.

884 yılında vefat ettiğinde Mısır tarihinin en iyi dönemlerinden biri geride kaldı. Zira her alanda ahalinin hayrına çalışmış ve 18 yıllık valiliği döneminde Mısır’ın yıllık geliri 10 milyon dinara ulaşmıştı.[2] Onun 868 yılında kurduğu hanedan 905 yılına kadar otuz yedi yıl hüküm sürdü. Ülkenin sınırları hemen hemen bugünkü Mısır Devleti’nin tamamı ve Libya topraklarının büyük bir kısmını içine alıyordu. Ayrıca Arap Yarımadası’nın kuzeyi, Filistin, Lübnan ve Suriye de Tolunoğullarının idaresi altındaydı. Zira Türkler bugünkü Libya topraklarına ilk defa Ahmed b. Tolun’un oğlu Abbas komutasında 879 yılında geldiler.[3]

Mısır Müslümanlar tarafından fethedildiği günden itibaren ilk defa Ahmed b. Tolun Dönemi’nde Abbâsî Hanedan’ın merkezi Bağdat’tan askeri ve iktisadi bakımdan koparak müstakil hale geldi. Özellikle ordusuna aldığı Türk ve zenci askerlerle kuvvetinin artması sayesinde Suriye’ye de hakim oldu.[4] Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Humâraveyh zamanında ise Mısır refah ve zenginlik bakımından daha iyi bir konuma geldi. Ayrıca bu aileden üç hükümdar daha hüküm sürdüyse de on yıl içinde devletin yıkılmasına engel olamadılar. Tolunoğulları Mısır’da 24.000 zencî 40.000 Türk olmak üzere toplam 64.000 neferden oluşan bir askeri güce ulaşmışlardı.[5]

II. İhşîdîler Devleti (935-969)

Abbâsî Halifesi Kâhir-Billâh tarafından 933 yılında Fergana asıllı bir hükümdâr ailesine mensup olan Muhammed b. Tuğç Mısır valisi yapıldıysa da kısa süre sonra bu görevinden azledildi. Halife Râzi-Billâh tarafından 935 yılında tekrar vali tayin edilmesiyle birlikte İhşîdîler Hanedanı Mısır’da ikinci Türk devleti olarak kuruldu. Kendisine halife tarafından Fergana hükümdarlarının kullandıkları “İhşîd” unvanı verildi. Halife Muttaki-Lillâh kendisine bağlılığından dolayı Mısır’ın otuz yıl idaresini ona verdi. 937 yılında ölümü üzerine yerine veliaht tayin ettiği on beş yaşındaki oğlu Ebü’l-Kâsım Ûnûcur geçtiyse de Nûbeli Vezir Ebü’l-Misk Kâfûr ona vasi tayin edilerek Mısır’ın gerçek hükümdârı gibi devleti idare etti. Kâfûr böylece yönetimdeki gücünü kaybetmedi ve Ûnûcûr 960 yılında vefat edince yerine geçen Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed bu vâsiyi etkisiz hale getiremedi. Ancak bu valinin 966 yılında vefat etmesi üzerine yerine dokuz yaşındaki oğlu Ahmed’in geçmesine müsaade etmeyen Kâfûr Abbâsî Halifesi Mûti-Lillâh tarafından Mısır valiliğine tayin edilmesini sağladı. İki yıl valilik yaptıktan sonra ölünce yerine Ebü’l-Hasan’ın on bir yaşındaki oğlu Ebü’l-Fevâris Ahmed b. Ali b. Muhammed geçtiyse de Mısır’ın içine girdiği buhranlı dönemde Fatımiler kurtarıcı gibi görülerek 969 yılında Cevher es-Sıkıllî Fustat’a geldi ve İhşîdîler Devleti’ne son verdi.[6] Bunlardan iktidarı ele alan Fatımi ordusunda Sudanlı denilen zenciler ile Türk askerlerinin sayısı çok fazla idi ve aralarında büyük bir rekabet yaşanıyordu. Zamanla bu rekabet kavgaya dönüştü ve Sudanlılar yenilerek Yukarı Mısır denilen Said bölgesine kaçtılar.[7]

Tolunoğulları hanedanının yıkılmasından otuz sene sonra aynı topraklar üzerinde hakimiyet tesis eden bu ikinci Türk hanedanı da fazla uzun ömürlü olamadı ve otuz beş sene sonra yıkıldı. Özellikle Kâfur’un yönlendirmeleriyle Kuzey Suriye’yi ellerinde tutan Hemdânilerle mücadele edildi. Ama kıtanın kuzeybatısından gelen Şii Fatımi Hanedanı karşısında varlık gösteremedi ve onların eline geçti. Bundan böyle Mısır İslam dünyasının doğusu ile batısı arasında bir kaynaşma yeri haline döndü.[8]

Türkler daha sonraki asırlarda da Kuzey Afrika’da görülmeye devam ettiler ve Yusuf b. Taşfîn’in ordusunda XI. asrın ortalarında Oğuzlardan bir askeri birlik vardı. Yine bu asrın ikinci yarısında Şahmelik isimli bir Türk emrindeki askerleriyle önce Mısır’a gelmişse de buradaki idarecilerle geçinemeyince Trablusgarp’a geçerek buranın idaresini ele geçirmişti. Tunus’taki Zîrî hanedanının başında bulunan Temîm b. Muiz onlardan şehri geri alıp bunları ordusuna dahil etti. Fakat onunla da araları açılınca Sefâkus ve Kâbis şehirlerine geçip oraları sırasıyla ele geçirdilerse de Temîm karşısında tekrar yenilmişler ve yerli halkın arasına karışıp onlarla kaynaşınca izleri kayboldu.[9]

Tolunoğulları ve İhşîdîler Mısır’da Abbâsî halifeliğine bağlı Sünnî İslam’ın iki temsilcisi olarak bu anlayışa aykırı herhangi bir mezhebin faaliyetine müsaade etmemişlerdi. Bilhassa Kahire’deki İbn Tolun Camii, Irak’ın Samarra kentinde Abbâsî Halifesi el-Mütevekkil tarafından Türk askerleri için yaptırılan caminin benzeri tarzda inşa edilmişti.[10]

III. Eyyûbîler Devleti (1171-1250)

XII. asrın ortasına doğru Suriye’de Selçuklular adına hüküm süren Atabey Nureddin Mahmud Zengi’nin (ö. 1174) komutanlarından Esedüddin Şîrkûh ve yeğeni Selahaddin Eyyûbî (ö. 1193) Mısır’a saldırıya geçen Haçlılara karşı Fatımi halifesinin isteği üzerine çoğunluğu Türklerden oluşan 7000 kişilik süvari birliğiyle onun yardımına gittiler. Şirkûh 1169 yılında ve vefatından sonra da yeğeni Fatımi sarayında vezir olarak görev aldılar. Ancak Nureddin Mahmud Zengi’nin de yönlendirmesiyle yaklaşık iki sene süren Fatımileri iktidardan uzaklaştırma çabaları 1171 yılı Eylül ayında tamamlandı ve buradaki camilerde tekrar Bağdat’taki Abbâsî halifesi adına hutbe okuttular. Fatımi ordusundaki Sudanlı ve diğer unsurlar dağıtılarak asıl güç olarak Türklere dayandılar. Bağlı olduğu Nureddin Zengî adına bugünkü Sudan’daki Nûbe, Yemen ve Libya’ya seferler düzenletti. Fatımiler Dönemi’nde olduğu gibi Sudanlılar Selahaddin Eyyûbî’nin askerleriyle de çarpışmaya girdiler ve yenilerek tekrar Said bölgesine çekildiler. Tûrânşâh Nûbe’yi alınca kendisine Kûs, Asvân ve Ayzeb iktâ olarak verildi.[11]

Nureddin Zengî’nin 1174 yılında ölümü üzerine Selahaddin Eyyûbî, Suriye üzerine sefer düzenledi. Bir yıl sonra Abbâsî halifesi tarafından Mısır ve Suriye’nin hükümdarı kabul edildi. XII. asır boyunca Mısır’ın Sadi bölgesinde ve Kuzey Afrika’da Berberiler, Türkler, Sudanlı zenciler ve Beni Hilal ile Beni Süleym bedevi Arapları arasında çok yoğun çarpışmalar yaşandı. Eyyûbîler Dönemi’nin sonuna doğru Oğuz-Türkmen desteği yanında Kıpçaklara da ağırlık verilmeye başlandı. Bunlar daha sonra Memlüklerin en mühim unsurlarını teşkil ettiler. Son Eyyûbî Sultanı Tûrânşâh’ın 1250 yılında öldürülmesi üzerine annesi Şecerüddür sultan oldu ve ordu komutanlığına da Memlüklerden İzzeddin Aybek Türkmânî’yi ordu kumandanlığına getirdi. Şecerüddür seksen gün sultanlık yaptıktan sonra Aybek’le evlenerek onun namına tahtan çekildi.[12]

Eyyûbîler Dönemi’nin başlangıç yıllarında Türkler Kuzey Afrika’ya daha büyük kitleler halinde yayıldılar ve kendilerinden yaklaşık yarım asır bahsettirdiler. Selahaddin Eyyûbî ağabeyi Tûrânşâh’ı Yemen’e gönderirken Şerafüddin Karakuş’u da 1173 yılında Kuzey Afrika seferine gönderdi. Muvahhidlerin (1130-1269) elinden bir çok yeri alan Karakuş bu durumu Abbâsî halifesine bildirdi.

1176 yılında Fizan’a yaptığı bir seferle uzunca bir süre burada hüküm süren Benî Hattâb Devleti’ne son verdi. Aynı yıllarda Mısır’dan gelen Türk soylu askerlerin çoğu Muvahhidler Devleti’nin safına katılmaktaydı. Karakuş ise en büyük desteğini yerli ahaliden almasına rağmen bunların ileri gelenlerine karşı yaptığı eziyetler sonucunda onların da Muvahhidlerin tarafına geçmelerine sebep oldu. Elindeki toprakları kaybederek Fizan’daki Veddân kalesine sığındı. Fakat 1211 yılında yakalanarak yanındaki oğlu ile birlikte öldürüldü. Oğullarından bir diğeri ise Muvahhidlerin ordusundaki Oğuzların kumandanlığına getirildi. Bir müddet sonra o da babası gibi serbest hareket edebilmek için Veddân’a kaçtı. Bu defa Fizan bölgesini hakimiyet altına alan Kânim-Bornu Sultanı Dûneme’nin gönderdiği ordu tarafından 1258 yılında ortadan kaldırıldı. Eyyûbîler Dönemi’nde Mısır ile Kuzey Afrika arasındaki ticâri ve diğer konulardaki münasebetleri geliştirmeyi amaçlayan bu askeri seferler zamanla başıbozuk hareketlere dönüşmüş, hatta çoğu zaman yerli halka zor anlar yaşattılar. Karakuş hareketinin en önemli sebebi Türklerin Mısır’dan sonra Kuzey Afrika bölgesinde bir güç unsuru olarak ortaya çıkmalarını sağlamıştır. Onun soyundan gelenlerin bölgedeki gücüne son verilmesine rağmen bilhassa Oğuzlar artık Muvahhidler ordusunun en kıymetli okçu askeri birlikleri idiler. İçlerinden bir kısmı Endülüs’e kadar götürülerek kendilerine bazı köyler iktâ olarak verildi. Kısaca XIII. asırda Oğuzlardan teşekkül eden askeri birliklerinin bütün Kuzey Afrika’daki ordularda etkili oldukları anlaşılmaktadır.[13]

IV. Memlükler Devleti

Abbâsî Halifesi el-Me’mûn (813-833) zamanında İslam aleminden bilhassa Türk soylu “Memlük” satın alınmaya başlanmışsa da bunları teşkilatlı bir şekilde askeri sınıflara dönüştüren halife el- Mu’tasım (833-843) oldu. Yerli ahaliyle karışmamaları için bunların geldikleri bölgelerden Türk kızları getirerek evlendirdiler. Zamanla bu insanlar Mısır gibi önemli vilâyetlere vali olmalarına rağmen kendileri de Memlük satın almaya devam ettiler.[14] Eyyûbîler Dönemi’nde iyice güçlendikleri için iktidarı ele geçirmeleri zor olmadı. Mısır’da bunların kurduğu devlet iki ayrı dönemde ele alınmaktadır: 1260-1382 tarihleri arasında Türk soyluların idare ettikleri Bahrî Memlükleri ve 1382-1517 yılları arasında hüküm süren Çerkes Memlükleri dönemidir.

EyyûbÎler Dönemi’nde el-Melikü’l-Kâmil Nâsirüddin Memlükleri Sâlih Necmeddin Eyyüb ile Nâsır Selâhaddin Yusuf arasında taksim etti. Bilhassa sultan olduktan sonra Sâlih bunlardan çok vefa gördüğü için Kahire’de Ravza denilen Nil üzerindeki adada bunlara gayet güzel bir kale inşa ettirdi. Ada üzerinde yaşadıkları için bunlara BahrÎ Memlükleri denmekteydi. Bunlar genelde Kıpçak ve çoğunluğu Maverâünnehir bölgesinden Türk soylu kimseler idi. Son EyyûbÎ Sultanı Tûrânşâh’ın 1250 yılında öldürülmesi üzerine onun yerine tahta oturan Sâlih’in hanımı Türk asıllı Şecerüddür ordu kumandanlığına Emir İzzeddin Aybek TürkmânÎ’yi getirdi. Seksen gün tahtta kaldıktan sonra hakkından feragat ederek yerini kendisiyle evlendiği Aybek’e bıraktı. O da El-Melik el-Muizzüddevle Aybek el-Câşinkir et-TürkmânÎ adıyla Mısır’ın hakimi olunca 1250 yılında Memlükler Dönemi resmen başlamış oldu. Yaklaşık yedi yıl tahtı elinde bulunduran Aybek ile kendi soyundan Bahri Memlüklerin arası açıldı ve çoğu Mısır’ı terk etti. 1257 yılında öldürülünce yerine oğlu el-Melikü’l-Mansûr Nureddin Ali geçtiğinde Mısır’dan ayrılanlar geri dönmeye başladılar.[15]

1260 yılında el-Melikü’l-Zâhir unvanıyla tahta çıkan ve Memlükler Devleti’nin asıl kurucusu kabul edilen Sultan Baybars hakimiyet alanını güneydeki Nûbe ve Kuzey Afrika’da da Tunus’a kadar genişletip adına hutbe okutturdu. Oğulları Berke ve Sülemiş’ten sonra sultan olan Kalavun (1279-1290) soyundan gelen Türk soylu Memlük sultanları bir asır Mısır’ın hakimi oldular. Onların ardından Çerkes asıllı Memlük hakimiyeti başladı ve Osmanlıların burayı aldığı 1517 yılına kadar devam etti.[16]

Memlükler Dönemi’nde Bilâdü’s-Sudan ile kurulan münasebetler neticesinde bilhassa Kânim- Bornu sultanları Memlüklü sultanlarına mektuplar göndermekteydiler. Osman b. İdris, 794 yılında (1391-1392) Memlüklü Sultanı Zahir Berkûk’a gönderdiği mektupta Kânim’in doğusundan gelen köle tüccarı Arapların rastgele yakaladıkları kimseleri köleleştirdiklerini, oysa içlerinde kendi akrabaları da dahil hür Müslüman kimseler bulunduğunu yazmıştı. Bunların yapılacak tetkikle ortaya çıkacağından emin olduğu için bir an evvel ahalisinin köle tacirlerinin ellerinden kurtarılmasını istedi.[17]

Mısır Memlükleri güçlü ve zengin hale getirdikleri devleti ve Moğol istilasına karşı İslam’ı savunarak daha büyük felaketler yaşanmasını engellediler. Kısa zamanda özellikle Arap Yarımadası ve Afrika kıtasında bulunan İslâm ülkelerinin önderi konumuna geldiler. EyyûbÎler Dönemi’nde Mısır’a Türklerin asker olarak getirilmeleri yoğun bir şekilde devam etmiş ve bunun neticesinde bir müddet sonra bunlar hakim sınıf konumuna gelmeye başlamışlardı. Bunlar zamanında Kızıldeniz civarındaki ülkelere yapılan seferler neticesinde Yemen dahil olmak üzere Mekke ve Medine muhafaza altına alındı. Nil nehri boyunca güneye doğru seferler düzenlenerek Nûbe ve bugünkü Eritre Devleti’nin bulunduğu bölgelerin Müslümanlaşması sağlandı. Ayrıca Hıristiyan Habeşistan’ın diğer dindaşlarıyla yakın teması engellenerek bölgede tecrit edilmiş vaziyette kaldı. Kızıldeniz’in Afrika kıyısındaki önemli limanı Sevakin bu dönemde parladı.[18] Kahire’deki kıymetli tarih eserlerinin çoğunluğu bu dönemde inşa edildi. Onların bu kadar başarılı olmalarının bir çok sebepleri bulunmaktadır. Özellikle Kafkasya ve Maverâünnehir bölgesindeki gençlerin en atak ve gürbüz olanları asker seçildiği için bunlar her konuda cesur ve atılgan kimselerdi. Kısa zamanda devletin en üst yöneticisi olabilme imkanını içlerinden sadece en beceriklileri elde etmekteydiler. Bu başarı da aralarındaki kıyasıya rekabetin bulunması ve son derece iyi bir askeri terbiye almalarının etkisi de unutulmamalıdır. Bağdat’ın düşmesinden sonra Abbâsî halifesini Mısır’a götürmeleri İslam alemine açılmaları konusunda onlara büyük fırsat verdi. Memlükler Devleti’ni ayakta tutan önemli sebeplerden bir diğeri de Hindistan üzerinden gerçekleştiren ticaret olup Avrupalıların oralardaki faaliyetleri neticesinde bu önemli gelirin kesilmesi Memlüklerin de sonunu hazırladı.[19]

B. Osmanlı Devleti’nin Afrika Eyaletleri

Tolunoğulları Devleti’yle birlikte Mısır ve Kuzey Afrika’da hakim unsur olarak gördüğümüz Türkler bu kıtada en geniş topraklara Osmanlı Devleti zamanında kavuştular. XVI-XX. asırlar arasında bugünkü Fas Devleti’nden kıtanın güneydoğusundaki Somali’ye kadar günümüzde mevcut on üç devletin topraklarını hakimiyet altına aldılar.

Son derece geniş arazilere sahip bu bölgelerin doğrudan İstanbul tarafından idare edilmesi imkansızdı. Zamanla buralara yerleşen Türk soylu aileler padişahın fermanını da alarak güçlü eyalet düzenleri kurdular ve adeta yarı bağımsız bir devlet gibi hüküm sürdüler. Özellikle Trablusgarp’ta Karamanlı Dönemi, Tunus’ta Hüseynîler Dönemi ve Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve soyundan gelen Hidivler Dönemi kendilerine has özellikleri ile diğer bir çok eyaletten farklı olarak imtiyazlı konumdaydılar. Bu eyaletlerden Garp Ocakları adıyla bilinen Cezayir, Trablusgarp ve Tunus son dönemlerine kadar Anadolu’dan asker toplamaya devam ettikleri için yerli ahali arasında da önemli sayıda Türk soylu nüfus arttı. Mısır’a az da olsa Anadolu’dan asker sevk edildiyse de bilhassa devlet idaresinde eskiden olduğu gibi Memlükler soyundan gelen ve Osmanlılara göre daha yerli sayılanlar çoğunluktaydılar. Zaten Mısır eyaleti diğerlerinden farklı olarak bilhassa Mehmed Ali Paşa zamanında bilhassa Arnavut asıllı olmak Rumeli’den de epeyce asker toplamıştı.

Ayrıca 1555 yılında Kızıldeniz’in batı sahilinde Sevâkin merkezli Habeş eyaletinin kurulması da Osmanlı Afrikası için önemli bir dönüm noktasıdır. Yemen eyaletindeki valiler bilhassa Babü’l-Mendeb boğazının iki tarafıyla doğrudan ilgilenmekteydiler. Bu sebeple Afrika boynuzu tabir edilen bölgedeki Osmanlıların menfaatleri ve buradaki Müslüman ahaliyle irtibatları onlar sağlıyorlardı. Zaten Habeş eyaletinin bilhassa asker ve at ihtiyacının da bu eyaletten karşılanmakta olması Afrika’daki Osmanlı varlığı için burasının da göz ardı edilemeyeceğini gösteriyordu. Kızıldeniz’de 1517 yılından itibaren bilhassa Portekizlilerin faaliyetlerinin durdurulması hem Arap Yarımadası’nın hem de Afrika’nın doğu sahillerinin emniyet altına alınması açısından önemli bir hadisedir. Doğu Afrika sahilleri ve iç bölgelerdeki Müslüman emirliklerle yakın münasebetler kurulması, Hıristiyan Habeş Krallığı ile küçük putperest krallıkların etkisiz hale getirilmeleri, hatta Hint Okyanusu’na açılarak başta Aden Limanı olmak üzere Hint Okyanusu’nun Afrika sahillerinde olduğu kadar Hindistan tarafına seferler düzenlenmesi de Osmanlıların en güçlü olduğu XVI. asra rastlamaktadır.[20]

Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde kalan bütün topraklar coğrafya kitaplarında genelde Osmanlı Avrupası, Osmanlı Asyası ve Osmanlı Afrikası diye bulundukları kıta üzerindeki konumları göz önüne alınarak incelenmekteydi.[21] Bunlardan Osmanlı Afrikası kısmı üzerinde çok az malumat verildiği için diğerleri yanında pek fazla tanınmamaktadır. Günümüzde Osmanlı arşivleri ve Afrika’daki eyaletleri hakkında mevcut yazma ve matbu Türkçe eserler hakkıyla değerlendirilmemektedir. Hatta bu alanda yapılan çalışmaların da dünya genelindeki Afrika araştırmalarıyla birlikte değerlendirilememesi sebebiyle kıtanın başta tarihi olmak üzere bir çok husustaki boşlukları doldurulamamaktadır.

Aslında Cengiz Orhonlu’nun Habeş Eyaleti ve Abdurrahman Çaycı’nın La Question Tunisienne et la Politique Ottomane (1881-1913) ve Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti isimli kitapları herkes tarafından bu alana yapılan önemli birer katkı olarak kabul edilmektedirler.[22] Yaklaşık dört asır Osmanlı hakimiyetinde kalan Afrika kıtası ile ilgili atılacak en önemli adım bu eyaletleri hakkında gerek Türkçe gerekse diğer dillerde yapılan bütün eserlerin tespit edilmesi ve imkan dahilinde olanlarının temin edilip mesela kurulması zaruri olan bir Afrika Araştırmaları Merkezi’nde incelemeye sunulmasıdır.

Afrika kıtası üzerinde Arap ve Berberilerin kurdukları ve genelde Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmında hakimiyet tesis ederek bir birlik sağlayabilen devletler arasında Fatımiler, Murabıtlar ve Muvahhidler gelmekteydi. Türkler tarafından kurulan ve kısa ömürlü olan Tolunoğulları ile İhşîdîler dışında en etkili olanlar ise Eyyûbîler, Memlükler ve Osmanlılar olmuştur. XVI. asra kadar Avrupalıların bugün Orta Doğu tabir edilen Suriye, Ürdün, Filistin, İsrail ve Lübnan gibi ülkeler ile tarih boyunca bunlarla kader birliği içinde olan Mısır’ı ele geçirmek için yaptıkları Haçlı seferleri Osmanlı öncesi kurulan bu Türk devletleri tarafından durdurulmuş ve neticesiz bırakılmıştı. Bilhassa İstanbul’un fethiyle birlikte bütün Orta Doğu üzerinde Avrupalıların emelleri yıkılırken bu defa İspanya’daki Müslümanların Hıristiyanlar karşısında yenilip bütün topraklarını kaybetmeleri Kuzey Afrika’daki hanedan devletlerini zor durumda bıraktı. Çoğu birer şehir ve çevresinden ibaret küçük hanedanlardan ibaret olan bu devletler arasındaki kardeş kavgaları ve birbirlerine üstün gelebilmek için zaman zaman İspanya, Napoli ve Sicilya gibi krallıklardan yardım istemeleri Akdeniz’in güney sahillerini yaşanmaz hale getirdi. Avrupalılar daha da ileri giderek yavaş yavaş Müslümanların yaşadıkları bu sahilleri ele geçirmeye başladılar. Müslüman ahalinin o dönemde yardımına koşabilecek Osmanlı Devleti’nden başka güç yoktu. Zaten Akdeniz’de önemli bir güç haline gelen Türk denizcileri başta Oruç Reis, Barbaros Hayrettin Paşa ve Turgut Reis kaptanlığında Türklerin bölgeyi iyi tanımaları neticesinde Kuzey Afrika sahillerinin birer birer Osmanlı eyaletlerine dönüşmesi sağlandı. Akdeniz’den büsbütün ümidini kesen Portekizliler Afrika kıtasının batı sahillerini dolaşarak Hint Okyanusu bölgesine geçip bu defa Doğu Afrika sahillerindeki Müslüman emirlikleri zor durumda bıraktılar. Hatta daha da ileri giderek tarihi Habeşistan Krallığı ile yakın münasebetler kurup hem Kızıldeniz’i ele geçirmek hem de bölgenin en güçlü devleti olan Harar Emirliği’ni ortadan kaldırmak istediler. 1517 yılında Mısır’ın fethi Osmanlılara Afrika’nın bütün kuzey sahillerini açtığı gibi Kızıldeniz’in de Arap Yarımadası’nda Yemen’e kadar uzanan doğu sahilleri ve daha da önemlisi batı sahilleri olan Afrika kıyılarını açtı.

Bu kıta üzerinde en geniş toprakları tek idare altında toplama başarısını gösteren Osmanlılar Mısır, Habeş, Cezayir, Trablusgarp ve Tunus eyaletlerini sâlyâne (senelik maaş) usûlü ile idare ettiler. Daha sonraki asırlarda bu uygulama diğer eyaletlere yayıldı.[23] XVI. asırda Osmanlı Devleti 32 eyalete ayrılmaktaydı ve bunlardan Arap nüfusun yaşadığı on üç eyaletten dördü olan Mısır, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir Afrika’da bulunuyordu.[24]

XVI. asırda Afrika’daki Müslümanların tamamına yakını ya Osmanlı Devleti’nin hakimiyetine girmiş veya bilhassa Bilâdü’s-Sudan bölgesinde olduğu gibi padişahı halife olarak kabul ederek onun adına camilerinde hutbe okutmaya başlamışlardı. Bu durum XX. asrın ilk yıllarına kadar devam etti ve sömürgeciliğin kıtanın her tarafında yayılmasıyla birlikte bütün tarihi bağlar koptu. Bugünkü Çad Gölü civarının en güçlü hanedan devleti Kânim-Bornu Sultanlığı ile Mali Cumhuriyeti topraklarındaki Songay (Gao) Sultanlığı Trablusgarp eyaleti üzerinden İstanbul’la yakın münasebet kurdular.[25]

Bilâdü’s-Sudan bölgesinin en güçlü sultanları arasında yer alan Kânim-Bornu Sultanı İdris b. Ali Elevma’nın (1564-1596) gerek ülkesinin topraklarını genişletmesi gerekse o dönemde İslam dünyasının iki güçlü devleti Osmanlı hanedanı ve Fas’taki Sa’dîler hanedanı ile kurduğu münasebetleriyle bilinmektedir. Emniyet ve asayişi temin ettiği ülkesinde refah seviyesini yükselttiği gibi Turgut Reis’e heyetler gönderdi ve ondan temin ettiği ateşli silahlar sayesinde bölgede gücünü artırarak bugünkü Çad ve Nijer Devletlerinde yaşayan Tibû ve So kabilesinin yurtları ile Nijerya’daki Hevsa topraklarından Kano’yu aldı. Bu savaşları esnasında Osmanlı Devleti’nden yeniden ateşli silahlar istediyse de bu mümkün olmayınca Kano’yu bırakmak zorunda kaldı. Köle ticaretinden elde ettiği gelirlerle Sultan İdris, Kuzey Afrika’dan at satın alıyordu. Trablusgarp’tan Avrupa mallarının Kânim pazarlarına gelmeye başlaması ve buradan Bilâdü’s-Sudan’a dağılması bilhassa Hevsa devletleriyle aralarında rekabete dönüştü. Ayrıca Kânim-Bornu sultanı da kendi adına Çad Gölü havzasındaki bütün Müslümanlara hükmetmek istiyordu. Daha önce bu sultanlığın idaresinde kalan Fizan bölgesi İdris Elevma’nın hacca gittiği 1571 yılında Fas’a rağmen Osmanlı Devleti’nin eline geçti.

1574 yılında Sultan İdris, Osmanlı Padişahı III. Murat’la görüşmesi için beş kişilik bir heyetin başında el-Hac Yusuf’u elçi olarak İstanbul’a gönderdi. 1579 yılına kadar burada kalan heyettekiler Sahra bölgesinde hac ve ticaret kervanlarının emniyet ve asayişlerinin sağlanmasını, seyahatleri esnasında ölenlerin mallarının mirasçılarına iade edilmesini istediler. Heyettekiler ülkelerine dönmek için İstanbul’dan ayrılınca Tunus ve Mısır beylerbeyi ile Fizan beyine elçinin seyahati hakkında bilgi verildi. Kânim sultanına ise iki nâmeyi hümayun gönderildi. Osmanlılarla münasebetleri iyi olan Songay sultanlığının saldırılarından kendisini korumak için Sultan İdris’in Fas Sultanı Ahmed el- Mansur’dan yardım istemesi üzerine 4.000 askerden oluşan bir ordu ve 600 alim bölgeye gönderildi. Batı Afrika’nın tarihi Songay Sultanlığı 1591 yılında Fas tarafından işgal edildi. Bilâdü’s-Sudan’ın tek büyük devleti olarak Kânim-Bornu kalınca çevredeki bir çok ülkeden alimler Songay’ın merkezi Timbüktü yerine Bornu’ya akın etmeye başladılar. 1636 yılında Trablusgarp Beylerbeyi Mehmed Sakızlı (1633-1649) Bornu sultanı May Ömer’e bir mektup yazarak Fizan beyiyle bölgenin emniyet ve asayişinin teminini birlikte yürütmelerini istedi.[26]

İspanya’daki Müslümanları yok olmaktan kurtarıp Akdeniz sahilinin önemli merkezlerine yerleştirerek kıtanın kuzeyinin yeniden canlanmasına büyük katkı sağlayan Osmanlılar onların uzun asırlar boyunca kazandıkları tecrübelerinden de istifade ettiler. ispanya’yı en son 1609 yılında terk etmek zorunda bırakılan 80.000 Müslümanın Cezayir ve özellikle Tunus’a geçirilmeleri temin edildi.[27] Yerli ahalinin çoğunluğunu teşkil eden Berberiler ve Araplara göre Osmanlı idaresiyle daha iyi münasebetler kuran ve Morlar/Moreskler de denen Endülüslü Müslümanlarla Anadolu’dan askerlik ve denizcilik yapmak üzere buraya sevk edilenler arasında yapılan evlilikler sonucunda kuvvetli ailevi bağlar kuruldu.[28]

Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika eyaletlerinin Akdeniz’i bir Türk denizi haline getirmedeki etkileri çok büyüktür. Bölge Anadolu’dan sevk edilen askerler için büyük bir geçim kaynağı olduğu kadar yerli ahali için de bir huzur ortamı sağlanmasına vesile oldu. Denizcilik adeta Hıristiyan soylulara mahsus bir meslekmiş gibi gösterilse de Türkler kadar Müslüman yerli ahaliden Berberiler ile Araplar ve Morlar da bu alanda maharet sahibiydiler. XVII. asra gelindiğinde Kuzey Afrika sahilindeki şehirlerde yaşayanların sayısı yüz binlerle ifade edilir hale geldi. Akdeniz’deki Osmanlı öncesi Müslüman gücünü kırarak Sicilya’dan atan Avrupa donanmaları Müslümanlara büyük eziyet ettiler. Türklerin denizlerde yaptıkları başarılı seferleri sayesinde gelişen ticari hayat ve Avrupa’nın güney sahillerinden toplanan vergiler eyalet merkezlerine getirilerek yerlilere dağıtılması şehirlerde refah seviyesini artırdı. Afrika’da Osmanlı idarecileri merkezden gönderilen paralarla değil bizzat mahallinde elde ettikleri gelirlerle bu bölgeleri kalkındırıyorlardı. Anadolu’da olduğu gibi bir çok Afrika şehrinde Osmanlı’dan kalma eserlere rastlanmasının sebebi bu idarecilerin ahaliyi rahat içinde yaşatma gayretlerinin neticesidir. Cami, medrese, hamam, su yolları ve köprüler gibi eserlerin bir kısmı hala Trablusgarp ve Tunus’ta mevcutken Cezayir’de yok denecek kadar azdır. Bunun sebebi Fransız işgali karşısında her türlü siyasi ve iktisadi desteğini ortaya koyarak mücadele eden Hamdan Hoca’nın Mirâtü’l-Cezayir adlı eserinde bahsettiği gibi 1830 yılından itibaren sömürge idaresi tarafından yok edilmeleridir.[29]

1266 (1850) tarihli Osmanlı sâlnâmesinde Afrika eyaletlerinden Cezayir yer almamaktadır. Çünkü bu eyalette son olarak Konstantin 1848 yılında düştüğü için artık burada bir Türk idari birimi kalmamıştı. Sâlnâmede diğer dört eyalet olan Habeş, Mısır, Trablusgarp ve Tunus hakkında malumat bulunmaktadır.

İlk önce bilgi verilen Habeş eyâletine bağlı olarak iki liva görünmektedir ki bunlardan Cidde livasına bağlı Mekke ve Medine dahil olmak üzere çoğu Arap Yarımadası’ndaki şehirlerdir. Eyaletin Yemen livasına bağlı yerlerden Cezîre-i Masavva Afrika kıyısında yer almaktaydı.

Mısır eyâleti Atfihiyye, Feyyûm, Kalyûbiyye, Kahire, Buhayre, Menûfiyye, Kina, Mansûre, Şarkiyye, Benî Sûyef, Garbiyye ve Süyût (Asyût) isimli on iki liva ve yetmiş iki kazaya ayrılmıştı.[30]

Trablusgarp eyaleti Cebel-i Garbiyye, Bingazi, Trablusgarp merkez, Hums ve Fizan adlı beş liva ile kırk kazadan müteşekkildi.

Tunus eyaletine gelince burası Tunus, Bizerte, Kal’a-i Tabarka, Kâf maa Amdûn, Mikne, Sinân, Testûr, Tabarsûk, Ifrikiyye maa Bâce, Matar, Dâhil maa Süleyman, Kal’a-i Kalîbiyâ, Kal’a-i Hamâme, Sâhil maa Sûsa, Lecm, Mehdiyye, İsfakus maa Kerkene, Kayrevân, Cerîd Cerbe, El-Araz ve Zârzîs isimli yirmi iki kazaya ayrılmıştı.[31]

Habeş eyaletinin daha sonraki yıllarda (1277/1860) Necid, Mekke, Cidde ve Medine olmak üzere dört livaya ayrıldığı ve bunlardan Afrika kıyısında sadece Cidde livasına bağlı Masavva ve Sevâkin kaymakamlıkları bulunduğu anlaşılmaktadır.[32] Kızıldeniz sahili ve Somali’ye kadar uzanan sahiller ile iç bölgeleri Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve onun soyundan gelenler zamanında daha çok Mısır Sudan’ı diye de anılmaya başlandı. Burası Masavva ve Sevâkin muhafızlıkları ile on bir müdürlüğe ayrılmaktaydı: Hartum, Dongola, Berbera, Tâka, Sennar, Bahrü’l-Ebyaz, Bâlâ-yı Nil, Kordofan, Dârfûr, Bahrü’l-Gazel ve Harar.[33]

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Afrika’daki eyâletlerinin sâlnâmelerde (1336/1918) sadece adlarının zikredildiğini ve herhangi bir teferruâta rastlanmadığını görüyoruz. Devlet sâlnâmelerinin son kısmında Eyâlât-ı Mümtâze ve Muhtâra adlı bölümde sadece Mısır hidivinin adı ile Mısır Fevkalâde Komiserinin adı zikredilmekte, Trablusgarp ve Bingazi ile Tunus eyâleti ismen verilmektedir.[34]

Ayrıca Osmanlı hudutları içinde yer almayan veya son dönemlerinde Nijer’deki Kavar sultanı, Büyük Sahra’nın iki büyük kabilesi olan Tevarıklar ve Tîbûlar için yeni kazalar kurularak bunlar Trablusgarp vilayetinin Fizan sancağına bağlanmışlardı. Bunların yaşadıkları bölgelerin de güneyinde yer alan ve bugün Orta ve Batı Afrika isimlendirilen Bilâdü’s-Sudan’da bir çok sultanlık sömürge dönemine kadar Osmanlı Devleti’yle bağlarını koparmadan yaşadılar.[35] Zaten Osmanlı öncesi de dönemin güçlü İslam devletleri olan Abbâsî, Fatımi, Endülüs Emevi ve Memlüklerle çok yakın münasebetler kurmuşlardı. Zengin Afrikalı sultanların hac seyahatleri esnasında beraberlerinde getirerek hayırları için dağıttıkları altınlarla ilgili bilgilere XIV-XVI. asırlar arasında yazılan tarih kitaplarında sıkça rastlanmaktadır.

Afrika boynuzu olarak bilinen bugünkü Somali Cumhuriyeti ve onun art ülkesi konumundaki bugünkü Etiyopya Devleti’nin güneydoğu sınırında yer alan Harar Emirliği kökleri X. asra dayanan bir emirliğin devamıydı. İslam tarihi kaynaklarında Habeşistan olarak geçen ve bugün Somali, Cibuti, Eritre, Etiyopya, Sudan ve hatta kısmen Uganda’yı da içine alan bölge üzerinde bu emirlik XVI. asır boyunca çok geniş topraklara kavuştu. Bilhassa Hıristiyan Habeş Krallığı’nın Portekizlerle işbirliği yaprak Harar Emirliği’ni yok etme mücadelesi Osmanlı Devleti tarafından engellendiği gibi kendilerine ateşli silahlar ile onları kullanmalarını öğrenmeleri için eğitici kimseler gönderilmesiyle bölgedeki varlıkları uzun asırlar sürdü. Osmanlılar Harar Emirliği’ni doğrudan desteklerken Hıristiyan Habeş Krallığı ile yaptıkları bazı savaşlarda karşı tarafın eline düşen Türk esirler zamanla bu krallık içerisinde de önemli görevlere geldiler ve kralın ordularına da ateşli silah talimi yaptırdılar.[36] Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Sudan’a yaptığı seferler ve soyundan gelen Hidivlerden bilhassa İsmail Paşa’nın padişahtan bütün Kızıldeniz’in batı sahili ve Somali’nin Re’sü’l-Hâfûn iskelesine kadar toprakları vergi mukabilinde üzerine alması bölge tarihi açısından yeni bir dönemin açılmasına sebep oldu. Çünkü 1869 yılında Süveyş kanalının açılmasıyla birlikte Avrupalı devletlerden bilhassa Fransa, İngiltere ve İtalya bugünkü Somali, Cibuti ve Eritre sahillerindeki bazı küçük iskeleleri mahalli idarecilerinden para mukabilinde kiraladılar. Bir müddet sonra kendi bayraklarını çektikleri bu iskeleleri birer müstemleke olarak benimsediler. Osmanlı Devleti İsmail Paşa’nın bölgedeki faaliyetlerine bir dereceye kadar rıza gösterdiyse de 1879 yılında yerine hidivlik makamına Mehmed Tevfik Paşa’yı getirdi. 1874-1884 yılları arasında Uganda’ya kadar uzanan Mısır Sudanı’nın sınırları buralara sevk edilen asker ve sivil memurların zor şartlar altında kalmaları üzerine geri çekilmeleriyle iyice daraldı. Zaten İngiltere 1882 yılında Mısır’ı işgal ettiği için Hidivlik hâlâ kendi üzerinde görünen bu yerlerin vergilerini ödemekte epeyce sıkıntı çekmeye başladı.[37]

I. Mısır Eyaleti, Hidivlik ve Mısır Krallığı (1517-1953)

Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılı başında Memlüklü hakimiyetine son vererek Mısır’ı ele geçirmesiyle buraya bağlı bütün bölgeler de doğrudan Osmanlı hakimiyetine geçti. Mısır’da yaşayan Memlüklerin tamamı yeni idareyi tanıyarak tebaası olmayı kabul ettiler. Yeni dönemde müstakil ülke konumunu kaybetti ve burada ilk defa uygulamaya konulan merkeze bağlı sâliyâneli bir beylerbeylik teşkil edildi. Tecrübeli saray idarecileri, vezirler, mal defterdarları, sabık beylerbeyleri, harem ağaları, silahdarlar ve hazînebaşılar arasından uygun görülenler Mısır beylerbeyi tayin edildiler. İlk beylerbeyi Mısır seferine katılan Vezir-i Âzam Yusuf Paşa’dır. Onun kısa sürede azledilmesinden sonra yerine Memlükler ve Araplarla uyumlu bir kişiliğiyle tanınan ve aynı zamanda bir Çerkes Memlükü olan Hayırbey getirildi.[38] Fetihten sonra Memlüklere ait ocağın kaldırılmaması bütün Osmanlı devri boyunca bu eyalette çıkan isyanların ana sebebi olarak gösterilmekteydi.

Mısır eyâleti Afrika ve Arap Yarımadası’nda Osmanlı hakimiyetinin tesisinde ve devam ettirilmesinde çok önemli konumda olduğu için buraya tayin edilen beylerbeyilerinin sorumlulukları ağırdı. Devlet bunlarla sıkı temas halinde bulunmakta ve bütün gelişmeler anında buraya aktarılmaktaydı. Taşranın idaresi kâşif adı verilen memurların elindeydi ve ülke genelinde otuz altı kaşiflik vardı.[39] Anadolu’dan başta kereste olmak üzere Mısır’ın bir çok ihtiyaçları karşılanırken oradan da İstanbul’a özellikle pirinç olmak üzere zahire sevkiyatı yapılmaktaydı. Mısır ayrıca ihtiyaç duyduğu ve daha önce Hindistan ticaretiyle elde ettiği malları Afrika’nın iç bölgelerinden temin etmek zorunda kaldı.[40]

Fransızlar Mısır’ı 1798 yılında işgal ettilerse de 1801 yılında Türk ve İngiliz kuvvetleri karşısında direnemeyip çekildiler. Asırlarca Memlükler ile Osmanlılar arasında mevcut soğukluk kısa zamanda aralarında bir yakınlaşmaya sebep oldu. 1805 yılında Kavalalı Mehmed Ali Paşa vali olunca Mısır ile Osmanlı Devleti arasında yeni bir dönem başladı. Osmanlı Devleti’ne karşı zaman zaman isyan eden Mehmed Ali Paşa en zor zamanlarda yaptığı yardımlar sayesinde bir çok belanın önünün alınmasında büyük katkılar sağladı. Yunan isyanı ve Vahhabilerle mücadelesi netice vermiş ve devlet biraz rahatlamıştı. İngiliz işgaline kadar onun Mısır’da kurduğu düzen sayesinde bu ülke tarihinde en fazla Osmanlı Türklerinin damgası taşınır hale geldi. 1841 yılında Sudan bir ferman ile ona tevdi edildi. İsmail Paşa zamanında ise Hidiv adına Sudan bölgesi İngiliz valiler tarafından idare edildi. Bu valilerin Mısır adına da olsa bölgede faaliyet göstermeleri bir çok bölgede Mısır’a karşı cephe alınmasını beraberinde getirdi. Sudan’daki Mehdi hareketi dışında bir zamanlar Mısır ordusunda görevli Zübeyr Paşa’nın adamlarından Rabih b. Fazlullah kumandanının Mısır’da alıkonulması üzerine Çad Gölü bölgesine çekilerek İngilizler’den kurtuldu. Ancak bölgeyi işgal etmek üzere olan Fransızlarla mücadele etmek zorunda kaldı. Bagirmi, Vedây, Kânim-Bornu gibi tarihi sultanlıklara son vererek 1880’li yıllarda kurduğu devleti 1901 yılında Fransızlarla yaptığı savaşta yenilerek öldürülmesi üzerine yıkıldı.[41]

Mehmed Ali Paşa’nın kendi soyundan gelen valiler döneminde Mısır Osmanlılardan her geçen biraz daha uzaklaşarak siyasi ve iktisadi bakımdan adeta Avrupa’ya bağlı hale geldi. Bilhassa İsmail Paşa’nın aldığı borçlar yüzünden ülke çok sıkıntılı anlar yaşadı. İngilizler 1882 yılında Mısır’ı işgal etmekle birlikte Osmanlı hakimiyetine dokunmadılar. 1922 yılına kadar devam eden işgal sona erdirilerek Mısır bağımsız devlet ilan edildi ve I. Fuad kral olarak tahta oturdu. 1936 yılında yerine geçen kral Faruk’un 1953 yılında tahtından feragat etmesiyle birlikte Mısır’daki Türk soylu hakimiyet de son buldu.[42]

II. Cezayir Eyaleti (1516-1848)

Osmanlı denizcileri XVI. asrın ilk yıllarından itibaren Cezayir’in civarında görünmeye başladılar. Artan İspanyol tehlikesi karşısında Cezayir şehri yerli ahalisi onlardan yardım talep etti. Türk denizcileri ile anlaşan Kûkû Emiri Ahmed İbnü’l-Kâdi bunların Cîcel’e yerleşmelerine yardımcı olmuştu. Bunlardan aldığı 5.000 kişilik destekle Oruç Reis Cezayir Emiri bulunan Selîm Tummî’yi mağlup etti. Şehri ele geçirdikten sonra 1516 yılında kendisini Cezayir hakimi tayin ettiyse de bir müddet sonra epeyce bir bölge Osmanlı hakimiyetine girince mahalli emirler Türklerin varlığından rahatsız olmaya başladılar. Gizliden gizliye İspanyollarla birlikte hareket etmenin yollarını aradılar. Cezayir memleketini iki bölgeye ayıran Türkler doğu bölgesinin idaresini Ahmed İbnü’l-Kadi’ye verdiler. Kûkû Emiri desteğini çektiği gibi Cezayir ahalisi de Barbaros Hayrettin Paşa’ya gerekli yardımda bulunmayınca geçici bir süreyle bu eyaleti terk etmek zorunda kaldılar. 1520-1525 yılları arasında Cîcel’de yeniden toparlanana Türkler Tunus hakimi ve bölgedeki İspanyollarla irtibatı devam eden Ahmed İbnü’l-Kâdi karşısında bu defa Benî Abbas Emiri Abdülaziz ile birlikte hareket ederek onları yendiler.[43]

Oruç Reis’in vefatından sonra kardeşi Barbaros Hayreddin Paşa’nın 1529 yılında yaptığı bir seferle Cezayir kesin olarak Türk hakimiyetine girdi. Türklerin Akdeniz’in güneyinde son derece önemli bir noktaya yerleşmeleri Hıristiyanlık için uzun asırlar devam edecek tehlikeli bir dönemin başlangıcı oldu. Özellikle 1707 yılına kadar İspanyolların ellerinde tuttukları Vehran (Oran) şehri dışında Cezayir’in geri kalan kısımları için emelleri tamamıyla yok oldu. Türk hakimiyetinde burası Akdeniz’in en cazip şehirlerinden birisi haline geldi. Hayreddin Paşa’nın yolundan giden beylerbeyileri Tlimsan’ı da alarak Fas’taki Sadilerin burayı ele geçirmesini engellediler.

Cezayir eyaleti genelde Barbaros Hayreddin Paşa’nın kurduğu düzenini korumakla birlikte zamanla idaresinde ciddi değişiklikler geçirdi. Buradaki Türk hakimiyeti dört ayrı devreye ayrılmaktadır: Beylerbeyiler Devri (1518-1587); Paşalar Devri (1587-1659); Ağalar Devri (1659-1671) ve Dayılar Devri (1671-1830).

Dayılar Cezayir ve çevresini dört Türk kaid tarafından idare ederken eyaletin geri kalan kısımları üç ayrı beylik olarak taksim edilmiş olup bunlar sırasıyla merkezi Maskara ve Vehrân olan Garp beyliği, merkezi Konstantin olan Şark beyliği ve merkezi Medea olan Tittari Beyliği’dir. Her beylik ise bir beyin idaresindeki olup bunlarda birer Türk kaidin tayin edildiği vatanlara ve kabile şeyhleri yönetimindeki duarlara ayrılmaktaydı.

Cezayir eyaleti beylerbeyi olan Barbaros Hayreddin Paşa Dönemi’nden itibaren bilhassa Gırnata’yı İspanyollardan kurtarmak için 1529-1610 yılları arasında bir çok girişimde bulunmuşlardı. Aynı dönemde Fas’taki Sadiler Osmanlılara karşı İspanyollarla işbirliği yaparken Endülüs’teki zor durumda kalan Müslümanlar kurtarılmayı bekliyorlardı. Bu yüzden Türk denizcileri onlarca gemilerle yaklaşık seksen sene on binlerce Müslümanı daima yaşayacakları tarzda Akdeniz’in güney sahillerdeki şehirlere yerleştirmişlerdi.

Cezayir isimli küçücük kasaba devasa bir şehre dönüştü ve on binlerce Türk, Arap, Berberi, Endülüslü Müslüman ile sayıları on binleri bulan Avrupalı Hıristiyan esirleri barındırmaya başladı. 1612 yılında şehirde 12.000 hane ve 60.000 nüfus yaşıyordu. Anadolu’dan buraya asker olarak sevk edilen vasıfsız insanların zamanla buranın en üst tabakasını teşkil edecek görevlere gelme ihtimalleri vardı. Yerli kadınlarla evlilikleri neticesinde kuloğlu denilen yeni bir nesil zuhur etti ve sayıları on binleri bulan bu insanlar bilhassa eyaletin merkez şehirleri dışında kalan bölgelerde milis kuvveti ve vergi tahsilinde önemli görevler üstlenmekteydiler. Zaman zaman valilerle araları açılınca isyan çıkardıkları için eyaletin seçkin görevlerinden mahrum edildikleri dönemler oldu.[44]

Fransızların 1830 yılında burayı işgal faaliyetleri asrın sonuna kadar devam etmiş ve bugünkü ülkenin güney sınırları ise ancak 1918 yılında sömürge idaresine dahil edilebilmişti. Osmanlı Devleti’nin işgal karşısındaki bütün girişimleri neticesiz kalmış ve çare olarak Tunus ile Trablusgarp eyaletlerini elinde tutmaya daha fazla ağırlık vermeye başlamıştı.[45]

III. Trablusgarp Eyaleti (1551-1912)

Malta şövalyelerinin Trablusgarp’ı ele geçirmeleri üzerine buradan 1519 yılında İstanbul’a gönderilen yerli ahalinin temsilcileri ilk defa Osmanlı Devleti ile irtibat kurarak yardım talebinde bulundu. Divân-ı Hümâyûn Enderûn Ağalarından Hadım Murat Ağa Beylerbeyi unvanıyla emrine verilen bir filo ve 6.000 askerle buraya gönde şayacak bir eyaletin temellerini atması hususları üzerinde ciddi araştırmalar gerektirmektedir.

Başlangıçtan İtalyan istilasına kadar bu eyaletin Osmanlı dönemindeki tarihi dört ayrı dönemde incelenmektedir. Osmanlı’nın tam hakimiyetindeki İlk Valiler Dönemi, Dayılar Dönemi (Yeniçeriler) ve Karamanlı Hanedanı Dönemi (17111-1835) ve son olarak merkezi idareye doğrudan bağlandığı İkinci Valiler Dönemi’dir (1835-1912).

Şehrin surları dışındaki asayiş ve emniyet daha ilk dönemde getirilen askerlerin yerli kadınlarla evlilikleri sonucunda oluşan yeni nesil Kuloğulları tarafından sağlanmaya başlandı. Bunlar daima bir başağanın idaresi altında tutuldular. Karamanlı Ahmed Paşa’nın eyaleti ele geçirdiği 1711 yılından 1835 yılına kadar yarı müstakil bir devlet gibi idare edildiğini görmekteyiz. Osmanlı hakimiyetinin ikinci defa doğrudan İstanbul’dan sağlandığı yeni dönem ise 1912 yılına kadar devam etti ve devletin doğrudan idare etmeye devam ettiği son eyalet burası idi.[46]

Trablusgarp yüzölçümü itibarıyla Anadolu’dan daha büyük topraklarına rağmen nüfusu ve yerleşim yerlerinin sayısı azdı. Fakat Anadolu’daki sıradan bir köy kadar bile büyük olmayan kasabalara önemli güzergahlar üzerinde oldukları için kaymakam veya nahiye müdürü, naib ve diğer memurlar tayin edilirken çok sınırlı sayıda asker bulunduruluyordu. Avrupalı seyyahları bile şaşırtan bu durum daha ziyade ahalinin halifeye bağlılıklarıydı. Bazen İstanbul’dan tayin edilen bir kaymakam veya nahiye müdürü sayesinde hatta doğrudan o mahallin saygın reisine belli bir maaş tahsis edilerek Osmanlı hakimiyeti devam ettiriliyordu. Özellikle Trablusgarp eyaletine bağlı Fizan sancağına bağlı kaza ve nahiyeler bu konuda en uygun örneği oluşturmaktadırlar.[47]

Günümüzde Çad adıyla bilinen ülkenin kuzeyindeki Tibesti dağlık bölgesinin merkezi Barday’da kurulan Tibu Reşada ve Ayn Galaka merkezli Borku kazaları, Nijer’in kuzeydoğusundaki tarihi Kavar Sultanlığı’nın merkezi Bilma’da kurulan Tibu Kavar kazası,[48] Büyük Sahra’nın kuzeyinin tamamını kontrollerinde tutan Ezgar ve Haggar Tevarıkları için merkezi Canet kasabası olan Ezgar-Haggar Tevarık kazası kurularak kendilerinin sultan veya reis dedikleri kimseler kaymakam tayin edildikleri gibi herhangi bir görev verilmemekle birlikte toplumlarını temsil ettikleri için maaşlar tahsis edilmiş ve kendilerine değişik nişanlar ihsan edilerek gönülleri alınmaktaydı.[49]

Yaklaşık dört asırlık bir hakimiyetin ardından Osmanlıların Kuzey Afrika’dan en zor çekildikleri yer Trablusgarp olmuştur. Dünyada Müslümanların yaşadıkları ülkelerden Avrupalılar tarafından işgal edilemeyen sadece burası kalmıştı. Şayet yapılan antlaşmalar gereği İtalya payına düşen bu toprakları Osmanlı Devleti’nden alacak olursa bu durum herkesi çok üzecekti. Zira bu savaşa onlar için bir ölüm-kalım meselesi haline gelmişti. Bu yüzden savaşın devam ettiği yıllarda başta Anadolu olmak üzere Yemen’den Hindistan’a kadar ve Afrika’nın her tarafındaki Müslümanlar bu savaşta Osmanlı ordusunun kazanması için güçleri nispetinde maddi-manevi yardımda bulunuyorlardı.[50]

İtalyanların Trablusgarp’ı işgali uzun bir hazırlanmanın sonucu gerçekleşmiş ve idare Osmanlı Devleti’nde olmasına rağmen toplumsal hayata yön veren bir çok husus yavaş yavaş onların eline geçmişti. İsmen Osmanlı vilayeti iken aslında bir “İtalyan kolonisine” dönüşmüş ve İtalyan müziği, İtalyan okulları, İtalyan malları, İtalyan posta vapurları, İtalyan kitapları ve gazeteleri” her yerde bulunmaktaydı. Burada Osmanlı’nın varlığı adeta bir “yama” haline gelmişti. İtalyan gemilerinin sıkça ziyaret ettiği Trablusgarp limanına bir yılda gelen üç vapur ise sadece sürgün getirmişti.[51]

IV. Tunus Eyaleti ve Tunus Emâreti (1535-1957)

1534 yılında son Hafsî Sultanı Hasan b. Abdullah’ın Barbaros Hayreddin Paşa tarafından Tunus’tan uzaklaştırmışsa da Türkler bu ilk müdahale ile buraya yerleşemediler. Trablusgarp’ı İspanyollardan alan Turgut Reis güneydeki şehirlerden 1556 yılında Kafsa’yı, iki yıl sonra da Kayrevan’ı aldı. 1574 yılında ise İstanbul’dan Sinan Paşa kumandasında Tunus’a sevk edilen Osmanlı donanması buradaki İspanyol işgaline son verdiği gibi Hafsî hanedanı da ortadan kalktı. Başlangıçta Cezayir’e bağlanan Tunus 1587 yılından itibaren de Afrika’daki diğer Osmanlı eyaletleri arasındaki yerini aldı. Burası o dönemde devamlı olarak Endülüs’ten göç aldı ve sahildeki bir çok şehre yerleştirilen bu insanlar eyalette bahçıvanlık ve sanayinin gelişmesine büyük katkı sağladılar. Eyalet teşkil edilmesinden henüz bir kaç sene geçmeden yeniçerilerin müdahalesi ile seçilen dayılar eyaletin gerçek söz sahipleri oldular. Padişahın buradaki temsilcisi konumundaki valilerin Paşa unvanıyla bir makam sahibi olmaktan başka etkinlikleri kalmadı. Korsika asıllı olup paşa tayin edilen Murad Bey (1612-1631) eyaletin idaresini kendisi hayattayken oğluna devredince Murâdîler adı verilen dönemi başlatmış oldu. 1705 yılında asker ağası Hüseyin b. Ali Türkî eyaleti ele geçirerek Hüseynîler Dönemi’ni başlattı.[52]

Tunus Beyleri tarafından bir çok Avrupa devletiyle anlaşmalar imzalanabiliyordu. Hüseynîler Dönemi’nde Osmanlı hakimiyeti burada iyice gevşedi. 1827 yılındaki Navarin faciasında Tunus’un bir filosu bulunması ve Kırım Harbi için 1855 yılında birlikler gönderilmesi Bâbıâli’ye son dönemde yeniden yakınlaşma başlatıldığını göstermektedir. 1881 yılında Fransızlar buraya 30.000 kişilik bir odu göndererek istila ettirdiler. Bey yine ülkenin hakimi olmaya devam etse de “himaye” adıyla kurulan Fransız idaresini temsil etmek üzere bir büyükelçi sıfatını taşıyan orta elçi bulunuyordu. Eyalet valileri Fransız sivil murakıbların emrinde görevlerini yürüttüler.[53]

V. Habeş Eyaleti (1555-1916)

Yemen Beylerbeyi Özdemir Paşa 1554 yılında İstanbul’a çağrılmasının ardından Habeş seraskerliğine tayin edilince Kızıldeniz bölgesinde sefere çıktı. 5 Temmuz 1555 tarihinde Habeş eyaletini kurdu ve önce Sevâkin’i eyalet merkezi yaptı. XVI. asır içinde buraya bağlı sekiz sancak bulunmaktaydı. 1557 yılında alınan Masavva bu eyaletin ikinci merkezi olunca Sevâkin ise buraya bağlı bir sancak teşkil edildi.

Habeşistan’ın Tigre eyaleti 1558 yılında ve Debârvâ eyaleti 1559 yılında fethedilince çok sayıda putperest ve Hıristiyan Müslüman oldu. Özdemir Paşa ise 1560 yılında Debârvâ’da vefat edince önce oraya defnedildiyse de daha sonra kabri Masavva’da yapılan türbeye nakledildi. Yerine geçen oğlu Osman Paşa babasının ölümü üzerine kaybedilen toprakları yeniden geri aldı ve bölgede Osmanlı idaresini yeniden kurdu. Habeş Krallığı’na seyahat etmek isteyenler buradaki Osmanlı beylerbeyinden izin almak mecburiyetindeydi. XVII. asırda ise buranın beylerbeyi tekrar Sevâkin’de oturmaya başladı. Devletin buraya tayin ettiği en üst rütbedeki bu insanlar genelde Mısır’da daha önce sancak beyliği görevi yapmış olanlar arasından seçilmekteydiler. XVII. asırda ise İstanbul’daki kapıcıbaşılardan da tayin edilenler olmuş ve her üç yılda bir değişen beylerbeyileri olup eyaleti sâlyâne ile idare etmişlerdi. XVIII. asrın başından itibaren bu eyalet Cidde sancağıyla birlikte idare edilmeye başladı. Beylerbeyileri görev yerlerine gitmek üzere yola çıktıklarında Mısır’dan kendilerine asker toplama izni verilirdi. Daha sonra Yemen’den de buraya asker ve at sevk edilmeye başlandı. Görev yerlerine ulaşmaları için emniyet ve yol güvenlikleri için Mısır tarafından çavuşlar görevlendirilirdi. Yemen ve Habeş eyaletlerinin erzak ihtiyaçları da genelde Mısır’dan temin edildiği için zaman zaman saraydan ihtiyatlı davranılması istenmekteydi. Özellikle savaş durumunda Habeş eyaletinin zahire ihtiyacı Said’de kurulan Ömeroğlu vilayeti tarafından karşılanmaktaydı. Yine Mekke şerifliği de Habeş Beylerbeyliği’ne yardım göndermekteydi. Bilhassa Yemen bir isyanlar ülkesi olduğu için yardımlar genelde Mısır tarafından karşılanmaktaydı. 1573 yılında kurulan İbrim sancağı bilhassa bu sevkiyatta çok önemli görev üstlenmekteydi. 1584 yılında İbrim de bir eyalete dönüştürüldü ise de bir yıl sonra tekrar sancak yapıldı. Bilhassa zümrüt madenleri dolayısıyla buranın önemi küçümsenemeyecek kadar büyüktü. Osmanlılar kendi idareleri altındaki yerleri iyi muhafaza etmek için kaleler inşa etmekteydiler. Bu amaçla Habeş eyaleti sınırları içinde de Kızıldeniz sahilinde Sevâkin, Masavva ve Debârvâ’da üç kale inşa ettirdi. Daha sonra Bender-i Abdullah ve Harkik (Arkiko) kaleleri inşa ettirilirken 1588-1589 yıllarında ise mevcut yedi kale tamir edildi. Kızıldeniz bir Osmanlı iç denizi haline dönüşünce buradaki güney donanması Hint, Süveyş ve Moha kaptanlığından ibaretti. Habeş eyaletinin sahilleri karakol gemileriyle gözetlenmekte olup beylerbeyinin iznine sahip olmayan gemilere bu karakol gemileri Kızıldeniz’den geçiş izni vermiyorlardı.[54]

Habeş eyaleti XVIII. asırda önemini kaybetmeye başladı ve Cidde sancağıyla birlikte idare edilir hale geldi. Buradaki idari yapı merkezden gönderilen idareciler yerine yerlilerin ileri gelenlerinin eline teslim edilirken, mevcut memur ve askerler de yerli kadınlarla evlenerek yeni bir neslin doğmasına sebep oldular. Eyalet 1701 yılı öncesi Cidde sancak beyliği ve Mekke Şeyhülharemliği ile birlikte tevcih edilirken bu tarihten sonra Rumeli Beylerbeyi payesi ile Cidde sancağı mutasarrıfı olan Mekke Şeyhülharemliği tarafından idare edilmeye başladı. 1756-1792 yılları arasında vezir rütbesinde 29 beylerbeyi buraya tayin edildi. Son dönemlerinde buraya tayin edilen beylerbeyileri Masavva ve Sevâkin’de oturmayıp yerlerine mütesellimler göndermekteydiler. Memurların ahali üzerinde nüfuzları azalınca yerlerine genelde yerli kadınlardan doğan yeni nesil arasından seçilen naibler tayin ettiler.[55]

Sudan ile Çad Devletleri arasında yer alan Kordofan, Darfûr, Sennar ve Func sultanları da zaman zaman Osmanlı Devleti’yle yakın münasebetler geliştirdiler. Hint Okyanusu sahillerinde günümüz Kenya ve Tanzanya üzerinden Mozambik’in güneyine kadar uzanan kıyı boyunda kurulan Zengibar Sultanlığı da bölgede Osmanlı Devleti’yle bağlarını koparmadı.

Afrika kıtasının hemen her tarafı ile ilgilenmek zorunda kalan Osmanlı Devleti Endonezya topraklarında Hollanda sömürgeciliğine karşı mücadele eden üç bin Müslümanın köleleştirilerek bugünkü Güney Afrika’ya yerleştirilenlerin neslinden gelen insanlara da yardım elini uzattı. Daha sonra İngiltere’nin eline geçen ülkeye bu defa da Hindistan’dan yeni Müslümanlar getirilince önceki gelenlerle bunlar arasında geçimsizlik başladı. Neticede İstanbul’dan ilim sahibi bir kimsenin gönderilmesi talep edildiğinde Ebu Bekir Efendi isimli bir alim bu ülkeye gönderilerek Güney Afrika Müslümanlarına hizmet etti. Ümit Burnu Müslümanları da denilen bu toplumla münasebetler bu ülkenin Cape Town şehrinde bir Osmanlı Mektebi açacak kadar ilerletildi.[56]

Doğu Afrika’da büyük göller bölgesi olarak da bilinen bugünkü Uganda Cumhuriyeti toprakları 1874-1884 tarihleri arasında Mısır Hidivliği idaresine girdirildi. Arnavutluk Valisi İsmail Hakkı Paşa’nın özel doktoru olan ve daha sonra onunla birlikte değişik vilayetlere giderek doktorluk yapan Prusya asıllı Mehmed Emin Paşa (Eduard Schnitzer) daha sonra gittiği Mısır Sudan’ın merkezi Hartum’da muayenehane açmıştı. 1878 yılında İbrahim Fevzi Bey’in yerine merkezi Lado olan Hattıistivâ Müdüriyeti valisi oldu. Bu görevde 1890 yılına kadar kalan Emin Paşa buranın Belçika Kralı II. Leoplod’un idaresine geçmesinden sonra bölgeyi terk ederek Alman Hariciye Nezareti’nin emrine girerek onların sömürge idarelerinin genişlemesine yardımcı oldu.[57]

İslam, Afrika kıtasının bir taraftan kuzeydoğu ve güneydoğu taraflarından girerek Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu sahillerinde önemli ticaret merkezleri oluşmasına diğer taraftan da iç bölgelere nüfuz ederek farklı bölgeler arasında büyük kervan yolları ağının kurulmasını sağladı. Sömürgecilikle birlikte binlerce yıl açık kalan bu yollar tarihe karışınca Afrika’ya hayatiyet veren en önemli damarları da kurumuş oldu. Ayrıca Akdeniz ile bağlantıları tamamen kopan bölgelerden başta Amerika kıtası olmak üzere Atlas ve Büyük Okyanus’taki adalara milyonlarca Afrikalı köleleştirerek satıldı.

Osmanlı Devleti Afrika’dan çekilmek zorunda kalınca Avrupalılar tarafından kıtayı asırlarca fakirleştirmekle suçlanmışlardı. Kendilerinin ise bu geri kalmışlığa son vererek Afrikalılara medeniyet götüreceklerini iddia ediyorlardı. Oysaki kendileri daha da zenginleşirken milyonlarca insan açlıkla mücadele etmeye başladı. Bugün dünya çapında kalkınmış bir tane Afrika ülkesi gösterilemezken birer Osmanlı eyaleti olan Cezayir, Tunus, Trablusgarp ve Mısır geçen asra kadar Avrupalılara karşı koyabilecek güçte adeta müstakil devletler konumundaydılar.[58]

Sömürgecilikle birlikte Avrupalıların Afrika’daki işgallerine kadar bu eyaletler genelde sınırlarını muhafaza ederek Osmanlı idari yapısı içinde yerlerini korudular. Ayrıca Biladü’s-Sudan tabir edilen Kızıldeniz’den Atlas Okyanusu’na kadar uzanan Büyük Sahra çölünün güneyinde yer alan bölgede kurulu Func, Dâr-Fûr, Bagirmi, Vedây, Kânim-Bornu, Kano, Sonray irili ufaklı bir çok Müslüman sultanlıkla yakın münasebetler geliştirildi. Günümüzde bu bölgede Çad, Orta Afrika, Kamerun, Nijer, Nijerya, Mali, Senegal, Gambiya, Gine, Gine Bisau, Fildişi Sahili, Burkina Faso, Gana, Benin, Togo, Liberya, Sierra Leone isimli ülkeler yer almaktadır. Tarih boyunca Habeşistan olarak bilinen bölgede ise Sudan, Etiyopya, Eritre, Somali, Cibuti, Uganda devletleri bulunurken özellikle sömürgecilik öncesi etkili konumdaki Zengibar Sultanlığı’nın sınırları da Kenya, Tanzanya, Malavi, Mozambik, Ruanda, Burundi ve Kongo’ya kadar uzanmaktaydı.[59]

Eğitim konusunda Osmanlı Devleti’ne sebepsiz saldıran Batılıların kıtada bıraktığı yüksek eğitim kurumları yok denecek kadar az olup bunların tamamına yakını büyük bir krizdedir.[60] Osmanlı Devleti doğrudan kendi kültürünü emperyalist bir tavırla ve zorla tebaasına kabul ettirmediği için Garp Ocaklarının devamı olan bugünkü Cezayir, Tunus ve Libya’da Türkçe konuşan bir toplum bulunmamaktadır. Sadece yarım asır sömürgeleştirdikleri kıtadaki 25 ülkenin resmi dili Fransızca ve yine bir o kadarının resmi dili İngilizce olup bir kaç ülkede de Portekizce ve İspanyolca resmi dil olmaya devam etmektedir.

Osmanlılar kıtadan ayrıldıkları son güne kadar yerli ahali arasındaki dini dokuya müdahale etmediler. Hatta kendileri Hanefi mezhebinden oldukları halde bu kıtada yaygın Maliki ve Şafii mezhebine mensup Müslümanlarla herhangi bir meseleleri olmadı. Anadolu’dan getirilen Türk soylular için Hanefi müftü tayin edilirken yerli halka kendi mezhepleri olan Maliki müftüler görevlendiriliyordu. Tarikatlar konusunda da epeyce hoşgörülü tavır takınarak faaliyetlerini desteklemişler ama Avrupalıların yaptıkları gibi şeyhleri ve müritleri ağır cezalara uğratmamışlardı. Osmanlı Devleti’nin tarihe kavuşmasından sonra bütün bir İslam medeniyetini kendi istedikleri istikamette değiştirerek yeni bir yön vermeye başladılar.[61]

Aşırı derece Osmanlı aleyhinde yürütülen propagandalar neticesinde Osmanlı padişahının hakimiyetini değil halifelik unvanını dahi reddeder hale gelen Afrikalı Müslümanlar Türklerden tamamen uzaklaştırıldı. Milliyetçilik akımları yaygınlaştırılarak Osmanlılar Almanya’nın kuklası gibi suçlandılar.[62]

Osmanlı Devleti Afrika’daki Batılıların bilhassa Müslüman bölgeleri sömürgeleştirme faaliyetlerine bizzat engel olmaya çalışıyor ve Roma, Paris ve Londra gibi önemli başkentlerdeki sefirlerini gelişmeler konusunda devamlı teyakkuzda tutuyordu. Bilhassa Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Hariciye-Siyasiye kısmında zengin belgeler bulunmaktadır. Afrika’daki bütün topraklarını kaybeden Osmanlı Devleti bu defa tehlikeyi Anadolu topraklarında da yaşamaya başladı. Asırlarca dünya Müslümanlarının çoğunluğu tarafından halife olarak kabul edilen Osmanlı padişahının yaşadığı İstanbul ve Anadolu’nun işgal ordularından kurtarılması için yardım kampanyaları başlatıldı.

Bu yardımlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması esnasında da devam etti. Bir çok Müslüman topluluk tarafından maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyenler içinde Fransız, İngiliz ve İtalyan sömürgelerinden çok sayıda kimse vardı. Hatta hiç bir zaman Osmanlı hakimiyetine veya nüfuz alanına girmeyen Madagaskarlı Müslümanlar bile kendi aralarında topladıkları paraları Ankara’ya getirip teslim ettiler. Paris’te yayımlanan Echos de l’Orient dergisinde bunların isimleri liste halinde bulunmaktadır.[63]

Dr. Ahmet KAVAS

Türk Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 575-588


Dipnotlar :
[1] Mesela 1517 yılında Portekizlilerin Kızıldeniz’e girerek Cidde limanına saldırmaları üzerine OsmanlIların onları bu denizden çıkarmalarını konu edinen Jean-Louis Bacqué-Grammont et Anne Kroell’in birlikte yazdıkları Mamlouks, Ottomans et Portugais en Mer rouge-L’affaire de Djedda en 1517, Le Caire 1988 isimli ayrı basım makale ve 1827 yılında Mısır-Osmanlı donanmasının Navarin limanında demir attığı esnada Avrupa müşterek donanmaları tarafından ani bir baskınla bir kaç saat içerisinde tahrip edilmeleri ile ilgili Eugène Bogdanovitch tarafından yazılan La bataille de Navarin- 1827, Charpentier, Paris 1887, VIII+374 s., isimli kitap örnek gösterilebilir.
[2] Mehmed Muhsin (Bandırmalızade), Afrika Delili, el-Ferah Ceridesi Matbaası,                Kahire 1312 (1894), s. 513.
[3] Ramazan Şeşen, “Salâhaddin Eyyûbî Devrinde Libya’da Türkler ve Karakuş Meselesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, sayı: 33, Mart 1980/1981, s. 168-198.
[4] Hakkı Dursun Yıldız, “Ahmed b. Tolun”, TDV-DİA, II, 141-143; André Miquel, L’Islam et sa civilisation. VIIe-XXe siècle, Armand Colin, Paris 1977, s. 113.
[5] Tolunoğulları konusunda en kapsamlı çalışma bağımsız Azerbaycan Devleti’nin ilk cumhurbaşkanı merhum Ebulfeyz Elçibey’in Tolunoğulları Devleti (868-905), isimli 1969 yılında hazırladığı doktora tezidir (Yayına hazırlayan: Fazil Gezenferoğlu, Türkiye Türkçesine çeviren: Selçuk Alkın, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997); M. C. Şehabeddin Tekindağ, “Memlük Sultanlığı Tarihine Toplu Bir Bakış”, İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. Tarih Dergisi, sayı 25, Mart 1971, s. 1-38; Kâzım Yaşar Kopraman, Mısır Memlükleri Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1989, s. 2; Nadir Özkuyumcu, İlk Müslüman Türk Devletleri Tolunoğulları ve Ihşidîler, İzmir 1996, s. 73+29; Jean-Paul Roux, Histoire des Turcs. Deux mille ans du Pacifique à la Méditerranée, Fayard, Paris 1984, s. 137.
[6] Mehmed Muhsin, a.g.e., s. 520; Ahmet Ağırakça, “İhşîdîler”, TDV-DİA, XXI, s. 551-553.
[7] Mehmed Muhsin, a.g.e., s. 529; Kâzım Yaşar Kopraman, a.g.e., s. 3.
[8] André Miquel, a.g.e., s. 113.
[9] Ramazan Şeşen, “Salâhaddin Eyyûbî Devrinde Libya’da Türkler ve Karakuş Meselesi”, s. 170.
[10] Jean-Paul Roux, a.g.e., s. 137.
[11] Mehmed Muhsin, a.g.e., s. 546; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1983; Kâzım Yaşar Kopraman, a.g.e., s. 3.
[12] Ramazan Şeşen, “Eyyûbîler”, TDV-DİA, XII, s. 20-31; André Miquel, a.g.e., s. 190-191.
[13] Ramazan Şeşen, “Salâhaddin Eyyûbî Devrinde Libya’da Türkler ve Karakuş Meselesi” s. 196-198; et-Ticânî, Rihletü’t-Ticânî, Tunus 1958, s. 111; Aziz Samih İlter, Şimâlî Afrika’da Türkler, Vakit Gazete Matbaa, İstanbul 1936, I, 41.
[14] M. C. Şehabeddin Tekindağ, “Memlûk Sultanlığı Tarihine Toplu Bir Bakış”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, sayı 25, Mart 1971, s. 1-38; Jean-Paul Roux, a.g.e., 218-221.
[15] Mehmed Muhsin, a.g.e., s. 570-571; Kâzım Yaşar Kopraman, a.g.e., s. 4-5.
[16] Mehmed Muhsin, a.g.e., s. 602; Kâzım Yaşar Kopraman, “Baybars I”, TDV-DİA, V, 221-222.
[17] el-Ömerî, Masâlik el-Absâr fî Mamâlik el-Emsâr, I, l’Afrique, Moins l’Egypte, (40-46), I, l’Afrique Moins l’Egypte, (trc.: Gaudefroy-Demombynes), Paris 1927, s. 40-46.
[18] Seyyid Muhammed es-Seyyid Mahmud, XVI. Asırda Mısır Eyâleti, Marmara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1990, s. 51; André Miquel, a.g.e., s. 224-229.
[19] C. H. Becker, “Mısır-Fetihten Osmanlılar Dönemine Kadar”, İA, VIII, s. 218-242.
[20] Cengiz Orhonlu, “XVI Asrın İlk Yarısında Kızıldeniz Sahillerinde Osmanlı Hakimiyeti”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, sayı 16, cilt XII, Eylül 1961, s. 1-24.
[21] Ali Sâib, Coğrafya-yı Mufassal Memâlik-i Devlet-i Osmâniyye, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul 1304, s. 589-625.
[22] Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti (1858-1911), Erzurum 1970; La Question tunisienne et Politique ottomane (1881-1913), Ankara 1990.
[23] Kavânin-i Al-i Osman, s. 8-9; Cengiz Orhonlu, a.g.e., s. 104 (Diğer dördü ise Bağdat, Lahsa, Basra ve Yemen eyaletleridir).
[24] André Raymond, “Les provinces arabes (XVIe siècle-XVIIIe siècle) ”, Histoire de l’Empire Ottomane (éd. Robert Mantran), Fayard, Paris 1989, s. 344; Mouloud Gaid, Türkler İdaresinde Cezayir, (trc.: Faik Melek), Genelkurmay Basımevi, Ankara 1996.
[25] Zakarı Dramanı Issıfou, L’Afrique Noire Dans les Relations Internationales au XVIe Siècle, Paris 1982, s. 14, 131, 135.
[26] Cengiz Orhonlu, “Osmanlı-Bornu Münasebetine Âit Belgeler”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, İstanbul 1969, s. 112-114; Michel Abitbol, Tombouctou et les Arma, Maisonneuve-Larose, Paris 1979, s. 49-50.
[27] André Miquel, a.g.e., s. 362.
[28] Ali Rıza Paşa, Mirâtü’l-Cezâyir, İstanbul 1293, s. 44.
[29] Hamdan Khodja, Le Miroir, Paris 1985, 88-100.
[30] Sâlnâme-1266, s. 89-91; Ali Sâib’in coğrafya kitabının Mısır Hidivliği bölümünde bu eyaletin Mısır-ı Esfel/Mısır-ı Bahrî, Mısır-ı Evsat/Mısrü’l-Mütevassıt ve Mısr-ı Alâ/Saîd adıyla üç coğrafi bölgeye ayrıldığını mülki olarak ise dokuz muhafızlık ve on altı müdürlüğe ayrıldığını belirterek bunların isimlerini de vermektedir.
[31] Sâlnâme-1266, s. 89-91. Ali Sâib’in coğrafya kitabında yirmi üç kazaya ayrıldığı ve bazı yer adlarının sâlnâmedekilerden farklı olduğu görülmektedir. Kuzey sahilinde bulunan kazalar: Tunus, Bizerte maa Port Fârîna, Golette ve Tabarka. Doğu sahilindeki kazalar: Kalîbiyye, Hamâme, Sâhil (Sûse), Manastır, Mehdiyye, İsfâkus, el-Araz (Mehâris), Kâbis, Cezîre-i Cerbe, Kerkene Adaları. İçeride bulunanlar kazalar: Ifrikiyye (Kayrevân), Dâhil (Süleyman), Maâtir, Te Burbâ, Testûr, Tabersûk, Becâ, Keff, Rûhiyye ve Cerîd (Kâvisa) (s. 620).
[32] Sâlnâme-1277, s. 156-159.
[33] Ali Sâib, a.g.e., s. 612.
[34] Sâlnâme-1336, s. 817.
[35] Guy de Bosschère, Autopsie de la Colonisation, Paris 1967, s. 94-96.
[36] Cengiz Orhonlu, a.g.e., s. 83.
[37] Ahmet Kavas, “Osmanlı Devleti’nin Müslüman Harar Emirliğiyle Münasebetleri ve Hıristiyan Habeşistan (Etiyopya) İmparatorluğu İle Yakınlaşmasına Etkisi”, Pax Ottomana Studies in Memoriam Prof. Dr. Nejat Göyünç, Sota-Yeni Türkiye, Haarlem-Ankara 2001, s. 443-464.
[38] Seyyid Muhammed es-Seyyid Mahmud, a.g.e., s. 48-53, 58-71.
[39] A.g.e., s. 92-93.
[40] J. H. Kramers, “Mısır-Osmanlı Devri”, İA, VIII, s. 242-250.
[41] Ahmet Kavas, “Afrika’nın Sömürgeleştirilmesi Öncesinde Rabih b. Fazlullah’ın Kurduğu Son Biladu’s-Sudan Devleti ve Fransa’yla Mücadelesi”, Osmanlı Araştırmaları, XX, 9-35, (2000).
[42] Şinasi Altundağ, Kavalalı Mehmed Ali Paşa-Mısır Meselesi (1831-1841), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1945; Atillâ Çetin, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır Valiliği, İstanbul 1998; J. H. Kramers, “Mısır-Mehmed Ali Hânedanı Devri ve İstiklal”, İA, VIII, s. 250-269.
[43] Ahmet Kavas, “Cezayir’de Kaşınan Etnik Ayrımcılığın Temeli ve Kabiliye Meselesi”, Stratejik Analiz, c. II, sayı 15, s. 109-112.
[44] A. mlf., “Kuzey Afrika’da Bir Osmanlı Nesli: Kuloğulları”, Osmanlı Araştırmaları, XXI, s. 31-67, (2001); G. Yver, “Cezayir”, İA, III, s. 132-151.
[45] Ercüment Kuran, Cezayir’in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti (1827-1847), İstanbul 1957, 67 s.
[46] Ettore Rossi, “Trablus”, İA, XII/1, s. 445-452.
[47] Celâl Tevfik Karasapan, Libya, Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, 166.
[48] Ahmet Kavas, “Osmanlı-Tîbû Münasebetleri: Büyük Sahra’da Reşâde (Çad) ve Kavar (Nijer) Kazalarının Kurulması”, İslam Araştırmaları Dergisi, 4, 69-104 (2000).
[49] Abdülkadir Câmî Bey (Baykut), Trablusgarp’dan Sahray-ı Kebir’e Doğru, İstanbul 1327, s. 178-220; Ahmet Kavas, “Büyük Sahra’da Gat Kazasının Kurulması ve Osmanlı Tevarik Münasebetleri”, İslam Araştırmaları Dergisi, 3, 171-196 (1999).
[50] “Trablusgarp Meselesi Bir Müslüman Meselesi Oldu”, Sırat-ı Müstakim, 25 Zilkade 1329, c. VII, adet: 167, s. 174).
[51] Ali Fahri, “Nasıl Gitmişler”, Donanma, 3 Ramazan 1332, n. 53-5, s. 70.
[52] Atilla Çetin, “Hüseynîler”, TDV-DİA, XIX, s. 2628.
[53] R. Brunschvig, “Tunus”, İA, XII/2, s. 68-95.
[54] Cengiz Orhonlu, “Habeş Eyaleti”, TDV-DİA, XIV, 363-367; a. mlf., Habeş Eyaleti, s. 91-124.
[55] a.g.e., 129-134.
[56] Mustafa Baktır-Cezmi Eraslan, “Ebûbekir Efendi”, TDV-DİA, X, 276-277; Ahmet Uçar, Güney Afrika’da Osmanlılar, Tez yayınları, İstanbul 2000.
[57] el-Emir Ömer Tosun, Tarihu Müdiriyyeti’l-Hatti’l-İstivai’l-Mısriyye: 1869-1889, Matbaatü’l- Adl, İskenderiye 1937/1355, III c; H. Ahmed Schmiede, “Emin Paşa”, TDV-DİA, XI, s. 117-119.
[58] Walter Rodney, How Europe Underdeveloped Africa, Bogle-L’Ouverture, London 1972, 316 s. (Fransızca tercümesi: Et l’Europe sous-développé l’Afrique, Editions Caribéennes, Paris 1986); Jacques Thobie, Intérets ve Impérialismes Français dans l’Empire ottoman (1895-1914), Paris 1977 ve Ali et les 40 voleurs impérialismes et moyen-orient de 1914 à nos jours, Paris 1985.
[59] Mehmed Muhsin, a.g.e., s. 37-76.
[60] Paul J. M. tedga, Enseignement supérieur en Afrique noire francophone-La catastrophe?, L’Harmattan, Paris 1988.
[61] Hamdan Khodja, a.g.e., s. 129-139.
[62] Ahmet Kavas, “Fransa’nın Kuzey ve Bati Afrika’da Uyguladığı İslam Siyaseti: Sultan Reşad’ın Yayınladığı Cihad Çağrısının Reddi Meselesi”, Dini Araştırmalar, sayı: 6, s. 23-50 (Nisan 2000); Rachel Simon, Libya Between Ottomanism and Nationalism, The Ottoman Involvement in Libya During the War with Italy (1911-1912), Berlin 1987.
[63] Echos de l’Orient, n. 80, Octobre 1923, s. 801-806; Ahmet Kavas, “Afrika”, Günümüz Dünyasında Müslüman Azınlıklar, TDV-İSAM Yayınları, İstanbul 1998, s. 131-152.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.