Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı

0 13.400

Doç. Dr. Nedim İPEK

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, Akdeniz ülkesidir. Akdeniz, tarihî süreç içerisinde her devirde stratejik öneme sahip olagelmiştir. Bu nedenle, Akdeniz’e kıyısı olan devletler bu denizde işgal ettikleri mevkii tahkim etmeye ve genişletmeye çalışmıştır. Akdeniz’e kıyısı olmayan devletler ise orada bir üs veya nüfuz bölgesi oluşturabilmek için, her türlü vasıtaya başvurmuştur. Bu ortamda, küçük veya zayıf bir Akdeniz ülkesi, sürekli tehdit altındadır.

XIX. yüzyılda Avrupa büyük devletlerinin dünya hakimiyeti telâkkisi, denizlere hakimiyet anlayışından hareketle millî rekabet politikaları üzerine oturmuştu. Söz konusu devletlerin Asya’da hayatî menfaatleri vardır. Menfaatlerini korumak isteyen bir Avrupa devleti için Türk boğazlarının, Anadolu’nun ve Akdeniz’in önemi tartışılamaz.[1]

Avrupa devletleri, söz konusu bölgeyi ele geçirebilmek için emperyalist bir zihniyet taşıyan şark meselesi siyasetini geliştirdi. Müştereken geliştirilen bu siyasetin hedefi, Türk hakimiyetindeki Hristiyan toplumlara müstakil veya muhtariyet idaresine sahip olacak ölçüde imtiyazlar verilmesini temin etmekti. Daha açık bir ifadeyle, Balkanlar’da Türk hakimiyetine son vermek, Anadolu’daki Hristiyan cemaatlerin, özellikle Ermenilerin istiklâl veya muhtariyetini temin etmek, Kuzey Afrika’yı koloniyalist amaçla işgal ve ilhak etmek, Türk olmayan toplulukları isyana teşvik etmek ve Osmanlı Devleti’nden koparmaktır.[2]

Rusya, I. Petro’nun vasiyeti olarak yakıştırılan, aslında coğrafî konumu gereği, önce Karadeniz’in kuzeyini ele geçirmek, sonra da Kafkaslar’a, Türk boğazlarına ve Balkanlar’a hakim olarak Osmanlı topraklarından Akdeniz’e inmek siyasetini takip etti. Ruslar, bu siyasetleri doğrultusunda her fırsatta Osmanlı topraklarını işgal ettiler. Rusların batıdaki ilerleyişi, Kırım Savaşı (1853-1856) ile durduruldu. Ancak, doğuda serbest kalan Ruslar, 1865’e kadar Türkistan’da ve Kafkasya’da Türk ve Müslüman kavimleri hakimiyetleri altına aldılar.[3] Diğer taraftan, Paris Antlaşması’nın (30 Mart 1856) Rus askerî harekâtını tahdit eden maddelerinden kurtulmaya çalıştılar. Nitekim, Rusya 1858’den beri diplomasi ve basın-yayın yolu ile gayrimüslimlerin Osmanlı idaresinden memnun kalmadıklarını, bu sebeple isyana meyilli olduklarını ifade ve ispat etmeye çalışıyordu.[4]

XIX. yüzyılın ikinci yarısında İtalyan ve Alman birliklerinin kurulması, Viyana Kongresi ile oluşturulan devletler arası dengeyi bozdu. Bu durumdan istifade eden Rusya, Paris Antlaşması’nın Karadeniz’in tarafsızlığı ve silâhtan arındırılması maddelerini tek taraflı olarak kaldırdı. Avrupa devletleri, bu oldu bittiyi Londra Antlaşması (13 Mart 1871) ile kabul etti.[5]

Islâhat Fermanı’nın ilânından sonra Balkanlar’da gelişen olaylar ve bu arada Rusya’nın şiddetle körüklediği Panslâvizm fikri, bu bölgeyi barut fıçısı haline getirdi. Bir taraftan Sırp ve Karadağ isyanları diğer taraftan Bosna-Hersek olayları ve Bulgar meselesi, Osmanlı Devleti’ni oldukça güç durumda bırakıyordu. Özellikle XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uyanmaya başlayan Bulgar milliyetçilik fikri, bu dönemde Panslâvizm akımından da etkilenerek büyük bir gelişme gösterdi.[6]

Osmanlı müsamahası, Batı Avrupa’nın desteği, Rusya ve panslâvistlerin yardımları ve Bulgar tâcir, öğretmen ve din adamlarının çabaları sonucu 1870’li yıllarda Bulgar millî kültürü ve bir aydın kitlesi oluştu.[7] Sonuçta, Bulgaristan’da Panslâvistlerin kullanabileceği bir kuşak ortaya çıktı.[8] Bulgar meselesinin iki yönü vardır: Birinci yönü müstakil Bulgar kilisesini kurmaktı. 12 Mart 1870’te Bulgar Eksarhlığı kuruldu.[9] İkinci yönü ise silâhlı hareketler meydana getirmekti. Bulgar komitelerinin ve çetelerinin teşvik ve tahrikleri sonucu Bulgarlar, 1840-1875 yılları arasında birkaç defa isyana teşebbüs ettiler. Mayıs 1876’da “Yergöğü İhtilal Komitesi”nce plânlanan ve başlatılan isyan, Türk makamlarının gerekli tedbirleri alamaması üzerine kısa bir sürede büyüdü. Bu isyanın hedefi, bir Slâv Bulgar devleti kurmaktı. İsyan sahası her ne kadar genişlediyse de büyük kitlelerin desteğinden mahrum olduğu için, neticede Türk silâhlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Bu olay, Ruslar tarafından istismar edildiğinden, milletlerarası önemli bir soruna dönüştü.[10]

Rusya, Kırım Savaşı’nda kendisini engelleyen “Avrupa Birliğini” yanına çekmek ve yayılmacı Panslâvist politikasını Hristiyanların koruyuculuğu adı altında gösterebilmek için en azından Avrupa kamu oyunun sempatisini kazanmak zorundaydı. Avrupa kamuoyunu oluşturan en önemli kurum basındı. Bu sebeple Avrupa devletlerinin çoğu, çeşitli metotlarla basını kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu. Rusya, diplomatik temaslar ve elde edeceği Avrupa basını vasıtasıyla bunu gerçekleştirmeye gayret etti. Avrupa basınının Türkiye ile ilgili haber kaynağı ise Beyoğlu ve Galata mahfillerinde mukim Avrupalı muhabirlerin duydukları dedikodulardı.[11] Rusya, bir taraftan İstanbul elçiliği vasıtasıyla bu dedikoduları üretirken diğer taraftan düzmece haberleri Avrupa kamuoyuna duyurabilmek için gazete ve yazar satın alma yoluna gitti. Bunlar vasıtasıyla yapılan propaganda amaçlı yayınlarda, Bulgaristan’da öldürülenlerin sayısı on binlerle ifade edildi. Bu abartmalı ve hatta yalan haber kampanyasına karşı Bâb-ı Alî, Türk sefirleri vasıtasıyla basın bültenleri gönderdiyse de başarılı olamadı.[12] Neticede, Avrupa’nın Osmanlı hakkındaki fikir ve görüşleri tamamen değişti.

Bu ortamdan faydalanmak isteyen Karadağ ve Sırbistan 2 Temmuz 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti.[13] Bu savaşta Osmanlı Devleti kısa bir sürede başarı kazandı. Ancak, ecnebi temsilciliklerin ısrarı üzerine Osmanlı Devleti, 25 Eylül 1876’da ateşkes ilân etti. Ateşkes esnasında taraflar arasında bir anlaşmaya varılamayınca Rus elçisi İgnatiyef, 31 Ekim 1876’da Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom verdi.[14] Şark meselesinin çözümü konusunda Avusturya, Almanya ve Rusya arasında bir mutabakata varılırken, İngiltere ise menfaati gereği Balkanlar’ın mevcut statüsünün değişmesine karşıydı. Bunun için de Balkan milletlerini bir ölçüde de olsa yatıştırmak amacı ile Bâb-ı Alî’yi bazı tavizleri vermeye zorladı.[15] Aslında, isyanı yatıştırmak suretiyle meseleyi hakkaniyet ve adalet ölçüsünde halletmek isteyen Osmanlı Devleti’nin bütün teşebbüsleri, Rus başvekili Gorcakof’un Balkanlar’daki Slâvları tahrik ve teşvik etmesi yüzünden sonuçsuz kaldı.[16] Osmanlı Devleti, bu dönemde oldukça sıkıntılı ve karışık bir durumdaydı. Avrupa devletlerinin tutumu ve Rusların savaş açmak için fırsat kollaması ile bunalan Bâb-ı Alî, Balkan sorununa son vermek üzere İstanbul’da bir konferans tertibi fikrini kabul etti. 23 Aralık 1876’da Tersane Konferansı toplandı. Konferansta, Osmanlı Devleti’nin istiklâli ile bağdaşmayacak teklifler önerildi. Amaç, Rumeli’deki gayrimüslimleri Türk hakimiyetinden ayırmaktı. Midhat Paşa, bunu engellemenin tek yolunu meşrutiyeti ilân etmekte görür. Ona göre meşrutiyetin ilânı ve Rumeli’nin bir kısmında ıslahat yapılması, bu bölgelerin Türk hakimiyetinde kalmasını sağlayabilirdi. Cevdet Paşa, bu fikri bir hayal unsuru olarak değerlendirir.[17] Neticede Tersane Konferansı sonuçsuz dağıldı. Bunun üzerine elçiler İstanbul’u terk edince işin ciddiyetini anlayan Mithat Paşa Sırp ve Karadağ prenslerini mütareke müzakeresine davet etti. Sırbistan harpten önceki durumunun muhafaza edilmesi şartı ile Osmanlı Devleti’ne tâbi bir prenslik statüsü aldı.[18] Ancak, Karadağ ile bir uzlaşma temin edilemedi. Karadağ temsilcileri, İstanbul’u terk ile Ruslardan yardım talep ettiler. Rusya’nın gayretiyle Avrupa büyük devletleri arasında imzalanan Londra Protokolü’nün (31 Mart 1877) Bâb-ı Alî tarafından reddedilmesi üzerine siyasî ve askerî bütün avantajları eline geçiren Rusya, şark meselesini halletmek ve Osmanlı tebaası Hristiyanları korumak iddiasıyla 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti.[19] İngiltere menfaatini muhafaza kaydıyla, sair Avrupa devletleri ise herhangi bir şart ileri sürmeksizin savaşa karşı tarafsız kalacaklarını duyurdu.[20]

Doksan üç Savaşı’nın iyi bir şekilde değerlendirilebilmesi, savaşan tarafların kuvvetlerinin, silâh ve mühimmatı ile lojistik destek durumlarının bilinmesine bağlıdır. Osmanlı ordusunun mevcudu konusunda kaynaklarda ve ilgili monografik çalışmalarda farklı bilgiler mevcuttur. Serasker Redif Paşa’nın tanzim ettiği lâyihaya göre Türk kuvvetlerinin mevcudu 490.000 idi. Bunun 300.000’i Rumeli’de, 100.000’i Anadolu’nun kuzeydoğusunda, arta kalanı da muhtelif bölgelerde bulunuyordu.[21] Fakat bunların içinde eğitim görmüş olanları azdı. Redifler eğitim görmemiş, mustahfızlar ise yaşlıydı. Ayrıca, ordunun subay kadrosu da yetersizdi. Yeterli miktarda subay olmadığı için savaş esnasında, livalık hizmeti miralaya, miralaylık hizmeti kaymakama ve hatta binbaşıya gördürülüp “idâre-i maslahatta” bulunulmaya çalışıldı.[22] Harp Okulu’nun son sınıf öğrencileri, subay rütbesiyle cepheye gönderilmiş ve 1877-1878 yıllarında Okul, kısa devrelerle mezun vermişti. Savaş esnasında ortaya çıkan asker açığı Edirne, İstanbul, Selânik, Hüdavendigar, Aydın, Adapazarı, İzmit ve Konya gibi vilâyet ve mutasarrıflıklarda sakin Türklerden “Asâkir-i Mu’âvine” adı altında toplanan başıbozuk asker ile karşılanmaya çalışılsa da subay açığı kapatılamadı.[23] Orduyu oluşturan taburlarda eğitim, disiplin,tecrübe ve moral bakımından birliktelik yoktu. Bu ise sevk ve idareyi güçleştiriyordu. Özellikle, taburları sevk ve idare edecek küçük rütbeli subay yoktu. Mevcut subay kadrosunun ise %10’u harbiyeli ve %90’ı alaylı idi. Alaylıların da çoğu okuma yazma bilmiyordu. Kurmay subay ise yok denecek seviyedeydi. Netice itibarıyla, askerî uzmanlar, bu kumanda heyeti ile ordunun ilmî olarak sevk ve idaresini mümkün görmüyorlardı.[24]

Türk Ordusu’nun silâh ve mühimmat bakımından en azından yeterli olduğu ifade edilebilir. 1869’da 114.000 Enfield ve Springfield tüfeği satın alınmıştı.[25] 1873’te ise 500.000 Martini Henry marka tüfek sipariş edildi.[26] Seraskerlik, teslim aldığı bu silâhları 1876 baharından itibaren askerî birliklere dağıttı. Bu silâhların bir kısmı, daha sandıkları açılmaksızın savaş meydanlarında terk edildi. Savaş esnasında ordunun elinde çeşitli marka 935.000 tüfek vardı.[27] Ayrıca, 1873’te 500 Krupp topu sipariş edildi.[28]

Osmanlı Donanması, 1877’de 22 zırhlı, 82 zırhsız gemi, 763 top ve 15.000 mürettebattan oluşuyordu. Bahriye zabitinin nazarî ve amelî talim ve terbiyesi yetersizdi. Özellikle büyük rütbeli bahriyeliler mesleklerini icrada yetersizdi. Ancak, genç zabitler arasında fennî bilgisi olanlar mevcuttu. Bunların da ya pratikleri yoktu veya rütbeleri küçük olduğundan fikirleri kabul edilmiyordu.[29]

Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere Türk kara ve deniz kuvvetleri modern araç ve gereçle donatılmıştı. Yalnız silâhla savaşın kazanılması düşünülemez. Teknolojik silâhlar ancak, iyi kullanıldığında işe yarar. Başarı, talimli askerle olur. Silâhları kullanacak efrat, o seviyeye çıkarılmadıktan sonra, söz konusu silâhların “taş ve sopadan” herhangi bir farkı kalmaz. Ordunun barış zamanında, bütün zorluklara karşı koyacak tarzda sürekli bir eğitimden geçmesi bir zorunluluktur. Bunun için de sükûna ihtiyaç vardır. Devletin haricî düşmanlarının tehdidine karşı hudutlar civarında kuvvetli nizamiye kıtaları bulundurmak zorunda kalışı ve dahilî asayişin sağlanması faaliyetleri, askeri seferber olacağı mıntıkadan uzaklaştırmakta ve askerî birliklerin dağılmasına sebebiyet vermekteydi. Bu gibi hallerde asker, birbirini tanıyamıyor ve bir program dahilinde talim ve terbiye göremiyordu. Amirinin daimî kontrolünden uzak kalan askerde, itaat duygusu da azalmaktaydı. Netice itibarıyla, bu gibi durumlarda sefer zamanında alayların derme çatma, birbirini tanımayan askerle doldurulması mecburiyeti hasıl oluyordu.[30] Doksan üç Savaşı arifesinde, Türk ordusunda benzer özellikleri bulmak mümkündü. Nitekim, sürekli isyanların bastırılmasında kullanılan Türk ordusu, savaşa hazırlanma fırsatı bulamadı. Orduda talim ve tatbikat yapılmıyor, subay kadrosu yetersiz ve eğitimsiz kalıyordu. Subaylar, mezuniyet sonrası hizmet içi kursa alınmadıkları için, kısa sürede büro memuru haline dönüşüyorlardı. Redif askerleri ise barış dönemlerinde silâh altına alınmıyordu.[31] Öte yandan, cephane fabrikalarının imalâtı, muharebe sarfiyatını telâfi edecek derecede değildi. Oysa, harp esnasında sarf olunacak cephane, mühimmat ve erzakı, seferberlikte temini zorunlu nakliye vasıtalarını kendi memleketinde imal ve tedarik edemeyen milletlerin istiklâllerini koruyamadıkları tecrübe edilmişti.[32] Türk askerî makamları, cephe arazisinin özelliklerini bilmedikleri gibi bunları tanıtacak derecede sağlam ve doğru bir haritaya da sahip değillerdi.[33]

Türk ordusunun bu yapısına karşılık Rus ordusu, Kırım Savaşı sonrası yeni baştan teşkilâtlandırılmıştı. 1874’te zorunlu askerlik sistemi kabul edildi ve sayıca çok fazla artırıldı. Rus ordusunda her kademede ve her rütbede birlikleri ehliyetle sevk ve idare edecek subay ve kumanda kadrosu mevcuttu. Rus ordusunda 1865 yılından itibaren yıllık tatbikatlar icra edilmekteydi. Asker sayısı da Türk ordusuna nazaran fazlaydı. Rus kuvvetlerinin Avrupa cephesindeki mevcudu, harbin başında 275.000 piyade, 20.000 süvari, 756 top, 247.130 Bergande 383.382 Karanga ve 113.317 kapsüllü Karle tüfeği olup asker başına 182 fişek düşüyordu. Rus topları, eski model pirinç namlulu idi.[34] Rus kuvvetleri Anadolu’da 160.000 kadardı. Zaman içinde Rumen ve Sırp kuvvetleri de Rusya’nın yanında savaşa iştirak etti. Netice itibarıyla, Türk ordusu kendinden üstün kuvvetlerle savaşmak zorunda kaldı.[35]

Doksan üç Savaşı’ndaki askerî faaliyetler incelendiğinde, bu savaşın bir “hareket harbi” olduğu tespit edilebilir. Bu da özellikle kara birliklerinin üstün ve süratli bir hareket kabiliyetine sahip olmasını gerektirir. Lojistik destek ulaştırmasının da aynı hacim ve süratle yapılması gerekmektedir. O hâlde, askerî harekâtların sonucunu şekillendiren en önemli unsurlardan birisi de lojistik destektir. Türk ve Rus ordusunun lojistik durumu incelendiğinde şunları tespit etmekteyiz: Lojistik durumdan kasıt, cephedeki kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddeleri ile cephane ihtiyacını karşılamaktır. Türk ordusunun yiyecek ihtiyacı, harekât alanı içinde “yerinde ikmal metoduyla” veya yurt içinden satın almak suretiyle sağlanmaktaydı. Elbise, fotin, çamaşır, çorap ve yağmurluk gibi “kadro gereç ve maddeleri” ile silâh ve mühimmat, İstanbul ve çevresindeki ambarlarca veya devlet tarafından işletilen fabrikalarca karşılanmaktaydı. İhtiyaç duyulan giysilerin bir kısmı da harekât alanı içinde temin edilmeye çalışılmaktaydı.

Ancak, savaş esnasında söz konusu fabrikaların üretimi yetersiz kalınca, Avusturya’ya askerî elbise sipariş edildi. Cephanenin büyük bir kısmı da yine İstanbul’daki askerî fabrikaların imaliyle karşılandı.[36] Bu işin yeterince yapılamadığı anlaşılmaktadır. Doğu cephesinde askerin çoğu çarıksız ve çıplak olup erzakını da günü gününe alamamaktaydı.[37] Lojistik destek deniz, kara veya demiryolu ile sağlanıyordu. Öyleyse, İstanbul ile ordu merkezlerini veya cepheleri birbirine bağlayan modern ulaşım yollarının ve vasıtalarının inşası ve kullanımı stratejik önemi haizdi. Ancak, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra karayolu inşası ve bakımı ihmal edilmişti. Tanzimat döneminde ticarî ve askerî önemi kavranan demiryollarının inşası plânlanmaya başlandı. Daha ziyade askerî endişe ile Bâb-ı Alî, İstanbul ile Varna hattını bir demiryolu hattı ile birleştirmek ister.[38] Bu düşünce ve tasarı doğrultusunda Rumeli demiryolları inşa edildiyse de Tuna’ya ulaşılamadı.[39]

Demiryolu teknolojisinin savaşın ve askerî harekâtların gidişatını değiştirdiği, 1870’li yıllarda tecrübe edilmişti. Bu tarihten sonra demiryolu, bir ülkenin askerî araç gereci halini aldı. Bir toplumun savunma ve taarruz gücü, artık sadece harekete geçirebildiği gerçek insan sayısına göre değerlendirilmiyor, aynı zamanda demiryolu ağının kalitesi ve büyüklüğü ile de ölçülüyordu.

Demiryolları, askerî birlikleri savunma pozisyonunda toplamaya veya askerin yiyecek, silâh ve sair ihtiyaçlarını temin etmeye yarar. Ayrıca, yaralıların emin ve hızlı bir şekilde cephe gerisine taşınmasına imkân tanır.[40] Demiryolunun önemini kavrayan Rusya, 1877 yılına kadar 20.000 km. uzunluğundaki demiryolu hattını inşa etmişti.[41] Rusya, yine bu öneme binaen Ruscuk-Varna hattını ele geçirmek istedi. Ruslar, Doğu cephesindeki askerî birliklerine lojistik desteği, Kuzey Kafkasya’da bulunan Wiladi kentine kadar uzanan demiryolu ve buradan Tiflis’e kadar uzanan karayolu ile sağlıyorlardı. Keza, işgal ettikleri ülkelerin demiryollarını bu maksatla kullanırken, yerli ürünler de gasp edilmekteydi.[42] Rumeli demiryollarının Tuna’ya kadar, özellikle Şumnu’ya kadar ulaşmaması, Osmanlı askerî makamları için bir handikaptı. Bununla birlikte imkânlar ölçüsünde demiryolu ile asker ve muhacir sevk edildi. Savaşın önemli sonuçlarından birisi de Rumeli demiryollarının bir kısmının elden çıkması olacaktır.[43]

Deniz ve demiryollarının yaygın bir kullanım ağına sahip olmaması sebebiyle savaş esnasında, taşıma aracı olarak daha ziyade yerli halktan kiralama yoluyla temin edilen iki tekerlekli öküz arabaları ile binek ve yük hayvanları kullanıldı. Bu zaruret, özellikle Doğu cephesinde orduyu son derece sıkıntıya soktu. Hatta, Rus kuvvetlerine karşı sarf olunan cephaneyi yerine koymak şöyle dursun, günlük yiyeceğin tedarikinde bile acziyet içinde kalındı.[44] Bu sebeplerden dolayı, Rumeli cephesinde askerî birliklerin ve muhacirlerin erzak talepleri tamamen karşılanamıyordu. Ortaya çıkan açığın bölgedeki yeni mahsulden temin edilecek olan zahire ile kapatılması istendi.[45] Ancak, Ruslar ve Bulgarlar yeni yıl mahsulü olan tahılı gasp ve yağma etmişlerdi.[46]

Osmanlı-Rus Savaşı, Tuna ve Kafkaslar olmak üzere iki cephede cereyan etti. Rumeli’de Ruslara karşı hareket edecek olan Tuna ordusu umum kumandanlığı, Abdülkerim Paşa’ya verildi. Harekât kumandanlığını ise Müşir Ahmed Eyüp Paşa yapacaktı. Bu cephe, Gazi Osman Paşa’nın kumandasında 35.000 mevcutlu Garp Ordusu, Süleyman Paşa’nın kumandasında 51.000 mevcutlu Balkan Ordusu ve Ahmed Eyüp Paşa’nın kumandasında 100.000 mevcutlu Şark Ordusu olmak üzere üç ordudan müteşekkildi. Anadolu cephesi kumandanı ise Ahmed Muhtar Paşa idi.

Osmanlı umum kumandanlığının plânı, savunma amacıyla tertip edildi. Bu plâna göre iki savunma hattı oluşturuluyordu: Birinci hat Tuna nehri idi. Tuna’nın güney kıyısındaki Varna-Vidin hattı, bu maksatla tahkim edildi. Silistre, Rusçuk, Niğbolu ve Vidin, bu hat üzerinde önemli kuvvetlerin bulunduğu başlıca kaleleri ihtiva ediyordu. Bu hattın gerisinde Balkanlar ikinci savunma hattı vardı. Bu hat üzerinde bulunan Varna, Şumnu ve Sofya’da büyük kuvvetlerin konuşlandırılması kararlaştırıldı. Rus harp plânına göre de bir Rus kolordusu Tuna’yı aşarak Dobruca’ya geçecek ve Türk kuvvetlerinin Tuna’nın doğu kısmında Rus münakale yollarını tehdit etme teşebbüsüne karşı koyacaktı. Bu esnada diğer Rus kuvvetleri Rusçuk-Niğbolu arasından Tuna’yı geçip Edirne’ye ilerleyerek Türk kuvvetlerini ikiye ayıracaktı.[47]

Rumeli cephesindeki savaşlar: Savaşın ilânından Rusların Tuna nehrini geçmesine kadar geçen süre, Tuna’nın geçilmesinden Plevne’nin düşmesine kadar geçen süre ve Plevne’nin sukûtundan ateşkese kadar geçen süre olmak üzere üç bölümde incelenebilir. 16 Nisan 1877’de Romanya ile bir anlaşma yapan Ruslar, 24 Nisan’da askerî harekâtı başlattılar. Savaş esnasında Osmanlı donanması üç filo hâlinde Karadeniz’e çıkarıldı.[48] Karadeniz’de herhangi bir çatışma olmadı. Bununla birlikte Osmanlı donanması Karadeniz’deki Türk bandıralı gemilerin güvenliğini temin edemedi.[49] Tuna boğazlarının ve Rumeli sahillerinin muhâfazasından Ferik Hasan Paşa’nın kumandasındaki birinci filo sorumluydu. Rusların Tuna nehrine yerleştirdikleri mayınlar, Osmanlı gemilerinin faaliyetine engel oldu.[50] Hattâ bu zırhlılardan istifâde edilecek yerde onların korunması gailesine düşüldü.[51]

Ruslar, 27 Haziran 1877 gecesi Tuna’yı geçtiler ve Ziştovi kasabasını zapt ettiler.[52] Temmuz başlarında Rusların Balya boğazına hücumu, kara kuvvetlerince geri püskürtüldü. Fakat, bu bölgede bulunan Türk zırhlıları, Rusların vapur, sal ve kayıklarla vuku bulan hücumuna karşı koyamadı. Rus taarruzları karşısında başarısız kalan Türk gemilerinin düşman eline geçmesinden korkulduğundan batırılması söz konusu oldu. Hatta, Leylek adası önlerinde bulunan tüccar gemilerinin batırılması kararlaştırıldı. Bu gibi başarısızlıklar üzerine Tuna donanmasının kumandanı değiştirildi.[53] Bu olaylardan Rus taarruzlarına karşı önceden belirlenen tedbirlerin zamanında alınmadığı ve Türk kumanda heyeti arasında bir uyumsuzluğun mevcut olduğu anlaşılıyor.

Tuna nehrini geçip Ziştovi’yi zapt eden Ruslar, Ruscuk, Rahova ve Niğbolu karşısında bulunan kuvvetlerini Ziştovi’ye sevk etmeye başladılar. Ziştovi’de biriken Rus kuvvetleri Ruscuk, Tırnova ve Tuna boyu olmak üzere üçe taksim edildi. Rus plânına göre: İki kol Ziştovi ve Bile’den Tırnova’ya diğer kol Servi üzerinden Gabrova’ya yürüyecekti.[54] Bu plânı tatbik eden Ruslar, üzerlerine gelen Osmanlı kuvvetlerini ric’at ettirerek Bile köprüsünü ele geçirdiler. Bu başarısızlık “Askerî meclis” adıyla teşkil edilen komisyonun savaşa “uzaktan müdahale” etmeye başlamasına sebep oldu. Rusların ilerleyişinin durdurulamamasında serdarın kusuru olup olmadığını tahkik etmek üzere Serasker Redif Paşa Şumnu’ya gönderildi.[55]

Osmanpazarı ve Tırnova’daki Türk kuvvetleri yetersizdi. Bu durumdan faydalanan Rus kuvvetleri, Servi tarafından ilerleyerek Gabrova ve Tırnova’yı ele geçirdi. O sıralarda Plevne ve Lofça da işgal edildi. Bölgedeki Türk kuvvetleri yalnız iç güvenliği sağlayabilecek miktarda olup mukavemete güç yetiremediklerinden geri çekildi.[56] Neticede Osmanlı kuvvetleri Rusların Balkanlar’a sarkmasına mâni olamadı.[57]

Tuna vilâyetindeki Osmanlı kuvvetlerinin askerî harekâttaki başarısızlıkları, Rusların Bulgar nüfusunun fazla olduğu batı kısmında yayılmasına sebep oldu. Ruslar, bu savaşta en çok Bulgar milliyetçiliğini canlandırmayı benimseyerek, Türkleri Bulgaristan’dan sürüp çıkarmak için Bulgarları Türkler aleyhine kışkırtıyorlardı. Ruslar, daha Ziştovi’yi ele geçirmeden Tuna’nın kuzeyine geçerek kendilerine iltihak eden Bulgar çetelerinden bir fırka asker teşkil edip Tuna vilâyeti topraklarına gönderiyorlardı. Sonuç olarak Ruslar, Ziştovi’den Balkanlar’a kadar ayak bastıkları yerlerde bilhassa Kazak süvârileri ve Bulgar çeteleri vasıtasıyla pek çok Türk köyünü yakıp yıktılar. Türkleri kadın çocuk demeden öldürdüler. Türklerin silâhlarını alıp Bulgarlara dağıttılar ve bilhassa rastladıkları Çerkesleri “insafsızca” katlettiler. Can ve mal emniyetini temin etmek hususunda çaresiz kalan askerî otoriteler, Müslüman ahaliyi silâhlandırarak ocaklarını istilaya ve söz konusu tecavüzlere karşı korumayı tavsiye etmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Bu ortamda büyük bir dehşet ve korkuya kapılan Türkler, gayrimenkullerini terk edip göç etmek zorunda kaldılar. Türkler, göç yollarında da Bulgar çetelerinin ve Kazak atlılarının zulümlerine maruz kaldılar. Böylece, Türk askerî birlikleri, Rus ilerleyişini durdurma çabalarının yanı sıra kendilerine sığınan muhacirleri himaye etme derdine de düştü.[58]

Yukarıda açıklandığı üzere Balkanlar’ın kuzeyine hakim olan Ruslar, ikinci aşama olarak Balkanlar’ı ele geçirmeye çalıştılar. Rus askerî birliklerinin ilerleyişine karşı Osmanpazarı ve Balkanlar’daki birkaç tabur hariç herhangi bir Türk birliği bulunmamaktaydı. Hattâ, Balkanlar’ın güneyinde de Rus ilerleyişini durduracak kâfi miktarda kuvvet mevcut değildi. Bu nedenle, herhangi bir tedbir alınmadığı takdirde Rusların Balkan dağlarını aşarak hızla İstanbul istikametine yürüyecekleri anlaşılıyordu. Bu ihtimalin gerçekleşmesi, vahim hâdiselerin ortaya çıkmasına sebebiyet verebilecekti. Bu gibi ihtimallere yer vermemek için Padişah ve Seraskerlik, kale ve istihkâmatta yeter miktarda muhafız bırakılarak Rus kuvvetlerinin üzerine gidilip Rus ilerlemesinin durdurulmasını plânladı. Buna göre, Ahmed Eyüp Paşa Şumnu ve Ruscuk’taki kuvvetlerle Rusların sol cenâhına, Vidin kumandanı Osman Paşa da kaleye kâfi miktarda muhafız bırakarak arta kalan taburlarla Orhaniye üzerinden Plevne’ye gidecekti.[59] Öte yandan Bahriye Nezareti müşirlerinden Rauf Paşa “Balkan Umûm Kumandanı” sıfatıyla İslimye’ye, Müşir Safvet Paşa ise mevki kumandanı olarak Filibe’ye gönderildi.[60]

Bunun yanı sıra Balkan istihkâmlarının kuvvetlendirilmesine çalışıldı. Daha önceden bu istihkâmlar için top ve askerî kuvvet gönderilmişti.[61] Bu tedbirlerin Rus kuvvetlerini geri püskürtmeye yetmeyeceği anlaşılınca Müşir Mehmed Ali Paşa’nın ve Müşir Süleyman Paşa’nın kuvvetleriyle birlikte Bar-Dedeağaç üzerinden Edirne’ye gelmesi kararlaştırıldı.[62] Alınan bu tedbirlere rağmen Ruslar, Tuna’yı aşıp Tırnova, Hain Boğazı ve Şipka Boğazı’nı ele geçirerek 19 Temmuz 1877’de plânlarının birinci kısmını tamamladılar.[63]

Rus kuvvetleri 20 Temmuz’da Plevne’ye taarruz etti. Ancak, İstanbul’daki Askerî meclisin yanlış emirleri neticesi Türk kuvvetleri kale savunması yapmak zorunda kaldı. 10 Aralık’a kadar gerçekleştirilen Rus taarruzları, Türk kuvvetlerince geri püskürtüldü. Bunun üzerine Tuna cephesindeki mücadele Plevne’de yoğunlaştı ve Rusya Romanya’dan yardım istemek zorunda kaldı. Osman Paşa, Plevne’de çağdaş müdafaa hatları oluşturarak Ruslara karşı başarılı bir şekilde mukavemet etti. Kendisinden çok üstün Rus ve Rumen ordularını üç kez mağlup etti. Bu başarılarından dolayı Osman Paşa’ya gazilik unvanı verildi. Ruslar, taarruz ile alamayacaklarını tecrübe edince takviye kuvvetlerle Plevne’yi kuşattılar. Osman Paşa, Rus çemberini 10 Aralık’ta yarma harekâtı ile kırmak istedi. Ancak, yaralanan Osman Paşa teslim olmak zorunda kaldı. Ruslar, Plevne’nin sukûtu sayesinde Balkanlar’da plânladıkları taarruz için fevkalade bir üstünlük sağladılar.[64]

Bu gelişmelerden cesaret alan Sırbistan, Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti (14 Aralık 1877). 4 Ocak 1878’de General Gurko Sofya’yı aldı. Filibe’de Rus kuvvetlerine mağlup olan Süleyman Paşa kuvvetleri Rodoplar’a çekildi (16-19 Ocak 1878). Bu olaylar sonucunda Osmanlı mukavemetini kıran Rus kuvvetleri, 20 Ocak’ta Edirne’ye girdi. Bu arada Niş’i zapt eden Sırplar, Sofya’da Rus kuvvetleri ile irtibat sağladılar. Karadağlılar ise Adriyatik’e ulaştı.[65]

Doğu cephesindeki muharebeler ise Ahmed Muhtar Paşa’nın ifadesine nazaran üç aşamada gelişti: Birinci aşama, savaşın başlangıcından 25 Haziran 1877’ye kadar olan Türk ve Rus ordularının ileri geri hareketleri ile Türk ordusunun eksikliklerini tamamlamaya çalıştığı dönemi kapsar. İkinci aşama, 15 Ekim’e kadar süren Türk ordusunun galip olarak hücumları ve savunmasıyla, Rus ordusunun geri çekilme dönemidir. Bu dönemde Ardahan ve Doğu Bayezid’i zapt ederek ilerleyen Rus kuvvetleri, Ahmed Muhtar Paşa’nın Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan muharebelerini kazanması ile durduruldu.[66] Üçüncü aşama mütarekeye kadar Türk ordusunun Erzurum’a çekilmesi ve Rus ordusunun ilerlemesi dönemidir. Bu safhada sürekli asker, top, cephane, vs. gibi takviyeler alan Ruslara karşı Türk kuvvetleri üstünlüklerini koruyamadı. Üstün kuvvetlerle taarruza geçen Ruslara karşı Alacadağ ve Deveboynu muharebelerini kaybeden Muhtar Paşa, düzenli bir şekilde geri çekilerek Erzurum’da savunma hattı oluşturdu. Ruslar, Erzurum istikâmetinde taarruza geçtilerse de başarılı olamadılar.

Rus kuvvetlerinin müttefik Slâv kuvvetleri ile birlikte Edirne ve İstanbul üzerine yürümeye başlamasıyla savaşı sürdürme ümidini kaybeden Osmanlı Devleti, 31 Ocak 1878’de mütarekeyi imzaladı. Böylece, Ruslar İstanbul kapılarına dayanmış bulunuyordu. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 3 Mart 1878 tarihinde Ayastafanos Antlaşması imza edildi. Bu antlaşmayla Karadağ, Sırbistan ve Romanya sınırları genişletilerek müstakil olurken, Balkanlar’da büyük bir muhtar Bulgaristan Prensliği ve muhtar Bosna-Hersek idareleri oluşuyordu. Ayrıca, Doğu Anadolu, Girit, Teselya, ve Arnavutluk’ta ıslâhat yapılacak, İran’a sınırda toprak bırakılacak ve Rusya’ya harp tazminatı olarak 300.000.000 rublenin yanı sıra Ardahan, Kars, Batum ve Bayezid terk edilecekti. Rusya, Ayastafanos Antlaşması ile Avrupa dengesini kendi mefaati doğrultusunda yeni bir şekle dönüştürdü.[67]

Avrupa devletleri Rusya’nın Ayastafanos ile oluşturduğu siyasî haritanın genel bir savaşa yol açmasını önlemek, doğuda yeni bir toprak dağıtımı ve diğer tanzimlerle yeni bir kuvvetler dengesi oluşturmak amacıyla, Berlin Kongresi’ni tertip etti.[68] Bu durumu Kongrede Bismark “Bu günkü durumu sizden saklamak istemem; kongrenin Osmanlı Devleti için toplandığı zannına kapılarak kendinizi aldatmayınız… Ayastafanos Andlaşması, Avrupa devletlerinin menfaatlerine dokunur bazı maddeleri ihtiva etmeseydi olduğu gibi bırakılırdı. İşte bu menfaatlerin uzlaştırılması için bu kongre toplandı. Kongre Osmanlı Devleti için değil, fakat Avrupa barışının muhafazası için toplanmıştır.” şeklinde açıkça Türk delegasyonuna bildirdi.[69]

Bu gerçeğe rağmen İngiltere yardım iddiasıyla II. Abdülhamid’e 4 Haziran 1878’de İstanbul Tedafüî İttifak Antlaşması’nı imzalattı ve Kıbrıs’ı işgal etti.[70] Berlin Antlaşması ile (13 Temmuz 1878) Karadağ, Sırbistan ve Romanya sınırları büyütülerek müstakil, Bulgaristan ise bağlı prenslik oluyordu. Ancak, Ayastafanos ile oluşturulan büyük Bulgaristan parçalanarak Makedonya ve Batı Trakya Osmanlı Devleti’ne iade edildi. Balkanlar’ın güneyinde mümtaz bir Şarkî Rumeli vilâyeti oluşturuldu. Bu suretle Osmanlı Devleti’ne bırakılan arazinin irtibatsız iki parça haline düşmemesi temin edilmiş oldu. Bayezid Osmanlı’ya iade edildi. Berlin ile Rusya’nın ve Balkanlı müttefiklerinin kazançları tahdit edildi. Buna karşılık, Ayastafanos’a itiraz eden devletlere tavizler verildi. Sonuçta Avusturya, hemen hiç kayıp vermeksizin Bosna-Hersek’i işgal etti ve Yenipazar’a askerî kuvvetleri ile yerleşti. Yunanistan’a Teselya’nın büyükçe bir kısmı verilirken, İran ve Karadağ’a sınırda toprak terk edildi. Karadağ’a toprak terki Arnavutlar’ın isyanına sebebiyet verdi. Ayrıca, Ermenilerle meskûn vilâyetlerde ıslahat yapılması ve Girit adasının imtiyazlarının genişletilmesi gibi hükümler mevcuttu. Savaş sonrası meydana gelen zayıf durumun bir sonucu olarak “Anadolu ıslâhâtı” ismiyle Ermeni sorunu aksiyon safhasına girerken, bir de Makedonya meselesi ortaya çıktı.[71] Berlin Antlaşması’nın amacı devletler arası dengeyi kurmaktı. Bu denge, Osmanlı topraklarını taksim ile meydana geldi. Ayastafanos ile Osmanlı’nın Balkan toprakları taksim edilirken, Berlin bu taksimatı ülke geneline yaydı.[72] Berlin Antlaşması sonucunda Osman Devleti 287.510 km2 toprak kaybetti.

Doksan üç Savaşı, XIX. yüzyılda Türkiye’nin kaderini belirleyen en önemli savaştır. Bu savaş sonrası II. Abdülhamid’in tespitlerine göre Türk ordusu ve bürokrasisi cesaretini kaybetmiş, ülkede karamsar bir hava oluşmuş[73] ve Osmanlı yalnızlığa mahkum olmuştu.[74] Bu savaşın Avrupa devletleri üzerindeki tesiri Osmanlı topraklarının paylaşılmasının son aşamaya geldiğini kabul etmek oldu ve fiili paylaşım başladı.[75] Fransa, İngiltere ve İtalya’nın, Kuzey Afrika’da Tunus (1881), Mısır (1882) ve Trablusgarp’ı (1911) işgal etmesi, Avusturya’nın Bosna-Hersek üzerinden Ege Denizi’ne ulaşmak istemesi, Balkan devletlerinin yayılmacı faaliyetlerini artırmaları ve Rusya’nın Doğu Anadolu’yu resmen imtiyaz bölgesi ilân etmesi hep bu yenilginin sonucudur. Ülke içinde ise bir yandan gayrimüslim cemaatlerin ayrılıkçı akımları daha da güçlenirken, Müslüman Arnavut ve Araplar arasında da ilk defa ayrılık eğilimleri su yüzüne çıktı. Şüphesiz bu hadiselerde Osmanlı Devleti’nin Doksan üç Savaşı’ndaki güçsüzlüğünün tesiri çok büyüktü. Keza, Avrupa’daki üç büyükdevletin kazançlarında Rusya’nın aynı yüzden düştüğü takatsizliğin tesiri de çok önemliydi. Bu üç devlet, ele geçirdikleri veya nüfuz ettikleri ülkelerden rahatça istifade ederken, Rusya Bulgaristan’dan uzaklaşmak durumunda kalacaktır. Yani Balkan ve Doğu denkliği kendi aleyhine bozulmuştur.[76]

Savaş sonrası, Avusturya’nın Balkanlar’da yayılma siyaseti Avusturya-Rusya çatışmasına sebebiyet verdi. Bu çatışma, neticede Avusturya-Alman blokuna karşı Avrupa’da yeni bir blokun kurulmasına, üçüncü imparatorlar birliğinin dağılmasına ve İtalya’nın Akdeniz’e yayılmayı plânlamasına yol açtı.[77] Bu gelişmeler, Rusya’nın Avusturya ve Almanya’ya karşı mevcut olan güvensizlik hissini arttırdı.[78] Neticede; Birinci Dünya Savaşı ile sonuçlanan bloklaşmanın oluşmasına zemin hazırladı. Bu gelişmeler sonucu Osmanlı Devleti’nin dış politika usûlünde de değişikliğe gittiği ve çıkarlarını korumak için güçlü bir devletle ittifak yapmayı artık tercih etmediği anlaşılıyor. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nin dış politikasında İngiltere’nin boşalttığı yeri bir ölçüde Almanya doldurmaya başladı.[79] Doksan üç Savaşı’nın tesiriyle, büyük güçlerden birini veya koalisyonunu hedef alacak bir genel savaştan çekinen II. Abdülhamid, Türk-Alman ilişkilerini resmî ve siyasî kapsamda kurmayıp iktisadî düzeyde gelişmesini tercih etti. Ona göre; Almanya’nın Osmanlı ekonomisine katkısı ve malî yatırımları olduğu takdirde, bu çıkarları korumak için Osmanlı Devleti’ni, herhangi bir önemli tehlike karşısında yalnız bırakmayacaktı.[80]

Savaş sonrası Bâb-ı Alî’ye sunulan askerî raporlarda komşu ülkelerin askerî güçlerinin büyük bir tehdit unsuru olduğu hatırlatılarak kuvvetli bir ordunun kurulması ve bu konuda Almanlarla temasa geçilmesi isteniyordu.[81] Doksan üç Savaşı, Türk silâhlı kuvvetleri bünyesinde bir ıslâhatı zorunlu kıldı. Kurulan hususî komisyon, bazı düzenlemeler yapmaya karar verdi. Subay ihtiyacı okul veya alaydan karşılanıyordu. Mektepli subaylar, bilgi bakımından iyi donatılmıştı; alaylıların ise pratikleri kuvvetliydi. Harp Okulu’na yeni bir şekil verilmesi plânlanırken kurmay yetiştirme sisteminde[82] ve askerî teşkilâtta Fransız modeli terk edilerek Alman modeli esas alınmak suretiyle sistem değişikliğine gidildi. Güvenlik kuvvetlerinin de bir düzene sokulması amacıyla savaştan hemen sonra Seraskerlik bünyesindeki Zabtiye Müşiriyeti lağv edilerek polisten sorumlu Zabtiye Nezareti kuruldu. Zabtiye

Müşiriyetine bağlı olan kırsal zaptiye birlikleri de aynı yıl yeni bir nizamnameyle Jandarma Daire-i Merkeziyesi adı altında yeniden örgütlendi.[83] II.Abdülhamid döneminde, orduyu modernleştirme ve Batı standartlarına yaklaştırma gayretlerinin yanı sıra asker sayısının da artırılması yoluna gidildi.[84] Fahri Çeliker’in ifadesine göre; Savaş sonrası büyük devletler arasında bir denge politikası izlemeye başlayan II. Abdülhamid, donanmanın ıslâhını İngilizler’e, jandarmanın ıslâhını Fransızlara ve kara kuvvetlerinin ıslâhını Almanlara bıraktı.[85] Tüm bu faaliyetlere rağmen mağlubiyetin en önemli sebebini oluşturan zihniyetin değişmediğini Keçecizade İzzet Molla’nın eserinden anlamak mümkündür. İlgililer “Fransızları mı, Almanları mı taklit edelim?” diye sorarken kurtuluşu taklitte aramaktaydılar. Oysa, Keçecizade İzzet Fuad’ın verdiği cevapta ifade ettiği üzere “Osmanlı” kalınmak şartıyla çok çalışarak çağdaş ülkeler düzeyine çıkılmalıydı.[86] Bu zihniyet değişikliği sağlanamadı.

Savaşın önemli sonuçlarından birisi de kitlesel göçtür. Savaş ortamında Rusların ve silâhlı Bulgarların plânlı ve bilinçli politikaları ve hareketleri sonucu büyük bir dehşet ve korkuya kapılan Türk toplulukları, işgal edilen yurtlarındaki gayrimenkullerini terk edip göç etmek zorunda kaldılar. Türkler, göç yollarında Bulgar çetelerinin, Kazakların ve Rus askerlerinin saldırı ve zulümlerine maruz kaldılar. Resmî istatistiklere nazaran bu saldırılardan kurtulmayı başarabilen bir milyonu aşkın kişi, henüz Türk hakimiyetindeki topraklara iltica etti. Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını müteakip bu göç kervanına Bosna-Hersek Müslümanları da katıldı. Söz konusu göçler neticesinde Anadolu’da zaten çoğunlukta olan Türk nüfusu, ezici bir üstünlük elde etti. Bu göçmen kitlesinin %50’si faal nüfustu. Dolayısıyla, Bulgaristan’da iş gücü açığı ortaya çıktı ve mevcut ziraî alanın 2/3 işlenemedi. Göçler, Anadolu’da tarım ve ticaretin gelişmesine, mevcut yerleşmelerin nüfus ve mekân olarak büyümesine ve yeni yerleşmelerin oluşmasına sebebiyet verdi.[87] Savaşın insan kaybını tam ve doğru olarak tespit ve ifade etmek şu an için imkân dışıdır. Bununla birlikte Edirne ve Tuna vilâyetlerinde takribi 500.000 kişilik bir kitle yok oldu.[88] Doğu cephesinde sadece askerî kayıp 28.000’dir.[89] Savaşa Ege’den 100.000 kişi iştirak etti ve çoğu geri dönemedi. Bu kayıpların büyük bir çoğunluğu da köylü kitlesidir. Bu da tarım sektöründe iş gücü açığını gündeme getirdi. Öte yandan, sahipsiz kalan topraklar, hızla ecnebîler tarafından satın alınmaya başlandı.[90] Netice itibarıyla, mîrî çiftliklerin ecnebîlerin kontrolüne geçme tehlikesi belirdi. Bunu göçmen iskânı önledi. Göçmenler Anadolu’da yeni tarım bitkilerinin tanınmasına ve ziraatinin yapılmasına zemin hazırladılar.[91]

Nüfus hareketleri, Osmanlı Devleti’nin dahilî ve haricî politikalarında köklü sayılabilecek değişikliklere sebebiyet verdi. Osmanlı bürokratları, Doksan üç Savaşı’na kadar devleti müslim, gayrimüslim ayrımı yapmaksızın bütün bireyleri ile bir bütün olarak yaşatmak istedi. Bu politikanın tezahürü olmak üzere Osmanlılık fikri etrafında toplanmaya çalışıldı. Ancak, Rusya’nın Hıristiyanları sözde zulümden kurtarmak iddiasıyla savaş açması, sefere haçlı damgası vurmaktan kaçınmaması, yüz binlerce Türkün katledilmesi ve “kılıç artıkları”nın Anadolu’ya sığınması temelde Müslüman- Hristiyan münasebetlerini bozdu. Ayrıca, savaş sonrası gayrimüslim tebaanın büyük bir kısmı Osmanlı’dan fiilen ayrıldı. Bu ortamda Osmanlılık fikrinde israr etmek gereksizdi. Mevcut şartlarda devletin vatandaşlarını bir arada tutacak yegane bağ İslâmiyet idi. İslâmiyet, her yönü ile ön plâna çıkarıldı. Ancak, Müslüman Araplar’ın birlikten kopma çabaları üzerine Türklük fikri önem kazandı ve Türklüğün güçlenmesine özen gösterildi.[92] İç politikadaki bir diğer uygulama ise Meclis-i Mebusan’ı tatil eden (13 Şubat 1878) II. Abdülhamid’in devletin idaresini tamamen kontrolüne almasıdır.[93]

Osmanlı Devleti, Doksan üç Savaşı’na kadar doğal sınırlara ulaşmaya ve bu sınırları elinde tutmaya yönelik politikalar geliştirmişti. Bâb-ı Ali’nin kuzey batıdaki doğal sınırını Tuna nehri oluşturmaktaydı. Bu sebeple Tuna’nın güneyi merkezî idareye dahil edilirken, kuzeyi bağlı beylik statüsünde yönetiliyordu. 1790’dan itibaren kuvvetli bir Avrupa devleti ile ittifak kurarak mevcut sınırlarını ve dengeyi korumaya çalışıyordu. Berlin Antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti’nin Tuna ile bir bağlantısı kalmadı ve önemli bir doğal sınırını kaybetti. Buna bağlı olarak, Bâb-ı Alî’nin Balkan siyaseti değişti. Bir taraftan mevcut Balkan devletlerine karşı silâhlanırken diğer taraftan Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Romanya tebaası Türkler’in ocaklarını terk etmemeleri için tedbirler almaya çalıştı. Ayrıca, Rumeli göçmenlerini ilk etapta Balkanlar’daki Türk hakimiyetindeki topraklara yerleştirmeyi tercih etti. Doksan üç Savaşı sonrası Rumeli’nin askerî stratejik konumu itibarıyla Osmanlı Devleti için önemi arttı. Türkler’in yanı sıra Müslüman Arnavutlar, bölgede Osmanlı’nın varlığını sürdürmesine sebep olan en önemli unsur hâlini aldı. Bu nedenle Safvet Paşa, saraya takdim ettiği raporunda bu toplumun devlete olan bağlılıklarının arttırılması amacına yönelik politikalar geliştirilmesi gereği üzerinde durur.[94] Belki de bunun bir sonucu olarak Arnavutlar’dan oluşan askerî birlikler[95] teşkil edildi. Öte yandan Osmanlı Devleti, başta Bosna-Hersek olmak üzere savaş ve antlaşmalar yolu ile kaybettiği yerlerdeki varlığını sürdürmek amacındaydı. Bu nedenle, diplomatik faaliyetlerle insan hakları ve azınlık hakları statüsüne dayanılarak Türkiye sınırları dışında kalan Müslümanlar himaye edilmeye çalışıldı. Buna karşılık üniter millî devlet haline dönüşmek isteyen Balkan devletleri, Türk unsurundan kurtulmaya ve sınırları dahilindeki Türk kültürünün izlerini silmeye çalışıyordu. Kuvvet ve nüfuzunu kaybeden Osmanlı Devleti, Balkan Türklüğünü koruyamadı ve Türk nüfusu, zaman zaman kitlesel veya ferdî olmak üzere göç yollarına düştü.

Savaşın iktisadî ve malî sonuçları oldukça önemlidir. Osmanlı, savaşın sonunda topraklarının 2/5’sini ve nüfusunun 1/5’ini kaybetti. Böylece önemli bir iş gücü, ürün ve gelir kaybına maruz kaldı.[96] Ekonomik olarak zor bir dönem yaşayan Osmanlı imalât sektörü, Rus sınırının kapanması sebebiyle kuzeydeki geleneksel pazarını kaybetti.[97] Devletin tahıl ambarı olan Balkan topraklarının elden çıkması ve savaşın sebebiyet verdiği iş gücü kaybı, ülke genelinde tarım üretiminin azalmasını ve gıda darlığını gündeme getirdi. İş gücü açığı sorununu çözümleyemeyen çiftlik sahipleri, arazilerini yabancılara satmaya başladı.[98] Öte yandan, Rusya ile savaş kaçınılmaz olunca, daha Sultan Abdülaziz devrinde modern top, tüfek gibi silâhlar ithal edilmeye çalışılırken donanma da modernize edildi. Silâhlanma faaliyetleri, savaş sonrası artarak devam etti. 1877-1878 Savaşı, Osmanlı Devleti’nde bir anlamda yeni bir dönem başlattı. Neticede bütçe gelirlerinden yarıdan fazlası ordu ve bahriyeye tahsis edilmeye başlandı. Zira Osmanlı Devleti yaşama şansını, yapacağı askerî reformlara bağlamaktaydı.[99] Bu gibi faaliyetler hazineye ek yük getirdi. 1875 iflası sebebiyle dış borçlanmaya gidilemedi. Üstelik, 1872-1875 Rumeli ve Anadolu kuraklığı[100] hazinenin gelirlerini azalttı. Halk, yardıma davet edildi. Çözüm kaime basımında bulunuldu.[101] Bu kampanya işe yaramayınca, halk yardım yapmaya zorunlu kılındı.[102]

1877-1878 Savaşı ve iç borçlanma, büyük ölçüde kaime basılarak finanse edildi. Neticede ülkede yüksek enflasyon ve pahalılık oluştu. Bundan sabit gelirliler olumsuz etkilenirken devlete borç veren sarraf ve tüccarların teşkil ettiği spekülatörler, büyük kazançlar sağladı. Devletin bunlara karşı etkisiz kalışı, halk arasında kırgınlık yarattı.[103] Bâb-ı Alî, savaşın yaralarını sarmak, göçmenlerin sorunlarını çözümlemek, Rusya’ya savaş tazminatı ödemek, iç ve dış borç ödemelerini tekrar başlatabilmek[104] ve 1877 yılında gerçekleştirilen “Müdafaa-i Milliye istikrazının vadesini uzatmak ve faizini düşürmek amacıyla 1891 istikrazına gitti.[105]

Doksan üç Harbi, başlatılması, gelişimi ve sonuçları itibarıyla çok tartışılan konulardan birisidir. Mevcut kaynaklarda ve konuyla ilgili yapılan çalışmalarda, Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybetme sebepleri değişik açılardan ele alınıp incelenmiştir. Bunlara göre: Türk ordusu seferberliğini istenen düzeyde tamamlayamadı ve yığınağını Rusların muhtemel geçiş bölgelerinde yoğunlaştıramadı. Aksine büyük kuvvetlerini kalelere yığarak harekât ve inisiyatifi Rus kuvvetlerine bıraktı.[106] Tuna ve Balkanlar gibi askerî açıdan aşılması zor doğal savunma imkânlarından faydalanılamadı. Halbuki coğrafyanın doğal yapısından faydalanmak, harp fenni ile ilgili bir uygulamadır. Abdülkerim Paşa’nın yanlış bulunan bu stratejik taktiği sonucu, Ruslar Tuna’yı aştılar. Telaşlanan İstanbul hemen başkumandanı değiştirdi. Ordu kumandanları birçok taktik hata yaptılar. Haziran 1877 tarihine kadar sıcak çatışma yaşanmadı. Bu dönemde savaş tatbikatları yapılarak asker ve kumanda heyeti yetiştirilebilirdi ancak bu gerçekleştirilmedi. Aslında Osmanlı ordusunda bu tarihe gelinceye kadar askerî tatbikât geleneği oluşmamıştı. Sadece Sultan Abdülaziz döneminde bir gün süreli bir manevra yapılmıştı. Erat, çalışkan, fakat eğitimsiz kişilerdi. Türk subayları, pusulasız, kılavuzsuz, hatta ellerinde doğru bir harita olmaksızın askerî birlikleri idare ediyorlardı.[107] Cephedeki kumandanların birbiriyle geçinememesi, Padişahın bu duruma müdahale etmemesi, sürtüşen kumandanların ast üst konuma getirilmesi, subay ve eratın eğitimsizlikleri, savaşın “İstanbul’dan idaresi”[108] ağır bir mağlubiyete sebebiyet verdi. Savaş başladıktan sonra İstanbul’dan verilen emirlere rağmen “harp cerideleri” tutulmadığından 1877-1878 Savaşı’nın askerî tarihini tam manasıyla yazmak[109] ve mağlubiyetin gerçek sorumlularını tespit etmek imkân dahilinde görülmemektedir.

Doç. Dr. Nedim İPEK

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 15-24


Dipnotlar:
[1] 1877-1878 Savaşı’na, Rumi 1293 tarihine tekabül ettiğinden, Doksan üç Harbi ismi de verilmiştir.
[2] Bayram Kodaman, “Osmanlı Siyasî Tarihi (1876-1920)”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, XII, İstanbul 1989, s. 22.
[3] M. E. D. Allen, Paul Muratoff, 1828-1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, Ankara 1966, s. 102-104.
[4] Pelin İskender, Mehmed Esad Safvet Paşa (1814-1883/H. 1230-1301), (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 1999, s. 104.
[5] Rifat Uçarol, Siyasî Tarih, İstanbul 1985 (3), s. 256.
[6] Bilâl N. Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, II, Ankara 1970, XLVII-XLVIII; Akdes Nimet Kurat, “Panslâvizm”, AÜ. DTCF. Der, I/2-4, Ankara 1953, s. 267.
[7] Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Ankara 1943, s. 23-24; Şimşir, II, XLVIII.
[8] Şimşir, II, LX-LXI.
[9] İnalcık, s. 20; Akdes Nimet Kurat, “Panslâvizm”, s. 268; Hans Kohn, Panslâvizm ve Rus Miliyetçiliği, Çev. Agah Oktay Güner, İstanbul 1983, s. 73-74.
[10] Yuluğ Tekin Kurat, “1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin Sebepleri”, Belleten, XXVI/103, Ankara 1962, s. 574.
[11] Şimşir, II, CXXIV; İskender, s. 128-132.
[12] Orhan Koloğlu, Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit, İstanbul 1998, s. 13-24.
[13] Akdes Nimet Kurat, “Panslâvizm”, s. 268.
[14] Yuluğ Tekin Kurat, s. 584.
[15] İskender, s. 104.
[16] Bekir Sıtkı Baykal, “Bismark’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun Taksim Fikri”,  AÜDTCF. Dergisi, 1/5, Ankara 1943, s. 3.
[17] Ahmed Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, Yayınlayan: Cavid Baysun, Ankara 1986, s. 168.
[18] İskender, s. 123.
[19] Yuluğ Tekin Kurat, s. 591-592; Rus devlet adamlarının savaş ilânı hakkındaki düşünceleri için bkz. Ahmed Saib, Abdülhamidin Evail-i Saltanatı, İstanbul 1326, s. 202.
[20] Ali Fuad Türkgeldi, Mesail-i Mühimme-i Siyasiyye, Yayına Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, II, Ankara 1987 (2), s. 4.
[21] Ordunun mevcudu hakkında bkz. Ahmed Midhat, Zubdetü’l-Hakayık, İstanbul 1295, s. 228-229; Ali Fuad, Musavver 1293-1294 Osmanlı-Rus Seferi, I, İstanbul 1326, s. 135.
[22] Bkz. Ali İhsan Gencer, Nedim İpek, “1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli Cephesi Vesikaları (Temmuz 1877), Türk Tarih Belgeleri Dergisi, XV/19, Ankara 1993, s. 225.
[23] Bkz. Gencer, İpek, s. 225, 233; Mahmud Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı Hakikat, Haz. İsmet Miroğlu, İstanbul 1983, s. 403; Rifat Uçarol, Gazi Ahmet Muhtar Paşa (1839-1919) (Askerî ve Siyasî Hayatı), İstanbul 1989, s. 277. Harp esnasında OsmanlI’nın 750. 000 asker çıkardığı konusunda bkz. William von Herbert, Plevne Müdafaası, Çev. Ali Kurdoğlu, İzmir 1990, s. 6.
[24] Hikmet Süer, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli Cephesi, Ankara 1993, s. 36; Rifat Uçarol, Ahmet Muhtar Paşa, s. 61.
[25] Oral Sander, Kurthan Fişek, ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı (1829-1929), s. 58-59.
[26] Sander, Fişek, s. 66-67.
[27] İ. Halil Sedes, 1875-1878 Osmanlı Ordusu Savaşları, 1877-1878 Osmanlı-Rus ve Romen Savaşı, İstanbul 1935, s. 107-108.
[28] T. Nejat Eralp, Tarih Boyunca Türk Toplumunda Silah Kavramı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kullanılan Silahlar, Ankara 1993, s. 116.
[29] Ali Fuad, I, 89.
[30] Hafız Hakkı Paşa, Bozgun, İstanbul (Tarihsiz), s. 54.
[31] Ali Fuad, I, 72; İ. Halil Sedes, I, 118.
[32] Türk ordusunun genel bir değerlendirilmesi için bkz. Mehmed Arif, Başımıza Gelenler, Sadeleştiren: Ertuğrul Düzdağ, I-III, İstanbul (Tarihsiz).
[33] Mehmed Arif, I, 99.
[34] Süer, s. 44-48.
[35] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, Ankara 1983, s. 44.
[36] Türk Silâhlı Kuvvetleri Tarihi-Osmanlı Devri 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Kafkas Cephesi Harekâtı, II, Ankara 1985, s. 208, 209; Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Anılar-2-Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Sanisi, Sadeleştirerek Yayına Hazırlayan: Nuri Akbayar, İstanbul 1996.
[37] Mehmet Arif, II, 530.
[38] Engelhart, Tanzimat ve Türkiye, Türkçesi: Ali Reşad, İstanbul 1999, s. 267-269.
[39] Vahdettin Engin, Rumeli Demiryolları, İstanbul 1993, s. 182.
[40] Martner, Emploi des Chemins de Fer Pendant la Guerre d’Orient 1876-1878, Paris 1878, s. 5-6.
[41] Martner, s. 6.
[42] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, …, II, 50.
[43] Engin, s. 179, 180, 221.
[44] Gazi Ahmet Muhtar Paşa, s. 13.
[45] Gencer, İpek, s. 227, 229.
[46] Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1994, s. 19-21.
[47] Karal, VIII, 46.
[48] Filoların mevcudu hakkında bkz. Sedes, I, 130-133; Ali Fuad, I, 75-86.
[49] Mehmed Arif, III, 889-891.
[50] Mahmud Celâleddin Paşa, s. 388.
[51] Mahmud Celâleddin Paşa, s. 299-300.
[52] Mahmud Celâleddin Paşa, s. 389.
[53] Gencer, İpek, s. 221, 224, 243; Halil Sedes, IV, 110, 114.
[54] Gencer, İpek, s. 219-220, 224.
[55] Osman Nuri, Abdülhamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, İstanbul 1327, I, 270-271.
[56] Gencer, İpek, s. 226.
[57] Mahmud Celâleddin Paşa, s. 391.
[58] Gencer, İpek, s. 231, 242.
[59] Gencer, İpek, s. 231.
[60] Mahmud Celâleddin Paşa, s. 398.
[61] Gencer, İpek, s. 220, 222, 234.
[62] Mahmud Celâleddin Paşa, s. 398.
[63] Karal, VIII, 47.
[64] Ali Fuad, III, 960; Plevne müdafaası için bkz. William von Herbert, Plevne Müdafaası, Çev. Ali Kurdoğlu, İzmir 1990.
[65] Karal, VIII, 49.
[66] Kodaman, XII, 141.
[67] Karal, VIII, 59-65, Ali Fuad Türkgeldi, II, 24; F. Armaoğlu, Siyasî Tarihi (1789-1960), Ankara 1975 (3), s. 268-269.
[68] İpek, Rumeli’den…s. 111.
[69] Karal, VIII, 74-75.
[70] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, I/1, Ankara 1983 (3), s. 2.
[71] Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı 1878-1897, İstanbul 1984.
[72] Karal, VIII, 78.
[73] Ali Vehbi Bey, Pensées et Souvenirs de l’Ex-Sultan Abdul-Hamid, Paris (Tarihsiz), s. 43-44.
[74] Tuncer Baykara, “93 Harbi’nden Önce ve Sonra Anadolu”, Osmanlılarda Medeniyet Kavramı ve Ondokuzuncu Yüzyıla Dair Araştırmalar, İzmir 1992, s. 165.
[75] Kodaman XII, 148.
[76] Bayur, I/1, 44.
[77] Armaoğlu, s. 280.
[78] Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi-Başlangıçtan-1917’ye Kadar, Ankara 1987 (2), s. 353-356.
[79] Koloğlu, s. 31.
[80] Mim Kemal Öke, “Son Dönem Osmanlı İmparatorluğu”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, XII, İstanbul 1989, s. 222.
[81] Zekeriya Türkmen, II. Meşrutiyet Döneminden Mütareke Dönemine Geçiş Sürecinde Osmanlı Ordusunun Yeniden Düzenleme Çabaları (1908-1918), Osmanlı, VI, Ankara 1999, s. 700n.
[82] Musa Çadırcı, “II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Ordusu”, Dördüncü Askerî Tarih Semineri, Bildiriler, Ankara 1989, s. 38, 43; Tahsin Ünal, “Harbokulu Tarihi ve Mustafa Kemal”, Türk Kültürü, 376, Ankara 1994, s. 459.
[83] “Polis” Ana Britannica, XVIII, İstanbul 1990, s. 60.
[84] Z. Türkmen, s. 695.
[85] Fahri Çeliker, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Askerî Heyetlerinin Balkan Harbi ve Birinci Dünya Harbi’ndeki Tutum ve Etkileri”, Dördüncü Askerî Tarih Semineri, Bildiriler, Ankara 1989, s. 136.
[86] Keçecizade İzzet Fuat, Kaçırılan Fırsatlar, Sadeleştirerek Yayına Hazırlayan: Nurcan Fidan, Ankara 1997, s. 98.
[87] Göçler hakkında fazla bilgi için bkz. Nedim İpek, “Üsküb Sancağında Göçmenlerin İskânı”, Prof. Dr. Bayram Kodaman’a Armağan, Samsun 1993, s. 97-118; “Kafkaslar’dan Anadolu’ya Göçler (1877-1900), Eğitim Fakültesi Dergisi, 6, Samsun 1991, 97-134; Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1994; “Balkanlar, Girit ve Kafkaslar’dan Anadolu’ya Yönelik Göçler ve Göçmen İskân Birimlerinin Kuruluşu (1879-1912) ”, SDÜ. Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilgiler Dergisi, Sayı. 1, İsparta 1995, s. 198-221; “Bosna-Hersek Göçü”, Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Armağanı, İstanbul 1995, s. 295-308.
[88] İpek, Rumeli’den, s. 40.
[89] Gazi Muhtar Paşa, s. 272.
[90] Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Ankara 1982, s. 75-79.
[91] Bkz. Mehmet Yılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Gülcülük ve Gülyağcılık”, Uluslar arası Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi 7-9 Nisan 1999, Konya 2000, s. 753-761.
[92] Bkz. Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslâm Birliği-Osmanlı Devletinin İslâm Siyaseti 1856-1908, İstanbul 1992.
[93] Meclis-i Mebusan 1293: 1877 Zabıt Ceridesi, Hazırlayan: Hakkı Tarık Us, II, İstanbul 1954; “II. Abdülhamid (1876-1909), Osmanlı, XII, Ankara 1999, s. 233.
[94] İskender, s. 176.
[95] Bkz. Bayram Kodaman, “II Abdülhamid’in Bir Politika Uygulaması”, Sultan II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987, s. 85.
[96] Kıray, 32-33.
[97] Donald Quataert, Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü, Çeviren. Tansel Güney, İstanbul 1999, s. 287.
[98] Kurmuş, s. 77-78.
[99] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul 1998, s. 106.
[100] M. Yavuz Erler, Ankara ve Konya Vilayetleri’nde Kuraklık ve Kıtlık (1845-1874), (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 1997.
[101] Rifat Önsoy, Malî Tutsaklığa Giden Yol Osmanlı Borçları 1854-1914, Ankara 1999, s. 115.
[102] Önsoy, 117.
[103] Önsoy, 124.
[104] Önsoy, 137.
[105] Önsoy, 250; Emine Kıray, Osmanlı’da Ekonomik Yapı ve Dış Borçlar, İstanbul 1993, s. 211.
[106] Süer, s. 526.
[107] Keçecizade İzzet Fuat, s. 16-23, 38-42, 93.
[108] Ahmed Cevdet Paşa, s. 177; Süer, s. 530.
[109] İ. Halil Sedes, I, 119.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.